RSS

Kategori arşivi: Bilinmeyenler

TRAJİK BİR EVLİLİK HİKAYESİ

27.01. 2025-Soner YALÇIN

Ali Rıza Efendi ile Zübeyde Hanım evliliğinin trajik hikayesi..

“Selanik Evkaf (Vakıflar) Dairesi’nde memur olan Ali Rıza Efendi, babası Kızıl Hafız Ahmed’i arayan jandarmalar tarafından birkaç kez karakola götürüldü.

Zübeyde Hanım kayınpederinin dağa kaçması ve kocasının sürekli gözaltına alınmasını hep korkuyla izledi. Daha çok gençti; yirmisinde yoktu…

>>Sarışın bir kız

Ali Rıza Efendi ile Zübeyde Hanım’ın ne zaman evlendikleri tam olarak bilinmiyor. Tahmini olarak 1870’lerin başı deniliyor.

Rivayet odur ki:

Ali Rıza Efendi bir gün rüyasında ak sakallı, nur yüzlü bir pir ve yanında sarışın bir kız gördü. Pir, kızı göstererek, “Bu senin kısmetindir” diye müjde verip ortadan kayboldu.

Ali Rıza Efendi rüyasının etkisiyle ablası Nimeti’nin kızı Hatice’ye gidip, “Bana evlenmek için sarışın bir kız bulun” dedi.

O devirde bütün Müslüman çevrelerinde adet olduğu gibi görücüler sokağa düştü.

Sonunda Sarıgüllü Hacı Sofulardan Feyzullah Ağa’nın kızı; kumrala çalan sarışın, beyaz tenli, orta boylu, mavi gözlü, dalgalı kıvırcık saçlı Zübeyde bulundu.

Annesi Ayşe Hanım kızının evlenmesine karşıydı ama ikna edildi. Zübeyde Hanım, Ali Rıza Efendi’nin ailesinin Yenikapı Mahallesi’ndeki evine gelin gitti.

Ali Rıza Efendi, “Gülzar-ı Cennetim Zübeydem” diye hitap ettiği karısını çok sevdi. Zübeyde Hanım Yenikapı’daki evde üç çocuk dünya getirdi:

Ahmed, Ömer ve Fatma.

Fatma daha yaşını dolduramadan öldü.

>>Asker baba

Babası Hafız Ahmed’in Makedonya dağlarına gitmesinin birkaç ay sonra, Ali Rıza Efendi, Osmanlı-Rusya savaşı nedeniyle Selanik’te kurulan Asakir-i Mülkiye’ye, yani yardımcı askerler birliğine katıldı.

35 yaşındaydı; okuryazar olduğu için geçici olarak üsteğmen rütbesi verildi. Askerliği yaklaşık iki yıl sürdü; Ayastefanos Anlaşması’ndan sonra askerliğe veda etti.

Askerlikten sonra Ali Rıza Efendi, Osmanlı-Yunanistan sınırındaki Olimpos Dağı’nın ormanlarla kaplı eteklerinde bulunan gümrük kontrol noktasına gümrük muhafaza memuru olarak tayin edildi.

Ege denizi kıyısında Paşaköprüsü denilen bu ıssız yer, Selanik’e 120 km uzaklıktaydı ama karayolu yoktu. Yaşamak için uygun bir yer değildi; ne kasaba ne köydü; sadece görevlilerin ailelerinin kaldığı derme çatma birkaç ev ve gümrük kontrol binasından ibaretti. Üstelik Olimpos Dağı Rum eşkıyalarla doluydu ve etrafı haraca kesmişlerdi.

Zübeyde Hanım iki çocuğuyla bu ıssız ve kasvetli yere gelmekten hiç hoşnut olmadı. İkinci çocuğu Ömer’i ilaçsızlık ve bakımsızlıktan burada kaybetti. Fatma’dan sonra Ömer’i de kaybeden Zübeyde Hanım’ı bir korku saldı; “Ya Ahmed’ime de bir şey olursa?”

>>Hep Selanik’e dönmek istedi.

Ali Rıza Efendi’nin görev yaptığı gümrüğün bütün işleri kereste ihracatı üzerineydi. Ali Rıza Efendi, görevi sırasında kereste tüccarıyla tanışıp arkadaş oldu. Bu arkadaşlık ona yeni bir iş kapısı açtı; memurluktan ayrılıp, kereste tüccarları Cafer Efendi ile ortaklık kurup ticarete atıldı. 3 lira maaş aldığı devlet memurluğundan sonra bu ticaret Ali Rıza Efendi’ye para kazandırmaya başladı. Yoksulluk günleri geri de kalmıştı işte; bu nedenle Selanik’e dönmek isteyen eşinden hep sabır istedi.

Zübeyde Hanım dindar bir kadındı. Beş vakit namaz kılıyordu. Yaşam gücünü hep dualardan alıyordu. Ancak korktuğu oldu; son çocuğu Ahmed de öldü. Küçük çocuk sahil kenarındaki kumlukta açılan bir mezara defnedildi.

O gece çıkan fırtına denizde dev dalgalara neden oldu. Kıyıları döven dalgalar Ahmed’in minik cesedini yerinden çıkardı.

Dağlardan inen aç çakallar kefen içindeki ufacık bedeni paramparça etti.

Sabah haberi öğrenip olay yerine koşan Zübeyde Hanım bu acılı manzarayı görünce şoke olup oracıkta bayıldı.

Paşaköprüsü’nde yaşayan bir avuç insan Zübeyde Hanım’ı teselli etmek için ellerinden geleni yaptılar. Ancak…

Ahmed’in ölümü sonrası yaşananlar Zübeyde Hanım’ın ruhsal dünyasında derin yaralar açtı. Günler geçti; Zübeyde Hanım’ın gözünün önünden o korkunç manzara gitmedi bir türlü. Geceleri kabus gördü sürekli.

>>Üstelik hamileydi…

Ahmed’in ölümünden sonra Ali Rıza Efendi yine işinin başına döndü.

Eve pek az uğruyor; günlerini işi nedeniyle ormanda geçiriyordu. Bir an önce para biriktirip bu kasvetli yerden kendini ve karısını kurtarmak istiyordu. Bu nedenle haraç isteyen Rum eşkıyaların tehditlerine bile aldırmıyordu.

Kendi başına bir şey geleceğinden korkmuyordu ama eşi için kaygılanmaya başladı.

Eşini güvenlikli bir yerde rahat doğum yapması için Selanik’e götürdü.

Artık ellerine iyi para geçiyordu; Ali Rıza Efendi, Ahmed Subaşı Mahallesi’nde üç katlı, pembe boyalı bir ev kiraladı. Üftade isimli siyahi bir kadını da yardımcı tuttu. Ve tekrar işinin başına döndü.

>>Kardeşinin adı

Zübeyde Hanım daha otuzuna gelmemişti. Ruhsal dünyası evlat acısı yaşayan tüm anneler gibi altüst olmuştu. Yetmezmiş gibi, birkaç hafta sonra kocası Ali Rıza Efendi’yi Rum eşkıyalar kaçırdı.

Ali Rıza Efendi yüksek bir fidye karşılığı özgürlüğüne kavuşabildi. Kereste ticaretini bıraktı. Zaten Osmanlı jandarması da, “Rum eşkıyalar barınmasın” diye ormanı yakmıştı!

Tüm bu olaylar doğum tarihi yaklaşan Zübeyde Hanım’ın sinirlerini allak bullak etti.

İyi annelik yapamayacağından, yeni doğacak bebeğinin de öleceğinden korkuyordu. Elinden tespih, dudaklarından dua eksik olmadı o gergin günlerde. Bütün duaları doğacak bebeğinin sağlığı içindi.

Bebeğinin kendisi gibi sarışın ve mavi gözlü olmasını istiyordu. Soranlara kız çocuğu istediğini söylüyordu ama içten içe erkek evlat arzuluyordu.

Ve isteği oldu; tıpkı kendisi gibi sarışın, mavi gözlü bir oğlu oldu…

Ancak korkuları ve kapıldığı vehimler sonucu oğlunu emziremedi; sütü kesilmişti.

Yeni doğan bebeğin yüz hatları tıpkı babasıydı. Ali Rıza Efendi oğlunun kulağına eğilip adını fısıldadı: Mustafa.

Mustafa; Ali Rıza Efendi’nin daha minik bir bebek iken kaza sonucu beşikten düşüp ölen kardeşinin adıydı.

Evet, “ölüler evine” benzeyen bu ailenin yaşamında ruhsal travmalar hiç eksik olmadı. Mustafa Kemal’in çocukluğu da mutsuzluk içinde; ruhsal yaralanmalarla geçti.

Ama o, görkemli benliğiyle mutsuzlukların üstesinden tek başına gelmeyi başardı.

Çağdaş Türkiye’nin kurtuluşu/kuruluşu bu zaferin sonucudur işte.

Ve bu ancak karizmatik liderliğe özgü güçlü bir kişilik yapısıyla mümkündür.”

Soner Yalçın

 
Yorum yapın

Yazan: 27 Ocak 2025 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , , ,

ANTALYALI KÖY EVİ USTALARI

10.12.2024-Murat YILMAZ

Antalya yöresinde ev yaptırmak isteyen kişi hemen işe girişmez öncelikle ustayı ararmış. Aranan bulunan ustaya bir çuval un götürülür, un çuvalını gören usta eğer evi yapmak isterse, bu işe girmek isterse un çuvalını kabul edermiş. Un çuvalını kabul eden usta ile ev sahibi arasında bir dostluk gelişir, usta ile ev sahibi arasında gelip gitmeler başlar, usta tarafından ev sahibi iyi tanınmaya çalışılırmış.

Usta aileyi iyice tanımak için ziyaretler yapar, ailenin beklentileri neler, ailede kaç kişi yaşıyor, daha çocuk vs olacak mı gibi kendince bir yorum yapar ve ardından evin yapımı için girişime başlarlar. Evin yapılacağı alana kireç benzeri bir boya ile kabataslak çizimi yapılır ve işlem başlar. Antalya’da eski köy evlerini yapan ustalar keserlerini konuştururken adeta bir melodi oluştururmuş.

Öyle ustalar olurmuş ki, bir usta çalışırken, yirmi kişi aynı anda keser konuşturur gibi sesler oluşurmuş. Kiremit altı tahtası bittikten sonra çatıya bir bayrak dikilir, başka bir çatıya da dikilen bayrak direğinden sonra araya ip çekilir. Ev sahibinin yakınları, komşular ustalara hediyeler getirir, hediyeler o iplere asılırmış. Gömlek, pantolon, gıda vb. (Bu kültür Anadolu’da başka yörelerde de oluyormuş) Ustalar sıcak güneşin altında çalışırken keser sesleri eşliğinde,

ŞAMAŞ, ŞAMAŞ, ŞAMAŞ, ŞAMAŞ diye söylenip bir taraftan bir ezgi, bir taraftan eğlence gibi işlerine devam ederlermiş.

Şamaş’ın ne olduğuna baktığımız zaman M.Ö. 4000 yıllarında (günümüzden 6000 yıl önce ) Sümer Mitolojisinde Güneş tanrısına verilen UTU’ nun karşılığı olarak ŞAMAŞ isminin verildiğini görüyoruz. Antalya İbradı’daki geleneksel mimari yapılarda, botta dediğimiz geniş giriş kapısının göbek kısımlarında, şanişir dediğimiz cumbaların alınlarında güneş motifi mutlak vardır. Bu kültür binlerce yıldır nasıl ustalarımıza aktarıldı ve bu devam ettirildi, bu zincir kırılmadan geldi bilemiyoruz.

Şamaş sözcüğü Arapça’ya Şems olarak geçmektedir. Mevlana’nın dostu olan Şems’in adının anlamının da güneş olduğunu belirtelim. Günümüz modern evleri ile beraber bu ve buna benzer bilgi ve kültürler kayboldu, kayboluyor. Sümerlerin güneş tanrısı olan ismini de Şamaş’ dan alan Şamaş tabletlerine bakıldığında Altın oran olduğu görülmektedir. Altın oran; Matematikte iki miktardan büyük olanın küçüğe oranı, miktarların toplamının miktarların büyük olanına oranı ile aynı ise altın orandır. Bu oranı doğada çok fazla görmekteyiz. Okuma yazma bile bilmeyenler, bu kadim bilgileri elde eden ustalara nasıl kaybolmadan aktarıldı, bunu nasıl kullandılar bilemiyoruz. Bildiğimiz şey günümüz yeni yapı tekniklerinde artık bunların kullanılmadığı, bu bilgilerin son temsilcilerinin hayatta olduğu ve artık bunları Mimarlık tarihinde göreceğimizdir. (Murat Yılmaz’dan Alıntı) https://www.ahmetler.com/…/dugmeli-ev-ustalari-ve-sumer

 
Yorum yapın

Yazan: 10 Aralık 2024 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , ,

ANDAVAL KÖYÜNÜN HİKAYESİ

28.11.2024- Ali PEKER

Reşat Nuri Güntekin Anadolu Notları kitabında, Andaval köyünün hikayesini anlatır. Vaktiyle Kayseri ile Niğde arasında atlı sürücülerin gelip geçtiği, ara durak şeklinde bir tepe köyüymüş, Andaval. İnsanları çok misafirpervermiş .Yolda kalan ,dinlenmek isteyen her yolcuya kapılarını ve sofralarını açarlarmış.

O kadar çok izzet ve ikramda bulunurlarmış ki sadece Kayseri değil, civar illerden gelen bir çok insan buraya uğrar olmuş. Hatta işi abartıp hastalık bahanesiyle günlerce yatıya kalanlar günden güne artmaya başlamış.

Andavallılar iyi niyetlerinden dolayı kimseye hayır diyemedikleri için artık bu yükü kaldıramaz olmuşlar. Sonunda kendi köylerini terk edip, dağ köylerine kaçıp, göç etmişler.

Paylaşım metni ;Meydan -Larousse ‘dan alınmıştır.

Ansiklopedi ‘nin gösterdiği kaynak ; Reşat Nuri Güntekin /Anadolu Notları. Anadolu Notları ;Yazarımızın Milli Eğitim Müfettişliği döneminde (1927-1939) yaptığı yurt gezilerindeki izlenimlerinden oluşmaktadır.

***

NOT: Andaval Kilisesi, Niğde‘ye bağlı Aktaş beldesinde bulunan ve M.Ö. 8. yy’ın başlarına tarihlenen kilisedir.

Geç-Hitit yerleşimi olan ve aynı zamanda Roma döneminde de önemli bir merkez olan Antik Tyana kentinin uzantısı olarak düşünülen bu yapı yakın zamanda restore edilerek ziyarete açılmıştır.[1]

Tarihi kaynaklarda adı Andavilis, Addaualis, Ambavalis olarak geçen yerleşim Geç antik dönemde, İstanbul’dan Kilikya’ya giden yol üzerinde bir istasyon görevi üstlenmiştir. Bizans dönemine ait kilise ilk olarak W. J. Hamilton’ın 1842 yılında basılan seyahatnamesinde kısaca anlatılmaktadır. Seyyah, Eski Andavaldaki kilisenin Konstantinos’un annesi Helena’ya adanmış bir kilise olduğunu belirtmektedir.[2]

1977`ye kadar sağlam ve ayakta olduğu belirtilmektedir.[3] O zamana kadar büyük olasılıkla köylülerin depo olarak kullandığı bu yapı 1977`li yıllarda tescil edilmiştir. Ancak bir süre sonra kilisede patlama olmuştur. Patlamadan sonra uzun süre bakımsız kalan kilisede 1996 yılında Niğde Müzesi ile Hacettepe Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümünden Prof. Dr. Sacit Pekak işbirliğiyle ilk kazı ve restorasyon çalışmaları yapıldı.[4]

Andaval anlamı nedir?

i. (Yun. andalavus, göçüşme ile andavalus > andavallus > andavallı) argo. Görgüsüz, bön, aptal kimse, ahmak: Ulan andavallı, dolap beygiri misin? (Hüseyin R. Gürpınar).

(Vikipedi)

Kaynakça

[değiştir | kaynağı değiştir]

  1. ^ “Tarihi Andaval Kilisesi turizme kazandırıldı”. hurriyet.com.tr. 16 Nisan 2019. 18 Kasım 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 18 Kasım 2022.
  2. ^ “Andaval Kilisesi”nigde.ktb.gov.tr. Nğde İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü. 14 Eylül 2020 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 18 Kasım 2022.
  3. ^ “Niğde Andaval Kilisesi”arkeolojikhaber.com. 18 Kasım 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 18 Kasım 2022.
  4. ^ Pekak, Sacit (1998). “Niğde-Andaval (Aktaş)’daki Konstantin- Helena Kilisesi”Sanat Tarihi Dergisi9 (9). ss. 103-117. 18 Kasım 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 18 Kasım 2022.
 
Yorum yapın

Yazan: 28 Kasım 2024 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , ,

HANGİMİZ UĞURSUZ?

25,11,2024- Mustafa ASLAN

Kıssalar, hisse alınsın diyedir.
Hikaye bu ya: Padişah, bir av partisi düzenler. Yanına en iyi avcıları alır. Muhafızlarının tamamı da mükemmel okçular, mükemmel avcılardır. Atları av için özel yetiştirilmiş ve en asil av köpekleri yanlarındadır. Padişah ve ekibi, sabahtan akşama kadar avlakta dolaşırlar ve hiç bir şey vuramazlar. Moralleri bozulmuştur. Ekipte ülkenin en iyi rehberleri olmasına rağmen dönüşte de yollarını kaybederler.

Çok büyük zahmetlerle ve epeyce gecikerek saraya dönerler. Padişah, bu işte bir uğursuzluk olduğuna kanaat getirir. Vezirine ve yakınlarına; sabah saraydan çıktıktan sonra ilk olarak kimle karşılaştıklarını bulmalarını ve o uğursuz adamın kellesini vurmalarını emreder.
Sadrazam ve vüzera iyice dikkatle inceledikten sonra; ekibin saraydan çıkışında karşılaştığı adamı bulurlar. Adama uğursuz olduğunu ve padişahın emriyle kellesini vuracaklarını tebliğ ederler. Yasalar gereği adamın son isteği sorulur. Adam;
– Huzura çıkmadan kellemi teslim etmem. Der.
Son arzu olduğu için kabul edilir ve adamı padişahın huzuruna çıkarırlar. Adam;
– Devletlu Hünkarım; siz sabah uykudan uyandığınızda yanınıza cariyeleriniz geldi değil mi? Sonra size kıyafetinizi giydirmek için yardımcılarınız geldi değil mi? Sonra silahtarınız gelerek sizi kuşattı değil mi? Sonra odanızdan çıktınız değil mi? Diye peşpeşe sorular sorar. Padişah, bu soruların tamamını “evet” diye cevaplar. Adam devam eder;
– Dışarı çıktığınızda seyisiniz gelerek atınızı getirdi değil mi? Sonra ekibiniz sırayla huzurunuza geldi değil mi? Sonra muhafız alayınızın komutanı ve muhafız alayınız geldiler değil mi? Padişah, bu sorulara da “Evet” cevabı verir. Adam devam eder;
– Hünkarım, sonra siz bu kalabalık maiyetinizle saraydan çıktınız değil mi? Padişah yine “Evet.” der.
– Devletlu Hünkarım; ben fakırse sabah uyandım ayalimle kahvaltımı ettim ve dışarı çıktığımda sizi gördüm ve bütün saygı ve iyi dileklerimle size “Uğurlar olsun Hünkarım.” dedim. Siz, bu kadar çeşitli insanla karşılaştıktan sonra saray dışında beni gördünüz ve avlanamadan döndünüz değil mi?
– Eveeeet!
– Hünkarım, siz benim uğursuzluğumla sadece avlanamadınız. Ben ise evimden çıktığımda ilk olarak sizi gördüm ve kellemden olacağım. Şimdi karar verin siz mi, yoksa ben mi uğursuzum Devletlum?
Padişah, haksızlığını anlar. Nadim olur. Adamı memnun ederek gönderir.
Kıssa bu…

Yorumunu da okumak isteyen okuyabilir. Siyasi eleştiri…

https://maslan.blogspot.com/2007/08/hangimiz-uursuz.html

 
Yorum yapın

Yazan: 25 Kasım 2024 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , , , , , , ,

ÖZGÜRLÜĞE GİDEN ZORLU YOLCULUK

21.11.2024-Çağdaş Köle Geçmişine Anıtlar

Henry “Box” Brown Anıtı (Richmond, Virginia)

Anıt, Henry “Box” Brown’ın özgürlüğe giden zorlu yolculuğunu anmaktadır. 23 Mart 1849’da, azat edilmiş bir köle ve beyaz kölelik karşıtı olan James Caesar Anthony Smith’in yardımıyla, Brown kendini Richmond’dan Philadelphia’ya “kurutulmuş gıda” olarak işaretlenmiş iki fit karelik bir sandıkta gönderdi. Brown daha sonra kölelik karşıtı tanınmış bir aktivist oldu ve diğer köleleştirilmiş insanların sandıklarda kaçmasına yardımcı olmaya çalıştı.



Anıt, Brown’ın kullandığı tahta sandığa benzemesi amaçlanan bronz bir sandığı da içeriyor. Sandık açık ve kutunun arka paneline çömelmiş bir insan figürünün ana hatları çizilmiş. Heykelin yakınında, Richmond’daki köleliğin tarihini ve Brown’ın kaçışını ayrıntılarıyla anlatan bir bilgi levhası yer alıyor.

Kutunun beş yüzündeki yazılar:
“Özgürlük ihtimaliyle cesaretlendim… Ölümün kendisine bile cesaret etmeye hazırdım.”

“Kendimi bir kutuya kapatıp… özgür bir duruma taşınma fikri aklıma geldi.”

“Kendimi üç fit karelik iki fitlik karanlık evime bıraktım.”

“Arkadaşlarım… kutuyu kırmayı başardılar ve sonra köleliğin mezarından dirilişim geldi.”

“Özgür bir adam olarak ayağa kalktım.”

Taş zemindeki yazı:
“1849’da Richmond tütün işçisi Henry Brown, buna benzer bir tahta sandıkta kölelikten özgürlüğe doğru bir yolculuk yaptı”

Bilinmeyen, “Henry “Box” Brown Anıtı (Richmond, Virginia)” 20 Kasım 2024’te erişildi, https://www.slaverymonuments.org/items/show/1217 .

 
Yorum yapın

Yazan: 21 Kasım 2024 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , ,

AKDENİZ KIYILARI “BABAAA” HAYKIRIŞI İLE YANKILANDI

17.11.2024- Turgut ÜNSAL(İki yaka bir deniz hikayesinden) – Yusuf Ziya ÖZALP

60 yıl öncesiydi. Kış, Simi Adası’na beyaz bir yorgan gibi serilmişti o sabah. Balıkçı Aristo, oğlu Vasili’yi usulca omzundan tutarak kayığa yönlendirdi. Deniz, sanki yüzlerce yıllık bir efsanenin sırrını mırıldanıyordu. Aristo, bu sesleri dinleyerek büyümüştü. Babasından ve onun babasından kalan bilgiyi şimdi oğluna aktaracaktı.

Her dalga, her fırtına, her yıldız, onun için birer harf, birer kelimeydi. Vasili’ye öğretilecek çok şey vardı. Balıkçılık, yalnızca bir meslek değil, yüzyılların deniz kokulu mirasıydı. Kayık usulca Simi limanından ayrıldığında sabahın serin rüzgarı yüzlerini yaladı. Gökyüzü gri ve öfkeli bulutlarla kaplanmaya başlamıştı. Aristo, bu değişimi bir denizcinin sezgisiyle fark etti. Daha güçlü küreklere asıldı ama rüzgar oyunbozan bir çocuk gibi kayığın etrafında dolandı, büyüdü ve lodosun hırçın kollarına dönüştü. Kayık, devasa dalgalarla savrulurken Vasili’nin minicik bedeni, korkunun soğuk elleri tarafından esir alınmıştı. Parmakları, kayığın kenarına sıkıca yapıştı, gözleri kocaman açıldı, sessiz bir dua gibi babasına baktı.

“Vasili, korkma!” diye bağırdı Aristo, sesinin titremesine engel olmaya çalışarak. Oğlunun gözlerindeki korkuyu yok etmek istiyordu ama deniz, bu küçük balıkçı ailesini acımasızca sınamaya kararlıydı. Poseidon çıldırmıştı adeta. Deniz beşik, kayık beşikte ağlayan bebek gibiydi. Sicim gibi inen yağmur, hız rekoruna soyunan fırtına onları tanıdıkları sulardan koparıp Datça’ya doğru sürüklüyordu.

O sırada Datça’nın sularında, Süleyman Badal ve kardeşi Mehmet de avdan dönüyordu. Onlar da, çocukluklarından beri denizin şarkılarını dinleyerek büyümüş, hayatlarını onun cömertliğine bağlamışlardı. Rüzgarın tuhaf bir uğultuyla konuştuğunu duyduğunda Süleyman, bir kayığın dev dalgalar arasında yalpaladığını gördü. Hemen küreklere asıldı, kararan denizin ortasında yardım çağrısına kulak verdi. Aristo ve Vasili’nin çaresiz kayığını kendi sandalı Kara Mehmet’e yanaştırdı.

Gün kararıyordu. Simi’ye geri dönülecek gibi değildi hava. “Misafirimiz olursunuz,” dedi Süleyman, sesi gür ama güven vericiydi. “Hava düzelince geri dönersiniz.” Kargı koyuna doğru yol aldıklarında, aniden sahil koruma botunun acı sireni havayı yardı. Aristo’nun yüreği bir anlık umutla çarptı, sonra o umut, tutuklanma anının soğuk gerçekliğine dönüştü. Çünkü izinsiz Türk karasularına girmişti, casusluk şüphesiyle tutuklandı, Kavakdibindeki hapishaneye kapatıldı. Küçük Vasili, babasının kolundan koparılışını gözyaşlarıyla izledi.

“Baba!” diye haykırdı, sesi rüzgarın hırçınlığa karıştı.

Süleyman Badal, gözlerindeki acıyı saklamaya çalışarak Vasili’ye yaklaştı.

“Ağlama, küçük,” dedi, o kocaman ve nasırlı ellerini çocuğun omuzlarına koyarak.

“Baban yoksa ben varım. O özgür kalana kadar birlikteyiz.”

Bu sözler, denizin iç çekişine, fırtınanın iniltisine bir cevap gibiydi. Vasili, Süleyman’ın evinde ikinci bir yuvaya, sıcak bir aileye kavuştu. Her sabah, annesi gibi onu seven Süleyman’ın eşi, masanın başında bir tabak sıcak çorba ile karşıladı onu. Mehmet, yeni bir kardeş gibi koluna girip sokaklarda gezdirdi. Yıllar birbirini kovaladı, fırtınalar dindi, deniz sakinleşti. İki yıl aradan sonra bir gün, Aristo özgürlüğüne kavuştu. Baba-oğulun gözyaşlarıyla kucaklaştığı o an, Datça’da hayat bir an durdu.

Vasili, yeni ailesine minnetle veda etti, Aristo ile birlikte Simi’ye geri döndü. Yıllar yıllar sonra, genç bir adam olan Vasili, Datça’dan gelen bir haberle sarsıldı. Süleyman Badal, onu hayata bağlayan adam, son nefesini vermişti. O an Vasili’nin yüreği, onca zaman denizin bağrında birikmiş tüm acılarıyla yankılandı. “Babaaa!” diye haykırdı, sesi Simi’nin kayalıklarından denize savruldu. Lodos, sanki o feryadı alıp Datça’nın kıyılarına götürdü. Orada, kayaların arasında, rüzgar hâlâ o kelimeyi taşıyor gibiydi; bir babanın yerine geçen, bir çocuğun kalbine kök salan o adamın anısını. (Datça’da yaşanmış olan ve dilden dile dolaşan bu hikaye, Turgut Ünsal’ın “İki yaka bir deniz” isimli çalışmasından ve Yusuf Ziya Özalp ‘in yazılarından kurgulanmıştır.”

 
Yorum yapın

Yazan: 17 Kasım 2024 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , , , , ,

NAZCA’NIN SÜPÜRGELİ DELİSİ

15.11.2024- Bilhan AKKAYA

Nazca çizgilerinin gerçek hikayesi Hazırlayan: Bilhan Akkaya

– Sen onunla tanıştın mı büyükbaba?

– Evet, ben de çocukken tanıştım. Ama arkadaşlarımın aksine ben ona el sallardım ve onlar ona hakaret ettiklerinde sessiz kalırdım çünkü bana iyi bir insan gibi görünürdü…

-Arkadaşların ona hakaret mi etti? Ona ne diyorlardı?

– Geçerken gördüklerinde ona “Çılgın Gringa” diye bağırırlardı çünkü insanlar ona,

“süpürgeli deli kadın geçiyor” diye sesleniyordu.

Aslında ona pek iyi davranmadık, çünkü herkes için; çölü süpüren çılgın bir kadındı, çünkü onu erken saatlerde süpürgesi ile kumları süpürür, ölçer ve anlaşılmaz resimler yapıp matematiksel hesaplamalar içinde görürdük. Onu kimse anlamadı…

– Kasabada yaşamıyor muydu?

– Hayır, uzaklarda, kum tepelerinin arasında yaşıyordu”.

Kimse onun ne yaptığını umursamıyordu ve bize hiçbir şey söylemese de bazı çocuklar ondan korkuyordu. Ona hakaret ettiğimizde, sadece sessizce bize bakardı, sadece şımarık veletler olduğumuzu söylermiş gibi…

– Başka ne oldu?

– Birkaç yıl sonra “Deli Gringa” sayesinde dünya Nazca çizgilerini tanımaya başladı; biz bile birkaç metre ötede neler olduğunu bilmiyorduk. Ve sonra yurtdışından başka insanlar fotoğraf çekmek ve çalışma yapmak için geldi. Ve birdenbire dünya bizim bölgemizle ilgilenmeye başladı, hükümet bizi daha çok önemsedi; elektrik, su ve turistler geldi. Çevremizde bir ticaret yapıldı, çoğumuz artık eskisinden daha iyi yaşamaya başladık. Hepsi “Çılgın Gringa”nın yaptığı şey sayesindeydi. “

– Öldü, değil mi? Büyükbaba bir kutuyu açtı ve mektupları, eski resimleri ve sararmış gazete kupürlerini aramaya başladı.

– Evet, evet. Büyüdüğünde ve hastayken, sağlığı kötüleşene kadar kaldığı Nazca Turist Oteli’nde yaşamak için çölden ayrılmak zorunda kaldı. 1998’de öldüğü yere, Lima’ya götürüldü. Hükümet ona Peru vatandaşlığını verdiğinde bir gazete haberi sakladım. Bizim hakkımızda söylediklerini yüksek sesle oku, -dedi büyükbaba torununa zamanla eskitilmiş bir gazete küpürünü uzatıyor ve ona bir paragrafı işaret ediyordu. Carlos yüksek sesle okudu:

– “Eserimle adaletsizliği ortadan kaldırmak ve Perulular’ın kültürel, ahlaki ve özel fiziksel niteliklere sahip insanlar olarak kendi saygılarını geri kazanmalarını istiyorum.

– Ne güzel sözcükler! Carlos şaşırdığını söyledi ve eğer şimdi hayatta olsaydı onunla konuşur muydun? diye sordu. Büyükbabam cevap vermedi. Ancak çölü süpüren çılgın kadına teşekkür etmek için yanaklarından akan iki gözyaşı kesinlikle bir cevaptı.

Kaynak: Alman araştırmacı Maria Victoria Reiche Neumann. Mitolojik Nazca çizgilerinin keşfedicisi – Ica – Peru. Metnin ana yazarı: Chemo Morales Garcia. Kökenlerine sahip çıkmaya çalışan asil bir kadının gerçek hikayesi. Bilhan Akkaya

 
Yorum yapın

Yazan: 15 Kasım 2024 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , ,

KUMUN EN NADİR FORMU “YILDIZ KUMU”

13.11.2024- Hüseyin KEKLİK

Kumun en nadir formlarından biri olan yıldız kumu hem güzel bir manzara hem de bilimsel bir mucize. Japonya’nın Taketomi, Hatoma ve Iriomote adalarında bulunan yıldız kumu, tam olarak adının anlattığı şeydir. Yıldız şeklindeki küçük, milimetre büyüklüğündeki kum parçaları. İlk bakışta plajlardaki diğerlerine benziyor. Sadece ziyaretçiler üzerinde durdukları plaja daha yakından baktıklarında bunun sıradan bir kum olmadığı anlaşılıyor.

Kum parçacıklarının küçük boyutlarına rağmen, plajda seyirciler bu inanılmaz beş köşeli yıldız şeklini çıplak gözle görmekte sorun yaşıyorlar. Pek çok plajdan farklı olarak, Hoshizuna Plajı ve çevresindeki diğer Japon plajlarındaki kum, kaya ve minerallerden değil, önceki organizmaların kalıntılarından oluşmaktadır.

Her küçük yıldız Foraminifera olarak bilinen küçük, tek hücreli organizmaların dış iskeletidir. Dalgalar sahilde yuvarlanırken, su, bu küçük organizmaların kabuklarını ve dış iskeletlerini beraberinde taşır ve eşsiz sahil şeridini oluşturur. Baculogypsina sphaerulata olarak bilinen bu özel, yıldız şeklindeki Foraminifera türü, sadece Doğu Asya’nın mercan resiflerinde bulunur ve bu özel kumu dünyanın en nadir bulunanlarından biri yapar.

 
Yorum yapın

Yazan: 13 Kasım 2024 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , , , ,

MEDENİYETİ İNŞA EDEN ERKEKSE ERKEĞİ İNŞA EDEN KADINDIR

10.11.2024- Atilla İlhan ASLAN

Detroit’taki mütevazı bir firmada çalışan genç tamirci, günde on saatlik çalışma karşılığında haftada 11 dolar kazanıyordu.

Ancak; hırslı genç adam eve geldiğinde gece uzun saatlerini evin arkasındaki ahırda yeni tip bir araba yapmak için çalışarak geçirdi. Çiftçi olan babası, oğlunun çabalarını boşa çıkarırken, ailesi ve komşuları arasında onu cesaretlendiren tek kişi genç adamın karısı oldu. Bütün geceyi onunla geçirip heyecanına ortak olan, kış geldiğinde üşürken bile elinde bir gaz lambası tutarak yanından ayrılmayan karısını “azize” gibi görüyordu ve 3 yılı onunla bu şekilde geçirmişti. 1893 yılında çalışma tamamlanmak üzereydi ve genç adam o zamanlar neredeyse otuz yaşındaydı. O yıl, komşuları daha önce hiç duymadıkları tuhaf bir ses duydular. Alay ettikleri genç Henry Ford’u ve karısını atsız bir faytona binerken gördüler. Bu garip fayton’un sokağın sonuna varmasını hayret dolu gözlerle izlediler. O gün, modern dünya, şehrin gelişimi üzerinde derin etkisi olan yeni bir buluşun doğuşuna tanık oldu.

Eğer, Henry Ford “bu buluşun babası” ise karısı da “bu buluşun annesi” olmayı hak ediyordu. Mucit Henry Ford’a kırk yıl sonra şu soru soruldu:

– “Otomobil’in icadının yapıldığı tarihten bir yıl sonra, Dünya’ya gelseydi, ne olmak isterdi?” Şöyle cevap verdi:

– “Eşimin yanımda olmadığı hiç bir durum umurumda olmazdı.

Gerçekten, her büyük erkeğin arkasında bir kadın vardır ve gerçekten de her büyük kadın, en büyük erkekleri yaratma kapasitesine sahiptir.

Medeniyeti İnşa Eden Erkekse, Erkeği İnşa Eden de Kadındır.

Yayıncı: AL RAJHI

Düzenleme: A. İ. Arslan

#HenryFord#Otomobil

 
Yorum yapın

Yazan: 10 Kasım 2024 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , , , , ,

SIRRI ÇÖZÜLEMEYEN GİZEMLİ KİTAP VOYNİCH

09.11.2024- Arkeoloji Tarihi

Voynich el yazması kitabı; kim tarafından, ne amaçla ve hangi dille yazıldığı bilinmeyen, elle yazılmış resimli bir kitaptır…

Dünyanın en eski el yazması olan bu kitap ile ilgili yapılan karbon testleri 15. yüzyılda yazıldığını ortaya koymuştur. İçerisinde bitki, astroloji ve ilaçbilimi ile ilgili resimler bulunan 234 sayfalık bir kitaptır..

Kitap ortaya çıktığı günden itibaren, dilbilimciler tarafından araştırma konusu olmuş, hakkında çeşitli teoriler ortaya atılmış fakat yüzlerce yıldır sırrı çözülememiştir..

Yıllarca kitabın gizemini ve şifresini çözmeye çalışan kriptoloji uzmanlarının ve tarihçilerin akli dengelerini kaybetmiş olduğu bilim tarihine geçmiştir..

Kitap, 1912 yılında Wilfrid M. Voynich adındaki kişi tarafından, Polonyalı bir sahaftan alınmıştır..!!

İsmini bu kişiden alan kitabın İtalya’da Rönesans sırasında oluşturulduğu tahmin edilmektedir.

Bazı sayfalarının eksik olduğu düşünülen kitapta 23 ile 40 arası farklı harf ve 38 kelime bulunur.

Sayfaların çoğunda çizimler yer alan kitap, soldan sağa doğru yazılmıştır.

Voynich el yazması kitabı, 1969 yılında Hans P. Kraus tarafından Yale Üniversitesi’nin Beinecke Nadir Kitaplar ve El Yazmaları Kütüphanesi’ne bağışlanmıştır.

Dünyanın en esrarengiz 10 tarihi eser arasında yer alan el yazması Voynich kitabındaki bulunan yaklaşık 40 bin sözcükten sadece 300’ü çözülebildi.

Dünyada sırrı çözülememiş 10 tarihi eser arasında yer alan Voynich’in El Yazması olarak bilinen kitap 600 yıldır gizemini koruyor. Khan Noonien Singh

Anlam ve kökeninin gizemini koruduğu kitabın içerisinde çok sayıda yıldız, birbirine bağlı küvette yıkanan kadınlar, ilginç resimler ve yazılar bulunmaktadır.

Kitabın astroloji, bitki bilimi gibi çeşitli konularla ilgili bilgiler verdiği düşünülmektedir.

Kitabın rastgele yazılmış anlamsız bir işaret yığını olmadığı, doğal bir dilin yazıya geçirilmiş hali olduğu düşünülmektedir.

Fakat hangi dil olduğu konusunda herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Bu kitabın esas gizemi metinlerinde değil de görsellerinde.

Papa 9. Gregory tarafından dini hükümleri açıklamak için bastırılan bu kitapta, o zamanın modasına uygun olarak metinlere eşlik eden kaligrafiler ve illüstrasyonlar bulunuyor.

İşte ilginçlik de burada başlıyor. Normalde Meryem Ana, İsa ve Azizlerin süslediği dini külliyat sayfalarının tersine bu külliyatta kılıçla kafa kesen dev tavşanlar, bir kurdu idam eden kazlar ve tek boynuzlu atlar gibi Hristiyan öğretileriyle (görselden de anlaşılacağı gibi) açıkça çelişen tasvirler bulunuyor.

Kitabın yazımında gerçek bir dil kullanıldığı, fakat konuşulan bu dilin yazıya dökülmemiş olduğu için anlaşılmadığı düşünülmektedir.

Japon savaş kodlarını çökerten Amerikalı şifreci William Friedman ve ekibi, kitap üzerinde aylarca süren çalışmalar gerçekleştirmiş ve ‘’çözülemez’’ olarak nitelendirmiştir.

Kitap ile ilgili yapılan çalışmalara, 2001 yılında Yale Üniversitesi son vermiştir.

Bu metinleri inceleyen din adamları ve tarihçiler, Smithfield külliyatının gizemini maalesef hâlâ çözebilmiş değiller..!!

 
Yorum yapın

Yazan: 09 Kasım 2024 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , ,