RSS

Kategori arşivi: Bilinmeyenler

EŞKİYA DÜNYAYA HÜKÜMDAR OLMAZ

15.07.2024- Bülent DÜNDAR

Evliya Çelebi, Seyahatname’de bu gasbet yeri şöyle anlatıyordu;

“Büyük ve korkunç bir kaledir. 300 demir kapısı, dev gibi gardiyanları, kolları demir parmaklıklara bağlı ve her birinin bıyığından 10 adam asılır nice azılı mahkumları vardır.

Burçlarında gardiyanlar ejderha gibi dolaşır. Allah korusun, oradan mahkum kaçırtmak değil, kuş bile uçurtmazlar.”

Sene hicri 1341’di. Miladi 1922. Rize’nin Haldoz (Portakallık) köyünde bir adam yaşardı. Sandıkçı Şükrü derlerdi ona.

Kendi halinde, sakin, iyiliksever kişiliğiyle tanınırdı. Zenginleri sevmezdi. Ağalarla beylerle görüşmezdi. Fakirlere ise mısır dağıtırdı.

Bir gece vakti Sandıkçı Şükrü’ye acı haber geldi. Düğünde köy ağasının en sadık adamı kardeşini bıçaklamıştı.

O sakin adam bir anda şahin oldu. Ağanın hanını bastı. Mermileri üstüne boşalttı.

Hemen yakaladılar. Sinop Cezaevi’ne koydular. Ama tutamadılar. Sandıkçı Şükrü kuş uçurtulmaz denilen duvarları aştı, kaçmayı başardı.

Kısa sürede bölgede nam saldı. Adını Haldoz’un dağlarına yazdırdı. O artık ağaların beylerin düşmanı, fakire yardım eli uzatandı. Zenginlerin korkulu rüyası, halkın kahramanıydı.

Dönemin Trabzon Valisi Kadir Paşa 500 atlı müfrezeyi Sandıkçı Şükrü’nün peşine taktı.

Müfrezenin yanında bir de Sandıkçı’nın yakın arkadaşı Varilcioğlu Sadık vardı. Varilcioğlu teslim olması için Sandıkçı Şükrü’yü ikna etti. Teslim oldu.

Ama devletin otoritesini iki paralık etmişti. Müfrezeye teslim Rize’ye dönerken, sırtından vuruldu. Son nefesinde sanki dudaklarından şu mısralar savruldu;

“Göklerde kartal gibiydim.

Kanatlarımdan vuruldum

Mor çiçekli dal gibiydim,

Bahar vaktinde kırıldım.”

Sinop Cezaevi Osmanlı döneminde azılı katillerin son durağıydı. Cumhuriyet döneminde muhalif yazar ve şairlerin adresi oldu.

Refik Halit Karay, Mustafa Hilmi, Burhan Felek, Kerim Korcan, Zekeriya Sertel, Osman Deniz burada yattılar.

Bir rivayete göre Nazım Hikmet de kısa bir süre cezasını burada çekti. Yıl 1932’ydi. Yeni bir mahkum getirdiler Sinop Cezaevi’ne. Adı, Sabahattin Ali.

Suçu yazmaktı. Atatürk’e hakaretten aylarca içerde kaldı. Paslı demir parmaklıklar, nemli duvarlar arasında dolaşıp dururdu.

Geceleri sürekli okurdu. Havalandırma saatlerinde diğer mahkumlarla konuşurdu. Sonra o paslı ranzada oturup yazardı. Rizeli Sandıkçı Şükrü’nün hikayesini cezaevinde duymuştu.

Destanını da orada yazdı. ‘Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz’ dillere dolandı.

“Sene 1341 mevsime uydum

Sebep oldu şeytan bir cana kıydım

Katil defterine adımı koydum

Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz

Sen üzülme anam dertlerim çoktur

Çektiğim çilenin hesabı yoktur

Yiğitlik yolunda üstüme yoktur

Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz

Çok zamanlar çektim kahrı zindanı

Bize de mesken oldu Sinop’un hanı

Firar etmeyilen buldum amanı

Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz

Bir yanımı sardı müfreze kolu

Bir yanımı sardı Varilcioğlu

Beşyüz atlıyılan kestiler yolu

Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz.“

O cezaevinde “Aldırma Gönül”ü yazdı. Mazlumların, mahkumların şarkısı oldu.

Yine orada “Leylim Ley”i yazdı. Meydanları sarstı.

Sabahattin Ali 41 yıllık yaşamında hep yazdı. Ezileni, yoksulu, mazlumu yazdı.

Yazdıkları nedeniyle hep dışlandı. Sorgulandı, tartaklandı, tutuklandı.

Geride onlarca roman, öykü ve şiir bıraktı.

En önemlileri Kuyucaklı Yusuf, Kürk Mantolu Madonna ve İçimizdeki Şeytan’dı.

1948 yılında derin devlet tarafından katledildi. Katili bir emniyet görevlisiydi. Yakalandı, kısa sürede bırakıldı. Sabahattin Ali yıllarca devletin yasaklılar listesinde yer aldı.

Eserleri ancak 2005 yılından sonra ders kitaplarına girebildi. Şu sözleri hiç unutulmadı.

“Biz istiyoruz ki, bu memlekette yapılan her iş, üç beş kişinin çıkarına değil, bu toprakları dolduran milyonların yararına olsun. Biz istiyoruz ki, bu topraklar ve onun üzerinde yaşayan insanlar, hiçbir yabancı devletin oyuncağı olmasın. Dünya işlerinde politikamız, şunun bunun kölesi gibi peşinden gidilerek değil, bu milletin selametini en iyi sağlatacak yolları müstakil olarak seçmek şeklinde kendini göstersin.”

Anısına saygıyla.

 
Yorum yapın

Yazan: 15 Temmuz 2024 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , , , , ,

SİNOP’TA OTURUR ŞEKİLDE GÖMÜLEN PİSKOPOSLARIN SIRRI

13.07.2024- 2010 yılında, Profesör Doktor Gülgün KÖROĞLU tarafından yürütülen kazı çalışmaları hala devam etmektedir. Balatlar Kilisesi, bundan 1364 sene önce yapılmış planlı bir bazilika olarak sapasağlam ayakta durmaya çalışmaktadır.

Depremlerde yıkılan binalar, rezidanslar, deniz kumu ile yapılan yapıların can kaybına sebebiyet verdiği olayları ibretle izliyoruz. İçi tahrip olsa da duvarlarının kalınlığına ve MS 660 yılının işçiliğine dikkat çekmek istiyoruz.

Sanayi ve teknoloji gelişti, bilişim dünyası yapay zeka çalışmalarıyla çok yol kat etti. Bizim binalarımız hala depreme dayanıklı olmadı. Balatlar yapısının duvarları sisi de düşündürmüyor mu? Dünyada, bilimsel gelişmeler olsa da sınıfsal farklılıklar kapatılmadı. İnsan yaşam seviyesi, üst sınıfın daha çok kazanç amaçlı hedefinin gölgesinde, ortalamayı tutturamadı.

Balatlar Kilisesi ya da Sinope Koimesis Kilisesi[1]  Sinop‘un Ada mahallesinde Yusufoğlu Aralığı’nda Bizans döneminden kalma bir kilisedir. 3.062 m²’lik alanı kapsayan kilise MS 660 yılında yapılmış dikdörtgen planlı bir bazilikadır. Roma dönemindeki ilk inşasında bir hamam olarak hizmet ettiği düşünülen bu yapı kompleksi 6.-7. yüzyıllarda kilise, 11-13. yüzyıllar arasında tahıl deposu, Anadolu Selçukluları ya da kentin Osmanlılarının eline geçmesinden sonra yerli Hristiyan halka bırakılarak Meryem ve Baş Melek Mikail’in birlikte anıldığı bir manastıra dönüştürülmüştür. 1920’lere gelindiğinde ibadetin yanı sıra mezarlık olarak da kullanılmıştır.[2](Vikipedia)”

Başlığımızı aldığımız “VİTRİN HABER GÜNCEL” linkini paylaşıyoruz. Detaylı bilgiyi bulacaksınız.

https://www.vitrinhaber.com/sinopta-oturarak-gomulen-piskoposlarin-sirri?fbclid=IwZXh0bgNhZW0CMTAAAR1u4Csu-2uWhEddaGIhzkRxi_SHYYmbIB-LoUzhpNPYZ50ShzPx6bNU4K4_aem_i9r_1-XZ1a7rwqmR7THDmw

 
Yorum yapın

Yazan: 13 Temmuz 2024 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , , ,

HAFIZADA KALANLAR

09.07.2024- A. Yaşar SARIKAYA

Hafıza, hacimsiz ve ağırlığı olmayan yapısıyla duygularımıza ne kadar da yön veriyor. Yine HAFIZADA KALANLAR PROGRAMI ve konuğumuz değerli eğitimci Fehmi AYDIN.

O, Sinop Kız Yetiştirme Yurdunda öğretmenlik yaparken müdürümüzdü. Çocuklar Müdür Baba derdi, biz öğretmenlerin de Müdür Babasıydı. Öğretmenler değişti, Fehmi AYDIN hep Yetiştirme Yurdunda kaldı. Kahvaltısını çocuklarla beraber yapar, onların masasında sırayla gezerdi. O’nu, elinde süpürge ile de görebilirdiniz, toz bezi ile de. Çocuklarla ip atlarken de, top oynarken de. Biz çok şanslı öğretmenlerdik. Köy Enstitüsü eğitimini almış bir eğitimci ile çalışmıştık.

Hafızada Kalanlar Programı için derneğimize geldi. Bu gün İstiklal İlkokulu ve İl Genel Meclisi olan iki binanın nasıl yapıldığını anlattı. Sinoplu olup da o binalarda anısı olmayan yoktur. Gelin videoyu birlikte izleyelim. İyi seyirler…

Teşekkürler Müdür Baba. Bir başka programda buluşmak dileğiyle.

 
Yorum yapın

Yazan: 09 Temmuz 2024 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , , , ,

HARESE NEDİR BİLİR MİSİN?

07.06.2024- Zülfü LİVANELİ – HUZURSUZLUK ROMANINDAN

Arapça eski bir kelimedir. Bildiğin o hırs, haris, ihtiras, muhteris sözleri buradan türemiştir. Harese şudur Develere çöl gemileri derler bilirsin, bu mübarek hayvan üç hafta yemeden içmeden, aç susuz çölde yürür de yürür.

O kadar dayanıklıdır yani. Ama bunların çölde çok sevdikleri bir diken vardır. Gördükleri yerde o dikeni koparır çiğnemeye başlarlar.

Keskin diken devenin ağzında yaralar açar, o yaralardan kan akmaya başlar. Tuzlu kan dikenle karışınca bu tat devenin daha çok hoşuna gider.

Böylece yedikçe kanar, kanadıkça yer, bir türlü kendi kanına doyamaz ve engel olunmazsa kan kaybından ölür deve. Bunun adı haresedir. Demin de söyledim, hırs, ihtiras, haris gibi kelimeler buradan gelir.

Bütün Ortadoğu’nun adeti budur oğlum, tarih boyunca birbirini öldürür ama aslında kendini öldürdüğünü anlamaz.

Kendi kanının tadından sarhoş olur.

ZülfüLivaneli

 
Yorum yapın

Yazan: 07 Temmuz 2024 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , , , ,

YAZAR ŞAİR VE SANATÇILARIN YAŞAMLARINDAN ÇARPICI NOTLAR

06.06.2024- Dünya Gözüme Kaçtı- ALINTI

BUNLARI BILIYOR MUYDUNUZ ? CAHİT SITKI Küçükken yaramazlık yaptığı için babası tarafından pencereden aşağı sarkıtılmıştır. O günden sonra ölümden korkmuş ve eserlerinde hep “ölüm” temasını işlemiştir.

NAZIM HİKMET Nazım Hikmet’in en değişik özelliği devamlı beyaz pantolon giymesiydi. İlham geldiğinde aklındaki sözleri hemen beyaz pantolonuna not alıyormuş. Tüm dünyanın tanıdığı bir şair olmak, böyle değişik özelliklere sahip olmaya bağlıdır belki de. Bursa cezaevinde ıslak ıslak çok dayak yediği için onun en büyük korkusu su olmuştur.

ÖZDEMİR ASAF “R” leri söyleyemeyen şair… Bir gün matbaadan çıkıp Karaköy’e gitmek için bindiği taksinin şoförü sorar: “Neğeye biğadeğ?” Utancından “Kağaköy” diyemez, “Eminönü” der. İner. Oradan Karaköy’e kadar yürür.

YAHYA KEMAL Hiç evi olmamıştır. Ölene kadar otelde yaşamıştır. Nazım Hikmet’in annesine aşık olmuştur. TEVFİK FİKRET Aynı zamanda iyi bir ressamdır. Evinin planını da kendisi çizmiş ve evine isim veren ilk şairimiz olmuştur. En büyük takıntısı: Sol tarafında kimseyi yürütmemek.

AHMET HAŞİM Hastalık derecesindeki takıntısı ise: Toprak yemesidir. Haşim’in şiirlerinde hep gün batımı, gece, ay ışığı, hüzün olmasının sebebi çirkin olmasından derler.

TOMRİS UYAR Üç büyük şairi ( Turgut Uyar, Cemal Süreya, Edip Cansever) kendisine tutsak eden kadın… Bahsi geçen güzel.

CEMAL SÜREYA Sevgili Cemal soyismindeki iki y’den birini bir iddia sonucu kaybetmiştir. Evet, soyismi tek “y” ile yazılıyor.

ORHAN VELİ Ölümü belediyenin açtırdığı bir çukur yüzündendir. Çukura düşmesi sonucu başından yara almış ve ölüm sebebi bu olmuştur.

CEMİL MERİÇ En ünlü sözleri kitap okumak üzerine olan Cemil Meriç gözlerinde oluşan bir rahatsızlık nedeni ile yazıları okumayacak duruma gelmiştir. Gözleri göremez duruma geldiğinde ise yakınlarının yardımı ile yazmaya devam etmiş hatta en verimli eserlerini gözlerinin görmediği dönemlerde kaleme almıştır.

SABAHATTİN ALİ Sabahattin Ali su gibi Türkçesi ile kitaplarını kaleme almıştır. Kısacık ömründe hayata her daim pozitif düşüncelerle bakan Ali diksiyon takıntısına sahipmiş. Yanlış telaffuz edilen bir söz duyduğunda hemen bunu düzeltme girişiminde bulunurmuş. Hatta bu durumundan eşi Aliye Hanım oldukça rahatsız olur, bunu da kendisine söylermiş. Sabahattin Ali bu olayı arkadaşlarına “ Aliye hanım bana bu yüzden fena içerliyor. Karı koca ağız tadı ile kavga edemiyoruz. Kavganın ortasında tutup diksiyon yanlışlarını düzeltiyorum” diye anlatırmış.

AHMET ARİF Türkçeyi en iyi kullanan şairlerimizden Ahmed Arif aynı zamanda Zazaca, Arapça ve Kürtçe dillerini de biliyordu. Ata binmeyi daha küçük yaşlarda öğrenen Arif şahlanmayan ata binmezdi. Yaşamının büyük bir bölümünde günde 4 paket sigara içen Ahmed Arif tam bir sigara tiryakisiydi.

HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR Kulağa sevimli gelen bir alışkanlık! Unutulmaz filmlerden olan Gulyabani filminin esinlenildiği aynı ismi taşıyan kitabın yazarı Hüseyin Rahmi Gürpınar temizlik hastasıymış. Öyle ki, bu özelliğinden dolayı hiç evlenmemiş ve devamlı eldivenleri ile gezmiş. Kendini sosyal ortamlardan soyutlayan büyük yazar evde örgü örmekten çok hoşlanır. Yurtdışından yeni örgü modelleri getirtirmiş. Aynı zamanda örmediği ve yazmadığı zamanlarda mutfağına kapanır ve ev reçelleri yaparmış.

YAŞAR KEMAL Yaşamı boyunca Türk edebiyatına sayısız eser bırakan usta kalem Yaşar Kemal çocukluğunda pek bir talihsiz olaylar yaşamış. Babası Van’dan göç ettiği sırada yanına aldığı Yusuf isimli bir çocuğu kendi çocukları ile birlikte büyütmüş. Yusuf’un camide namaz kılarken babasını kalbinden bıçaklayarak öldürülmesine tanık olan Büyük yazar 12 yaşına kadar kekeleyerek konuşmuş. Sağ gözündeki durum ise daha küçük yaşlarda eniştesinin kurban kesmesini izlerken bıçağın bir anda fırlayarak Yaşar Kemal’in gözüne gelmesi ile kör olmasına neden olmuş.

ÜMİT YAŞAR OĞUZCAN Söylenenler göre Ümit Yaşar yirmi üç kez, kendi sözlerine göre de üç kez intihara kalkışmıştı. 1973 yılında Ümit Yaşar Oğuzcan’ın on yedi yaşındaki oğlu Vedat Oğuzcan, Galata Kulesi’nden aşağı atlayarak intihar eder. Rivayet odur ki, cansız bedeni yerde yatarken avucundaki kağıtta bir not yazılıdır: “Baba intihar öyle edilmez, böyle edilir!” Alıntı

 
Yorum yapın

Yazan: 06 Temmuz 2024 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , ,

Sümerce’deki Türkçe tıbbi sözcükler

05.07.2024-Murat Yurdakök -Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatri Profesörü

M.Ö. 3100-1800 yılları arasında yaşamış olan Sümerlerin dilinde, Türkçe kökenli 168 sözcük
vardır. Bu sayı azımsanamayacak kadar fazladır. Çünkü iki Hint-Avrupa dili arasındaki ortak
sözcüklerin sayısı da bu kadardır. Her şeyden önce Sümerlerin dilleri kesinlikle Türkçe değildir,
Türkçe ile akraba da değildir; tamamen başka bir dildir. Ayrıca Sümerlerin Orta Asya’dan
geldiklerini gösteren herhangi bir kanıt da yoktur. Sümerler dillerindeki Türkçe sözcükleri büyük
bir olasılıkla aynı dönemde, hemen kuzeylerinde, bugünkü Irak’ın kuzey yarısında yaşamış olan
Subarlardan almışlardır. Subar Türkçe olup “su eri”, “su adamı”, “ırmak adamı” anlamına
gelir. Subar ve Sümer sözcükleri arasında da benzerlik vardır. Sümerler kendilerine Kenger;
onların batısında yaşayan Sami asıllı Akadlar Kengerlere, Sumar derlerdi. Sümercedeki Türkçe
sözcüklerin Ural-Altay dilleriyle aynı özellikler taşıyan doğularındaki komşuları Elamlardan
aldıkları da ileri sürülmüştür.


Türklerin anavatanı denilince belki de çocukluğumuzdan beri okuduklarımız nedeniyle
aklımıza hemen Altaylar gelir. Bu esasında romantik bir düşüncedir ve Türkçe’nin Altay
Dillerinden (Türkçe, Moğolca, Mançuca-Tunguzca) biri olmasına dayandırılmaya çalışılır. Ancak
beklenenin tersine Altay dilleri tarihte geriye gidildikçe diller birbirlerinden uzaklaşır; günümüze
yaklaştıkça birbirlerine yaklaşırlar. Bunun nedeni M.Ö. 2000’de Güneyden (Orta Doğudan) gelen
Türklerin Kafkas Dağlarını aştıktan sonra Hazar Denizinin kuzeyinden doğuya, Altay Dağlarına
ve ötesine yayılmaları; Türklerin bu göçlerine de Karpatlar’dan Orta Asya’ya yayılan Hint-Avrupa
kökenli Arîler’in baskısı olabilir. Bu görüş doğru ise Türklerin anayurdu Orta Doğu’dur(1,2).
Sümerce ile ilgisi kurulan tek dil Türkçe değildir. Ural-Altay Dilleri grubundan Ural
Dillerinden (Fince ve Macarca) Macarda ile de benzerlikler vardır. Daha da ilginci HintAvrupa dillerinde, örneğin Latincede (örn. “akua”, “akmak”; “primus”, “birinci”) ve İngilizcede
(örn. “highly”, “hayli”; “body”, “budun”; “true”, “doğru”; “war”, “vur”) çok sayıda Türkçe kökenli
sözcük olmasıdır(3).
Sümercedeki Türkçe sözcüklerin varlığına dayanarak, Türkçenin, halen yaşayan diller arasında kaydı bulunan en eski dil olduğunu ve Türkçenin yaşının 5000 yıldan az olamayacağını kabul edebiliriz. Aşağıda sağlıkla ilgili Sümerce ve Türkçe sözcükler sunulmuştur(4,5):
Sümerce Türkçe
ab-ba aba, apa; aga, baba
ab-zu su
adapa adam
ad-da ata
ama ana, emcik (meme)
anna ana
arku arka
ba, bel (iç) bel
bilga bilge
biz göz
bulug bulug
bulug-gal aga-bey
bun burun
dıl dul

dib yip (ip)
dingir tingir, tengri, tanrı
diri diri, iri
dirig irig (toplamak)
dod dayı
duru duru
e ev
e-gir geri
e-me em(mek), meme
es üç
gal göbek
galga bilge
gen, gil gel
gid sidik
gig ig (hastalık, hasta)
gir gir
gis (penis)
gur gür
hala hala
he-gal bol
ia, ia-nun yağ
inim inlemek
izi ekşi
izim isig (ıscak, sıcak)
kar kol
ki-sikil-tur kız
ku koy
kur kuru (yer)
lil yil (yel)
mud kan
nin nine, hanım
nummun meni
numun tohum
nurma nar
sa, ur ur-ek (yürek)

sag sağ (lam)
sag çag-a (yenidoğmuş)
sag-ga sağ-kal
sag-ki, sag-kal sakal
sahar seher, tan
sig sıkı
su-su su
ta-sar sür, sar
tin tin
tukur tükür
u, tu uyu, uyku
u, un on
udi uyumak
um ana
ur er
ur ur
ura, ur uruk (kabile)
uzu kuzu
zibin cibin (sinek)
zu us (akıl)
KAYNAKLAR

  1. Karatay O. İran ile Turan: Hayali Milletler Çağında
    Avrasya ve Ortadoğu. Ankara: KaraM Yayınları, 2003.
  2. Gardner L. Realm of the Ring Lords. London: Element,
    HarperCollins Pub. Lt., 2003: 64-68.
  3. Diker S. Türk Dili’nin Beş Bin Yılı. İzmir: Oral Matbaası,
    2000.
  4. Kaya P. A English-Sumarian-Turkish Dictionary, 1997.
    http://www.compmore.net/~tntr/sumerturkc.html
  5. Tuna ON. Sümer ve Türk Dillerinin Tarihî İlgisi ile
    Türk Dili’nin Yaşı Meselesi. Ankara: Türk Dil Kurumu
    Yayınları No. 561, 1990
 
Yorum yapın

Yazan: 05 Temmuz 2024 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , ,

YUNAN SUBAYI İLE GÜLNAZİK NELER YAŞADI

29.06.2024-Doç. Dr. Elif ÖKSÜZ GÜNEŞ Karadeniz Teknik Üniversitesi
Gülnazik Anlatısı Hakkında
“Gülnazik”, Milli Mücadele yıllarında Yunanlıların Ege bölgesini işgali sırasında Gülnazik/ Nazik adlı genç bir kadının yaşadıklarını anlatan Batı Anadolu’da varyantları bulunan; Gülnazik, Nazik, Nazik Gelin, Atina’nın Urganı, Atina gibi adlarla derlenen bir anlatıdır. Varyantların her birinde olay birimlerindeki farklılığa bağlı olarak metin içerisinde başkişinin söylediği türküler değişiklik gösterir. “Manisa Simav, Konya-Ilgın, Kayseri-Gesi, Edirne-Uzunköprü, Balıkesir-Dursunbey, KütahyaTavşanlı, Çorum-Ankara, Sivas-Zara, Denizli-Çal, Kütahya-Gediz, EskişehirSivrihisar gibi yerlerde bu ağıt-türkünün” (İvgin, 2018, s. 643) farklı türevleri tespit edilir.

Ferya Çalış’ın Eskişehir Dumluca’da Yunan ordusu, yaşadıkları köye geldiğinde altı-yedi yaşlarında olan Şerife Ebe adlı kaynak kişiden derlediği metinde Batı Anadolu’daki durum; Yunan ordusunun arpa yığınlarını, evleri, buğdayları, tarlaları, insanları yakışı; güzel kadınlara tecavüz edişi; insani boyutları aşan zulümleri “‘Zengin bir herif vardı, Ziybek (Zeybek) diyi. Aman yavrum adamı dövmüşler de evin içine
atıp diri diri yakagomuşlar’, ‘Yonan Gara Mustafa’nın bacaklarını kesmiş, eziyet idmiş, öldüregomuş. Gaynanasını da goyun yüzer gibi memelerini yüzmüşlerde sırtından aşıragomuşlar. Köye cenazeleri geldi., bütün Dumluca yandı, gavruldu. Tek dumluca değil, bütün gomşu köyler yandı’ ‘Yonan gitti emme guzum yedi yıl gıtlık oldu; fakirleştik, irezil oldu bütün köyler. Allah bi daa yaşatmasın’” (Çalış, 2002, s. 134)
şeklinde özetlenir.

Eskişehir ve çevresinden yapılan söz konusu derlemede hem maddi hem de manevi bakımdan zarar veren Yunan işgali esnasında zor durumda kalan Gülnazik adındaki genç kadının yaşadıkları yer alır. “Gülnazik” anlatısının bu varyantında başkişi ile amcasının oğlunun düğünü yapılırken Yunanlılar Eskişehir ili
Sivrihisar ilçesi Elekli köyüne girer. Yunan kuvvetlerinin lideri Gülnazik’i görünce “Bu
güzel kızı verirseniz köyü yakıp yıkmayız” dediği Elekli köyü muhtarı Gülnazik’i
Yunan askerlerine teslim eder. Atina’ya götürülürken yardım istediği erkek kardeşi
Tahir, Gülnazik’i kurtarmak isterken bir Yunan askeri tarafından öldürülür.

Gülnazik
Şu bayır güllü bayır
Gülünü de dikenden ayır
Kardaşım adın Tayır
Beni Yonandan ayır
Durnam durnam
Ben Yonanda durmam
Yunan
Otomobile binmedin
Gözyaşını silmedin
Ne çok ağlan Gülnazik
Tayır gardaşın olduğunu bilmedim
Nazik Nazik
Gençliğine yazık
Gülnazik
Otomobile bindirin
İncitmeden indirin
Beni geri döndürün
Ben Yonan malı olmam
Durnam durnam
Ben Yonanda durmam
Fasille vursam pişer mi?
Yere düşsü şişer mi?
Sen Yonansın ben Müslüman
Bize nikâh düşer mi?
Durnam durnam
Ben Yonanda durmam” (Çalış, 2002, s.136 )
Anlatının bu varyantında Gülnazik’in Atina’da yaşadıkları ve orada ne kadar
kaldığı, nasıl kaçtığı anlatılmaz; ancak köyüne gelişi ve annesine seslenişi yer alır:
Gülnazik
Annem beni kaçırdılar
Yollarımı şaşırdılar
On beşime değmeden
Bir Yonan’a düşürdüler
Durnam durnam
Ben Yonanda durmam

Atina’dan tuz geldi
Allah’tan izin geldi
Aç anam aç kapını

Yonan’dan kızın geldi
Durnam durnam
Ben Yonanda durmam

Ailesinden ayrı kalan Gülnazik, bu süreçte kendisini bekleyen nişanlısının o gün bir başkası ile düğünü olduğunu öğrenir. Tanınmamak için siyah kıyafetler giyerek düğüne gitse de nişanlısı Gülnazik’i tanır; düğünden vazgeçmek istediğini belirtir. Gülnazik ise “Bunca yıl Yonan kahrı çektim de gumalık kahrı mı cekemeyecem?
Guman olurum senin” (Çalış, 2002, s. 138 ) diyerek hem ailesine hem de nişanlısına
kavuşur.
Her türkü arka planda bir hikâye barındırır. Farklı varyantları bulunan türkünün hikâyeleri de değişkenlik gösterir. Gülnazik türküsünün Denizli Çal varyantı “Batı Anadolu’nun Yunanlılar tarafından işgali sırasında yaşanan olayların sonucunda teşekkül eder. Bir Yunan komutanı, beğendiği Gülnazik’le zorla evlenir ve onu
Yunanistan’a götürür. Gülnazik’in burada üç çocuğu olur. Yedi sene sonra Gülnazik, bir yolunu bularak Yunanistan’dan kaçar ve yolda çocuklarını denize atar” (Gültekin, 2013, s. 18). Yaşanan bu olay üzerine de Gülnazik türküsü şekillenir.

Bu türkü ile ilgili İzmir’in Ödemiş ilçesinden derlenen varyantta Kurtuluş Savaşı sırasında Ödemiş,
Yunan işgaline uğradığında Yunan subay Gülnazik’e âşık olur, babasından istetir;
ancak babası: “Bir Yunana kesinlikle kızımı vermem.” diye onları reddedince ailesine zarar vermelerinden korkan kız, kendisini onlara vermesi için babasına yalvarır. Ailesi ve milleti için kendini feda eder, Yunanlar Anadolu’dan çıkarılınca subayla beraber Yunanistan’a gider, iki çocukları olur. Aradan sekiz on yıl geçince subaya savaşın bittiğini, anne ve babasını özlediğini, onları görmek istediğini söyler. Çocuklarıyla
beraber Türkiye’ye gitmek üzere gemiye binerler. Denizin ortasında “Siz Yunan’ın
çocuklarısınız” diyerek onları suya atar, kendisi de intihar seçer. Bunu duyan ailesi ve çevresi “Ben Atina’da durmam” diye bir türkü yakar. Manisa/Turgutlu varyantında Türk gelinini isteyen Yunanlı subay, imamla işbirliği yapar.

Balıkesir varyantında ise, Yunan subayın Türk kızını zorla alması gibi bir durum söz konusu değildir. Anlatılan hikâyede o, gönül rızasıyla evlenir, daha sonra Atina’ya gider (Şahin, 2004, s. 83).
“Gülnazik” anlatısında başkişinin Yunan askerle evlenme biçimi, yakınlarını kaybetmesi, Atina’da kaldığı süre, çocuklarının sayısı, Atina’dan döndükten sonraki hayatı ya da ölme biçimi gibi unsurların/hususların farklı yörelerde değişkenlik göstermesinde metnin halk anlatısı olmasının ve sözlü geleneğin etkisi vardır. Masal çalışmaları ve derlemeleriyle ilgilenen Naki Tezel bu anlatıyı hikâye türünün
imkânlarından yararlanarak yeni bir biçimde yazar.

Yaşanan Gerçeklikten Kurguya, Türküden Öyküye: Naki Tezel’in “Gülnazik”
Adlı Öyküsü:

https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/2002149

Naki TEZEL-Sonuç:
Folklor araştırmalarında önemli bir kimlik olan Naki Tezel, Türk halk masallarının derlenmesi ve yayımlanması ile ilgili çalışmalarıyla tanınır. Derlediği masal ve halk hikâyelerinde kaynak kişilerin anlattıklarının yanı sıra metinlerin ana motiflerini bozmadan kurguyu yeniden şekillendirir. Naki Tezel’in, olay örgüsünü çoğunlukla Millî Mücadele yıllarında cephede ve cephe gerisinde yaşananların konu
edinildiği hikâye türü formunda yazılan Yılan Köprü adındaki kitabının son metni
olan “Gülnazik” adlı öyküde, Batı Anadolu’nun işgali sırasında Gülnazik’in Yunan bir
zabit tarafından tecavüze uğraması, vatanından ve ailesinden ayrılmak zorunda
kalması; bu süreçte yalnızlaşması, millî benliğinden uzaklaşmadan bireysel ben’ine ve
çocuğuna yabancılaşması trajik ve dramatik biçimde anlatılır. Naki Tezel, başkişinin
Yunan askerle evlenme biçimi, yakınlarını kaybetme, Atina’da kaldığı süre, çocuklarının sayısı, Atina’dan döndükten sonraki hayatı ya da ölme biçimi gibi konularda Batı Anadolu’nun farklı yörelerinde değişkenlik gösteren Gülnazik’in öyküsüne, anlatının ana duygusuna sadık kalarak yeni bir form kazandırır.

Naki Tezel’in “Gülnazik” hikâyesinde Millî Mücadele yıllarında Yunan askerlerinin sivil halka zulmü; kendi küçük çıkarları için işgalcilerle işbirliği yaparak güçlü olmayı hayal eden, kendi benliğinden ve millî kimliğinden uzaklaşan kişilerin onlara destek olması bağlamında tarihsel gerçeklik kurgusal gerçekliğe kaynaklık eder.
Toplumun önder kabul edip güvendiği imamın bireysel menfaatleri için yanlış yönlendirmelerine rağmen, Yunan ordusunun Anadolu’daki fiziksel ve psikolojik yıkımlarına karşı koymak amacıyla vatan savunmasına giden halk, kendi askeri gücünü kendi yaratmaya, millî bir kuvvet kurmaya çabalar. Başkişinin yaşadıklarından sorumlu olan ve “gavur imam”, “Atina’nın imamı” olarak nitelenen imam ise düşmanla birlik sağlayarak Atina’da kadılıkla eşdeğer mevki kazanmayı düşler. Bunun için de vatanın namusunun yanı sıra kadınların namusunu da onların istismarına açık hale getirir. İmam, hem işgal edilen topraklardaki erkini biyolojik erkekliği ile somutlaştırma hem de cinsel arzularını doyurma niyeti ile kendisinden bir kadın getirmesini isteyen Yunan zabite karşı çıkmak yerine, tecavüzün gerçekleşmesine
yardımcı olur. Köyün güzel kızlarından Gülnazik’i kızın anne ve babasının
öldürülmesi pahasına Yunan zabite sunar. Gülnazik’in hem dramatik hem de trajik hayatının başlamasına sorumlusu yozlaşmış kimlik imam, hikâyede öteki/ düşman ile aynı düzlemde yer alır.
Tecavüze uğradıktan sonra kendisine aşk duyguları ile yaklaşmaya başlayan Yunan zabit tarafından Atina’ya götürülmesi, orada eziyet görüp değersizleştirilmesi Gülnazik’in kendini yabancı hissetmesini hızlandıran unsurlardır. İçinde bulunduğu yeni çevrenin/ Atina’nın fiziksel, sosyal ve kültürel yabancılığı başkişi özelinde kadınların savaşlardaki mağduriyetini derinleştirmesi bakımından önem arz eder.
Atina’da daima ötekiliği hatırlatılarak muamele edilen Gülnazik anne olduğunda kısmen/bedensel varlığı ile kabul görse de kültürel bakımdan hâlâ yabancıdır. Türklerin Yunan ordusu karşısındaki zaferi kendisinden saklanarak düşman unsurun
bir parçası olduğu unutulmaz. Gülnazik de Yunanları hem düşman hem de yabancı
değerlendirmekten vazgeçmez. Çocuğunun babasının Yunan oluşunu kabullenmediğinden kendi çocuğuna yabancılaşır ve Atina’dan kaçışı sırasında Türklerin denize döktüğü Yunan ordusunun bir uzantısı/ devamı gördüğü çocuğunu
kendi rızasıyla denize atar. Onun bu tutumu hikâyede millî bilincin yansımalarının
yanı sıra hayatının bir döneminde maruz kaldığı yabancılıktan, ötekilikten, düşmanla
aynı mekânı paylaşmak zorunda kalıştan, bireysel ve toplumsal ben’in taciz
edilmesinin belleğinde bıraktığı olumsuz imgelerin somut göstergesinden, derin
yaralarından kurtulma çabasıdır.





 
Yorum yapın

Yazan: 29 Haziran 2024 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , , ,

EMİRDAĞLI DELİ BATTAL

25.06.2024- Sevil OKUR

1919 yılı Haziran ayında Emirdağ’da halk arasında “Yunan gavuru Emirdağ’a geliyor.” söylentisi yayılınca eli silah tutan tüm erkekler Askerlik şubesine giderek başvururlar, gönüllü olarak silah altına alınırlar ve Kuvva-i Milliye Harekatını başlatırlar. Geride sadece yaşlılar, bedensel engelliler, çocuklar ve Deli Battal isimli bir meczup kalmıştır.    

Deli Battal, herkesin kızdırdığı bir delidir, kendisini kızdıran kişileri yakalayınca paçasından tutarak havaya kaldırır, yere çarpar ve herkesi güldürür. Acıkınca bir eve giderek yağlı katmer ve üzüm hoşafı isteyerek karnını doyurur. Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı zaten yoksul olan milletimizi daha da yoksullaştırmıştır. Emirdağlı Kadınlar, yün eğirir ve yünden çorap yaparak Kuvva-i Milliye’ye gönderirler.        Bir gün Deli Battal, İncili Mahallesinde bulunan bir eve giderek bir kalıp sabun ister, sabunu alınca evin karşısındaki çeşmede ayağından çıkardığı topuğu yırtık çorabını ve öküz derisinden yapılmış çarığını köpürterek iyice bir yıkar, çorap ve çarığını elline alarak yalın ayak doğru Askerlik Şubesi binasına gider. Yolda bir ayağı dizinden aşağı kesilmiş bir Balkan Savaşı gazisi: “Deli Battal, senin yalın ayakla gezmen bizim şerefimize dokunur, yanıma gel de sana bir çift çarık vereyim.” der ama Deli Battal cevap bile vermeden yoluna devam eder.    

Askerlik Şubesi Binasına girerek kapalı bir kapıyı çalarak içeri girer, o esnada Şube Reisi, Kaymakam, Jandarma Komutanı ve Kuvva-i Milliye reisi gizli bir toplantı yapmaktadır, Deli Battal, esas duruşa geçerek tekmil verir: “Kuvva-i Milliye Karargahına Deli Battal’dan selam olsun, Kuvva’cılar var olsun, Deli Battal hepinize kurban olsun.. Duydum ki Mustafa Kemal’in askeri yalın ayakmış, çarığı da delikmiş, Kuvva’cılara yardım için herkes bir şeyler yapıyor. Allah şahidimdir ki benim malım mülküm yok. Size çoraplarımı getirdim, şimdi yıkadım, vallahi temizdir, çorabımın topuğu azıcık deliktir ama çarığım sapa sağlamdır.”   

Deli battal, çorap ve çarığını teslim ederken ağlamaktadır, göz yaşlarına hakim olamaz ve konuşmasına devam eder: “Eskere alın desem, beni yazmayacağınızı biliyorum, Deli Battal’dan Mustafa Kemal Paşa’ya selam olsun, gazanız mübarek olsun. Haydi bana eyvallah.” Deli Battal, odadan asker selamı vererek çıkar ve yalın ayak sokaklarda dolaşmaya başlar. Yunan Ordusu Emirdağ’ı işgal edince Yunan kuvvetlerini takip ederek öğrendiklerini ve gördüklerini gizlice Milli Kuvvetlere bildirerek istihbarat elemanı olarak faaliyet gösterir. Türk Ordusu 1922 yılı Eylül ayının ilk günlerine Emirdağ’a girdiğinde Yunan Ordusunun gizli silah depolarını komutanlara bildirir, Yunanlılar kaçarken Deli Battal’ı yakalarlar ve kurşuna dizilerek şehit ederler.    Emirdağ’da dikilen heykelinde bir elinde çorabı diğer elinde ise çarığı vardır. Saygıyla Ve Rahmetle Anıyorum.

BİLKE YORUM: DELİ BATTAL gözlerimizi yaşarttı, biz o günlerden bu duyarsız günlere nasıl geldik?

Duyarsız olamıyoruz; dünyanın başka ülkelerine değil de Türkiye’ye kaçak giren mülteci akınına,

Bu kadar çok üniversite açılıp da donanımlı öğrenci yetiştirilmemesine,

KPSS barajının öğrencileri intihara sürüklemesine,

Akademik TİTRİN, sadakat ile karşılık bulmasına,

DLT’den sonra devlet tarafından kapsamlı bir TÜRKÇE SÖZLÜK yapılmamasına,

Rüzgar ve Güneş enerjisi yerine NÜKLEER ENERJİ ısrarına,

Enflasyonun belimizi bükmesine,

Eğitimde rahatça alan bulan dini yapılanmaların işgaline………duyarsız olamıyoruz.

 
Yorum yapın

Yazan: 25 Haziran 2024 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , , , , , ,

PLATON VE BEDENDEKİ 4 SIVI HILTLAR

24.06.2024- Doç. Dr. Cevdet KILIÇ

Hıltlar: Antikçağ ve ortaçağ tıp anlayışlarında dört çeşit hılttan bahsedilir. Bunların çeşitli özellikleri vardır. Bedeni dolaşan kan akıcı ve sıcak, beyinde saklanan balgam akıcı ve soğuk, dalak ve midede bulunan kara safra kuru ve soğuk, karaciğerde saklanan sarı safra kuru ve sıcaktır.92

Her biri kendi rengine göre tanımlanır. Platon’a göre bu hıltlar kandan gelen tatlı bir lenfadır. Bunlar da dört çeşittir.

1. Siyah ve ekşi ödden gelen sıcaklığın tesiriyle tuzlu bir nitelikle karıştığı zaman acılaşır. O zaman ekşi hıltın adını alır.

2. Taze ve gevrek bir etin havanın yardımıyla bozulmasından meydana gelen bir hılt daha vardır.

3. Hava ile şişmiş olan bu hılt akıtla çevrilidir. Bundan ötürü çok küçük olduklarından teker teker görülmeyen fakat bir araya geldikleri zaman çıkardıkları köpüklerle bir renk alarak gözle görünür
kütle halini alan kabarcıklar vücuda getirir.

4. Gevrek bir etin hava ile karışan bütün bu bozulmasına beyaz sümük diyoruz. Vücuttaki sümüğün artan
kısımları ter, gözyaşı ve vücudun her gün kendini temizlediği bütün öteki salgıları yaratır.93


Platon’dan sonra formüle edilen dört hılt, aslında Platon’un ortaya attığı hıltlarla benzerlik arz etmektedir. Çünkü Platon’un da değindiği dört hılt şekli vardır. Ancak bunların çıkış ve oluşum noktaları daha sonraki
dönemlerde ortaya atılan “ahlat-ı erbaa” karışımlarından farklı olukları anlaşılmaktadır.

***

92 Erdemir, A. Demirhan, “Ahlat-ı Erbaa,” TDVİA., İstanbul 1989, C. II, s. 24.

93 Platon, Timaios, 83d.

BİLKE YORUM: Hılt nedir diye araştırdık.

Ahlât-ı erbaa, antikçağ ve ortaçağda insanın biyolojik, ahlâkî ve psikolojik fonksiyonlarını etkilediği kabul edilen, insan bedenindeki dört sıvı maddeye verilen addır. Bu dört sıvı(kan, safrâ, sevdâ, balgam)nın dengede olmasıyla sağlık, bozulmasıyla da hastalık ortaya çıkmaktadır.

Fuzûlî’nin Sıhhat u Maraz’ında Ahlât-ı Erbaanın İşlenişi ve Bir Tıp Eseri çıktı karşımıza.

Bir başka açıklama şöyle: “HILT, yüksek yoğunluklu lazer ışınları kullanarak dokuların iyileşmesini hızlandıran bir tedavi yöntemidir. Bu yöntemin fizik tedavide kullanılan geleneksel lazerlerden farkı çıkış gücünün çok yüksek olması ve çok daha derine nüfuz edebilmesidir.”

Platon’un icadı nedir diye aradık: Yazının düşünceyi belirli bir kodlama yoluyla kaydetme işlevi, üzerine yazıldığı malzemeye bağlı olarak etkinlik kazandı: Kil tabletler, papirüsler ve en nihayetinde kâğıt yazının doğal ortamı olarak vücut buldu.

Bilmediğimiz ve öğreneceğimiz çok şey var. Bilim insanlarına saygıyla…

 
Yorum yapın

Yazan: 24 Haziran 2024 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , ,

BİTKİLERİN DUYGUSAL TEPKİ DENEYLERİ

22.06.2024- Peter Tompkins/Christopher Bird- Çev: Sulhi Dölek.

Backster Etkisi …

1966 yılında, Amerika’nın tanınmış yalan makinesi uzmanı Cleve Backster, güvenlik görevlilerine poligraf aygıtının kullanımı eğitimini verdiği okulunda uykusuz bir gece daha geçirdi. Sonra sırf eğlence olsun diye, yalan makinesinin elektrotlarını kocaman yapraklı tropikal bitkisinin üzerine yerleştirdi. Yalan makinesi çeşitli korku, sevinç, şaşkınlık gibi durumların elektriksel değişimlerini ölçtüğüne göre, belki bitki de su dökünce seviniyordur diye alaylı alaylı güldü.

Bitkiyi suladığında galvanometre zikzaklar çizerek aşağı doğru indi. Oysa yukarı doğru bir hareket bekliyordu Backster. Yaprağını sıcak kahveye soktuğunda da beklediği tepkiyi görmedi. Sonunda kibriti alıp bitkiyi yakmayı düşündüğünde her şey değişti. Bitki çılgınca galvanometrenin ibresini tavan yaptırdı. İnanamadı Backster. “Nasıl yani?” dedi kendi kendine, “Bitki düşüncelerimi mi okudu?”. İnsanlık tarihinin önünde yeni bir dünya açılıyordu artık.

Deneyler deneyleri kovaladı. Bitkilerin sadece düşünceleri okumakla kalmayıp çevrelerindeki her şeyi hissettikleri de çıktı ortaya. Kaynar suya atılan karideslerin ölümlerini, eline iğne battığında duyulan acıyı da hissediyordu bitkiler. Hatta kilometrelerce ötede olunsa bile yaşanan sevinç ve üzüntüleri de hissediyordu. Hatta korkudan baygınlık bile geçiriyordu. Bir gün şehir dışından gelen bir botanikçi bayan içeri girdiğinde bütün bitkiler sessizleşti. Hiç birinden tepki gelmiyordu. Sanki hepsi birden sessizliğe bürünmüştü. Taaa ki o bayan havaalanından uçağa binip gittikten 45 dakika sonra yeniden tepki vermeye başladılar. Bayan botanikçinin bitkileri kurutup ölçümler yaptığını öğrendiği zaman anladı Backster, bayanı görünce bitkilerin korkudan bayıldıklarını. Bir deney tasarladı. 6 yardımcısına aynı gece aynı saatlerde yapmak üzere farklı görevler verdi. Görevlerden biri gece yarısı gelip laboratuvardaki bitkilerden birini söküp parçalamaktı.

Ertesi gün o gece bitkiyi parçalayan yardımcı içeri girdiğinde bütün bitkiler çılgınlar gibi haykırmaya başladı galvanometrelerin ibrelerinin tavan yapmasını böyle adlandırıyor Backster. Bu deneyden anlaşıldı ki bitkiler sadece hissetmiyor, aynı zamanda hafızaları da var. Ve Amerika’da bazı adlî vakalarda bitkilerin şahitliğine başvurulmaya başlandı. Bitkiler asla yanlış sonuç vermiyordu çünkü yalan nedir bilmiyorlardı. Bu çalışmalar makale olarak yayınlanmaya başlayınca dünyanın dört bir yanından bilim adamları konu üzerinde çalışmalara başladılar. Sonuçlar akıl almaz. Koparılmış bir yaprak, kendisine güzel sözler söylenmesi durumunda normal yapraktan aylarca daha uzun süre canlı kalabiliyor. 120 km mesafedeki bir acıyı, sevinci hissedebiliyor. İnsanların düşüncelerini okuyabiliyor, kötülük yapanları hafızasına kaydedebiliyor. Aynı zamanda bu bilgileri diğer bitkilerle de paylaşıyor. Kendisine kötü davranılan bitki üzüntüsünden intihar bile ediyor. Yanındaki bitkinin susuz kalması durumunda kendi suyunu onunla paylaşıyor.

Bitkiler, bütün canlılarla iletişim kurma konusunda bizim hayallerimizin ötesinde bir hassasiyete sahip. Her biri doğanın bir parçası. Belki bir gün onları daha iyi anlama imkânımız olursa bize tarihin bütün yaşanmışlıklarını bile anlatabilirler. Avatar filminin esin kaynağı da bu çalışmalar ve elde edilen sonuçları. Bilelim ki dünyanın herhangi bir yerinde bir bitkiye kötü davranılırsa, bütün bitkiler bunu hissediyor. Hani “Kirazlı Kaz Dağı değil” diyorlar ya, emin olun Kirazlı’da kesilen bir ağacın acısını sadece Kaz Dağlarında değil, Munzur’daki, Kuzey Ormanlarındaki, Salda’daki, Toroslardaki ağaçlar da hissediyor. Bir gün biz de hissedeceğiz…

Kaynak: Bitkilerin Gizli Yaşamı, Peter Tompkins/Christopher Bird, 1973, Sungur Yayınları, Çev: Sulhi Dölek. Derleyen: Osman Kutlu. Çağdaş durmaz.

BİLKE YORUM: İnsan, en gelişmiş canlıdır; diğer tüm canlılar gibi dünyaya gelir yaşar ve ölür. Gelişmiş canlı olmanın getirisi, dünyayı geliştirmeye, toplulukların insanca yaşamını sağlamaya, canlıların ve tüm varlığın maddesel ve duygusal dünyasının gerekleri doğrultusunda çalışmaya yönelmezliği düşündürüyor.

Bitkilerin duygularının varlığı konusunda 1939 yılında Kırlian çalışma yapmış. Kirlian fotoğrafçılığı, yüksek voltajlı, yüksek frekanslı, düşük amperli elektrik alanına dayalı aygıtlarla nesnelerden yayılan birtakım ışınımları fotoğrafik olarak saptamayı amaçlayan elektrografik fotoğrafçılık tekniğinin adı. Bu çalışmalar devam ede dursun, insan maddesel yapıları da hor kullanıyor. Dağları, taşları, kumları yok ediyor. Eko zincir etkileniyor, herkes her şey etkileniyor.

Ne zaman ki bilinç seviyemiz normal insan seviyesine ulaşır ve işte o zaman tüm varlık huzur bulur dileklerimizle…

 
Yorum yapın

Yazan: 22 Haziran 2024 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , , , , , , ,