RSS

Kategori arşivi: eski sinop

SİNOP’TA HIZIR İLYAS TAPINAĞI

15.12.2020- Yaşar SARIKAYA

SİNOP’TA BİLİNMEYEN GERÇEKLİK

Sinop doğal güzelliği ile Karadeniz’in içinde BİR İNCİ gibidir. Bu betimlemenin etkisiyle ilk kitabıma “BİR İNCİ MEMLEKETİM” adını vermiştim.

Bu gün, Sinop hakkında yüzlerce yıl öncesine dayanan ve belgelerle de ispatlanan bir gerçeğe kapı aralamak istiyorum. İbn-i Batuta seyahatnamesinde, Sinop’ta Hızır ve İlyas Peygamberlerden kaldığı söylenen tapınaktan bahseder. Bu tapınak hakkında yazılanlar ve görgü tanıklarının anlattıklarını paylaşmak istiyorum.

Seyit Bilal Camii tepede, en tepede de görünen yapı şapel olabilir mi? Fotonun tarihi yoktu

Seyyah, 1304-1369 yıları arasında yaşamıştır. 14. yüzyılda Sinop adasına yaptığı geziyi seyahatnamesinde şöyle yazmış:

Dağ hem çok sarp, hem de yüksek olduğu için doruğuna çıkılamaz. Dağ eteklerindeki on bir köyün tümünde Hristiyanlar oturur. Hızır ve İlyas Peygamberlerden kaldığı söylenen dağ eteğindeki tapınak çok ziyaretçi çeker. Bu tapınağın yakınındaki çeşme üstünde dua edenlerin arzu ve isteklerine ulaşacaklarına inanılır. Yine dağ eteğinde Veli Salih Seyit Bilal’in türbeleri vardır.”

Minas Bıjıkyan 1817- 19 yılarında Sinop’ta araştırma yapıyor ve Pontus Tarihi kitabında diyor ki:

Dilin üzerinde Seyit Bilal Tekkesi denilen meşhur bir ziyaretgah ve mezarlık gördük. Orada iyi bir su dahi vardı. Yakınında bir köşesi Ağ lımana, biri kaleye, diğeri de limana bakan üçgen şeklinde bir harabe vardır ki, bunun bir şapele ait olması muhtemeldir. Romalılara ait mezarlar aynen kalmış olup burada çok defa eski taş ve sikkeler çıkarılır. Orada bulunduğumuz günlerde toprak kazılıp Mihridates’e ait bir kaç altın sikke çıkarıldı.”

Saltuk Gazi Destanı, Prof.Dr. Necati DEMİR tarafından el yazmalarından çevrilmiştir. Sinop doğumlu Sarı SALTUK’UN ölüm tarihi 1297 olarak veriliyor.

Saltukname’nin tanıtımı için valilik salonunda toplantı düzenlendi. Prof. Dr Necati DEMİR Destanda sıkça HIZIR ve İLYAS peygamberlerin buluştuğu bir tepeden bahsediliyor dedi”.

Rahmetli babam Amerikan radarında çalışırken, 1970’li yıllardı sanırım, Amerikalı papazlar ile birlikte ŞAPEL olduğu düşünülen yeri ziyaret ettiklerini anlatmıştı.

Deniz ve kara sırrının birleştiği HIDIRELLEZ de, Hızır İlyas kültürünün yaşatılmasıdır. Bu kültürü SİNOP kaybetmemeliydi. Hazine avcılarının talan ettiği şapel artık dümdüz olmuş, hiç bir kalıntı kalmamıştır. Doğru, bir kaç doğru ile desteklendiği için söylence olmadığı açıktır. Farklı tarihlerde, farklı kaynaklar şapel olduğunu doğrulamaktadır.

Tarihi, hazine avcılığı için kullananlar, hiç bir dönemde boş durmuyorlar. Devlet koruması gerekmektedir. Kalelerimiz ve diğer tarihi dokular için de durum aynıdır. Hem turizm yatırımları olmalı diyoruz hem de bu alanda elimizdeki değerleri yok ediyoruz.

Kale surları korunmalı, kentin kale tarafından çevrili olan zengin görünümü ortaya çıkmalıdır. Doğal liman Sinop doğallığını korumalıdır.

 
2 Yorum

Yazan: 15 Aralık 2020 in eski sinop

 

Etiketler: , , ,

ESKİ ÇAĞLAR VE SİNOP

JEOLOJİ VE JEOMORFOLOJİ- SİNOP  05.08.2020-BİLKE

Jeolojik  bulgular ve araştırmalar,Sinop yarımadasında  PALEİSTOSENE ,Neojen ve kuaternere ait  denizel depoların  varlığından bahsediyor. Dünyanın oluşumu sırasındaki jeolojik devirleri anlatan bu depolar hakkında bilgi edinelim ve yaşadığımız kentin milyarlarca yıl öncesinden nasıl izler taşıdığını öğrenelim.

 Foto 92 – Eski akarsu ağızlarının deniz suları tarafından boğulmasıyla oluşmuş Rialı kıyılara bir örnek: Sinop’ta Hamsilos Koyu (Kaynak: Türk Hava Kurumu).

1975 yılında Sinop’ta araştırma yapan Sayın Erdoğan AKKAN’ın  Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Yayınları  261 numaralı araştırması

“Sinop Yarımadasının yeryüzü şekilleri ilk bakışta monoton bir görünüm içerisindedir. Yakından incelendiğinde ise ,bu monotonluk yerini nüanslarla ayrılan  mozaiklere bırakır. Bu mozaiklerden her biri tektonik ve dolayısı ile morfolojik farklılıklar taşır. Birleşimlerinden Sinop Yarımadası  oluşur.

Sinop Yarımadası ,Küre Dağlarının önünde alçak bir plato özelliğindeki emles topoğrafyası ile dikkat çeker. Bununla birlikte yakından incelendiğinde, arazinin akarsular tarafından  beklenenden daha derin bir şekilde yarılmış olduğu ,bu yüzden içerilere ulaşmanın hayli güçleştiği görülür. Bu nedenledir ki, özellikle kıyı şeridinde tarihin ilk denizci kavimlerine bile yerleşim için uygun bir alan olan Sinop Yarımadası, ard ülke ile ilişkisi bugün de yeterince sağlanamamış   bir köşe halinde kalmıştır.

Sinop Yarımadası ve çevresinin jeoloji ve jeomorfolojisi bir çok araştırıcıya konu teşkil etmiştir. Bu araştırmalardan bir kısmı bu gün güncelliğini kaybetmiş ,artık sadece tarihi değer taşıyan belgeler halindedir. Ancak özellikle belirteceklerimiz ,çalışmalarımızda bize ışık tutmuş bulunan ,bilimsel değerlerini koruyan   araştırmalardır.

Sinop Yarımadasının en önemli özelliklerinden  bir tanesi PLEİSTOSENE ait  denizel depolardır. Bu depoların varlığı  ilk defa  Hamilton (1849) tarafından  ortaya konulmuştur. Bundan çok sonra  aynı depoların KARANGAT’a ait  oldukları Andrussoff(1917) ve Archangelsky-Strachoff(1932) tarafından ifade edilmiştir. Rusça olan bu yayınların  varlığını  ancak bunları site eden diğer araştırmalardan bilmekteyiz.

Erinç(1954) Pleistosendeki iklim değişimleri ile Karadenizin jeomorfolojik gelişimi arasındaki ilgiyi araştıran geniş makalesinden sonra , İnandık ile birlikte (1955)Sinop ,Gerze ,Samsun kıyılarındaki denizel Pleistosen depoları üzerindeki araştırmalarını yayınlamışlardır. Bu araştırmada belirtilen bölgelerden toplanan fosillere dayanılarak depoların  Karangat’a ait oldukları ortaya konulmuştur.

Kuzey Anadolu dağlarının genellikle Kretase devrine ait tortul veya volkanik yapısı ile bunları çevreleyen Eosen flişleri üzerine gelen denizel Neojen ve Kuaterner depoları ,bu depoları etkilemiş ve dolayısı ile yarımadanın jeomorfolojisinde büyük rolü olduğu saptanan çok genç tektonik hareketler Sinop Yarımadasının üzerinde durulması gereken ayırıcı nitelikleridir.”

NOT: Neojen 23,8 myö ile 1,81 myö arası

          Kuaterner
1,81 myö ile Günümüz
Jeolojik devirlerin en son ve en kısa dönemi

Bu araştırmalarda anlatılan dönemler, Sinop yapısının çok eski çağlardaki oluşumlarını haber vermektedir.

Yaşar SARIKAYA -BİLKE

 
Yorum yapın

Yazan: 05 Ağustos 2020 in eski sinop

 

Etiketler: , , , ,

ÖLETLİK (SALGIN)-GERZE

28 MART 2020- Yaşar SARIKAYA

Gündemimiz salgın hastalık olunca, durumun ciddiyeti hepimizi etkiliyor. Annem 89 yaşında, her gün onun ateşini ve saturasyonunu ölçerek güne başlıyoruz. Ölçümler normal, önlemlerimize devam ediyoruz.  Annem, Sinop’ta ilk korona ölümü haberini duyunca  etkilendi ve dedesi ile ilgili hatırladığı bir anıyı anlattı. Bu anıyı ilk duyuyordum ve okurlarımla paylaşmak istedim.

ÖLETLİK kelimesini ilk duydum. Eskiler dilimizi ne kadar güzel kullanmışlar, ölüme sebep olan anlamında ÖLETLİK.  Anadolu köylüsü, her zaman, her olayda vatanı için canını malını riske atmıştır. Modernite- sanayileşme- gelir dağılımı- eşit eğitim konularında kent- köy dengesi kurulmamış olsa da; sıkıntıda, savaşta, yoklukta eşit olmuşlardır.

Gerze Kabaağaç Köyünden Molla Hasan’ı ve bu coğrafya için emek veren tüm büyüklerimizi rahmetle anıyoruz. Kitapta 1916 senesi olarak belgelenen  salgın, annemin anlattığı olay ile aynı olay olmalıdır. Annemin babası 1900 veya 1800 sonları doğumludur. Onun babası 1916 yılında salgında hoca olarak görev aldığına göre askerlik çağından büyüktür.

Annemin anlattığı olay, Prof. Dr. İbrahim BAŞAĞAOĞLU’nun kitabında  yer alıyor:

Normal yaşama en kısa sürede kavuşmak umuduyla ÖNLEMLE DİKKATLE EVDE KAL 

 
Yorum yapın

Yazan: 28 Mart 2020 in eski sinop

 

Etiketler: , , , , ,

AYANCIK İSMİ NEREDEN GELİYOR ?

28.07.2019 -Yaşar SARIKAYA,BİR İNCİ MEMLEKETİM, s:471-473

AYANCIK ADI

Kaymakamlık sitesinde, ilçenin kuruluşu hakkında şu bilgi verilir: “İlçe, Maltepe ve Ayantepe ile deniz arasında Ayancık Çayı vadisinde kurulmuş; adını da Ayan tepesinden almıştır. İlçenin eski adı İstefan’dır.

Türkiye’de Tarihsel Adlar kitabında İstefan’a bakalım:

“İSTEFAN; Sinop iline bağlı ilçe merkezi Ayancık’ın eski adıdır. Aslı, Helen dilinde “çelenk” anlamına gelen Stephane değilse, bir ermişin adı olan Stephanos’tur.”[1]

İstefan, arkeolojik kazı sonuçlarına göre, Sinop’taki en eski yerleşim yerlerinden birisidir. Bu nedenle, geçmişini Helen tarihinden daha eskilerde aramamız doğru olacaktır. Milattan binlerce yıl önce, Boğazköy’de bulunan antlaşma metninin Türkçe çevirisi içinde, hükümdar “Wasmura Satepnaria”[2] ismini gördüm.  Çeviri metninde Stapnaria, Mısırın büyük hükümdarıdır ve Hatti hükümdarı ile arasında geçen olaylar anlatılmaktadır.

Dünya dillerinde, “p” ve “f” sesi,  sıkça birbirinin yerine geçer. Hitit yazıtında Stepnaria, Helen dilinde Stephane ve bu gün de İstefan biçiminde karşımıza çıkan ismin, binlerce yıldır yaşadığı anlaşılır. Halk kültürlerinin bu tür örneklerine, dünyanın her yerinde tanık oluruz. Bazı kelimeler, eski çağlardan beri hiç değişmeden yaşamaktadır. Hititçede “anna”, Luwicede” anni”[3] Türkçede “anne” sözcüğü asırlardır aynı anlamını sürdürmektedir.  İstefan kelimesinin istek, istem, iste ve istif kelimeleri ile ilişkisi de araştırılabilir.

Ayandon ve Ayancık sözcükleri, “ayan” sözcüğünün ek almış halidir. Birbirine yakın iki yerleşim yerinin aynı adı taşıması, önemli bir ayrıntıdır. Türkçede ayan, bir memleketin ileri gelenleri demektir. Eş anlamı eşraftır. Küçültme eki ‘cık’ hecesini aldığında, ileri gelenlerden küçük bir topluluğun bulunduğu yer anlamına gelir.

Ayan sözcüğü, Hititçede “iya” Luwicede “aya” biçiminde karşımıza çıkar, iki dilde de anlamı  “yapmak” fiilidir.[4] Ayan sözcüğü, bu gün halk arasında açık- seçik anlamında kullanılmaktadır. Ayan- beyan, Arapçadan (görmek ve beyan etmek) dilimize yerleşen kelimelerdendir.

Ayan sözcüğü, Türkçedeki uyan, duyan, doyan, sayan, koyan, olan, akan, aşan, açan, kaçan sözcükleri gibidir. Kök heceler, an eki almaktadır. Ak “an” eki alır, akma eylemini, kaç “an” eki alır, kaçan birini, uy, “an” eki alır, uyumluyu; ay, “an” eki alır ay gibi aydınlık olanı anlatır. Kelimenin, aymak, ayılmak biçimini de hatırlatmakta fayda görüyorum. Ay gibi aydın olan insan anlayışının, Amazonların ay tanrısı ile bir ilgisi olabileceği de akla gelebilir. Her yeni doğan kelime, eski dil yapısının üstüne oturmakta ve yeniden şekillenmektedir.

“M. Bıjıkyan gözüyle İstefan:

Ayancık, İstafan’dan dokuz mil uzakta olup limanı yoktur. Çok basit evleri vardır. Arrianos, İstefan ve İnceburun arasında Bodom adlı bir çay veya mevkii zikreder. “

İstefan, Aya Andon’a on iki mil mesafededir. Buradaki burun kuzeye doğru uzanmış olduğundan limanı emniyetli değildir ve yalnız yazın bazen gemi durabilir.

“Burada eski bir kale ve büyük bir Rum kilisesi gördüm. Kaleye, putpereslik zamanında da İstefane denirdi ki, bu isim benisinin( kurucunun) adından neşretmiş olmalıdır.” [5]

[1] Bilge Umar, Türkiyede Tarihsel Adlar, s, 350

[2] Sedat Alp, Hitit- Mısır Antlaşması Boğazköy Metni- Türkçe Çevirisi. Hitit Çağında Anadolu, s, 121

[3] Sedat Alp, Hitit Çağında Anadolu, s, 15

[4] Ord.Prf.Dr. Sedat ALP, Hitit Çağında Anadolu, s:15

[5] Minas BIJIKYAN- Pontos Tarihi, s: 62. 1819

 
Yorum yapın

Yazan: 28 Temmuz 2019 in eski sinop

 

Etiketler: , , ,

CEVDET GÜNDOĞDU VE ARTVİN’DEN GÖÇ

23. Ekim. 2015-BİLKE

DSCF2467

Artvin’den yapılan göç hakkında, Sinop esnaflarından Cevdet Gündoğdu ile görüştüm. Kendisi, ilimizin en eski esnaflarındandır. Köylü, kentli herkes onun müşterisi olmuştur. Esnaf gözü ile eski günleri ondan dinleyelim istedim. Halkın yapısını, ekonomik durumunu, sosyal farklılıkları nasıl gözlemlemişti. Göçlerin yaşandığı, savaşların ölüm ve korku saçtığı yıllardan bildiği hatıralar var mıydı, Sinop’ta nelere tanık olmuştu? Bu konuda sorularımı hazırladım, kendisine cevaplar mısınız diye sorduğumda, bu bir hizmettir diyerek el yazısı ile bir ajandaya yazdı ve bana verdi. Sayın Cevdet Gündoğdu’ ya bu konudaki katkılarından ötürü teşekkür ediyorum.

CEVDET GÜNDOĞDU ANLATIYOR

Artvin’i Ruslar işgal ettiğinde, halk göç etmek mecburiyetinde kalmış. Artvin merkez köyü olan Fıstıklı halkı Sinop’un Lala, Akkıraç, ve Tangal köylerine yerleşmişler. Benim anne ve baba tarafım, Lala ve Akkıraç Musa köyüne yerleşmişler. Ruslar Artvin’den çekilince, bizim ailenin büyük bir kısmı tekrar memlekete dönmüşler. Bu ara, dedem Osman Küçük Ahmetzade’nin desteği ile babam ticarete atılmış.  İstanbul’dan mal almaya gidip gelirken, Sinop’taki kalan akrabalarımızı ziyaret edermiş. Bir seferinde, yeni mahalle fırın aralığı sokak 5 nolu Rum yapısı ahşap evi satın almış. O yıllarda Rusya’da ticaret serbestmiş. Bir seferde 35 katır yükü malı, Batum’a satmak için götürmüş. Tam o sıra Rusya’da ihtilal olmuş. Babam, malları gittiği gibi, canını zor kurtarmış. Bu olay babamı çok etkilemiş. Sinop’taki almış olduğu eve yerleşmeye karar vermiş.

Ben 1934 yılı eylül ayında, cumhuriyet vapuru ile sabah yeni ışırken Sinop limanına girdiğimizi hatırlıyorum. Büyük bir kancabaş kayığa eşyalarımız yüklenerek, ahşaptan yapılmış iskeleye indirildi. Babam Ömer, annem Fatma, ablam Firdevs, abim Abbas, ablam Şadiye ve ben Cevdet Küçük Ahmetzade, o zamanki soyadıyla Sinoplu olduk. Babam sonra yeni soyadı aldı ve Gündoğdu olduk.

O yıl merkez ilkokuluna kayıt oldum. O tarihte Sinop geceleri kapkaranlık. Işıklandırmak için gece bekçileri tarafından yakılan gaz lambaları vardı. Yolların bazıları Arnavut kaldırımı, çoğu da toprak yoldu. Şimdiki hükümet binası, sağlık ocağına kadar ve İncedayı Mahallesinin olduğu yer, köy hizmetleri imam hatip okulu kum kapı denilen yer buraların hepsi mezarlık idi.

Sinop’a gelmeden önce, Rum mahallesi denilen mahalle, yani Aşıklar Caddesi tamamen yanmış idi. 1936 yılında yüksek kaldırımdan istiklal okuluna kadar bölümde 33 adet ev yandı. 1946 Eylülünde Cami-i Kebir Mahallesi yandı. Hatırladığım kadarıyla 140 adet ev bu yangından sonra yapıldı. O tarihte Cevdet Kerim İncedayı bayındırlık bakanı idi. Onun desteği ile ince dayı mahallesi yapıldı. Yangında zarar görenlere evler verildi.

Yerli halk, ada mahallelerinin tamamı ve Gelincik mahallesinde otururdu. Sinop’ta o zaman bulunan sülaleler şunlardı:

  Sağıroğulları,

 Gülümoğulları,

 Lafçıoğulları,

 Rasim Beyler,

 Öküzoğulları,

 Parmaksızoğulları,

 Şevket Bey ( milletvekili),

 Ferit Bey Köftecioğlu,

 Tabak Şükrü,

Dizdaroğulları,

 Hacı Marazlar,

 İzzet Kocalar,

 Bezircioğulları,

Saraçoğulları,

 Rıza Nur,

 Mehmet Bey,

Şükrü Bey kardeşleri,

 Kantarcıoğulları,

 Deveciler,

 Min oğulları,

Turşucular,

Ekmekçioğulları,

Sipahiler,

Fevzi Beyler,

 Şahinoğulları,

Hikmet ve Şevket Şekeroğlu,

Remzi Ozanoğulları,

Özbekler,

Tahir Beyler,

İlami Oğuzlar,

Karailyaslar.

Yerli halktan balıkçıları,

 Topal Süleyman,

Topal Musa,

Süleyman Reis,

Tarakçılar,

Hacı Halit ve oğlu Kazım,

Tokurlar,

Sümbülüm Ahmet,

Hasan Kaptanlar,

Beyaz Hasanlar,

Dangazlar,

Öküzoğlu Hüseyin Kavakoğlu,

Kayıkçıoğulları.

 

Merkezde bulunan esnaflar, manifatura, tuhafiye, bakkaliye, sebzeci ve meyveciler, sobacılar, ayakkabı ve yemeniciler, demirciler, terziler, marangozlar, kahveciler, fırıncılar, nalıncılar, çarıkçılar, nalbantlar, semerciler, kalaycılardı. Şekerciler, berberler vardı. Hamamcılar, yalı hamamı, büyük camii hamamı ve tersane hamamını çalıştırırdı. Hancılar da vardı, Süleyman ağa hanı, Mahmut ağa hanı, Samanu İsmail ağa hanını işletirlerdi.

O zamanlar mısır, buğday ve keten, geniş çapta tütün, bezir yağı imalatı yapılırdı. Top deliği denilen yere, önceden boyacılı ismi verilmiş. Burada boya imalatı yapılırmış. Erfelek’te esnaf olan Hasan Boyacı’ nın büyükleri bu soyadı boyacılıktan almıştır. Meydan ateşi denilen, yani şimdiki Pazar kurulan yerin denize yakın olan yerinde kireç kuyuları vardı. Ali Borcu ismindeki şahıs kireç yaparak geçimini sağlardı. O zamanın topunu da o atardı.

Şimdiki emniyet müdürlüğü binası, tarım il müdürlüğü ve trafik müdürlüğü binasının olduğu yere, kibrit fabrikası bacası, denize de iskelesi yapılmıştı. Bitmiş durumda iken, imalata geçmeden zeminin kayması sebebiyle makineleri sökülüp İstanbul Büyükdere’ye kurulduğunu biliyoruz. Şimdiki Orman İşletmesinin plajının olduğu yerde tabakhane varmış. Sökü köyünde bezir yağı imal edilirmiş. Ayancık’ta, Belçikalıların kurduğu ZİNGAL adı altında kereste fabrikası kuruldu.

O zamanlar evlerde hamur işi, et balık, evlerde yapılan tepsi ekmek, tekne ekmek tüketilirdi. Şehirlinin uzak veya yakın köylüsü, şehirlinin velinimetidir. Atatürk’ün dediği gibi milletin efendisidir. Şehirli, her zaman köylünün sofrasına oturmuştur. Bir yumurtası, bir dilim ekmeği yemez, yedirir. Ben büyüklerimden ve babamdan şu sözü duydum” köylünün ayağının çamurunun girmediği yerde bereket olmaz”.  Ben de 45 yıllık ticari hayatımda bunu yaşamışımdır. Allah köylümüze zeval vermesin inşallah. (Amin.)

Sinop’ta 1957 yılına kadar kışları kar yağışlı ve don olurdu. 1957 yılında büyük bir orman katliamı yapıldı. O zamana kadar Sinop, Bostancılı köyüne kadar ormandı. Bundan dolayı o tarihten itibaren iklim tamamen değişti. Kar yağışı ve don azaldı.

Biz Sinop’a geldiğimizde yazın çok fazla sivrisinek vardı ve sıtma hastalığı salgındı. Şehirde kanalizasyon yok, tamamen kuyular vardı. Şehir suyu, mahallelerdeki çeşmelerden temin ediliyordu. 1950 yılından sonra, adadaki sülük gölünün su men bağındaki terkos şebekesi yapılarak evlere verildi. Fakat kifayetsizdi. Aynı yıl kanalizasyon şebekeleri yapılmıştı. Su için aynı zamanda, tarihini bilmediğimiz çok eski kuyulardan istifade edilirdi. Gelincik mahallesi, tersane, park ve âşıklar buralarda çok kuyu vardı.

Milli mücadele yılları kahramanlarından Ordu köylü Hasan Kabal Çavuş’u tanıyorum. 14 yıl askerlik yapmış, Kafkas cephesinde iken Mustafa Kemal’le karşılaşmış. Çavuş olarak büyük hizmetlerde bulunmuş. Harp bittikten sonra terhis olmuş, köyüne dönmüş. Mustafa Kemal, Hasan çavuşu bu hizmetinden ötürü ödüllendirmek isteyerek üç kez Ankara’ya çağırmış. Burada işin hazır gel dediğinde, her seferinde paşaya teşekkür edip “ ben köyümde kalmak isterim” cevabını vermiş. Bu olayı bizzat Hasan çavuş’tan dinledim. Hiçbir menfaat gözetmeyen milli kahramanlar bunlar.

Bir milletin istiklali elinden alınmış, vatan işgal edilmiş. Bu yüce millet, önderli olan büyük insan Mustafa Kemal’in dâhiliğine güvenerek, canı ve malı pahasına milli mücadeleye katılmış, dünyada eşi görülmeyen zafer kazanılmış. Çanakkale’de ikiyüz kırkbin şehidimizin kanları hürmetine 83 yıldır cumhuriyetine sahip çıkmıştır.1981 yılında, rahmetli ağabeyim Abbas Gündoğdu ile beraber Gelibolu şehitliğine ziyarete gittik. Çok etkilendim. 1980 de hacca gitmek nasip oldu. Şehitliği ziyaretimde “ keşke Hz. Peygamberimizin huzuruna şehitlerimizi ziyaret edip de gitseydim” dedim. Ancak bir kavanoz şehit toprağını evimin vitrinine koyabildim.

Artvin ve köylerinde, ipek böceği yetiştirildiğini çok iyi hatırlıyorum. Annem, köydeki amcalarım, dayılarım, halalarım yetiştirirlerdi. Dut ağacı olmayan yerde ipek böceği yetişmez. Dut yaprağı onun besin kaynağı. Sinop’a geldiğimizde, akrabalarımızın yerleştiği köylerine gittiğimizde, onların bol miktarda dut ağacı yetiştirdiğini gördüm. Bu vesile ile ipek böceği yetiştirildiğini öğrendim.

KAYNAK: BİR İNCİ MEMLEKETİM, Yaşar SARIKAYA /2010/ SAYFA: 170-173

 
1 Yorum

Yazan: 23 Ekim 2015 in eski sinop

 

Etiketler: ,

MUZAFFER İNANIR

“Ormandan ağaç alıp ondan kömür yapılır, satılırdı. Sinop’a onun ustaları gelirmiş. Odunlar havasız yerde için, için yakılır kıvamı gelince delikleri kapatılıp söndürülürmüş. Kül olmaz, kömür olurdu. Onu merkeplerle atlarla çuvallarda satarlardı, isteyen alırdı. Evlerde maltızlarda kullanılırdı.”

“Terkos yoktu. Zeytinlikten su gelirdi. Depolara dolardı. Biz çeşmeden alıyorduk. Para ile su taşıyıcıları vardı. Günlük kullanmaya, çamaşır yıkamaya para ile merkeple Hüseyin efendi isminde biri vardı o getirirdi. Ondan alırdık. Çok ihtiyacımız olursa bir sefer daha getirtirdik. Şimdiki gibi büyük pazar yoktu. Kaleyazısında çeşmenin etrafında bir pazar vardı. Bir de halin arkasında meyve pazarı olurdu.”

öğrtmn mzffr

muzaffer hoca

 

MUZAFFER ÖĞRETMENİM

İstiklal İlkokulu öğrencisiyken, unutamadığım öğretmenlerden biri olan Muzaffer öğretmenimle 2007 Haziranında görüştüm. Benim sınıf öğretmenim değildi ama hanımefendi, saygın kimliği ile her öğrencide iz bırakmıştı. Ona, eski yıllarda şehir merkezinde yaşam konusunu sordum. Eski Sinoplu olduğunu bildiğim için onun neler anlatacağını merak ediyordum. Kendisini, belediye binası karşısındaki ahşap evinde ziyaret ettim. Yaşlansa da yine çağdaş, asil ve zarifti. Kapının önündeki taş sahanlık tertemizdi. Hani halk arasında “yoğurt dök yala” sözü vardır ya. Öğretmenimin evinin her köşesi işte öyleydi. Konu eskilerden açıldı ve ailesinin hikayesi ile söze başladı:

“Dedem Çanakkale 57. alayda subaymış. Dedem Sinoplu. Sülaleye Hacı Karamamet derler. Aile tamamen Sinop yerlisidir. Dedemin Üsküdar Beykoz’da evi var. Ben Beykoz doğumluyum. Dedemin soyadı İnanır’dır. O zaman büyük annemler İstanbul’da oturuyorlar, Dedem Galiçya’da, Trablus’ta, Çanakkale’de, Halep, Şam’da savaşmış. Büyük anneme İstanbul’da ev satın almışlar. Dedem Trablusgarp’ta İngilizlere esir düşünce, Mısır’da 4 sene esir kalmış. Dedemin madalyası 1916 tarihli. Savaştan savaşa gitmiş, Sinop’a geldiğinde çok yorgundu. Benim adımı da o koymuş. 1924’te ismi ile geldi diye, cumhuriyet kurulduğu için muzaffer olduk zaferi kazandık diye adımı Muzaffer koymuş.   

Annem evleniyor. Halin arkasında ahşap bir ev vardı. Dedem Sinop’a gelince babama işte size ev güle güle oturun diyor. Yangın olunca o ev yanmış, annem ev satılınca para getirmişti. Aradan zaman geçiyor, sebep nedir bilmiyorum babam evi eşyayı topluyor, çeyiz sandığına varıncaya kadar alıp hepimizi memleketi olan Sivas- Şarkışla’nın köyüne götürüyor. Orda kayınvalide, görümce, amcaları yer ve köy evi veriyorlar.  Aile babamı annemden kaçırıyor, annem garip kalıyor. Bir amcam bizimle ilgilenirmiş sadece. Annem perişan olmuş, dedemi haberdar etmiş. Annemin Şarkışla’daki durumunu öğrenince, dedem durumu askeriyeye bildiriyor. Kızım 2 çocukla Sivas’ta bakımsız bir durumda kaldı diyor. Asker köyde kapıya dayanıyor, annemi ve 2 çocuğu alıyor. Üstümüzde başımızda ne varsa o şekilde çıkıyoruz. O zaman daha okula başlamamıştım. Eşyalarımızı bırakıp Sinop’a geliyoruz. Dedem tek kızım var, onlara ben bakarım diyor. El birliği ile akrabalar yardım ediyor. Annem boşanma için dava açıyor, belki nafaka alırım diye.

Dedem bizi Sinop’ta büyütüyor. Askeriyeden emekli olup ev alıyor. Satılınca kuran hocası Musa Hoca almıştı. 18 sene sonra kapıya amcam geliyor. Ben çocukları almaya geldim diyor. Annem gelirken hamile imiş. Dedem ne yüzle geldin diyor. Ben o zaman öğretmen okulu son sınıfta idim. Amcam bir gece kaldı gitti. Benim ilkokul öğretmenim, Zehra tarı idi. İlkokul, ortaokulu Sinop’ta bitirdim. Zaten Sinop’ta başka okul yoktu. İnebolu’da, Türkçe öğretmeni Sinoplu Dilaver Bey vardı. Ortaokulu bitiren gençler ya Kastamonu’ya, ya da İnebolu’ya giderlerdi. Sinop’a vapur gelirdi, Sinoplu çocuklar sırtlarında torbaları, lise okumak için İnebolu’ya giderlerdi. Dilaver Bey onlara kucak açtı. Dilaver Bey benim 4. sınıf öğretmenimdi. İstiklalde öğretmendi sonra İnebolu’ya gitti.

Ben İstanbul Çapa Öğretmen okulunda 3 yıl okudum. Dedemin ahbabı çoktu, gündüzlü gittim. Çapa o zamanın üniversitesi gibiydi. Ben mezun olduğumda, köy enstitüleri binaları yeni yapılıyordu.  Mezun oldum 1943 yılında İstiklal okulunda göreve başladım. Ortaokul o zamanlar 3 yıldı. O zaman müdür Mithat Beydi. Önce Nuri Beydi sonra Mithat Bey oldu. Şimdiki Kültür Binası okuldu. Öbür bina tütün deposu idi. 2. dünya savaşında oraya asker koydular. Alayın yeri ise Boyabat’tı.

Sinop halkının giyimi eskiden çok güzeldi. Sinop erkeği ve kadını çok temiz giyiniyordu. Sinop belki de kıyafeti ve kültürü ile Karadeniz’in İstanbul’a ayar bir şehri idi.  Hanımlar üstüne manto, ayağına çorap giyer, pırıl, pırıl ayakkabısı ile dışarı çıkardı.

Hanımlar düğünde günlük giysi de giyerlerdi. Düğünün kınasında bindallı giyerlerdi. Gelin almada ise beyaz gelinlik. Benim büyük annem cumhuriyetten önce parlak saten kumaştan atlas gelinlik giymiş. O günlerin hamamlarını arıyorum. Terkos yoktu. Zeytinlikten su gelirdi. Depolara dolardı. Biz çeşmeden alıyorduk. Para ile su taşıyıcıları vardı. Günlük kullanmaya, çamaşır yıkamaya para ile merkeple Hüseyin efendi isminde biri vardı o getirirdi. Ondan alırdık. Çok ihtiyacımız olursa bir sefer daha getirtirdik. Şimdiki gibi büyük pazar yoktu. Kaleyazısında çeşmenin etrafında bir pazar vardı. Bir de halin arkasında meyve pazarı olurdu.

            Bizim İstanbul’dan getirilen 2 tane pompalı gaz ocağımız vardı. Arada havası kalır da pompalardık. Halk, yemeğini ocakta pişirirdi. Dağdan gelen odundan, kara kömür hazırlanırdı. Ormandan ağaç alıp ondan kömür yapılır, satılırdı. Sinop’a onun ustaları gelirmiş. Odunlar havasız yerde için, için yakılır kıvamı gelince delikleri kapatılıp söndürülürmüş. Kül olmaz, kömür olurdu. Onu merkeplerle atlarla çuvallarda satarlardı, isteyen alırdı. Evlerde maltızlarda kullanılırdı. Eskiden böyle yaşanırdı.”

Muzaffer öğretmenime sağlığında saygılarımı, sevgilerimi ve teşekkürlerimi sundum. Fakat kitap baskıya girmeden rahmetli oldu. Kendisini rahmetle, saygıyla ve hasretle anıyorum. Değerli öğretmenimin anlattıkları içinde, eski günler aydınlanıverdi. Anlatılanlardan, Sinop’un eskiden de bir memur şehri olduğu anlaşılıyordu.

Benim çocukluğumda, şehir merkezinde memur, esnaf ve radar işçileri yaşarken; adada hayvan beslenir ve bahçe yapılırdı. Annem süt ve yeşil sebzeyi, ada halkından satın alırdı. Bahçeler adı ile alınan yerde de, sebze ve meyve yetiştirilirdi. Bahçeler, toprağında iyi bahçe ürünü yetiştiğinden bu adı almıştı.(Yaşar SARIKAYA- Bir İnci Memleketim)

 
Yorum yapın

Yazan: 22 Mayıs 2015 in eski sinop

 

Etiketler: , ,

SİNOPLU TIP DOKTORU ÖMER ŞİFA-İ DEDE

“Ömer Şifaî’nin simyacılar tarafından ölümsüz yaşam kaynağı olarak kabul edilen el iksir ve kendisi aracılığıyla bütün değersiz madenlerin değerli maden haline dönüştürülmesini sağlayacağına inanılan filozof taşının elde edilebileceğine inandığı anlaşılmaktadır.”

Ömer Şifaî, XVIII. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşamış olan bir hekimdir. Sinop’ta doğmuş, çocuk yaşta yetim kaldıktan sonra Sinop’u terk ederek Kahire, Konya ve başka pek çok yer gezmiştir.

1746 yılında vefat etmiştir . Ömer Şifaî tarafından kaleme alınmış olan eserlerden biri Mürşîd el-Muhtar fî İlm el-Esrâr’dır. Eser on iki bölüm olarak hazırlanmış bir tıp metni görünümündedir. Eserde yer alan temel başlıklar şunlardır:

Birinci bölüm, sıcak suların damıtılma yolları hakkındadır.

İkinci bölüm, yumuşak ruhların damıtılma niteliği hakkındadır.

Üçüncü bölüm, ilginç yağların damıtılması niteliği hakkındadır.

Dördüncü bölüm, cıvalı maddelerin elde edilmesi niteliği hakkındadır.

Beşinci bölüm, sınaî kükürtlerin elde edilme yolları hakkındadır.

Altıncı bölüm, madeni cisimlerden tuzlar ve zaclar elde edilmesi niteliği hakkındadır.

Yedinci bölüm, çok kullanışlı olan buharlaşanların elde edilmesi hakkındadır.

Sekizinci bölüm, maddelerin kireçlenmesi, yakılması, arıtılması hakkındadır.

Dokuzuncu bölüm, madde ve madenlerden yapılan safranlar hakkındadır.

Onuncu bölüm, eksik madenlerden çıkarılmış olan kurşunlar hakkındadır.

On birinci bölüm, hekimlerin sırlarından en büyüğü olan bileşimler hakkındadır.

On ikinci bölüm, bu şerefli bilimin kapsamına giren sanat türleri hakkındadır .

Mürşid el-muhtâr fî İlm el-Esrâr adlı eserde kullanılan metal adlandırmalarında da yer yer simya dili kullanılmıştır: Eserin pek çok yerinde metaller bilinen adlarıyla kullanılıyor olmasına rağmen zaman zaman da onlara karşılık geldiği varsayılan gezegenlerle adlandırılmaktadır.

Ömer Şifaî’de Gezegenin Adı                                     Gezegen Karşılık Gelen Metal

Şems Güneş                                                                                    Altın

Kamer Ay                                                                                      Gümüş

Utârid Merkür                                                                                   Cıva

Zühre Venüs                                                                                    Bakır

Merih Mars                                                                                      Demir

Müşterî Jüpiter                                                                                Kalay

Zühal Satürn                                                                                    Kurşun

 

Ömer Şifaî eserinde “… eski Yunanalılarda Balinas hekim sırr el-hâlika adlı seçkin eserinde…” ifadesiyle Balinas’tan söz eder. Sözü edilen Balinas, M.S. I. yüzyılda yaşamış, Pythagoras öğretilerini benimseyen, döneminin okült bilgisine hakimiyeti ile de tanınmış, Hermes Trismegistos’a atfedilen Zümrüt Tablet (Emerald Table-Tabula Smaragdina) hakkında mevcut olan ilk versiyonunu ortaya çıkaran kişi olarak kabul edilen Tyanalı Apollonius’tur. Apollonius’a atfedilen kitaplardan biri “Kitâb-ı Sırr el-Hâlika”dır. Ömer Şifaî’de eserin adını sırr el-hâlika olarak zikretmektedir.

Ömer Şifaî, bunların yanı sıra kendisini hem maddi simyacı hem de manevi simyacı olarak tanımlanabilir kılan görüşlere de sahiptir. Maddi simyacı yönüyle O, değersiz metallerden altın yapılabileceğine ve ölümsüz yaşam sağlayan el-iksir elde edilebileceğine inandığının ipuçlarını verirken, manevi simyaya olan inançlarını da, altın ve el-eksirin elde edilebilmesi için en önemli koşulun, bu işlere niyetlenen birinin, öncelikle ruhu ve bedeninde ulaşılabilecek en üst düzeyde arınma ve olgunlaşmaya ulaşması gerektiğini ifade ederek ortaya koymaktadır.

KAYNAK:http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/19/20.pdf-Ömer Şifaî’nin Mürşid el-Muhtar fî İlm el-Esrâr Adlı Eserinde Simya -Ayten Aydın

 http://www.hekimcebakis.org/images/Hekimce_Bakis_Arsiv/85/82-84.pdf-Bursa Tabip Odası Türk Tabipleri Birliği Büyük Kongre Delegesi-Dr.Çetin TOR

 
Yorum yapın

Yazan: 03 Nisan 2015 in eski sinop

 

Etiketler: , ,

CEPTEKİ 117 LİRA VE OTEL 117

FOTO- VİTRİN HABER 2014 Ahilik Haftası Yılın Ahisi Kemal ONUR (PAŞA AMCA)

“Mübadele yapılıyor.  Amcam o sıralar Of’a mallarla gelip gitmiş. Daha sonra Sinop’a döndüğünde, cebinde 117 lira parası varmış. Şimdiki otel 117, adını o gün amcamın cebindeki 117 liradan alıyor. Amcam, bu parayla önce Kaleyazısında ufak bir dükkân açıyor. Tuz, gaz satıyor ve Sinop’a yerleşiyor.” 

Sinop halk kültürü, denizin ve güneşin, dağların ve karın, sıcak ve soğuğun katman katman izlerini taşır. Kültür ile ilk akla gelen göçlerdir. 

RUS BASKINLARI VE OF’TAN SİNOP’A GÖÇ[1]

Savaşlar, ardında olumsuz anılar, soğuk izler bırakan olaylar dizisidir. İnsanlarımızın kimileri sıcak, kimileri soğuk savaştan, kimileri de siyasi zorunluluklardan göç etmek durumunda kalmıştır. Trabzon’un Of ilçesinden Sinop’a yapılan göçlerin arkasında da savaşlar, yokluk ve açlık vardır. Osmanlı Devleti ile Rusya arasındaki savaşlar, Balkan ve Kafkasya cephelerinde yüzyıllarca sürmüştür. Bir cephede bitmiş, bir cephede tekrar başlamıştır. Çok insan yok olup gitmiştir. Trabzon yöresi göçü hakkında, Sinop esnaflarından Paşa amca ile görüştüm.  Paşa amcayı, çocukluğumda Sinop’un en büyük mağazası olan İvyanlı mağazasından tanırım. Ona anlattıkları için teşekkür ediyorum.

Paşa Amcanın atlattıkları ile tarihsel olaylar arasında ilgi kurabilmek için, tarih sayfalarına göz attım. İnternette yaptığım araştırmada, Trabzon’a yapılan Rus baskınının tarihini buldum. 27.Ekim.1810 Cumartesi günü Trabzon’a yapılan Rus çıkartması, Lermioğlu’nun yayınladığı, Sargana Destanında konu ediliyor. Daha sonra Ruslar, 27 Mart 1915’te Artvin’e girmişler fakat yaklaşık bir yıl direnişle durdurulmuşlardır. 5 Şubat 1916’da tekrar işgale başlamışlar ve 8 Mart’ta Rize’ye girmişlerdir. Çevre köy ve kazalardan gelen gönüllülerle Of’un doğusunda Baltacı Deresi boyunca durdurulmaya çalışılan Ruslar, 28 Martta buradaki savunma hattını yararak Of’a girmişler ve 2 Nisan’da Karadere önlerine ulaşmışlardır. 18 Nisan 1916’da da, Trabzon’u işgal etmişlerdir.

Bir iki cümle ile yazılıveren bu sözcükler, yaşayan için ne zorlu günlerdir. Kıtlık, açlık ve yokluk çekilmiş, ölümler yaşanmıştır. İnsanlar memleketlerinden kaçmak zorunda kalmışlar ve başarmışlardır. Bu göç, Türkiye’de birçok sektörde varlık gösteren insanlarımızın başarı öyküsü ile doludur.

PAŞA AMCA ANLATIYOR

Ben Sinop’ta Paşa takma adı ile bilinirim, esas adım Kemaldir. Sinop’a 1950 yılında Trabzon, Of’tan geldim.  O zaman 16 yaşındaydım. Amcam Sinop’a geldiğim zaman çok zengindi. Ben onun yanında kaldım. Sonra Sinop’ta Paşa Mağazasını açtım ve yıllarca esnaflık yaptım. Ailece hep Sinoplu olduk.

Eskiden bizim memleketin insanları çok fakirlik çekmişler. Halk işçilik için Karadeniz sahiline tütün dizmeye gelirmiş. Çay tarımı yapılmazken, sadece fındık üretilirmiş. Rize tarafında da portakal bahçeleri varmış. Dedemden o yılların açlık yılları olduğunu duyduk. Mısıra kabuklu fındık katıp ekmek yaparlarmış. Of’un yüksek köyleri dere, tepe, yama olduğundan ekilecek tarla yokmuş. Yayla köylerinde sadece hayvancılık yapılırmış. İnsan, ot bitmez bu yerlerde, ya okuyacak cami hocası olacak; ya da göçecek ticarete atılacak sözü halkın arasında yaygındır. Lazlar o savaş ve baskın dönemlerinde çok açlık çektiklerinden, her yerde çalışıp ticaret erbabı oldular. İstanbul’a gidenler çok zengin oldular, akrabalarını çağırdılar, birbirlerine destek oldular. 1945- 50 yıllarında, artık ticaret piyasasında yerlerini almışlardı.

Cumhuriyet kurulmadan önce, İzzet dedem Of’un İvyan köyünden Sinop’a geliyor. İvyan köyünün bu günkü adı Soğukpınar’dır. Eski adı İvyan, Rus isimlerinden olan İvan’dan gelmektedir. Dedemin Of’ta gıda, bakkaliye dükkânları varmış, eskiden çoluk çocuk hepsi yelkenli ile nakliyecilik yaparlarmış. Karadeniz’den İzmir’e tuz götürürlermiş. 1.Dünya savaşı yıllarındaki Rus baskınında, dedem kayığına binip Sinop’a geliyor. Demirci köyüne yerleşiyor ve orada 2 sene kalıyorlar. O sırada Sinop’ta bütün esnaf Rum’muş.

Sonra Cumhuriyet kuruluyor. Savaş bitince bizimkiler tekrar Of’a gidip, dükkânlarını açıyorlar. Amcam o sıralarda İstanbul’a gidip rıhtımında kabak, fasulye sattığını anlatırdı. Osman Amcam vapurların Sinop limanına uğradığı zamanlarda, bir iki sefer vapurla Sinop’a geliyor. Sinop’ta 2 Yunan gemisi görüyor. Ne diye sorduğunda, Rumların hepsi gidiyor, Türkler geliyor diyorlar. Mübadele yapılıyor.  Amcam o sıralar Of’a mallarla gelip gitmiş. Daha sonra Sinop’a döndüğünde, cebinde 117 lira parası varmış. Şimdiki otel 117, adını o gün amcamın cebindeki 117 liradan alıyor. Amcam, bu parayla önce Kaleyazısında ufak bir dükkân açıyor. Tuz, gaz satıyor ve Sinop’a yerleşiyor. Rum esnaflar mübadelede gidince, Sinop’ta hiç esnaf kalmıyor. Amcam kaleyazısındaki küçük dükkândan sonra işi büyütüyor, Sinop’un en büyük mağazasının sahibi oluyor.

Trabzon’dan Sinop’a ilk gelen Ali Başoğlu ve ailesidir. O Sinop’a geldiği zaman merkezde Rumlar varmış. Hem Sinop’ta ev almış, hem de birkaç tane köy satın almış. Ona Ali Ağa derlerdi. Sakaların lakabı Paşaoğulları, bizim dedemize de Feyzullahoğulları derlerdi. Sakalar Sinop’tan önce Gölcük’e, Edirne’ye gitmişler fakat sonra Sinop’a gelip yerleşmişler. İnşaat işlerinde ilerlemiş ve onlar da akrabalarını getirmişler.

Sinop farklı kültürlerden gelen insanların yerleştiği, huzur içinde yaşadığı özgür bir kenttir. Şehir merkezi, insanlara her türlü yaşam fırsatlarını sunarken, yüksek köylere yapılan göçler ise bizlere başka bir tablo sunacaktır.

[1] Y.SARIKAYA-Bir İnci Memleketim S,177,178,179

 
Yorum yapın

Yazan: 13 Mart 2015 in eski sinop

 

Etiketler: , ,

SİNOP SERAPİS KÜLTÜ-KARADENİZ’DE DİNSEL YAŞAM VE KÜLTLER

16 Ocak 2015-AyşeYaşar SARIKAYA

YEN KAL

Sinop kale duvarlarında rastladığım büyük hayvan başı kabartmalarının, acaba SERAPİS’in anlamları ile ilgisi var mıdır? Bu anlamlar arasında, “Kutsal Boğa”, “Güneş Boğa Burcunda”, “Osiris’in Ruhu”, “Kutsal Yılan” ve “Boğanın Dönüşü”teorileri bulunmaktadır. Sinop’ta bulunan aslan heykelleri ve kale duvarlarındaki boğa ya da öküz kabartmaları, dikkat çekmektedir.

YN KALE

Milli Kütüphanede 1934 yılı Sinop Gazetesine ulaştım. Sinop’tan Mısır’a götürülen SERAPİS heykeli ile SİNOP adı arasındaki benzerlik konu ediliyordu. (Tarihi Umumi, cilt 2: sad, 437 )

“Mısır’da yegane kuvvet din ile kaimdi. Batlamyos’lar, bu kuvveti ellerine geçirmek, Yunanlılarla Makedonyalılar ve Mısırlıları aynı ibadethaneye toplayabilmek için bir mabut icat etmişler, buna da Serapis namını vermişlerdi. Serapis’in menşei Sinop’tur. Sinop o zamanlar Karadeniz’in cenup sahilinde en işlek bir ticaret şehri olduğu gibi ahalisi de akvamı samiye ile Yunanilerden mürekkepti. Yunaniler de şarklılar gibi asumani bir kuvvete itikat eyliyorlardı. İşte bu tesirle her şehirde bir mabut vücuda getirilmişti. Sinop mabudu da bunlardan biri idi. Serapis, tıpkı Yunanlıların toprak mabutları “hadis” gibi idi.

Serapis heykeli, Karyalı  “Biryaksis” tarafından vücuda getirilmişti. Bu heykel tıpkı meşhur “zeus” heykeline benzerdi. Yalnız başında üstüvani (dik silindir, içi boş sütun)bir mihfer vardı. Mısırlılar bu mabudu kendi mabutları arasından birine benzetmişlerdi. “Apis” vefat edip de Oziris’in ruhuna intikal eylediği zaman buna “Usarhapi” namı verildi. Bu sebepten Serapisi Mısırlılar Usarhapi addederler. Bu mabudun menşei olan şehre de “Apisin Makarri” manası olmak üzere “hapi-nse”namı verilirdi. Sinop lafzının esasını “Hapi-n-se” tabiri teşkil eder. [1]

“Sine-i ab” ile “hapi-nse “sözcükleri arasında geçen ab ve hapi arasında benzerlik açıkça dikkat çekmektedir.

Rüzgar, hava, ırmak, su, ateş, toprak gibi hayatı oluşturan elementler, tarihin ilkel  dönemlerinden beri tanrılaştırılmıştır. Koç başı, öküz başı,boğa başı, kartal başı gibi hayvan kabartmaları ve heykelleri inanç kültüründe yer almaktadır. Anadolu coğrafyası uygarlıklar yatağıdır. Sinop da bu zenginliklerin kültür mirasını taşır. Kültür mirasımızı, SİNOP için en güzel biçimde değerlendirmek umudunu taşıyoruz. Sinop tarih boyunca farklı kültürlerin yaşadığı bir deniz ticaret şehridir. Tarih evrelerinde, halkın geçirdiği inanç aşamalarını belge ve bulgulardan tespit ediyoruz.  Konu iki başlık altına alınabilir. Halk inancı  ve siyaset ve ekonomik hakimiyetin sergilendiği KÜLTLER. İkisinin ortak paydası İNANÇTIR. Konu, akademik bir çalışmada şöyle değerlendiriliyor:

 

Bülent Öztürk, Karadeniz’de Dinsel Yaşam ve Kültler (Religious Life and Cults in the Black Sea Region of Turkey), Aktüel Arkeoloji 18 (2010), 36-49[1]

[1] http://www.academia.edu/1428564/B%C3%BClent_%C3%96zt%C3%BCrk_Karadenizde_Dinsel_Ya%C5%9Fam_ve_K%C3%BCltler_Religious_Life_and_Cults_in_the_Black_Sea_Region_of_Turkey_Akt%C3%BCel_Arkeoloji_18_

Tabiat ve tabiat olaylarının olağanüstülüğü ve mucizevî karakteri karşısında kendisini çaresiz ve güçsüz hisseden ilkçağ insanı, bu duyguların uyandırdığı korkusunu gidermek adına tabiata dair her şeyi tanrılaştırmıştır. Bununla da yetinmeyerek, yarattığı bu tanrısal güçler için mitolojik hikâyeler çerçevesinde tapınaklar veya kült mekânları inşa etmiş ve böylece dinsel hayatının temelini meydana getirmiştir. Bu çoktanrılı inanış sistemi hemen hemen tüm ilkçağ toplumlarında benzer bir gelişim göstermişse de, coğrafi koşulların ve farklı etnik unsurların, dinsel inanışların farklılaşmasında ve çeşitlenmesinde en önemli etkenler olduğu bilinen bir gerçektir. Bu gelişimin izlenebildiği bölgelerin nadir örneklerinden biri de Karadeniz Bölgesi’dir. Bilindiği üzere denize paralel uzanan dağlar, bölgeyi “kıyı” ve “iç” kesim olarak birbirinden ayırır. Bu coğrafi ayrılma, bölgenin kendi içinde nüfus, kültür ve inanış bakımından farklılıklar oluşmasında en önemli nedenlerden biri olarak görülür. Zira kıyı kesimlerinin deniz yoluyla gelen dış kültürlere açık olmasına rağmen, iç kesimler daha çok organik bağlantısının bulunduğu Phrygia (Frigya), Kappadokia(Kapadokya) ve Armenia gibi bölgelerden taşınan kültürlerle etkileşim halinde kalmıştır. Bunun yanı sıra siyasi, askerî,ticari ve dinî sebeplerle bölge üzerinden gerçekleşen nüfus hareketleri, zamanla kentlerde farklı etnik unsurların oluşmasını sağlamış böylece hem yeni kültürler bölgeye taşınmış, hem de zamanla yeni ortak kültürlerin doğuşuna zemin hazırlanmıştır. Bu durumun en belirgin göstergesi de dinsel yaşamda olmuştur. Karadeniz insanının bilinen ilk dinsel inanış biçimi; yerel kavimler/kabileler, Hititler ve Friglerin etkisinde şekillenmiştir. Bu inanış, Anadolu’nun diğer bölgelerinde de sıkça rastladığımız, doğanın verimliliğinin bir ifadesi olan Anat anrıça/Bereket Tanrıları’na; doğanın gazabından, kötü güçlerden, hastalıklardan ve savaşlardan koruyan Koruyucu/Savaşçı Tanrılara ve tabiat olaylarının kişileştirilmesi olan Doğa Tanrı ve Tanrıçalarına tapınımı şeklinde olmuştur.

Hellenler, koloniler kurmak üzere anayurtlarından Karadeniz kıyılarına geldiklerinde, beraberlerinde çok tanrılı Olympos tanrı sistemlerini de taşımışlardı. Ancak, ulaştıkları çoğu bölgede yerel halkların kendi yerel inanışlarıyla karşılaşmışlardı. Böylece, zaman içinde Hellen dini ve yerel inanışlar arasında doğal bir dinsel kaynaşma süreci yaşanmıştır. Ortak bir dinsel paydada buluşmak zaman almış; ancak çok da zor olmamış olsa gerekir. Zira tapınım şekli, tanrı/tanrıça adları gibi noktalarda farklılıkları bulunsa da her iki inanışın da temelde aynı özellikleri taşıdığı aşikârdır; hepsi yaşamın içinden çıkmaktadır ve doğaya yöneliktir.

Olymposluların baştanrısı Zeus, Karadeniz Bölgesi’nde tapınım gören ve en yaygın kültü bulunan tanrı olmuş ve neredeyse hemen her yerleşim yerinde bu tanrıya ilişkin izler bulunmuştur.

Bölge için diğer önemli bir kült, Üzüm ve Şarap Tanrısı Dionysos kültüdür. Tanrının ve kültün bölgedeki etki-sini, MÖ 88’de “Küçükasya’daki Hellenler adına” Roma’ya karşı büyük bir mücadele başlatan Pontus Kralı VI.Mithridates Eupator’un (MÖ 133-63), Hellenler tarafından“Euhios”, “Nysios”, “Bacchus” ve “Liber” olarak nitelendirilerek Dionysos ile bir tutulmasında görebilmekteyiz. Sinope, Dionysos tapınımına ilişkin kanıtların bulunduğu diğer Karadeniz kentlerinden biridir.

Şiddetli fırtınaları ve tehlikeli dalgaları ile korku yaratmış ancak; ulaşım, ticaret, ekonomik, askerî anlamda özellikle kıyıdaki kentler açısından büyük bir öneme sahip Karadeniz, kaçınılmaz olarak kıyı bölgelerde Deniz Tanrısı Poseidon kültünün güçlü olmasında en büyük etken olmuştur. Tanrının en önemli kült alanlarından birisi Amisos’ta bulunmakta olup; bunu, gemi ticareti ve denizciliğin kent ekonomisinin belkemiğini oluşturmasıyla açıklayabilmekteyiz. Amisos kentinin yanı sıra Amastris, Tios/Tieion, Abonouteikhos/Ionopolis ve Sinope kent sikkelerinde tanrının betimlerine rastlamaktayız.

Denizin yanı sıra, yaşamsal önemi büyük olan su kaynaklarını da tanrılaştırmıştır Karadeniz insanı; ırmaklara ayrı bir önem vermiş, onlar adına kült oluşumları gerçekleştirmiştir. Bu sayede, yaşamsal ve ekonomik faydalar sağlayan ırmaklara şükranlarını sunmayı amaçlamıştır. Bununla birlikte sel gibi zararlara maruz kalmamak adına onları yatıştırmak da bu tapınımın bir gereğidir.

Sinope’de iki kahraman, adlarına oluşturulan kültlerle onurlandırılmaktaydı: Genellikle elinde Medusa’nın kestiği başı ile tasviredilen Argoslu kahraman Perseus ve kentin kurucusu olarak bilinen Hermes’in hırsız oğlu Autolykos. Antik Çağın en ünlü kahramanlarından Herakles, kendi adıyla anılan iki Karadeniz kentinin kurucu tanrısı olarak tapınım görmüştü

PERS, MISIR, YAHUDI VE ANADOLU KÖKENLI KÜLTLER

Bölgeye dışarıdan gelen kültler, sadece Hellenlerinkiyle sınırlı kalmamış; Perslerin bölgede görülmeye başlamalarından itibaren, özellikle Pontus Krallığı Döneminde, onlara ait inançlar bu coğrafyadaki güçlü etkisini göstermeye başlamıştır. Buna deniz ticaretinin yarattığı kültürel etkileşim ve siyasi ilişkiler yoluyla gelen Mısır, Sami ve Yahudi inanışları da eklenince bölgedeki dinsel zenginlik iyiden iyiye artmıştır: Pers kökenli Anaitis, Mithras, Baal Gazur ve Ahura-mazda; Mısır etkili Sarapis/Serapis ve Isis; Yahudi inancının tanrısı Teos Hypsistos bu tapınımların bilinen en önemlileri olarak kabul edilmektedir. Anadolu kökenli Ana Tanrıça Kybele ve onun diğer bir yansıması olan Meter Teon(Tanrıların Anası) ile Ma ve Men kültlerinin Karadeniz’deki varlıkları da bölgenin dinsel açıdan arz ettiği çeşitliliği açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Zeus Ahuramazda, Zeus Sa-rapis/Serapis veya Zeus Hypsistos örneğinde görüldüğü gibi söz konusu bu tanrılarla, Hellen tanrıları arasında zaman içinde bir kaynaşma dönemi yaşanmış, kentlerde yaşamını sürdüren birden çok etnik unsur, birbirinin içine karışan ortak tanrı anlayışlarına yol açmıştır. Karadeniz’in dinsel olarak asıl önemi de bu dönemden sonra ortaya çıkmaya başlamıştır; zira hem Persler hem Pontus kralları siyasi egemenliği altındaki kült merkezlerine çok önem vermişler, bunların gelişmesi için her türlü maddi katkıyı sağlamışlardı. Çünkü biliyorlardı ki, dinsel otorite siyasi otoriteyi de beraberinde getirecekti.

TAPINAK DEVLETLERİ

Hem ticaret hem de dinsel turizmin merkezleri haline gelen Karadeniz’in tapınak devletleri, bu özellikleriyle Anadolu’daki diğer kült yapılanmalarından farklılık göstermektedirler: Hakkındaki bilgileri Strabon’dan öğrendiğimiz Komana Pontike, “Yenilmez” ve “Zafer getiren” Savaş Tanrıçası Ma’ya adanmış tapınağı ile Pontus Krallığı’nın dinî merkezi konumundaydı. Arazisinde yaklaşık 6 bin kutsal kölenin çalışıp yaşadığı tapınağın başrahibi de burada yaşamaktaydı. Tanrıçanın yılda iki kez gerçekleştirilen eksodosu’nda(kutsal prosesyonları) kral tarafından atanan söz konusu başrahip, krali soyluluğu temsil eden bir taç giyer ve onur sırasında kraldan sonra gelirdi. Bu dönemde kentlerden ve kasabalardan erkekler ile kadınlar burada toplanırlar, şenlik havası içinde tapınımlarını gerçekleştirirler ve kutlamalarını yaparlardı. Ayrıca kendini tanrıçaya vakfederek, vücutlarından kazanç sağlayan kadınlar, kutsal fahişeler olarak hizmet veriyorlardı; anlaşılan o ki dinsel fuhuş bu çarkın önemli birparçasıydı. Kappadokia Komanası ile birlikte Anadolu’dakiiki Ma Tapınağı’ndan biri olan bu kutsal mekânın kutlama ve ibadet yöntemleri Kappadokia’daki ile benzerlik göstermekte idi. Hatta Strabon’a göre, Komana Pontike Kappadokia’daki mabedin bir kopyasıydı. Tapınak kentinin, MS 2. yüzyılda“kutsal” sıfatıyla dokunulmazlık hakkı (asylia) elde etmiş olması, Ma kültünün ve tapınağın, Roma yönetimi nezdindede önemini koruduğunu gözler önüne sermektedir.

Pontus Kralı I. Pharnakes (MÖ 185-170) tarafından Kabeira (sonradan Neokaisareia) antik kent alanındaki Ameriakomopolis’inde (köy-şehir/kasaba) Friglerin Ay Tanrısı Men(Men Pharnakou) adına bir tapınak inşa ettirilmişti. Karadeniz Bölgesi için üçüncü bir tapınak devlet örneği olabileceği düşünülen bu yerleşim, günümüzde Tokat’ın Niksar İlçesi’nde konumlanmaktadır. Tapınak aynı zamanda Ay Tanrıçası Selene’nin tapınağı olarak da kullanılmıştır. Tanrı Men tapınımı zaman içinde Pontus Krallığı nezdinde oldukça önemli bir kült haline gelmiştir; öyle ki Pontus kralları göreve geliş yeminlerini dahi burada ediyorlardı. Amisos,Amaseia ve Pharnakeia kentlerinde de bu külte ilişkin izleri bulabilmekteyiz. Tapınağın bir deprem sonucu yıkılmış olması ihtimaller arasındadır.

Mısırlı bir tanrı olarak gösterilen Sarapis/Serapis kültü ise Karadeniz için ayrı bir önem taşımaktadır: Antik edebiyatçıların verdiği bilgiye göre, Mısır Kralı I. Ptolemaios Soter (MÖ367-283) gördüğü bir rüya uyarınca, Mısır’a yerleşmeye gelen Hellenler ile yerel halkı ortak bir inanç altında kaynaştırmak amacıyla Mısır’da yeni bir tapınak inşa etmeye karar vermişti.İşte bu sebeple Sinope’de bulunan Zeus Dis Tapınağı’ndaki heykeli büyük bir para ve hediyeler karşılığında satın alarak Aleksandreia’ya getirmiştir. Tanrıyı ise Sarapis/Serapis olarak adlandırmıştı. Bazı antik kaynaklarca Sinope’nin yerli tanrısı olarak gösterilen yeraltı tanrısı Sarapis/Serapis’e adanmış tapınak kalıntıları bugün Sinop Müzesi’nin bahçesinde görülebilmektedir. MÖ 4. yüzyılda inşa edildiği düşünülen tapınaktan ortaya çıkarılmış Sarapis/Serapis, Isis, Kore, Dionysos ve Herakles betimli pişmiş toprak adaklar ve diğer buluntular ise müze içinde sergilenmektedir. Ayrıca Amaseia’da bugün arkeolojik izlerine rastlanamayan bir Sarapaion/Serapaion’un (Sarapis/Serapis Tapınağı) varlığını gene antik kaynaklardan öğrenmekteyiz. Amisos,Diakopene ve Trapezous kentleri de tanrının tapınım görmüş olabileceği diğer yerleşimler olarak dikkat çekmektedir.

Karadeniz’de görülen Pers kökenli kültlerin en önemlilerinden biri de, birçok özelliği bünyesinde barındıran Mithras kültüdür: Hellenistik bir tanrı olarak ortaya çıkmış Mithras’ın, Hellenistik Dönemde Karadeniz’de egemen olan Mithridatesler’e adını verdiği zannedilmektedir ki eğer bu doğruysa, kültün bölgede gücünün ne derecede olabileceğine açık bir kanıttır. Roma’ya Kilikialı korsanlar aracığıyla gelmiş olan bu kült, bu dönemden itibaren Romalı askerler arasında bir gizem dini olarak yaygınlık kazanmış; Karadeniz’de bulunan bu askerlerin sayesinde de, bölgedeki varlığını sürdürmüştür. Özellikle Trapezous’ta kültün rağbet gördüğü, Tanrı’nın at üzerinde veya at ile birlikte tasvir edildiği, askeri niteliklerinin öne çıkarıldığı Roma Dönemi kent sikkelerinden anlaşılmaktadır.

Zeus ile eş görülen Ön Asya’nın Samikökenli halkların yerli koruyucu ve bereket tanrısı Baal Gazur, Kappadokia SatrabıI. Ariarathes Döneminde (MÖ 330-322)Gazioura kentinde önem kazanmıştır. Tanrı kent sikkelerinde kartal, buğday başağı ve üzümle birlikte betimlenmektedir. Yahudi inancının soyut tanrısı olarak bilinen ve tek tanrı inanışının öncüsü olarak görülen TeosHypsistos’a (En Yüce Tanrı) sunulmuş Roma Dönemi Hellence yazıtlı adaklar ise, hem Tanrı kültünün hem de Yahudi cemaatlerinin bölgedeki varlığına işaret etmektedir. Adakların bulunduğu başta Sinope olmak üzere Amastris ve Tios/Tieion kentleri, kült ve cemaat yayılımının gerçekleştiği alan hakında ipucu vermektedir.

SERAPİS hakkında bir çok teori öne sürülmüştür:

“İsis ve Osiris” isimli eserinde Plutarch, İskenderiye’de Serapeum’da bulunan devasa Serapis heykelinin kökeniyle ilgili olarak özetle şunları anlatmıştır; Ptolemy Soter, Mısır firavunu iken tuhaf bir rüyada devasa bir heykel görür. Bu heykel bir anda canlanarak firavuna kendisini bir an evvel İskenderiye’ye götürmesini emreder. Heykeli nerede bulacağını bilmeyen Ptolemy Soter, çaresizdir. Firavun rüyasını anlatırken Sosibius isminde bir seyyah yaklaşarak Sinop’ta böyle bir şey gördüğünü söyler. Firavun hemen Soteles ile Dionysius’u heykelin İskenderiye’ye getirilmesi için görevlendirir. Heykelin bulunması 3 yıl sürer. Firavunun elçileri onu çalarlar ve heykelin canlanarak limandaki bir gemiye bindiğini, Mısır’a doğru yolculuğa çıktığını söyleyerek hırsızlıklarını gizlerler. Mısır’a getirilince heykel iki inisiyenin önüne getirilir ve her ikisi de bu heykelin Serapis olduğunu söylerler. Rahipler daha sonra onun Plüton’a denk olduğunu ilan ederler. Bu çok önemli bir harekettir çünkü bu Serapis’te Yunanlılar ile Mısırlılar ortak bir tanrı bulmuşlardır.

Serapis kelimesinin kökenine dair en yaygın teori, onun bileşik Osiris-Apis kelimesinden geldiğini söyler. Bir zamanlar Mısırlılar ölülerin Ölüm Tanrısı Osiris’in doğasınca yutulduğuna inanırlardı. Doğanın maddi bedenine Apis denilirdi, ölüm sırasında bedenden kurtulan, ancak fiziksel yaşam boyunca cisimle iç içe geçmiş olan ruh ise Serapis’ti.

Serapis verilen tariflere göre uzun boylu, güçlü bir figürdür ve aynı anda hem erkeksi güce hem de kadınsı zarafete sahiptir. Yüzü düşünceli, neredeyse üzüntülü bir ifadeye sahiptir. Her zaman dökümlü kıyafetlerle resmedilir. İnisiyelere göre bunun nedeni androjen bir bedene sahip olmasıdır.

C.W. King, Serapis’in Brahmanik bir kökene ait olduğuna ve isminin Hindu Ölüm Tanrısı Yama’nın isimlerinden biri olan Ser-adah yani Sri-pa kelimesinin Yunanlaştırılmış bir hali olduğuna inanır. Serapis’in bir boğa cismi içinde Baküs tarafından Hindistan’dan Mısır’a sürüldüğüne dair bir efsane var olduğu için bu teori akla yatkındır. Hindu Gizemlerindeki önceliği de bu teoriyi destekler.

Serapis kelimesi için önerilen diğer anlamlar arasında şunlar vardır; “Kutsal Boğa”, “Güneş Boğa Burcunda”, “Osiris’in Ruhu”, “Kutsal Yılan” ve “Boğanın Dönüşü“. Son isim Kutsal Apis’in her 25 senede bir Nil sularında boğulması seremonisi ile ilgilidir.

İskenderiye Serapeum’daki ünlü Serapis heykeline daha önce Sinop’ta başka bir isimle tapınıldığına ve heykelin buradan İskenderiye’ye getirildiğine ilişkin hayli kanıt mevcuttur. Ayrıca Serapis’in Mısırlıların bilimsel ve felsefi güçlerini borçlu oldukları eski krallarından biri olduğuna dair bir teori daha vardır. Ölümünden sonra bu kral tanrı mertebesine yükseltilmiştir.

Yunanlı-Mısırlı Serapis’in (Mısır’da Asar-Hapi adıyla bilinir) kimliği nüfuz edilemez bir gizem perdesiyle örtülüdür. Bu tanrı, Mısır’ın gizli erginleme ritüellerinin bilinen bir figürü olmasına rağmen, onun doğasının sırrı sadece Serapis kültünün şartlarını yerine getirenlere ifşa edilmiştir. Dolayısıyla, büyük bir ihtimalle, inisiye rahipler dışında hiçbir Mısırlı onun gerçek karakterini bilmiyordu. Bugüne dek Serapis ritüelleri hakkında hiçbir orijinal metin bulunamamıştır; fakat tanrı ve onunla birlikte kullanılan semboller analiz edildiğinde bazı harici noktalar ortaya çıkar. Kıbrıs Kralı’na yapılan bir kehanette, Serapis kendini şu şekilde tanımlar;

“Sana göstereceğim nasıl bir tanrı olduğumu,

Yıldızlı gökler benim başım, deniz gövdemdir,

Yer ayaklarımı oluşturur, madenler kulaklarımdır,

Güneşin uzaklara eren parlak ışıkları benim gözlerimdir.”

.”[1] http://www.gnoxis.com/asar-hapi-gizemleri-51077.html

[2] M.Şakir ÜLKÜTAŞIR, Sinop Halkiyat ve Harsiyat. 23 Ağustoğ 1934 Sinop Gazetesi-Bir İnci Memleketim-Y.SARIKAYA

3-Manly P. Hall’un “Tüm çağların gizli öğretileri” kitabı( Özlem isimli yorumcumuzun bilgisi)

 
2 Yorum

Yazan: 16 Ocak 2015 in eski sinop

 

Etiketler:

AMAZONLAR

Amazonlar Karadeniz Bölgesine nereden geldi, kimdir bu Amazonlar? Bilinenlerin dışında bize yeni ufuklar açacak bilgilere bu kategoriden yakında ulaşacaksınız.

***    ****    ***   ****    ***    **** ****    ******     *******     *******     *******    ******

SİNOP VE AMAZONLAR(2)

Tarih sayfalarında, Amazon’larla ilgili birçok efsane yer almaktadır. Amazonların M.Ö. 2000 yıllarında, Anadolu sahillerinde yaşamış olduğu tahmin edilmektedir. Sinop Müzesinde, Amazonlara ait paralar ve Sinope başı heykeli sergilenmektedir. 1972 yılında, Gerze Tilkilik köyü Kabaağaç mahallesinde bulunan Amisos parası da müzededir. Gerze’den36 kmuzaklıkta ve denizden yüksekliği 1800- 2000m olan köyde Amisos parası bulunması dikkat çekicidir.

Kimdir bu Amazonlar? Amazonların varlığına, hem efsanelerde hem de tarihçilerin anlatımlarında rastlıyoruz. M.Ö. 2. yüzyılda yaşayan Skaymnos’un şiirlerinde,  Sinop adının SİNOPE isimli bir Amazon kraliçesinden aldığı işaret edilmektedir.

“Amazonlar yaşadı mı sorusuna bugün kuşku duymaksızın evet yanıtı verilebilmektedir. Söz konusu olan Amazonların izlerine yalnızca destanlarda değil tarih kitaplarında da rastlanır. İlk çağ insanlarından kalan eselerde Amazonlardan bir şeyler bulunur. Homeros, onların Truva savaşlarına katıldıklarını yazar. Heredetos, Diyotoros ve coğrafyacı Strabon da yazılarında Amazonlardan bahseder. Strabon, şimdiki Amisos’un ( Samsun) bulunduğu yerdeki Themiskyra’yı (Terme) Amazon’un en birinci arazisi olarak vurgular. Herakles ve Achilleus efsanelerinde de Amazonlardan söz edilir. Sokrates ve Platon Amazonların Atina’ya saldırdıklarını bir gerçeklik olarak kabul ederler. Mitolojide Amazonlar, mitoloji kahramanlarına denk savaşçı kadınlar olarak anılır. Edebi metinlerde Amazonların kuruluş yeri Sinop’tur.

Server Tanilli M.Ö. 3. 000 yıllarındaki Anadolu Hatti kabilelerinin dilleri ile Kafkasya dillerinin benzediğini ve kültürlerinin de çok noktada birbirlerine benzediğini kaydetmektedir. Şemseddin Günaltay proto- hattiler, Luviler, Huriler ve Kafkasların Hazar Denizi ötelerinden aynı zamanda batıya göçen gruplar olduğunu belirtmektedir. Bu görüşü destekleyen ve kabul eden başka tarihçiler de vardır. Altın post efsanesinde, altın postu aramaya giden Argonaut’ların Anadolu’nun kuzey doğusunda Amazonlara rastlamaları, Amazonlar efsanesinde aynı bölgenin Amazonların ana yurdu olarak gösterilmesi, Amazonların başkenti olarak gösterilen Themiskyra’nın aynı bölgede olması, Amazonların adıyla Kafkas dillerinden birinde “ay” anlamına gelen ‘maze’ kelimesi arasındaki benzerlik, gibi nedenler uzmanları böyle düşünmeye yöneltmiştir

İlkçağlarda 2.000’li yıllarda Amazonların tarih sahnesine çıktığı dönemde İzmir civarında Amazonların kurduğu söylenen devletin adı Aşuva’dır. Lidyalıların da atası olan Aşuva’lar, Kas- Abhazların bir koludur. Halen Anadolu’da ve Kafkasya’da, kendilerine Aşuva diyen insanlar yaşamaktadır. Kas- Abhaz Aşuva dilinde  “mzı”, ay anlamına gelmektedir. Article olan’a’ ile birlikte A mzı, Amzı biçiminde hala kullanılır. Ay adının mis, mıs biçiminde kullanıldığı da olur. Bazı şahıs isimlerinde de halen Dinamis, Feramis, Ramis kullanılır.  Amazonlar kendilerini ayın kızları olarak görmüşlerdir. Ana tanrıçanın hizmetkarıdırlar. Kendi dillerinde Amız, Amıs adını takmışlardır. Latinler daha sonra amız-on takarlar ve amazon olur. O çağda Samsun kentinin adı da aynı dilde Amıs’dır. Yunan etkisi ile Amisos’a dönüşmüştür.” [1]

Aşuwa dilinde “mzı” ay anlamına geliyor. Mis, miz, hecelerindeki “s, z’ nin” aktif olarak bu gün kadına ait olan kelimelerde yaşadığını görüyoruz. İngilizcede, mss, mrs bayana ait isimlerin başına getirilir. Amazonlar, mzı sözcüğünü ayın kızları için kullanırken, İngilizcede de mss biçiminde yine kadına özel kullanıldığını görüyoruz. Aşuva dilindeki “mzı”, yani ay sözcüğünün bu gün Sinop’ta yaşayan Abazalar tarafından kullanıp kullanılmadığını araştırdım. ERFELEK İncemeydan köyünde, 90 yaşındaki Selahattin DEĞER ile görüştüm, Abazaca ay kelimesi nedir diye sordum. Ay sözcüğünün Abaza dilinde “amıs” olarak telaffuz edildiğini söyledi. Bu kelime, o köyde ve diğer Abaza yerleşimlerinde ay olarak hala kullanılıyormuş.

Dünya kültürleri birbirinden etkileşiyor, kaynaşıyor ve öyle güzel uyum sergiliyor ki. Okyanus ötesinden gelen bir kültür, başka kıtalara uzak diyarlara taşınıveriyor. Kültür nereden gelirse gelsin insan aklı, işine yarayanı alıyor kullanıyor ve yaşatıyor. Aşuwa kültürünün, Sinowa ve Boyowa isimlerinde yaşadığı gibi.


[1] www/Antoloji.com/ Amazonlar, Ada Kültür Sanat Edebiyat Dergisi- Çeviren- Nurettin Taşçı

2- Y.SARIKAYA, Bir İnci Memleketim, s,53-55

 
Yorum yapın

Yazan: 09 Mart 2012 in eski sinop

 

Etiketler: ,