RSS

Kategori arşivi: KONUK YAZARLAR

BİR GÖÇ HİKAYESİ

22.03.2022- Seyfullah ÇALIŞKAN

AYRILIK, ÖLÜM VE TREN

İlk yolculuğuma bir eşeğin semerinde çıktım. Denk yapılmış yüklerin üzerine oturtulmuştum. Herkes ağlıyordu. Küçücüktüm, nedenini anlayamıyordum. Ortada ne ölen ne de cenaze vardı? Oysa bu ayrılık hem gidenler hem kalanlar için ölüm gibi bir şeymiş. Bir daha birbirlerini hiç görmediler. Büyüyünce öğrendim.

Abim eşeğin yularını çekip patikadan sürüyordu. Eşek ansızın durdu. Herkes sanki bir sesle irkilmiş gibi aynı anda durdu. Son bir kez yamaçtan aşağıya, köylerine baktılar. Hiç kimse bakışlarını gideceğimiz yöne çevirmeyi istemiyordu. Babam seslendi, “Yolumuz uzun, dedi. Hem gidelim hem ağlayalım.”


foto: muhacir göçü-gzt.com

Oğlana göz kulak olun dedi. Uyuyup kalırsa eşekten düşüverir. Başımıza iş açmayalım. Abim başıyla onayladı. Ona doğru baktı. Babam bakışlarını kayın ormanının yukarılarına doğru çevirmişti. Ağladığını görmemizi istemiyordu. Yola çıkanların hepsi birbirinden gizleyerek ağlıyordu. Herkes için hüzün yüklü bu başlangıç benim için çok eğlenceliydi. Ağlamayı bir oyunun içinde bırakıp unutuverdim.

Belli ki uyumuşum. Kendime geldiğimde bir tren kompartımanındaydım. Altımda bir giysi çıkısı vardı. Ne kadar yol gelmiştik. Kasabaya, istasyona ne zaman geldik? Nerede dinlenip soluklandık, hangi pınarlarda sular içildi. Hiç görmedim. Tren kalkacak demişlerdi. Amcam trenden inmeyi istemiyordu. Babamla sarılıp öylece kaldılar. Tren hareket etti. Amcam giden trenden aşağıya atladı. Bir daha onu hiç görmedik. Trenin altında kalıp can vermedi ama bunun ölümden bir farkı var sanki. Amcam kendi topraklarında babam göçmen geldiği bu ülkede ömrünü tamamlayıp göçüp gitti. Bir daha birbirlerini hiç görmediler. Çocuk yaştayken değil ama sonraki yaşadıklarımdan öğrendim. Bazen gitmek de kalmakta ölümüne bir ayrılıkmış.

Sirkeci Garı- Balkan göçü

Kalkıp etrafıma bakmak istedim. Trende dolaşmak, insanlara, pencerelerden dışarılara… Annem kucağına alıp sımsıkı sarıldı. Trenin makasları, bıçaklara varmış, dedi. Seni kıtır kıtır keserse ben ne yaparım? Küçük çocuklar annesinin kucağındayken hiçbir şeyden korkmazlar. O üzülmesin diye kucağına kıvrılıp uyudum. Ve bütün yaşamım boyunca annemin kucağında uyuduğum sıcacık tatlı uykuları arayıp durdum.

At arabalarına, traktörlere, otomobillere, otobüslere hatta vapurlara bindim. Ama en çok trenleri sevdim. Bacalarından kömür tozu kıvılcımları ve genzi yakan kapkara duman salan trenleri. Manisa’ya kadar en az dört istasyonda dururdu. Varsın dursun, tabakhaneye ok yetiştirecek halimiz yok ya. İnenler ayrı bir izlence, binenler ayrı. Manisa istasyonuna varınca biz inerdik ama devam edecek yolcular vagonlarında Alaşehir treni beklerlerdi. Simitçiler, tatlı satıcıları vagonları turlamaya başlardı. Köylüler satıcılardan hiçbir şey almazlardı. Onların çıkınlarında haşlanmış yumurtaları, börekleri falan vardı. Daha yolculuğun başında para harcamanın ne alemi var? Tren makas değiştirir. Soma ve Alaşehir trenlerinin yolcusu tek bir trene toplaşıp İzmir’e devam ederlerdi. Bana sorsanız Manisa’nın gidilecek en güzel yeri parkları, Muradiye Camii, Ağlayan Kaya, Nargile Kahveleri, Ayn-ı Ali falan değildir. Tren İstasyonu ve yanındaki küçük kahve hepsine bedeldir.

MART 2022- İzmir

 
Yorum yapın

Yazan: 22 Mart 2022 in KONUK YAZARLAR

 

Etiketler: , , , , , , , ,

TAŞ HAN

09.03.2022- Tayyip SANDALCI

Geçen hafta tedavi için gittiğim samsun dönüşü, Yaykıl’dan sonra, değirmen , deterjan fabrikası ve Sibal dan geçen eski yolu hatırladım birden, yaklaşık 10 yıldır geçmemiştim bu yoldan. Eski bir dostu ziyaret edecekmişim gibi duygulandım bir an için. Değirmen, Sibal derken virajdan sonra yolun altındaki Taş han düşüverdi belleğime.

Yanımdakilere dikkatli bakmalarını buralarda bi yerde bir harabenin olacağını, 60 lı yıllarda Gerze’den Sinop’a yaya gelirken hanın önünden geçtiğimizi söyledim, ne duymuş ne de görmüşlerdi beraberimdekiler. Yavaş bir şekilde bakınarak Kabalı kavşağına kadar geldik ama bir şey göremedik. Kavşakta rastladığımız koyunlarını otlatan 40-50 yaşlarındaki bir çobandan tam tarifi alıp döndük geri ve bulduk. Bitki örtüsü öyle bir kamufle etmiş ki yoldan fark edilebilmesi mümkün değil, çatıda ağaçlar büyümüş, her taraftan bitki örtüsüyle kaplanmıştı .

Ağaçların Fundalıkların arasından bağırıyordu sanki; “kurtarın, yaşatın beni, ne seyyahlar ne kervanlar ağırladım ben, Hint’den Çin’den Horasan dan biriktirdiğim anılarım var size anlatacak” diye feryad ediyor yıllardır, ama belli ki kimseye duyuramamış sesini.

Sinop’a gelinceye kadar , doğa tarihle ilgili belleğimi yokladım ve şunlar çıktı öne:

1984 de Londra’ya gitmiştim, ilk Londra’ya gidişim ve ilk yurt dışına çıkışımdı benim. Bir gün caddede yürürken uzaktan kulağıma gelen müzik sesi cezbetmişti beni, yaklaştığımda “Goven street deki tarihi tiyatro binasının onarım restorasyonu için kampanya” yazan kocaman bir pankart ve enstrümanları ile çalıp söyleyen genç bir grup, hepsi de öğrenci yaşında gençlerdi.

Daha sonra bankacı , Fransızca bilen , şimdi rahmetli olmuş bir abimin yaşadığı anektodu anımsadım, şöyle demişti: “ 70 li yıllarda gittiğim Paris Şanzelizede, sırtımı bir ağaca dayayıp gelene geçene bakarken, orta okul çağlarında bir çocuk bana geldi ve yüzüme bakarak :

mösyo mösyo eğer herkes senin gibi yaslansaydı bugün bu ağaç burada olmayabilirdi” deyince şaşırmış kalmıştım” dedi”.

Konuyla ilgili anımsadığım başka bir olay ise , çoğunuzun bildiği klasik bir yaşanmışlık. II. Dünya savaşında annesi ile vedalaşarak savaşa giden bir askeri pilota annenin verdiği öğüt:

oğlum tarihi eserlere , eski binalara dikkat et , onlara saygılı ol , bombalama’ der.

Önemini koruyarak günümüze kadar ulaşan bu kavram bize nasıl bir mesaj vermekteydi , ya da geçen 80 yılda biz ne kadar algıladık bu mesajı ?

Beyin bu ya , dinlemez seni bazen. Konudan konuya atlar kendince yargılar ,sorgular, eksik arar fazlayı görmez.

Bir süre evvel şehrimizin göbeğinde, hepimizin gözü önünde, şehre akciğer görevi yapacak olan bir meydanda tarihi eserlerin yok edilerek beton dolduruluşunu hep birlikte izledik, sadece sosyal medyada karşılıklı içimizi dökerek birbirimizi ağırladık. Ne bir STK ne de bir grub çıkıp biz bu projeyi istemiyoruz deyip direnemedi.

Ne bir STK ne de bir grup çıkıp , filan yerdeki tarihi binayı yaşatmak için bir eylem bir kampanya organize edip,

“amacımız bir bina değil , tarih kültür bilincinin yaşatılması , benimsetilmesi” demiyor. Halbuki birazcık doğa ve tarih sevgisi her şeyi kökten değiştirebilir

Bütün bunları zihnimden geçirerek eve gelince ilk işim, internetten Taş han la ilgili bilgi aramak oldu, 16. 17. YY Osmanlı yapı izlerini taşıdığını, Kültür Turizm Bakanlığı, Trabzon Kültür ve Tabiat varlıklarını koruma kurulunun 1988 yılında aldığı tescil kararı ile koruma altına alındığını görünce biraz rahatladım .

AMA ZAMANA KARŞI NE KADAR DAHA DAYANABİLECEK, SESİNİ NE ZAMAN DUYURABİLECEK..!

Tayyıp Sandalcı

28/02/2022

foto: Taş Han , Sinop Arkeoloji Müzesi Arşivi

Taş Han; Sinop’un Merkez İlçesi, Lala Köyü sınırları içerisinde yer almaktadır. Şehir içi ulaşım araçlarıyla ulaşım mümkündür.

Han, Osmanlı klasik döneminden kalmadır. Yapı otoyoldan düşük kodlu bir arazi üzerinde yola paralel olarak yükselir. Kırık çatılı baştan başa moloz taş ve yan duvarlarda bunların arasındaki yerler tuğla sıraları ile dikine konulmuş tuğlalarla inşa edilmiştir.

Giriş cephesindeki geniş yayvan geçme taşlı kemerli kapı bölümü kesme taştan özenle yapılmıştır. Bunun üzerinde kare boş bir kitabelik vardır. Ana ve ön bölüm olarak iki bölümde düzenlenen iç planlamada bölümleri birbirine kemerli bir geçişi olan duvar bağlar. Ana bölüm ön bölüme göre daha derindir.

Bu bölümde yan duvarlarda bir sıra halinde dizili küçük kare delikler ve bunların bağlandığı kanallar vardır. Bir tarihte yanmış olan ve girişin sağındaki ocak kalıntısından ilk bölümün insanlar için ayrıldığı sanılan yapının duvarlarında iki seviye halindeki ahşap kanallardan üstteki, tonozdaki kare deliklere bağlanmaktadır.

Duvarlardan birinde, bunların arasında yuvarlak kemerli bir pencere boşluğu vardır. Bu bölümün arka duvarı yer yer yıkılmıştır. Zemin toprak, örtü içten tonozludur. Yapı 16. yüzyıl Osmanlı hanı karakterindedir.

KAYNAK: http://www.haberkaos.com/sinop-tas-han/#

 

Etiketler: , , , , , ,

ESKİ HAMAM ESKİ TAS ESKİDEN HACIRAHMANLI

02.03.2022-Seyfullah ÇALIŞKAN

Ne zaman pazarda badem çağlası görsem ya da kara topatan kavunu… Küçük kasabam aklıma düşüverir. Çok bunaldığım akşamlar güneş henüz kavuşmadan demiryolu boyundan ishakçelebi’ye, yürürdüm. “Sen okudun de ne oldu? derlerdi. Ne değişti? Yine bizim gibi tarladasın. Lise mezunu olmak zaten okumak falan sayılmazdı. Ama anlatamazdım. Kasabamızın dışında kocaman bir dünya vardı. Milyonlarca yaşam bizimkine hiç benzemeden kendi yolunda akıp gidiyordu. Ben sadece bunu görmüştüm, yeni insanlar tanımıştım. Ama pamuk tarlasında felsefe yapmak, sosyolojik değerlendirmeler yapmak boşuna bir çabaydı. Hiç niyetlenmezdim. Bazı akşamlar kanal boyuna çıkardım. Oradan Saruhanlı’ya doğru yürürdüm. Koca kanalın etrafında kış ortasında papatyalar açardı. Şubata doğru mor, pembe ve kırmızı Manisa Anemonları… Kanalda birkaç parmak su olurdu. İçinde dibi çıktığı için atılmış kelterler, eski soba boruları, yırtık ayakkabı, terlik ve araba tekeri ölüleri. Yuvarlanmaktan top güllesi şeklini almış taşlar. Hastalıktan ölmüş tavuklar, aklınıza gelebilecek birbiriyle alakasız binlerce başka şey.

İnsan yaşamın sadece kendi payına düşen kadarını bilir. Kitaplarla, Google amcayla falan bir sorunum yok ama okuduklarımız yaşadıklarımız kadar gerçek değildir. Bazen hiçbir iz bırakmadan silinip gidiverirler. Bir resmin önüne kırk kişiyi dizilsin. Kırkıda başka bir şey görecektir. O küçük kasabada yaşananlar da herkeste başka bir anı, başka bir etki bırakmıştır.

Ben o küçük kasabada gözümü açtım. Çocukluğum, kanayan dizim, erik, badem çağlası çaldığım bağlar, düştüğüm ağaçlar, ayağıma batan dikenler hep o kasabadaydı. Dünyanın en güzel keşkeğini, en güzel zerdesini o kasabanın kadınları pişirebilirdi. O kasabanın okulunda bizi döverek terbiye eden, ama yine de en sevgi dolu öğretmenler çalışırdı. İstediği kadar vursun, yerimize otururken “ Acımadı ki derdik,” Kızaran ellerimizde sopanın izi akşama kadar kalsa bile hiç acımazdı ki:.. Ve kimse bizim gözümüzden yaş geldiğini göremezdi. Biz kız değildik. Erkek adam ağlamazdı. Çocuk olsa da bu hiçbir şeyi değiştirmezdi. O kasabanın erkekleri sadece sinemada gösterilen filmlerde ağlarlardı. Ve bunu film ara vermeden, ışıklar yanmadan önce bitirirlerdi.

Büyümek bütün çocukların en büyük tutkusudur. Büyüyünce hem güçlü olursun. Herkes senden korkar. Hem de cebinde paran olur. Nerden mi biliyorum? Harçlık isteyince babam elini cebine atıp bir yirmi beşlik çıkarırdı. Babam kasabanın en güçlü adamıydı. İlaç dolu tulumbayı akşama kadar sırtında taşır, yoruldum bile demezdi.

O kasabanın erkekleri tıpkı iklimi, havası, suyu, toprağı gibi kendine özgü büyürdü. Küçükken, örneğin ilkokuldayken kız ve erkek olarak bir ayrım yaşamazdık. Öğretmenimizin verdiği ödevleri birlikte yapar, küme ve grup çalışmaları için birbirimizin evine giderdik. Hiç kimsenin annesi, babası bize kız veya erkek gözüyle bakmazdı. Okul çocuğuyduk sonuçta. İlkokulun bittiği yaz kavun gibi, karpuz gibi, üzüm salkımları gibi üç ay içinde büyüverirdik. Kız arkadaş, hatta okul arkadaşı kavramı defterden siliniverirdi. Kız arkadaşlarımız bizden biraz daha önce serpilirler ama tam bir kadın görüntüsü de almazlardı. Yine de çok derin bir kız ve erkek cinsiyet ayrımı yaşamaya başlardı. Bu geçiş öylesine hızlı yaşanırdı, uyum sağlamak. Alışabilmek mümkün değildi. Kızlar artık bizimle oynamazlardı. Bir şey desek, yan baksak kızların kaşı çatılır, aksilenmeye, her söylediğimize çemkirmeye, öfkelenmeye başlarlardı. Pis, hayvan, köpek, eşek gibi kelimeler gerçek adımızın yerini alıverirdi. İnsan zamanla her şeye alışıyor. Biz de alışıverirdik. Bu öyle bir alışmak ki nüfusa gidip adını değiştiresin gelir. Bunun tek bir istisnası vardı. Komşu çocukları birbirlerine bu şekilde davranmazlardı. Çünkü okuldan dönünce aynı sokakta oynar, birlikte ekmek yer, su içerlerlerdi. Bunun adı da arkadaştan çok kardeş gibi bir şeydi.

İnsanoğlu kuş misali, bir gün o küçük kasabadan çıkıp bir yerlere gidiyorsun. Başka insanlar tanıyorsun. Ben de mevsime uydum. Manisa’da liseye başladım. Kızların kötü davranmasına o kadar alışmışız ki bütün kızlardan uzak duruyorum. Bir gün, üç gün beş gün… Bekliyorum ama ne hayvan diyen var, ne başka kötü söz söyleyen… Önceleri bir şeyler ters gidiyormuş gibi hissettim. Lisenin ilk günleri, belki ilk haftası falan… İşte ben tam bu ikilemi yaşarken zil çaldı. İçeri bir öğretmen girdi. Gözünü bana dikti. Bir hata mı yaptım diye ödüm koptu. Neyse yüzü gülüyordu. Sen, dedi. Sen Sarı kafalı… Bu günden itibaren bu sınıfın başkanısın. Öğretmen derse girmeden önce yoklamayı yapacaksın. Sınıf mevcudu yaklaşık kırk kişi. Yarısından fazlası kız öğrenci. Yoklama yaparken isimlerini okumaya korkuyorum. Üstelik çekinince yanlış telaffuz etmek, yanlış sesletmek gibi sıkıntılar oluyor. Her yanlış söylediğim isimde tepeden tırnağa kıpkırmızı kesiliyorum. Kan ter içinde kalıyorum. Bu durum en az on gün sürmüştür. O terler ve pancar gibi kızarmalar bana kasabamın hediyesiydi. Zamanla yitirdim, unuttum gitti. Çünkü ne pis bir delikanlıydım. Ne hayvan, ne eşek, Ne köpek.. Ortalama biriydim. Şimdiki gibi. Ördek gibi her gün yıkanmazdım ama kokacak kadar da beklemezdim. Pirüpak değilsem de pis sayılmazdım. Yemin billah söylüyorum bak, yalanım varsa iki gözüm önüme aksın.

Hiçbir zaman hiçbir konuda iddialı biri olmadım. En uzağa işemek, en zoru başarmak, en başarılı olmak, bir şeylerde birinci olmak bana hiçbir zaman çekici gelmemiştir. Belki beceriksizliğimden veya özgüven eksikliğimden falandır. Bunu değerlendirmek psikologların işi… İyi –kötü, güzel-çirkin, ölüm ve yaşam hep yanana yürür. Hiç biri arınmış ve saf haliyle yaşamın içinde yer alamaz. Hep bir alacalık halidir akıp giden. Ve gelecek olan… Biliyorum hiçbir şey değişmeyecek ama bir kez daha söylemek istiyorum. Ben yazar değilim. Birkaç kadehten sonra dili çözülen içki masası sakinlerinden biriyim. Sözün sırası bana düşerse anlatırım. Aklım Tilt masasındaki demir bilye gibidir. Sürekli konudan konuya sıçrar. Kendi duvarlarına, zemberekli kollara çarpıp seker ve başka bir yöne atılıverir.

O küçük kasabanın tarihini anlatmaya veya sosyolojik yapısını değerlendirmeye hiç niyetim yok. Benim büyüdüğüm kasaba kendisiyle aynı nüfusa sahip birçok yerleşim yerinden daha yaşanasıydı. Bunu tarafsız olarak söylüyorum. O yıllarda bu büyüklükte kasabaların hiç birinde sinema yoktu. Kooperatif falan kurulmamıştı. Tarımsal sulama ve koruma sistemi diğer kasabalardan daha iyi çalışıyordu. Her şey öyle güzel, öyle iyi, cennet gibiydi falan diyecek değilim. Her kasabada, her sokakta bir nalet, geçimsiz insan mutlaka bulunur. Aslında eski göçmen olup kendisini yerli sanan ve ötekilere muhacir diyen ve bunu aşağılamak için söyleyen insanlar vardı. Kendilerini asil ve soylu gören kibirli insanlar. Bunların aşağı sınıflarının içinde Yörükler de yer alırdı. Yörük kelimesini dağlı, görgüsüz, yabani anlamında kullanırlardı. Hepsini bir çuvala koyup bir çırpıda kenara atmak doğru olmaz ama Avcılar Kulübü sakinleri bu aristokrat geçinen insanların mekânıydı. Onlar Adalet parti kahvesine de gitmezlerdi. CHP kahvesine de… Birini aramıyorlarsa Tütüncüler derneğine de uğramazlardı. Kopuğun kahvesi kasabanın en köklü, en merkezde mekânıdır. Oraya da gitmezlerdi. Halka karışmak istemezlerdi. Tarlasında amele olarak çalışan adamla aynı kahvede oturup sohbet etmek hem zaman kaybı, hem de itibar kaybıdır. Bu aristokratlardan bir iki tanesi gençlik kulübüne gelirdi. Çünkü futbol pek laf dilemez, sınırlandırılamaz, ortak bir hastalıktır. Güvercin meraklıları gibi… Yine de oturup kalktıkları insanlara dikkat ederlerdi. Geçmiş zaman, çok ayrıntılı anımsamıyorum. Kendini yerli sanan bu eski göçmenler Muhacirlerden ve Yörüklerden kız almazlardı. Kaçmazsa eğer kızlarını da vermezlerdi elbette. Yedi kat yabancıya razı olurlar ama muhacir ve yürükler olmazdı.

Oysa düğünlerde ayrılmazdık biz. Şakir Aga kahvelerde okuntuya çıkar yediden yetmişe herkesi çağırırdı. Olmadı belediyeden anons edilirdi. Bütün kasabalı davetli, denilirdi. Keşkek mi yiyeceksin, zerde mi, etli nohut mu, kavurma mı? Kırk tabak yesen kimse ses etmezdi. İstersen al evine götür hane sahibi yüzünü bile eğmezdi. Kızları Zürefa Nene oyuna kaldırır, darbukacı İhsan Abla köçekle birlikte çalardı. Ahretlik komşu kızlar aynı basmadan entari giyerlerdi. Eltiler, ya da görümce ile yenge de aynı çiçekli basmadan şalvarlarıyla (don denir) oynarlardı. Nazlı nazlı, en kibarından… Sadece kızlar değil sağdıç erkekler de aynı renk gömlek ve pantolon diktirirlerdi… Terzi Sali’ye, Enver’e, Aydın’a ve Sami’ye…

Hacırahmanlı’yı hep anlat, yine anlat, sık sık anlat diyorlar. Tamam diyorum, en kısa zamanda falan… Elbette yalan söylüyorum. Ömrümün kırk yılını o kasabadan uzakta yaşadım. Ve hala da uzağım. Ve şu anda benim yazdıklarımı o kasabada yaşayan gençler okusa bin yıl öncesini anlattığımı düşünürler. Öyle bir kasaba hiçbir zaman var olmamış, biz bir rüyanın içinden yürüyüp geçmişiz sanki. İşte tam öyle bir zamanda akıp, anılarımızın kıyısına vurduk. Kimse bilmese, anımsamasa ve fark etmemiş olsa bile ben o kasabada büyüdüm. Deresindeki kurbağalara taş attım, dutluğundaki serçelere, asfalt boylarındaki saksağanlara. Hemen yüzünüzü düşürmeyin şimdi. Sapanla aram pek hoş değildi. Attığını denk getirecek kadar becerikli olmadım. Ben o kasabada büyüdüm. Okullarına gittim. Trenlerin hangi saatte geçeceğini, hangisinin durup hangisinin durmayacağını adım gibi bilirdim. Salı günü geçen asker trenleri gazete atar, sigara atardı. Beklerdim. Kumanyalarından çıkarıp attıkları barbunya pilaki hiç güzel değildi. Et konservesi de bir şeye benzemezdi. O yoksulluğumuza rağmen, yiyemezdik. Trenden atılan gazeteleri toplar çamların altına uzanıp saatlerce okurduk. Sonra da mübarek bir şeymiş gibi katlayıp cebimize saklardık. Gören isteyen falan olur. Elimizden uçup gitmesin.

Bunu daha önce de söylemiştim. Hacırahmanlı kasabasının en büyük derdi can sıkıntısıydı. Bazen bu can sıkıntısından sıyrılıp nefes almak için trene atlayıp Manisa’ya giderdik. Hiçbir işimiz, gücümüz olmadığı halde bir turu atıp dönerdik. Harçlığımız bir porsiyon köfteye de yetiyorsa değmeyin keyfimize. Can sıkıntısı ölümcüldür. Psikolojik sıkıntılara neden olur. Bence bu nedenle bütün Hasan’lar, bütün Sali’ler deli ya da çatlaktı. Şimdi düşünüyorum da bence bu çizgi dışı adamlara belediye maaşa bağlamalıydı. Onlar olmasa kanserden, kalp krizinden veya ecelden ölen olmazdı. Bizi içine düştüğümüz depresyon yer bitirir, öteki tarafa götürürdü. Çocuklar her zaman eğlenmenin, güzel vakit geçirmenin bir yolunu bulurlar. En azından yazın kanala giderler, yüzmek, gidip gelmek kocaman bir öğleden sonrayı göz açıp kapayıncaya kadar tüketiverirdi. O kadar yolu gitmişsin illa ki bir bağa girilir, birkaç salkım üzüm araklanır. Veya kavun çalınır. En azından bahçelerin birinde armut veya şeftali vardır. O da yoksa erikler ne güne duruyor? Bazen çocuklardan bezmiş ihtiyarlar bizi gözetleyip eriğe daldığımızda baskın yaparlardı. Kasabanın içine kadar peşimizden kovalardı. Eğer tanıdığı çocuklar varsa onları babalarına söylerlerdi. Akşam eve gidince ne olup bittiğini bile ANLAYAMADAN dayağımızı yer, gıkımızı bile çıkarmazdık. Babalar da haklı sonuçta . Çocuğunun terbiyesini ver, denmiştir. Vermeszsen biz verelim. İnsan içinde söylenince mahcup olmuştur. Utanmıştır ve ağırına gitmiştir. Ne yapsınlar. Çaresiz bilinen en eski yöntemi kullanıp babalık görevini yerine getirirlerdi.

Mart 2022

İzmir-Seyfullah

 
Yorum yapın

Yazan: 02 Mart 2022 in KONUK YAZARLAR

 

Etiketler: , , , , ,

BU BİR SİNOP HALKEVİ ETKİNLİĞİDİR

26.02.2022-Hamdi GÖKÇEN

Halkevi; Atatürk’ün önderliğinde kurulan TC Devletinin halkla kültürel bütünlüğü sürdürmek amacıyla;19 şubat 1932 tarihinde açılır.

Sinop THM Koro çalıştırıcısı ;Ferruh Güven; Ataları Rize Güvelioğulları sülalesinden 1900’lerde önce; İnebolu, daha sonra da Sinop’a iskan eden bir ailedir. Baba Muhsin Güven gençliğinde Sinop halk-evi bandosunda kısa süre bulunmuş, daha sonra Sinop Özel idaresinde çalışmaya başlamış, şef kadrosunda emekli olmuştur.

Ferruh Güven Radarda görevli Şefik Aktaş’tan bağlama dersleri alır. Daha sonra kendisini geliştiren Usta öğretici Ferruh Güven, sayısız öğrencinin yetişmesinin öncüsü olur. İlk çalıştırıcılığı Sinop Halkevinde başlayan Ferruh Güven benim de hocamdır. Bu yıllar en büyük etkinlik 1974 Barış Harekatında kendini gösterir. Savaş devam ederken cephedeki askere katkı amacıyla düzenlenen” Yavuz Gecesi” düzenlenir büyük coşkuyla düzenlenen etkinlik kente unutulmaz anılar arasında yerini alır.1960 başlayan THM sevdası bu güne değin aralıksız devam eden; Koro çalıştırıcısı: Ferruh Güven, ayrıca çeşitli resmi kuruluşlar da halk müziği koro çalışmaları organize eder. Müzik hayatının kentte kalıcı olmasını düşünen Ferruh Güven Belediye meclis üyesiyken 3 arkadaşıyla Belediyeye bağlı bir “konservatuvar kurulma” önerisi meclis tarafından kabul edilerek 1989 yılında konservatuvar kurulur.

Fotoğraf: koro şefi Ferruh Güven, kursiyer ile Sinop halk eğitimi merkezi/1972


 

 
Yorum yapın

Yazan: 26 Şubat 2022 in KONUK YAZARLAR

 

Etiketler: , , , , , , , , ,

Çetin Usta ve Bandırma Vapuru

24.02.2022- Hayrettin BOZKURT

1853, Osmanlı-Rus Deniz Savaşı sonrası yapılan Paris Antlaşması gereği;
” Osmanlı ve Rusya Karadeniz’de donanma bulundurmayacak, tersane kuramayacak”O gün, Sinop’un geleceği açısından, kader anıydı ve tersane kapatılmış, ustalar şehri terk etmişlerdi.
Yüzyıldan fazlaca bir süre, Sinop’ta gemi yapılmadı, yapacak usta yoktu.

Ta ki, Çetin Usta’ya kadar..

Sinop’ta, onlarca balıkçı teknesi yapan,
Çetin Usta; Mustafa Kemal ve maiyetindekileri Samsun’a taşıyan, Bandırma Vapuru’nu, birebir ölçüleriyle yaparak, Taşkınlar Gemi Sanayi Ticaret AŞ olarak, Samsun’a büyük bir eser bıraktı.

Bandırma Vapuru, Sinoplu Çetin Usta’nın eseridir, bizimdir…

Dünyanın çeşitli ülkelerinde yüzen, yapmış olduğu 80 gemiye, ek olarak Norveç’ten 16 adet savaş gemisi teklifi geldiğinde, Sinop’un efsane Usta’sı, ne yazık ki, gerekli desteği göremediği için üzüntüsünden kahretmişti..

Bugün, Sinop’ta, denizin sıfır noktasında halen bir tekne, gemi imalatı, üretimi yoksa, Sinop’ta yaşamanın anlamı nedir?

Konya, Kayseri, Kastamonu’dan farkımız nedir?

Çetin Usta; bu yüz yılda görebileceğimiz son Usta idi..

Sevgili Çetin Usta; bu kentin bu yüzyılına, imzanı attın..

Unutulmazlar arasında yerini aldın..

Müteşekkiriz!

Saygı ile..

Hayrettin Bozkurt 

 
1 Yorum

Yazan: 24 Şubat 2022 in KONUK YAZARLAR

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , ,

AKILLARDA PRANGALAR

21.02.2022-A.Yaşar SARIKAYA

İnsan, çok eski çağlarda birilerine üstünlük atfediyor, yüceleştiriyor, tanrılaştırıyor ve tapıyordu. Şimdilerde de şirketleri, parayı, malı, patronları, sözü geçenleri, siyasi kuruluşları ve liderleri de aynı şekilde yüceltmiyor mu, ne dersiniz?

Dünyada, iş sahibi olma endişesi, işten çıkarılma korkusu, yer, yurt, açlık yaşayanların çaresizliği geliyor aklıma. Küresel güç odakları, göz göre göre bu yaraları inadına kanatıyor ya.  Siyasi güçler de, halkı yönetmek için iktidar oluyor da iktidar olunca unutuyor ya. İnsanlar, günlerce, aylarca kapılarda bekletiliyor. Yüce bir gücün kapısında bekler gibi, eski çağlar hortlamış da geri gelmiş gibi. Her Allah’ın günü de “bu gün git yarın gel” cümlesini kullanıyorlar. Sorgulayanı da cezalandıran bir düzen içindeyiz. Eşit haklara sahip bireylerin yaşadığı, insanca yaşam sistemi kuran ülkeler de var kuşkusuz.

Yanlışların, tavanı delercesine pik yaptığını görünce, “Müslüman mahallesinde salyangoz satmak” sözü geliyor aklıma. Müslümanlığı dilden düşürmeyip, hem satıyor, hem alıyor, hem de afiyetle yiyorlar. Yine bir söz söyleyeceğim atalardan, tam da yeri gelmişken, “dam başında saksağan, vur beline kazmayı”. Atalar, sözleri boşa söylememişler. İşte sistem bu, uydum imama devam ediyor. Ya herkes, herkes ediyor mu,  ediyorlar mı ne dersiniz?

Kanunlar önünde her vatandaşın eşit olduğu bir yer düşlüyorum. Öncelikli olarak eğitim ve tarıma yatırım yapılan bir ülke.  Geçmişteki gibi, efsanevi tanrılara tapmayan, köleliğin olmadığı bir yer. Yer altı yer üstü kaynaklarının hakça değerlendirildiği, yabancıya avucun açılmadığı bir yer. Hz.Ömer’in adaleti gibi adaletin uygulandığı ülke; ne olur değmeyin bu güzel düşümün keyfine.

Diyorum ki, toplum mühendisliği ve siyaset kurumu,  akıllardaki prangaları kırmalı, zihinlerdeki leprayı yok etmeli ki, eski çağ tapınmaları yok olsun. Ama hastalık devam etsin de, insanları dilediğimiz gibi kullanalım diyen çok nedense. Bu da her zaman olduğu gibi getiri odaklarının işine yarıyor ve onları daha da palazlandırıyor.

Siyaset, izmler, sanayi, bilişim ve diğer tüm alanlarda da öyle değil mi? Varlıkları, akıllardaki prangaları kırmalı, yıkmalı, yok etmeliydi. İnsanın refah düzeyini ve bilinç potansiyelini arttırmalıydı. Her şey yerinde sayıyor demek isterdim, ama gittikçe geri gidiyor. Yöntemler yenilenmeyince, her an format atılan bir makineye dönüyorlar. Edilgen olan karşı duruş, sürekli kendini tekrar ediyor.

Toplum içi iletişimi, kültür alış verişini engelleyen gruplaşmalar, çıkar çevrelerinin işine yarıyor aslında. Toplumun, çok sesli müziğin armonisi gibi uyumu yakalamasından rahatsız olanlar var. Biz de gürültüden, bilgi kirliliğinden, kavgadan beslenenlere inat uyumu yakalamalıyız. Ah, birbirimizi küçümsemesek ya da büyüklenmesek de sorunların gerçek sebeplerine neşter atabilsek.

AKILLARDAN PRANGALAR

ZİHİNLERDEN LEPRA YOK OLSUN

 

Etiketler: , , , , , , , , , ,

Aman Bre Deryalar

16.02.2022- Melahat KONUK BOYACI

1970 li yılların başlarıydı. o yıllarda İstanbul Zeytinburnu’nda oturuyoruz. Komşularımız çoğunlukla Arnavutlar. Benim köyümde de mübadele ile Yunanistan’dan gelen komşularımız çok olduğundan Balkan Göçmenlerine karşı hep sempati duymuşuzdur. Burada da komşularımızla çok güzel ilişkilerimiz vardı.

O zamanlar evlerde su olayı yok. Genellikle mahalle çeşmelerinden alınırdı su. Ama Arnavutların oturdukları semtlerde evler genellikle bahçe içinde olurdu ve her bahçede ya kuyu ya tulumba bulunurdu. Çok çalışkan ve temiz insanlardı komşularımız. Mahallemizin berberiydi Arif Şentürk. Zaten iki tane berber dükkanı vardı rahmetli babamın gittiği. Birisi memleketlimiz Berber Hamit. geçen yıl kaybettiğimiz rahmetli Hamit Özkan amca. O biraz daha uzaktı bize. Diğeri de hemen bitişik komşumuz Arif abi, kızı İnci ile aynı okula giderdik. O benden bir iki yaş daha küçüktü.

Bu Arif abi çok güzel saz çalardı boş zamanlarında. Sazı dükkanının bir parçası gibiydi. Ya elinde ya da duvarda asılı olurdu. Televizyon adını yeni duyduğumuz zamanlardı. Görenler anlatıyordu biz de çok merak ediyorduk açıkçası. Bir gün okul dönüşü çocukların Arif abinin dükkanının önünde biriktiğini gördüm bende yanaştım. Dükkanın camında bir televizyon ekranda yüzme yarışları vardı. Olimpiyatlardı sanırım. İlk televizyonu orada gördüm. Aslında o yıllarda TRT nin gündüz yayınları yoktu büyük ihtimal yabancı yayınları gösteriyordu. Sonraları imkanı olanlar tek tük evlerine almaya başladılar. Telesafir dediğimiz televizyon misafirliği de böylece başlamış oldu. Arif abi bir müddet dükkanın camında biz mahallenin çocuklarına izlettirdi bu televizyonu. Konuşma özürlü bir kalfası vardı arada bizi kovalardı yalandan. Çok güzel günlerdi. Artık herkesin hayali evine bir televizyon alabilmekti. Tabi bizim de. Bir gün yine okuldan geldim, Annemde bir muzip gülümseme. Ne oldu dedim. Hiç bir şey dedi. Sonra üzerimi değiştirip oturma odasına geçtiğimde büyük sürprizle karşılaştım. Annemle babam bir televizyon almışlar. Allahım o gün akşam olmak bilmedi. Bir an önce açılsın istedim.

Aradan bir zaman geçti. Bu arada biz başka semte taşındık. Bizim yaş gurubu bilir Cumartesi akşamları müzik programları olurdu. O kuşakta “Bizden Size” diye bir müzik programı vardı. Zamanın ünlü sanatçıları çıkar arada amatörlere de yer verilirdi. Programları pür dikkat izliyoruz malum. Pat diye karşımıza Arif abi çıktı. Çok büyük heyecan ve şaşkınlık yaşadık. O gece ilk kez Aman Bre Deryalar diyerek tüm Türkiye’ye seslendi. Ve ondan sonra Rumeli’nin sesi oldu Arif abi. Ne zaman izlesem çocukluğumun o güzel yıllarını ve Arif abinin berber dükkanının camına adeta yapışarak televizyon izlediğimiz gelir aklıma. Umarım sağlığı iyidir. Daha çok türküler estirir Rumeli’den.

İki yıl önce yazmışım bu yazıyı.

Hakkın rahmetine kavuşmuş Arif Şentürk. Çok üzüldüm. Rumeli Türküleri öksüz kaldı. Mekanı cennet olsun. Sevenlerinin başı sağ olsun.

 
Yorum yapın

Yazan: 16 Şubat 2022 in KONUK YAZARLAR

 

Etiketler: , , , , , , ,

ANLATAMAYAN

12.02.2022-Seyfullah ÇALIŞKAN

Öyküleri fazla yormamak lazım. Onlar canı isteyince kendilerini anlatırlar. Kelimeleri küflü bir kova ile kuyudan su çeker gibi çıkarmak anlatıcıyı mutsuz eder. Tatsız, tuzsuz, bölük börçük bir kurgu içinde debelenip tükeniverir.

Bırdırcın zamanı o kasabaya incecik yağmurlarla gelir. Sonbahar sabırla bekleyen son ateş böceklerini yakıp yakıp söndürür. Yarısı kuru, yarısı çiğli ve ıslak istif dikenleri üzerinde. Gecenin içinde yanan fosforlu kuyruklarıyla sabaha kadar beklerler. Kış gelmeden, yazın son kırıntıları kırlardan silinmeden önce son bir sevişmeyi düşlerler.

O kasabanın bıldırcın mevsimini anlatmak benim harcım değil. Ben sadece palamutlar çaparalarda (çapari) görünmeye başladığında vaktin, saatin gelip çattığını biliyorum. Gecede ilk yankılanan ve ok gibi uzayan bir ses duyulur. Buna kimisi bıldırcın ebesi ötüyor der. Kimisi de kurbacı kuşu sesi bu… Ben o kasabanın doğma büyüme yerlisi değilim. Öyle olsa babamla geceleri bıldırcına çıkmış olurdum. Ada başından Korucuk altına kadar her otu, her ağacı her çalıyı adım adım bilirdim.

Yağmur çiseliyor bu akşam. Abalı çayırları cıvıl cıvıl kuş olacak. Sonrasını anlatmaya korkuyorum. Löküsler, algarlar ve yürekleri yerinden çıkacak kadar heyecan içinde insanlar kendi karanlığında kalsın. Bütün av hikayeleri boynu vurulan, kafası koparılan kuşlara çıkar. Konuyu değiştirecek mecalim de yok. Bıldırcınları anlatacak hevesim de… Bırakalım yiyecek artıkları birikmiş tabaklar masada kalsın. Yarısı içilmiş kadehler, devrilmiş tuzluk ve ezilmiş sigara izmaritleri de kendi halinde. Susarsak diyorum, susarsak bıldırcınların son çırpınışları ve çaresizlikleri silinir aklımdan belki.

 
Yorum yapın

Yazan: 12 Şubat 2022 in KONUK YAZARLAR

 

Etiketler: , , , , , , , , , ,

//ayşe’ce//

13.01.2022- Ayşe EKŞİ ELMACI

HEYBETLİ GÜR KAŞLI ATATÜRK BAKIŞLI DEDEM

Doğduğum ev Zeytinlik yolu diye geçerdi sokağım. Eski Rum eviydi, aslında yanındaki evin bir parçasıymış.1924’te Kavala Sarışaban’dan Türkiye’ye geldiklerinde, önce İstanbul oradan aktarma Sinop’a gelmişler. Boşalan Rum evlerine yerleştirilmişler. Dedem, babası, kardeşleri gelinler torunlar kalabalık olduğu için (şimdi Üçüncüoğullarına ait )yandaki evle beraber iki eve yerleşmişler.

Dedemin babası İstanbul’a gitme hayaliyle yandaki evi şimdiki sahipleri Hüseyin Üçüncüoğlu’na satıyor. Dedem eşi ve üç oğluyla doğduğum evde yaşadığı için bizim evi sattırmıyor. Nedendir bilinmez İstanbul’a da gidemiyor. Seyit Bilal caminin yan tarafında mezarları(Sanırım kaybolmuş hele son haliyle üzerine evler yapılmış)😞

Dedemi hayal meyal hatırlıyorum. Heybetli gür kaşlı Atatürk bakışlıydı. Bastonuyla bastığı yer titrer tahta döşemeler gıcırdardı. Evimiz kalabalıktı. İki elti, onbir çocuk. İki elti kardeş gibi geçinir , mutlu Mesut yaşanırdı. Yengem Nurlar içinde uyusun)doğa ana gibiydi ömrü adada geçerdi . Bütün otları tanır, hangisinin hangi hastalığa iyi geldiğini bilirdi. Ayhan abim balığa gider balıkçı tekneleriyle gece yarısı küfeyle balık getirirdi. Mantuz ocağı yakılır annem balıkları ayıklar, yıkar tuzlar bol maydanozlu soğan piyaz yapar, yengem ocakta ızgara başında büyük çocuklar Bora’nın fırından bi çuval ekmek alır, kapı ardına kadar açık kokuyu duyan gelir bi ekmek kapar, arasına balık soğan piyaz koyar kapı önüne çıkarlardı. Bazı geceler cümbüşü patlatırdık. Yengem tepsiden def yapar, abilerimden biri saz çalar bir diğeri kaşıklarla ritim tutar. Hep bir ağızdan şarkılar türküler söylenirdi.

Bu ev benim doğduğum ev yokluğun mutluluğa mani olamadığı , sevgi dolu bir evdi. Sokağım yağmurda çamurlu olurdu. Bilal abinin yarım yamalak ördüğü sürekli ürken duvarı. Sabah uyandığında anneme “kim yıktı bu duvarı “ diye soran söylene söylene yeniden örüp sabaha yine yıkılan bir duvar. Doğduğum ev zamana yenildi, iki katlı bir ev oldu. Bilal abinin duvarı da yok artık. Sokağımın adı bile değişmiş Yakamoz skk olmuş . ( fotoğraf için Zeynel Zeki Özcanoğlu’na teşekkürler) //ayşe’ce//

 
Yorum yapın

Yazan: 13 Ocak 2022 in KONUK YAZARLAR

 

Etiketler: , , , , , , , ,

//AYŞE’CE //

28.12.2021- Ayşe Ekşi ELMACI

Yazarımızın yazısına geçmeden önce, kültür değerlerinin insan üzerindeki etkisinin önemine değinmek istiyoruz. Örneğin ana çorbası gibi lezzetli bir çorbayı başka kim yapar ki. Çocukluğumuzun saklambaç, tıkıt, yakan top günlerinin tadını, nerede bulabiliriz ki. Nene ellerinin dokuduğu bezi ve üzerine göz nuru ile işlediği özenli nakışları ve o orijinal renkleri hangi fabrika üretebilir ki. Geçmiş geçmişte kalsa da, şimdi hafızalarımızda ???BİLKE

Altmışlarda çocuk olmak” // ayşe’ce//

Çocukluğumun anılarını oluşturan şeylerden biride çerçilerdir. Ananemin köyü merkez köy olmasına rağmen çok taşıt gelmezdi. Ancak şehre pazar kurulduğunda haftada iki kez koca kamyon gelirdi. Şehre inemeyenler için çerçiler gelirdi köylere ,bambaşka bir dünyaydı sanki at arabasına kurulan. İğneden ipliğe , çanaktan çömleğe. renk renk boncuklar , sakızlar ,küpeler, basması ,pazeni. Köyün meydanında konuşlanır bütün köyün kadınları genci yaşlısı toplanır, küçük bir panayır havası yaşanırdı.

Beni en çok paradan ziyade eski plastik eşyalarla ,eski yün giysilerin takasıydı. Eksik ne alınacaksa vereceği eski plastikler ve yünlü giysiler tartılır ona göre hesap yapılırdı. Beni mutlu eden şey sakızlar ve mavi boncuklu küpeler, bilekliklerdi. Ananem beni kıyısına alır, “seç bakalım ne istiyorsun” derdi. O zaman dünyanın en mutlu çocuğu ben olurdum. (Hala bi kokoşluk var bende demek o günlerden geliyor🙃.)

Genç kızlar çeyizleri için dantel ipleri, tığlar, kendilerine dallı güllü, allı morlu yemeniler alırlardı. Çerçi onca yolu tepmenin ve kazançlı bir günün tatlı yorgunluğuyla geldiği tozlu eğri büyrü yollardan geri dönerdi. Geriye köy meydanında çocukların annelerinin onlara aldığı incik boncukları gösterip hava atmaları. Büyükler dedikodularına devam etmeleri, genç kızları hayallerini kurdukları yuvanın etamine, dantele, oyalara nasıl yansıtacaklarının düşleriyle birbirleriyle şakalaşmalar kalırdı. O zamanlar çerçiler hayallere uzanan yolda, yolu gözlenendi. Altmışlarda çocuk olmak güzel şeydi…!

//ayşe’ce//

 
Yorum yapın

Yazan: 28 Aralık 2021 in KONUK YAZARLAR

 

Etiketler: , , , , , , , ,