RSS

Etiket arşivi: bilke

ÇAL EVLAT ÇAL

18.04.2024-Murat DEMİROCAK

Çal evlat çal …

Trabzon’u henüz Ruslar işgal etmeden önce 1912 yılında Maçka’da dünyaya geldi. Çocukken o zor işgalci dönemleri geçirdi. Daha sonra her Maçkalı’nın yaptığı gibi İstanbul’a, gurbete çalışmaya gitti. Kendi başına kemençe çalmayı öğrendi. Ancak çaldığı kemençe diğer kemençelerden başka bir ses çıkarıyordu.

Trabzon kültürünün ses haritası olan bu değerini bilmediğimiz insanın bazı türkülerinden örnekler vereyim size:

*Ben seni sevdiğimi

Dertliyim Kederliyim

*Asker ettiler beni

*Divane aşık gibi

*Menşure dedikleri

Hamiyet Yüceses bir gün İstanbul’daki evinden çıkar ve cadde boyu yürümeye başlar. Bir yorgancı dükkanının önünden geçerken kemençe sesi duyar; ancak bu, şimdiye kadar duyduğu kemençe seslerine hiç benzememektedir. Bu seste ayrı bir hava ve gizem vardır. Dükkanın önünde durur ve bir süre dinler. Daha sonra kapıyı açarak içeri girer; bir gencin elindedir kemençe. Genç onu görünce çalmayı sonlandırır ve ayağa kalkar.

“Buyurun; ne bakmıştınız?” der.

“Sizi dinlemek için içeri girdim. Rica etsem biraz daha çalar mısınız?”

Genç bu istek üzerine iskemleye oturur ve çalmaya devam eder.

“Böyle çalmayı kimden öğrendiniz?”

“Kimseden öğrenmedim. Kemençe çalmayı kendi kendime öğrendim.”

“Ama çok farklı çalıyorsun. Kemençeni radyoda çalmayı ister misin?”

“Tabii ki isterim; ama beni oraya alırlar mı?”

“Alırlar, alırlar!” deyip çantasından çıkardığı kağıda bir isim yazar ve ardından:

“Adını yazdığım bu beyefendiye git! O sana yardımcı olacaktır!” deyip dükkandan çıkar.

İşte bu adımla Türkiye’de ilk defa Türk halkı radyoda kemençe dinlemeye başlamıştır. Bunu başaran sanatçının ne yazık ki Maçka’da ne adı geçer ne de Maçkalılar bu sanatçıyı tanımak için çaba sarfeder!

Bu olay, sanatçı ve Türkiye için bir ilk olmuştu. Maçkalılar kıymetini bilmesek de “Maçkalı sanatçı” diye radyoda anons edildiğinden o zamanlar kıymetini bilenleri onurlandırmıştır..

Artık radyoda haftada bir gün yirmi dakikalık canlı yayına çıkıyor, daha sonra dükkanına geri dönüyordu. Bir gün dükkandayken iki görevli dükkandan içeri girerek:

“Maçkalı kemençe sanatçısına baktık; burada mı?” diye sorarlar.

“Evet benim! Buyurun, ne vardı?”

“Akşam sizi bir yere götürmek için görevlendirildik. Onun haberini vermeye geldik.”

“Nereye gideceğiz?”

“Onu şimdi söyleye”Bugün çok önemli bir gün! Ata’nın huzurunda horon oynayacağız! Bizim için çok önemli bir gece olacak!” dediğinde heyecanı biraz olsun yatışmıştı.meyiz; akşam sizi almaya geldiğimizde söyleriz. Ha unutmadan kemençeniz yanınızda olsun!” deyip dükkandan çıktılar.

Dedikleri gibi de oldu. Akşam onu alarak Beylerbeyi Sarayı’na doğru yola çıktılar. Saraydan içeri salona geldiklerinde karşılarındaki masada Mustafa Kemal Atatürk oturuyordu. Maçkalı sanatçı o manzara karşısında çok heyecanlandı; ne yapacağını şaşırmıştı! Ancak salonda bulunan Soldoy horon ekibini görünce biraz rahatlamıştı. Soldoy horon ekibinin şefi onu tanıyordu. Yanına gelerek:

“Bugün çok önemli bir gün! Ata’nın huzurunda horon oynayacağız! Bizim için çok önemli bir gece olacak!” dediğinde heyecanı biraz olsun yatışmıştı.

Artık bütün hazırlıklar bitmiş, kemençeden çıkan sesle horon başlamıştı. Salonda bulunan herkes Soldoy ekibini pür dikkat izliyordu. Horon sona erdiğinde salon alkışla inliyordu. Ekip yavaşça salondan çıkmış, Maçkalı sanatçı olduğu yerde kalmıştı. O da çıkmak için hazırlanırken görevlilerden biri “Sen otur!” anlamına gelen el işareti yapınca sandalyesine oturdu.

Artık gözü, ona el işareti yapan görevlideydi. Salon alkış seslerini sessizliğe bırakınca görevli “Çalabilirsin!” işaretini verdi. Üstat kemençenin teline dokununca konuşmalar susmuş, dikkatler onun üzerine dönmüştü. Birkaç Karadeniz türküsünden sonra o anda mısraların aklında sıraya girdiği ve kalben okuduğu dörtlüğü söyledi.

“Çal evlat çal! Karadeniz havaları, bizim milli havalarımızdır!” diye seslendi.

İşte bu tarihi olay, 1933 yılında gerçekleşti. Biz kendisini unuttuğumuz, hatırlamak için bir çaba içinde dahi olmadığımız, ancak Atatürk’ün bu sözlerle onurlandırdığı sanatçı, Maçka’nın yediveren güllerinden biri olan Maçkalı Hasan Tunç idi!

Bu sözler, Maçkalı Hasan Tunç’un sanat hayatı boyunca unutamadığı anıların başında gelmiştir. Bu olayla ilgili yazı, İstanbul radyosu arşivlerinde mevcuttur.

Kaynak: Yılmaz Tunç (Hasan Tunç’un oğlu)

 
Yorum yapın

Yazan: 18 Nisan 2024 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , , , , ,

fink nedir bilir misiniz?

13.04.2024-Mine Dönmez ÖLÇER

1950’lerin başıydı. Anamur’un dağ köylerinde ormanlardan geçimini sağlayan köylülere yasaklar getirilmişti. Orman alanı ve köylülerin kullanım alanları arasında belirsiz bir sınır vardı. Yıllardır geçimini orman ekonomisine bağlayan köylüler, artık keçilerini ormana sokamıyor, kıraç topraklarda tarıma zorlanıyordu.

Not: Aşağıdaki resim Fikret Otyam’ın Kara Çukur köyünde 1966 baharında çektiği bir fotoğraftır.

Ama onlara verilen topraklarda ne buğday, ne de arpa ekimi yapılabiliyordu.

Bu topraklarda sadece fink denilen yabanıl bir bitki ekilebiliyor, köylüler bolca bulunan bu ekini, hem kendileri hem de hayvanları için kullanıyorlardı.

Aç kalmamak için yıllarca topraklarına fink ekmek zorunda kaldılar. Aslında fink, öldürmeyen ama sakat bırakan siyah bir tohumdu. Ancak hayatta kalmak için insanlarının fink ile beslenmekten başka çareleri yoktu.

Fink ayak damarlarında çekilmeye, zaman içinde ayaklarda deformasyon ve sakatlanmalara yol açıyordu. Köylerde zamanla sakatlar çoğaldı ve topalların çoğunlukta olduğu köyler oluştu. Finkin etkisi genellikle kadınlarda görülmüyordu. Bu nedenle yıllarca kadınlar finkli yemekler pişirdi, erkekler de bu yemekleri yedi.

Sonraları insanlar finkin farkına vardı. Kadınlar yemek yaparken finki yemeklere sakatlık dozunu ayarlayarak daha az katmaya başladılar ama dozlar gene tutturulamadı, sakatlar çoğaldı. Hem hayvanlar hem de insanlar sakat kalıyordu.

İnsanlar finkle yaşamaya alışmış, zaman içinde kaderlerine boyun eğmişlerdi. Kendilerince faydalı bir yönünü de bulmuşlardı, sakat kalan erkekler iki yıllık askerlik görevine çürük çıkıp gitmiyor böylelikle köyde kalıyorlardı.

Finke direnenler içinse tek çare Anamur’a gidip zor şartlarda yeni bir hayat kurmak, ya da alınan fitrelerle geçinmeye çalışmaktı.

Bu durum ta ki, bir gazetecinin (Fikret Otyam) 1966 yılında Kara Çukur köyüne gelip, köylülerle ilgili bir yazı dizisi yapana dek devam etti.

Bazen insanlar içinde yaşadıkları duruma alışırlar ve onu hayatın vazgeçilmez bir parçası olarak kabul edip, onunla yaşamaya devam ederler.

Çevrelerine olağanüstü kötü şeyler oluyordur ama kanıksadıklarından farkına bile varmazlar. Tepki gösterenleri zorla sustururlar. Önce alay ederler, sonra kızarlar, sonra da gerekirse cezalandırırlar.

Durumun farkında olanlar için iki yol vardır. Birincisi çekip gitmek, tıpkı Kara Çukur köylüleri gibi başka yurtlarda dilenmek ve mutsuz yaşamlar edinmek, ikincisi ise kalıp mücadele etmek.

Ta ki diğerlerinin de yaşadıklarının kaderleri olmadığına inandırana dek.

Mine Dönmez Ölçer

 
Yorum yapın

Yazan: 13 Nisan 2024 in Bilinmeyenler, Haberler

 

Etiketler: , , , , , , ,

“BAYRAM” KELİMESİ ÜZERİNE

09.04.2024-Prof.Dr. Osman Fikri Sertkaya-TÜRK DİLİ MAYIS 2021 Yıl: 70 Sayı: 833

İslamlıktan Önceki Türklerde (Göktürk ve Uygurlarda) Bayram:
Göktürk ve Uygur metinlerinde “bayram mefhumu” Hint-İran dillerinden alınma rāma kelimesi ile karşılanmıştır. Sanskritçe rāma’nın anlamı “sevinç, neş’e, huzur, mutluluk, sükûn”dur.1

Bu kelime Sanskritçeden İran dillerine de geçmiştir. Sanskritçe rāma kelimesinin
sonundaki -a ünlüsü artikel ekidir. Kelime Türkçeye geçince bu -a eki düşer. Çünkü Türkçede artikelin karşılığı yoktur. Böylece kelime Türkçede rām şeklini alır. Daha sonraki Türkçe metinlerde baz-ram
veya bez-rem > bad-ram, d > y gelişmesi ile de bayram şekillerinde de görülecek olan kelimenin ikinci hecesi olan rām bu Sanskritçe kelimedir. Ancak Türkçede r- ünsüzü ile kelime de başlamadığı için rām
kelimesi Türkçede önüne a- protezini alarak arām şeklinde Türkçeleşmiştir.

Kelime, Göktürk metinlerinde görülmez. Eski Uygur Türkçesi metinlerine de çeviri metinler ile girer ve rām şeklinin yanında genellikle tarih kayıtlarında yıl adından sonra Türkçeleşmiş arām şekli ile kullanılır. arām ay / rām ay “yılın ilk ayı demektir”. 2

Örnekler: rām ay iki şık bugday, ikinti ay iki şık bugday. (Ch/U 7470 + Ch/U 6058, 4. satır); tavışgan yıl arām ay bir yangıka (USp 87/1); bu tavarnıng satıgı elig tas bözni arām ay içinde birür men (U 5264/4.-6. satırlar).
Eski Uygur Türkçesi metinlerinde takvimin ilk ayı olarak karşımıza çıkan arām /rām ayından önceki ayın, yani tamamlanmakta olan yılın 12. ayının Eski Uygur Türkçesi metinlerindeki adı ise “oruç ayı” anlamına
gelen çakşapat ay ~ çahşapat ay ~ çakşaput ay ~ çahşaput ay şekilleridir. Çakşapat kelimesinin kökü Sanskritçe şikşâpada kelimesine dayanıyor.
Budist olan eski Uygur Türkleri genellikle bugünkü şubat ayının son haftası ile mart ayının üç haftasında ay takvimine göre 28 gün güneşin doğması ile batması arasında herhangi bir şey yememiş ve içmemiştir. Bu eylemin adı İran dillerinde rōçag şeklindedir. Bu İranca kelimenin sonundaki -g ünsüzü
de Türkçe kelimelerin sonundaki -g ünsüzü gibi düşünce geriye kalan rōça şekli Farsçada kelime içerisindeki içerisinde ç sesinin z olması ile rōza şeklini olmıştır. Farsçadan geçerek Türkçenin edebî metinlerinde kullanılan rûze kelimesinin kökeni budur.
Farsça rōçag kelimesi Türkçeye geçerken Türkçede r- ünsüzü ile kelime başlamadığı için o- protezini (ön sesini) almış ve Oğuz Türkleri arasında *o-rûçag *o-ruça > o-ruç şeklinde gelişmiş ve bin yıldan beri de halk arasında oruç şeklinde kullanılmıştır.3

Müslüman Araplarda Bayram:
Türkçede kullanılan bayram kelimesinin karşılığı Arapçada عید ayn-ye-dal
harfleriyle yazılan ‘îd = ‘ıyd kelimesidir. Bu kelime Osmanlı Türkçesinde bu
şekilde kullanılmıştır. Ali Nihâd Tarlan hocamızın Eski Türk Edebiyatı derslerinde meşhur şairimiz Fuzuli’den zikrettiği aşağıdaki beyit şaheserdir:
Yılda bir kurbân keserler halk-ı âlem ‘ıyd üçün
Dem-be-dem sâat-be-sâat men senün kurbânınam

Ancak kelimenin Özbek ve Uygur Türkçeleri başta olmak üzere Türk dünyasında ‘îd yanında ‘ıyd / ‘ıyt, ‘ayt, hayt, hayit gibi şekillerde telaffuz edildiği, kişi adı ve soyadı olarak kullanıldığı görülmektedir. İki örnek verelim. 20. yüzyılın meşhur Özbek âlimi Baymirza Bey’in soyadı Hayit idi. 21. yüzyılın meşhur Uygur saz sanatkârının adı da Abdürahim Hayit’dir. 20. yüzyılda Türk dünyasının en meşhur yazarı Kırgız Türkü Çinggiz Aytmatov’un soyadının açılımını “Ayt (Bayram) – Mat (Muhammed) – Ov (oğlu)” yani “Cengiz Bayram Muhammed Oğlu” şeklinde yapanlar da vardır.
Bize Farsça üzerinden geçen iki İslami bayram vardır. Bunlardan şevval ayının ilk gününden başlayan ‘îdü’l-fıtr = ‘ıydü’l-fıtr adlı bayram ki Türkler bu bayrama Ramazan Bayramı, Şeker Bayramı, Şükr (?) Bayramı demişlerdir.
İkincisi ise kökeni Hazret-i İbrahim’e dayanan ‘îdü’l-adnâ = ‘ıydü’l-adnâ adlı bayramdır ki Türk halkı bu bayrama Kurban Bayramı adını vermiştir.

Sözlüklerdeki Değerlendirmeler

  1. “Bayram” kelimesi hakkında ilk beyan Wilhelm Radloff (1911)’a aittir. Versuch eines Wörterbuches der Türk-Dialecte, IV, 1119’da kelimenin Farsçadan
    Türkçeye geçtiğini söylemiştir. (Bk. Gerhard Doerfer, TMEN II, 813’deki bayram maddesinin sonu, s. 385).
  2. Artturi Kannisto (1925) FUF, 17, s. 1-264’te yayımladığı “Die tatarischen
    Lehnwörter im Wogulischen” adlı çalışmasında kelimenin Arapçadan Türkçeye geçtiğini söylemiştir. (bk. s. 236).
  3. Gerhard Doerfer (1965) Türkische und mongolische Elemente im Neupersischen, II, s. 823’de kelimenin Kâşgarlı Mahmud’un Dîvânü Lugati’t-Türk’ünde
    baḏram ve bayram şeklinde geçmesi dolayısıyla Türkçe saymış ve kelimenin
    Türkçeden Farsçaya geçtiğini ileri sürmüştür
 

Etiketler: , , , , , , ,

NEMMENKİ!

29.02.2024-A.Yaşar SARIKAYA

Türkçemize burun kıvıranları gördükçe, derleme yaparken karşılaştığım yaşlılar gelir aklıma. Doğurgan kök hecelerimizin üstadı olan eski insanlarımız.

-Gızzzz, Fadime nörüyon? Cümlesini duyunca, örgü ördüğünü sanmayın sakın. Ne örüyon, ne yapıyorsun anlamında kullanılır. Konuşurken hecelerin tınlaması ve vurguları müziksel olduğu gibi akıcıdır da. Örgü, şişle ilmek ilmek devam eder ve süreklilik arzeder. Bu gün kullandığımız “SÜRDÜRÜLEBİRLİK” sözcüğünü anımsatmıyor mu?

Bu kültürü yaşatan son kalan yaşlılar, birbirleri ile konuşurken “nasılsın” sorusuna “NEMMENKİ” diye cevap verirler. Sonra konuşma devam eder, konu konuyu açar, nemmenki biz anlamadan güme gider. Tekrar bu sözcüğün kullanımında, NE BİLEYİM anlamında olduğunu öğreniriz.

Dİvanü lûgati’t-Türk tercümesi-Abdullah Battal Taymas, kelimeyi açıklık getiriyor:

Söz varlığı, kullandıkça zenginleşir, yenilenir, güncellenir. Temel değerlerin kıymetini bilenler, değerlerine değer katarlar. Değer katanlardan olmak dileğiyle.

 
 

Etiketler: , , , , , , , , , ,

SİNOP’TA MANTAR ÜRETİMİ

21.02.2024-A.Yaşar SARIKAYA

1983-84 yıllarıydı. Rahmetli babam, emekli olduktan sonra boş zamanlarını üreterek değerlendirmek istedi. Tarım İl Müdürü ile görüştü ve evin bodrum katında kültür mantarı üretmeyi düşündü. Müdürlük, bir ziraat mühendisi görevlendirdi. Birlikte ortam hazırladılar ve ürün almaya başlandı. Kültür mantarı tüketimi, bu gün olduğu kadar yaygın değildi.

Her gün mantar yenilmez ki, hele de alerjiniz varsa kaşınacağınız kesin. Mantarları pazarlama ihtiyacı doğdu. Babam emekli ama biz hepimiz çalışıyoruz, hiç birimizin zamanı yok. İnternet ve sosyal medya yok. Bir süre buzlukta saklamaya çalıştık. Babam, sonra pes dedi ve projeyi sonlandırdı.

Bu güne gelirsek, Boyabat, Ayancık ilçelerinde kültür mantarı üreticiliği yapılıyor. İnternet üzerinden ve Sinop manavlarına pazarlayanlar var. Konu, üretim ve pazarlama ekibi olarak birlikte çalışmayı gerektiriyor. Yazma, konuşma, tavsiye aşamalarından bu seviyeye gelmesi sevindirici.

Pazarlama konusu, Sinop üreticileri ve kooperatifleri için en başta gelen sorunlardan. Profesyonellerin önerisi “KESİNLİKLE EKİP İŞİ” ve “DEVLET DESTEĞİ”. Finansal yardım, hibe desteği gerekmese bile, önünün kesilmemesi için, kurumların yanında olması gerekiyor.

Öğrencisi olduğu İlkokulda mantar yetiştiren bir Sinoplu’nun haberi:

Sinop Merkez Mertoğlu köyünde yaşayan Veli Gör, köydeki atıl okul binasında mantar üretimine başladı. Gör, ayda 3 ton istiridye mantarı üretiyor ve bütün köy halkı bu mantarı tüketiyor. Gör, büyümek ve daha iyisini elde etmek için sürekli çabalayacağını belirtti.

Sinop için üreten herkesi kutluyor, üretmek isteyenlere örnek olmasını diliyoruz.
 
Yorum yapın

Yazan: 21 Şubat 2024 in sinop tarım

 

Etiketler: , , , , , , , ,

KUTU KUTU PENSE

12.02.2024- Şafak Gündüz SARIKAYA

“Kutu kutu pense, elmamı yerse,

Arkadaşım Meltem, arkasını dönse!”

Efendim aklıma takıldı, çocukken oynadığımız kutu kutu pense oyunundaki saçma tekerlemenin, Fransızca’dan fonetik olarak alındığı ve gerçek anlamının “dinle, dinle, düşün olduğu (ecoutez ecoutez penzes)” belirtiliyordu.

Keşke düşünme ve dinleme çocukken aşılansa diye de devam ediyordu. Penselerin kutunun içinde ne işi vardı sahiden, ya da bundan çocuklara ne diyen olabilirdi.

Ama tek bir kaynak yerine ikinci bir kaynağa bakınca (ekşi sözlük, ekşi şeyler), bu ifadelerin doğru olmadığını işin aslının ta 1938’lere dayandığını da iddia ediyorlar. Ring a ring roses adlı bir İngiliz çocuk oyunu Çekçe “kolo kolo mlynsky” olarak oynanmış ve 1938’de Naziler o zamanki Çekoslavakya’yı işgal edince ülkeden kaçan çok sayıda Çek Orient Express ile İstanbul’a sığınmış ve savaş bitince ülkelerine dönmüşler.

Cumhuriyetin ilk dönemlerinde Milli Eğitim Bakanlığı yapmış Hasan Ali Yücel, Türkiye’ye sığınan Çekoslavakyalı öğrencileri ziyaret ettiğinde, Çek öğrencilerin bu oyununu görüp çok beğenmiş, daha sonra bu oyun anlamsız cümlelerle Türkçeleştirilip müfredata eklenmiş ve bütün okullarda oynanmış.

İnanın hangisi doğru bilmiyorum, çocukken oynarken sadece oynuyorduk. Yoksa “ördek suya daldı, zil çaldı, Fatma okula geç kaldı” da bir yerden alındı.

Ama Fransızcası da iyiymiş.

İki kez dinle bir kez düşün.

Ecoutez ecoutez pensez!

https://onedio.com/haber/beynimiz-piril-piril-oldu-iste-kutu-kutu-pense-tekerlemesinin-kaynagi-ve-oyunun-kokeni-814034

ŞGS

 

Etiketler: , , , , , , , ,

TÜRKLERDE BALIKÇILIK KÜLTÜRÜ

07.02.2024- A. Yaşar SARIKAYA

İnsanlar, hangi coğrafyada olursa olsun, ihtiyaçlarını karşılamak için aynı adımları izlerler. Bu bilimsel gerçeklik penceresinden bakıldığında, farklılıkların varlığı da, bilimsel boyut kazanır. Yaşamı devam ettirmek temelli, birincil gereksinimlerin karşılanması ile başlayan süreç, toplu yaşama bilincini kazanma ile devam eder. Devinimi, zaman ekseninde gözlemek, toplumda YÖNETİM gücünün aktif olarak işlediğini ortaya koyar.

Önce küçük topluluklar içinde en güçlüye boyun eğme ve tabi olma başlar. Sonra dünya genelinde en güçlünün ülkeler üzerindeki hakimiyeti devreye girer. Dayatılan kültür benimsenir ve kabullenilir. Kültürle ne alakalı diyen çıkacaktır mutlaka. Fakat, sömürge devletlerin kendi dilleri vardır, konuşur- okur- yazarlar. Yine de, sömürgeci devletin dilini konuşma zorunluluğundan, kendi kültürleri yok oluverir. Geçmişe dönük yazılı kaynak bırakmadılar ise, kültür varlığı kanıtlanamaz. Yazının icadından önce yaşayan uygarlıklara da, neden yazılı kaynak bırakmadı demek uygun olmayacaktır.

Aktif ticaret kültürü olan coğrafyalarda, alış veriş için gerekli olan sayı ve simgeler geliştirilmiştir. Getirinin gücünü kontrol etmek ve düzen sağlamak amacıyla başarılan kültür, belgelerle günümüze taşınmıştır. Akad, Sümer kültürü belgelerinde bu örnekleri görebiliyoruz. Aynı tarihlerde, Amerika kıtası, Asya kıtası, Avrupa kıtası, Afrika kıtasında yaşayan topluluklar bu konuda ne yapıyordu? Belgeler toprak altında, kurganlarda mı, yoksa bu insanlar Homosapiens dönemine geçmediler mi sorusu insanın aklına geliyor. Kültürleri küçümsemek, büyütmek ya da yarıştırmak yerine bilimsel karşılaştırma yolu daha doğru olacaktır. Gelelim Türklerde BALIKÇILIK konusuna.

Türklerde balıkçılık konusu konuşulduğunda; “Türkler ne anlar balıkçılıktan, onlar hayvan çobanlığından anlar ancak” yorumları ile çok karşılaşırız. İnsanlar, hangi renk, hangi din, hangi dili konuşursa konuşsunlar göl kenarında yaşıyorsa tatlı su balığı kültürü; deniz kenarında yaşıyorsa deniz balıkçılığı kültürü kazanmıştır. Varoluşun gerekliliği doğal olarak böyle bir süreç izler. Yazı, icat edilmeden önce de balıkçılık kesinlikle yapılmıştır.

Türklerin kendi yöntemleri ile avladığı yayın balığı, Flotwell nasıl yakaladıklarını raporda açıklıyor

Doğduğum ama sadece 8 ay yaşadığım köye 1893 yılında araştırmaya gelen FLOTWEEL’İN, Kızılırmak Deltası Araştırmasına ulaştım. Türklerde Balıkçılık konusunu belgeliyordu. Almanca çeviriden faydalandığım çalışma raporundan bir bölüm sunuyorum:

“Misafirperver Qula (Kula) köyündeki (Delice ırmağı)Dee Liidschbe-Yrmaq’ın ağzında, Kızıl-Irmak yolunu takip eden ve kıyısında bir kaya mezarı bulan Miircker ve Kannenberg ile tanıştık. Bölgedeki tüm köyler gibi, Qula köyü de çiftçilikle geçiniyor. ” I dooh iet ee im” 40 devesi var ve tahıllarını Kanghry(Çankırı) ve Cüzgad’a(Yozgat) satıyor.

Türklerin bu bölgede balık avlamadığı yönündeki yaygın görüş tamamen çürütülmüştür. Biz balık tutmaktan söz eder etmez, biz Avrupa olta takımımızla avlanmayı boş yere beklerken, çiftçiler aynı kalın iplere dövme demirden olta fenerlerini taktılar ve çabucak iki güçlü yayın balığı yakaladılar. Türk’ün sağlık nedenlerinden dolayı yaz aylarında sağlık sorunu yaşamadığı haberi yaygın olabilir. Akarsulara kıyıdan giren nehirlerde büyük çapta balık avının ancak ilkbaharda yapıldığı doğrudur.”-JUSTUS PERTHES COĞRAFİ ENSTİTÜSÜ. PROF. DR.A. SUP AN. :Erı-iinzonı-shand XXIV (DeR 110-114). FLOTWEEL-1893

Doğduğum köye giden Flotwell, bu gün hala anlatmak için çırpındığım konular hakkında araştırma yapmış. Araştırma ekibine saygıyla. Tüm araştırma yapan, toplum için bilimsel çalışmalara imza atan herkese teşekkürlerimle.

 
 

Etiketler: , , , , , , , , , , ,

1500 YILLARI BOYABAT ÇEVRESİNE İSKAN EDİLEN GÖÇERLER

06.01.2024-A. Yaşar SARIKAYA- ARAŞTIRMA

Belgelemede, en çok sıkıntı çektiğimiz, GÖÇERLERİN İSKANI VE YERLEŞİMLERİ konusudur. Yüzlerce yıl önce, elverişsiz koşullarda, dağlarda, yaylalarda yaşam kavgası verenler; türküsüne, el sanatlarına, değerlerine sahip çıkmışlardı. Ezberlerden uzak, yaparak yaşayarak, doğa ile iç içe ve doğa dostu olarak.

İşlemeli ağaç kapıların güzelliği, oymalardaki detaylar gibi diğer yadsınamaz sanat eserleri, onların emeklerini günümüze taşımıştır. Korunanların yanında, kaybolanlar için üzülmemek elde değildir. Yılların göç yorgunluğunu taşıyanlar, modern çağda tekrar göç yaşamaktadırlar. Bu göç, aile geçimini sağlamak temelindedir, kültürlerini unutmaya kapı aralamıştır. Hayatının planını kendileri yapanlar; artık planlanmış, kurgulanmış, başı ve sonu ölçülüp biçilmiş yaşam alanında kurgunun bir parçası olmuştur. Dikkat çekmek ve farkındalık yaratmak için çabalıyoruz.

Yeri geldikçe, unutulmasın diye belgeleri paylaşıyoruz. Y.HALAÇOĞLU’ nun kitabından 1500 yıllarında Boyabat çevresine iskan edilen göçerlerin kayıtları:

 

Etiketler: , , , , , , ,

18 MAYIS 1919 İÇİN DAVUL ÇALIYORUZ DUYUN!

03.01.2024- Ayşe Yaşar SARIKAYA

Elimizde Emin ve Kemal Amca’nın çaldığı davul yok. Evet, yok ama on yıldır biz bir davul çalıyoruz, 18 MAYIS 1919 diye. Tellal olduk söyleye söyleye, çok yorulduk yaza, yaza. Duyan duydu, duymayanlar da duysun diye çalıp duruyoruz aynı davulu. Duysun herkes, bu özel bir gündür. Anısına, Sinop’a KURTULUŞ ANITI dikelim. Nerede şehit oldu bilinmeyen, mezarları bile olmayanlar anısına. Sarıkamış’ta donanlar,  Çanakkale’de, Kafkaslarda, Balkanlarda, Trablusgarp’ta, Yemen’de ve diğer cephelerde kahramanca ölen isimsizler anısına.

Sinop, nüfus oranına göre Türkiye’de en fazla şehit veren iller arasındadır.  İnebolu sahilinden başlayıp, Kastamonu ve Çankırı üzerinden Ankara’ya uzanan, Kurtuluş Savaşı boyunca İnebolu’ya deniz yoluyla gelen cephanelerin kağnılarla cepheye ulaştırılmasında kullanılan yol İSTİKLAL YOLU’ dur. Sinop’tan İnebolu’ya akın, akın asker sevk edildiği zamanlardır.

Bilindiği gibi, o zamanlar, nüfus yoğunluğu köylerdedir. Köylerde, saban sürülür, ekinler ekilir, orakla biçilir, buğday değirmende öğütülür.  Atatürk’ün tanımıyla “KÖYLÜ MİLLETİN EFENDİSİDİR”. Yıl 1835,  BOA Sinop ve köyleri nüfus kayıtlarını araştırdığımda, Sinop köylerinden, 12- 13- 15 yaşında askere giden çok çocuk olduğunu gördüm. Bu çocuklar ve bu çocukları özlemle bekleyen analar, hepsi yüreklerinde hasret ateşiyle ebediyete göçüp gittiler. O analar için, ölene kadar asker babasının yolunu gözleyen anneannem gibi özlemle gözü açık gidenler için, değer bilmeliyiz.  Birlik olmalı ve KURTULUŞ ANITI dikmeliyiz Sinop’a.  

Fenerbahçe ve Galatasaray kupa finalinde tek yürek olduğumuz gibi, yine tek yürek olalım.  Ayrı gayrı demeden hep birlikte el ele. Değer bilmeliyiz, unutturanlara, unutanlara hatırlatmalıyız. Çocuklarımıza, torunlarımıza, gençlerimize kanıt bırakmalıyız. Bürnük’ten, Sakarabaşı’na, Samsun sınırından, Kastamonu sınırına; en yüksek köyden kent merkezine, yaşayan herkes dedeleri anısına anıtı görmeye gelsinler.

Faruk Nafiz ÇAMLIBEL’İN Han duvarında gördüğü dörtlük gibi, onlar da dedelerinin isimlerini bulsunlar anıtta. Ne yazıyordu şair, HAN DUVARLARI şiirinde;

………….

Raslamıştım duvarda bir şair arkadaşa;   

    “On yıl var ayrıyım Kınadağı’ndan   

      Baba ocağından yar kucağından   

      Bir çiçek dermeden sevgi bağından   

      Huduttan hududa atılmışım ben”   

    Altında da bir tarih: Sekiz mart otuz yedi…

    Gözüm imza yerinde başka ad görmedi.   

    Artık bahtın açıktır, uzun etme, arkadaş!

    Ne hudut kaldı bugün, ne askerlik, ne savaş;   

    Araya gitti diye içlenme baharına,   

    Huduttan götürdüğün şan yetişir yârına!…F.N. ÇAMLIBEL

Şiir de kanıtlıyor, yıllarca hudutta askerlik yapanları. Nice kahramanlar can verdi bu yurt için, özgürlük için; Çünkü KAYITSIZ ŞARTSIZ EGEMENLİK MİLLETİN. 

Sinoplular, hep birlikte 18 MAYIS 1919’a sahip çıkmalı; Valilik, Belediye ve tüm halk bunu birlikte başarmalıyız. 

O gün ile ilgili kaynakları eklediğimiz dilekçeyi Belediye Başkanımıza yıllar öncesinde sunmuştuk. Başkan Yardımcısı Sayın Bülent OKTAY, son iki başkan dönemindeki çabalarımızın en yakın gözlemcisidir. BİLKE Sitemizde yazı olarak tekrarlarla yayınladık. Dernek olarak, 18 MAYIS 1919 ANISINA BİLKE HALKBİLİM ÖDÜLLERİ düzenleyerek farkındalık yaratmak istedik. 

Anlatamadığımızı, kaynaklar ışığında okurlarla tekrar paylaşalım ve bu sessiz davulu yeniden çalalım diyoruz. Belgelerle 18 MAYIS 1919 günü: 

” Ergun HİÇYILMAZ-İsyan Adımdır Benim” kitabında diyor ki”;

 “Bandırma Vapuru’nun hareket halinde olduğu tarihte İngilizler 100 kadar asker ve harp malzemesini Samsun’a çıkarmıştı (17 Mayıs 1919). Bandırma Vapuru önce Sinop’a gelmiş ve Samsun’a karayolu ile geçilmesinin imkanı aranmıştı (18 Mayıs). Ancak güvenlik sebebiyle tekrar vapura dönülecek ve Bandırma, Samsun’a müteveccihen demir atacaktı.”

M.Şakir ÜLKÜTAŞIR, Türk Kültürü 5. cilt , sayfa: 30’da diyor ki;

“17 Mayıs 1919 Cumartesi sabahı İnebolu’ya varıldı. Fakat Mustafa Kemal kasabaya çıkmadı. 18 Mayıs Pazar günü öğle vakti Sinop limanına giren gemi, alelusul pratika verdikten biraz sonra, Mustafa Kemal şehre çıktı ve burada Sinop’un ileri gelenleriyle görüştü. Sinop’ta Pontus Cemiyetinin bir şubesi vardı. Başlarında Eczacı Vasil bulunuyordu. Paşa bunların faaliyeti hakkında malumat aldı. Konuşmalar sırasında müstakbel bir mukavemet için,  huzurundakileri uyarıcı bazı sözler de söyledi. Çok heyecanlı idi. Bir an evvel Samsun’a varmak istiyordu. Akşam saat 20 den sonra Sinop limanından demir alan, yani kalkan Bandırma vapuru, Gerze ve Bafra sahilleri boyunca Samsun’a doğru ağır ağır ilerlemeye başladı. Bütün gece seyrine devam etti. Mustafa Kemal, gemide iki gece hiç uyumamıştı. Üstelik pek az şey yemiş ve mutadı veçhile mütemadiyen sigara içmişti.”

 F.Rıfkı ATAY-ATATÜRK’ÜN BANA ANLATTIKLARI 1914-1919 kitabı sayfa, 141-142 diyor ki;

…………….Beynimden bir şimşek geçti: Tutabilirler, sürebilirler, fakat öldürmek! Bunun için beni Karadeniz’in coşkun dalgalan arasında yakalamak lazımdır. Bu ihtimal mantıki idi. Ancak artık benim için yakalanmak, hapsolmak, nefyolma, (sürülmek) düşündüklerimi yapmaktan menedilmek, hepsi ölmekle müsavi idi. Hemen karar verdim, otomobile atlayarak Galata rıhtımına geldim. Baktım ki rıhtıma yanaşmış olacağını sandığım vapur, uzaklardadır. Sandallarla vapura gittik. Kaptana yola çıkmak için emir verdimse de Kızkulesi açıklarında muayeneye tabi tutulduk. Birkaç ecnebi zabit ve askeri bizi yoklayacaklardı. Muayene uzayıp gitti. Gelip gidildiğine göre acaba bunlarla şehirdekiler arasında bir muhabere mi vardı? Maksat beni tevkif etmekse, bütün bu şeylere lüzum yoktu, sıkılıyordum. Bir kararsızlık da olabilir, diye düşündüm. Bundan istifade edebilmek için kaptana hareket hazırlıklarını çabuklaştırmasını söyledim. “Yirmi yedi yıllık ihtiyar kaptan demir aldırmaya başladı. Ben kaptan yerinde idim. Zabit ve askerler dışarı çıktılar. Hareket ettik. Karadeniz boğazından çıkarken, kaptana tehlikeli ihtimalleri anlattım. Cevap verdi:

“- Ne aksi, dedi, bu denizi pek iyi tanımam, pusu!amız da biraz bozuk… “

Mümkün olduğu kadar kıyılan takip etmesini tavsiye ettim. Çünkü bundan sonra benim tek istediğim, Anadolu’nun bir kara parçasına ayak basmaktan ibaretti. “Sahili takip ede ede evvela Sinop’a geldik. Kasabaya çıktım. Oradakilerle görüşerek, Samsun’a kolaylıkla gidilebilecek yol olup olmadığını soruşturdum. Maatteessüf yokmuş! Çok zorluk çekecek ve günlerce yollarda kalacaktık. Bilmem neden, Samsun’ a bir an evvel ayak basmak için o kadar acele ediyordum ki zaman kaybetmektense tehlikeye göğüs germeyi tercih ettim. “Tekrar Bandırma vapuruna bindik. Aynı tertipte seyahat ederek, nihayet Samsun Limanı’na vardık! “

Atatürk’ün F. Rıfkı ATAY’A yazdırdığı notlar, bu güne kaynak olsun, geleceğe kaynak olsun ve değer bilinsin umuduyla tekrar yayınlıyoruz. Bir İnci Memleketim kitabımda konu yer almaktadır. O günlerin kıymetini herkes bilsin diye; duymazdan gelenlere, popüler siyasetin etkisinde kalanlara anlatmak amacıyla yazıyoruz. CUMHURİYET bize Atatürk ve silah arkadaşlarının, isimleri unutulmuş, kuytularda, köşelerde vatanı için can verenlerin emanetidir, sahip çıkalım.

Sevilen dahiliye doktorumuz Sayın Burhan ŞENDİL, Atatürk’ün 18 Mayıs günü Sinop’a geldiğinde yaşananları kaynak kişilerden dinleyenlerden. BİLKE HALK ANKETİ ödülünü 18 MAYIS 1919 anısına veriyoruz.

Sinop yerel gazetecilerimizden Sayın Mustafa GENÇ 18 MAYIS 1918 günü Atatürk’ün Sinop anılarını youtube kanalımızda anlatıyor:

 

Etiketler: , , , , , ,

UCUZ AMA NE KADAR

25.12.2023- Şafak Gündüz SARIKAYA

Hava ne sıcak ne soğuktu. Komşudan bir müzik sesi yankılandı.” Mevsim rüzgarları ne zaman eserse, o zaman hatırlarım çocukluk anılarım.”

Birdenbire gözümün önüne bir portakal ağacının altında yere uzanmış çocuklar belirdi. Birbirlerine “Gözlerinizi kapatın ve hayal edin.”, diyorlardı. Onlardan biraz daha ileride küçük bir çocuk elindeki parayı düşürmemek için sıkı sıkıya tutuyor ve ilk alışverişini yapmanın heyecanını yaşıyordu, ayağına büyük gelen terliklerle kendinden emin olmayan adımlarla ilerliyor, acaba bana bakıyorlar mı diye geriye doğru tereddütle bakıyordu, pencereden ailesi onu izliyordu, çocuk “bu ne ya bir Münir Özkul, Zeki Alasya, Metin Akpınar, Halit Akçatepe eksik” diye mırıldandı.

Müsamereye çıkmış gibi heyecanlıydı, kalbi güm güm atıyordu, içinden tekrar etti, parayı vereceğim, alacağım, o kadar basit, niye heyecanlanıyorum ki, geçtiği yerler buram buram tarih kokuyordu, önce harabeye dönmüş sadece merdivenleri sağlam kalmış eski bir evin onundan geçti, sonra bir bahçe içinde binanın duvarı ayakta kalmış eski bir Rum evinin önünden geçti, yine arkasına döndü, “yine bakıyorlar”, dedi. Bahçe içinde birkaç çocuk patlıcan inciri ağacının ilerisinde bir kulübenin yanında ekşi portakalları olan bir ağacın altında, gözlerini kapatıp, hayal etme oyunu oynuyorlardı. Çocuk elindeki parayı tekrar kontrol etti, düşürmemeliyim dedi kendi kendine. Sonra tek katlı bakkalın önünde durdu. Tezgahta sebze vardı, bıyıklı bakkal çocuğa şöyle bir baktı. “Ali Abi, ben bir şey alacağım da, ne kadar?”

“Dert etme, ucuz. “

Çocuğun beklemediği bir cevaptı, “iyi ucuz da, ne kadar ucuz, acaba parası yetecek mi?”

“Ali Abi, ne kadar, param yetecek mi?”

“Merak etme, ucuz”

Aslında pos bıyıklı bakkal, çocuğun heyecanını görmüş, eğlencesine soruyordu. Hiç gülmüyordu, ama çocuk içten içe güldüğünden emindi. Bundan sonra diyaloglar hep öyle olacaktı. “Ne kadar?” karşılık olarak “Ucuz”, sanki günaydın, merhaba gibi.

Bazı zamanlar Ali Abi’nin babası da dükkanda olurdu, o zaman çocuk daha rahattı, babası ciddiydi, oturduğu bir koltuk vardı, duvarda bir vesikalık resmi vardı, büyütülüp, çerçeveletilmişti, çocuk bakkalda bir resme bir de ona bakardı, tamam bu resimdeki adam. Resmin yanında o zamanların meşhur veresiye satan, peşin satan tablosu bulunuyordu. Adamın oturduğu koltukta yıllar sonra torunu oturacaktı.

Birden müzik sesi tekrar yükseldi, “akşama doğru azalırsa yağmur”, yağmur azalmıştı. Birden o eski günler daha mı iyiydi, biz büyüdük te, kirlendi mi dünya diye düşünmeden edemedi. O eski zamanlarda ne saçlarına dövizleri bigudi şeklinde saran insanlar vardı, ne de bankadaki parasına normal gelirinin kat be kat üstünde kazanç elde etmek isteyen insanlar. Her şey mükemmel değildi elbette. İnternet yoktu, cep telefonu yoktu, basit ve tekdüzeydi hayat bir nev’i, ama ekşi tadı olan portakal ağacının altındaki hayaller bile basitti. O zamanlar mahallede top oynarken bile takım sahadan çekilmezdi, hakem asla dövülmez, tekmelenmezdi. Belki de bir akademisyenin dediği gibi; toplumsal çöküş yaşıyoruz. Trafikte en ufak kazada silaha sarılıp birini vurmak gibi.

Geçmişin sadeliği, saygınlığı günümüzde aranıyor maalesef, zamanında abartılı eski Türk filmleri bu masumiyeti, normatif ahlakı yansıtıyormuş aslında.

Zamanla Ali Abi, babası ve hatta oğlu da ebediyete intikal ettiler. Şimdi tek katlı bakkal dükkanı sanıyorum depo olarak kullanılıyor. Portakal, incir ağaçlarının olduğu yerse şimdi bir otopark. Zeytinlikte olduğu gibi, ağaçlardan eser yok. Merdiveni olan eski binanın yerinde yeni bir apartman var.

Şimdi düşünüyorum da; Ali Abi, babası ve oğlu şimdi hayatta olsa, ben ne kadar desem, o da yine ucuz dese ve hep beraber gülsek ne iyi olurdu, değil mi?

Komşudan gelen şarkı da bitmiş zaten, yağmur da dinmiş İstanbul’da. İçimizdeki bitmeyen şarkı ise hep çalmakta…

ŞGS

 
Yorum yapın

Yazan: 25 Aralık 2023 in ŞAFAK SARIKAYA ANILAR

 

Etiketler: , , , , , , ,