Atatürk’ün hastalığı ağırlaşmış, ölümle mücadele etiği bu günlerde bile canı kadar sevdiği küçük kızının bayram telgrafını ( 29 Ekim için ) cevapsız bırakmamış , ona gönderdiği bu son telgrafını büyük bir insan gibi Ülkü’ye hitaben yazmış imzalamış ve Ankara’ya göndermiştir.. (31 ekim 1938 )
Atatürkün Dolmabahçe Sarayındaki son zamanlarında Ülkü de Saraydaydı ancak Atatürk zaman zaman komaya giriyordu uyanınca kendisinin ne karar baygın kaldığını çevresine soruyor ama kimseden doğru cevaplar alamıyordu.
Atatürk bu şüphesi üzerine bir baygınlığından sonra uyanınca bana hemen Ülkü’yü yollayın o bana doğruyu söyler dedi Atatürk minik kızı Ülkü’nün ona hiç bir zaman yalan söylemeyeceğini biliyordu çünkü doğru söylemeyi ona kendisi öğretmişti
Sarayda hemen Ülkü bulundu ancak Ülkü içeri girmeden kapıdaki doktorlar Atatürk komada kaldığını sorarsa kısa bir süre olduğunu söylemesini sıkı sıkıya tenbih ettiler Ülkü buna itiraz edince bunun Atatürk’ün iyiliği ve sağlığı için söylemesi gerektiğini zorladılar Ülkü üzgün bir tavırla başı yerde korkak bir şekilde odaya girdi Atatürk’e korkarak yaklaştı Ülkü’nün bu halini gören Atatürk sana bir şey soracaktım ama artık sormayacağım vazgeçtim demiştir Atatürk o üstün sezi yeteneği ile soruyu sormayarak onu yalan söylemekten kurtarmış o hasta halinde bile sevgili kızı Ülkü’yü kendisinden çok sevdiğini ve düşündüğünü göstermiştir.
Ülkü’nün arkasından odaya giren Ülkü’nün annesi Vasfiye Hanım’a
Ülkü’nün bu kendisinin ağırlaşan durumuna çok üzüldüğünü görerek:
“sizi Ankara’ya yollluyorum ben de iyileşip gelirim her seneki gibi Cumhuriyet bayramını beraber kutlarız diyerek onu annesi Zübeyde Hanım’ın yadigarı Ülkü’nün annesi Vasfiye Hanım’la beraber Ülkü’yü Ankara’ya çifliğe yollamıştır.
Marmarisli bir çoban keçilerini otlatırken, denizde boncuk gibi dizili karartılar görür.. Muhtara haber verir, oradan Kaymakama, oradan komutana giden haber İstanbul’a ulaşır. Bu karartılar bir Fransız gemisinin, limanda gördüğü Alman denizaltısına karşı döşediği mayınlardır.
İstanbul’dan mayınları toplamak üzere bir deniz subayı ve üç asker gelir. . Mayınlar uzmanlar ve Marmarisli sünger avcılarınca sahile çıkarılır. Uçaklar görmesin diye üzerleri ağaç dalları ile örtülür. Mayınları taşımak için “lök” denilen develer bulunur. Ancak mayınlar develere nasıl yüklenecektir ? Görgü tanığı İsmail Hakkı Kutay anlatıyor ;
“Çözümü Marmarisli denizciler buldu. Mayının tepesine halattan bir simit yaptılar. Bir de altına aynından yaptılar. Aşağıdaki simitle yukarıdakini birbirine bağladılar. Develere yüklediler. “ Mayın kervanı uzun bir yolculukla Gökova’ya gelir. Arabalara yüklenir, Aydın’a götürülür, oradan trene yüklenir ve İstanbul’un yolunu tutar. Doğru Haydarpaşa. Haydarpaşa’dan mayın gemisine yüklenir rota Çanakkale’dir..
O mayınların öyküsü orada bitmez.
“Ne Batı cephesindeki Alman topu, zehirli gazı, ne de onların dahiyane planları bize o kadar tesir etmedi. Nispetine göre en etkili şey neydi bilir misiniz : Türklerin Çanakkale Boğazı’na attıkları ve demir bir tel üzerinde sallanan 20 adet mayın.. Bu, bize yüz binlere mal oldu..” (Churchill) Winston Churchill ‘in şikayet ettiği bu mayınları döşeyen gemi bilindiği gibi Nusret veya diğer adı ile Nusrat gemisidir. 17 Mart günü Nusrat ,müttefik savaş gemileri boğaza girmek için beklerken, mayınlarını serin sulara çoktan bırakmıştır. Bırakmıştır bırakmasına ama ; Akşama doğru bir uçak geçer boğazın üstünden. Bu uçak “Ertuğrul” isimli bir Türk keşif uçağıdır. Uçakta iki kişi vardır. Pilot Yüzbaşı Cemal Bey ve yanında yer alan makinist-montör Mehmet Bey . Çok önemli bir tespit yaparlar. Boğaza döşenen mayınlar yoktur..
Boğaz temizdir. Müttefik mayın tarama gemileri boğaza dökülen mayınları temizlemiştir ! Hemen harekete geçilir ve Nusrat gece yarısı ikinci defa boğaza sessizce süzülür ve yirmi altı kadar mayını sulara bırakır. İşte boğaza giren İngiliz ve Fransız zırhlılarını birer alev topuna dönüştürüp Çanakkale Boğazının derinliklerine gönderen mayınlar Marmaris’ten gelen o mayınlardır ve Ordu’nun elindeki son mayınlardır. Bunca eziyet ve emek yerini bulmuş, Marmaris’e bir Fransız gemisinden dökülen o mayınlar dönüp dolaşıp Çanakkale boğazına giren kendi zırhlılarını onlara mezar etmiştir..
Bu keşfi yapan uçak Kaz dağlarında düşüp hurdaya dönen ama Pilot Cemal ve yardımcısı Mehmet Bey tarafından büyük bir gayretle onarılıp hurdadan uçar hale getirilen ve onların koyduğu isimle “Ertuğrul “ adını alan iki kişilik bir pırpırdır.. Onlar, mayınların temizlendiğini görmeselerdi savaşın kaderi çok farklı olacaktı. Pilot Cemal Bey ve Rasıt (gözlemci) Mehmet Bey’e rahmet ve minnet dualarımız ulaşsın..
Rasıt Mehmet Bey diğer adı ile Vahran Bey. .Evet Rasıt Mehmet Bey’in asıl adı Vahran’dır ve Ermeni bir Osmanlı vatandaşıdır.. Ruhları şad olsun.. (Öyküler Sunay Akın’ın Geyikli Park Kitabından.)
Çanakkale savaşı milyonlarca öykü barındırır. Bir kahramanlık savaşıdır. Askerlerce ve askerce yapılan bir savaştır. Askerlik mesleğinin bütün özelliklerini taşır. Cesaret ve asalet ve onur. Yaraladığı askere su veren , yaralı düşman askerini sırtında cephe gerisine taşıyan , siperler arasında zaman zaman samimiyet ve sonra kıyasıya savaş. Onlar gerçek askerlerdir. . Çanakkale Savaşı sonuç itibarı ile Osmanlıyı kurtaramadı. Ama emperyalizmin esas yenilgisi orada başladı. Bize Mustafa Kemal Paşa’yı ,o büyük kahramanı hediye etti.. Tüm dünya o’nun bir askeri deha olduğunu orada fark etti. Mustafa Kemal’siz Çanakkale savaşını anlatamazsınız.. alıntı
Ali Rıza Efendi ile Zübeyde Hanım evliliğinin trajik hikayesi..
“Selanik Evkaf (Vakıflar) Dairesi’nde memur olan Ali Rıza Efendi, babası Kızıl Hafız Ahmed’i arayan jandarmalar tarafından birkaç kez karakola götürüldü.
Zübeyde Hanım kayınpederinin dağa kaçması ve kocasının sürekli gözaltına alınmasını hep korkuyla izledi. Daha çok gençti; yirmisinde yoktu…
>>Sarışın bir kız
Ali Rıza Efendi ile Zübeyde Hanım’ın ne zaman evlendikleri tam olarak bilinmiyor. Tahmini olarak 1870’lerin başı deniliyor.
Rivayet odur ki:
Ali Rıza Efendi bir gün rüyasında ak sakallı, nur yüzlü bir pir ve yanında sarışın bir kız gördü. Pir, kızı göstererek, “Bu senin kısmetindir” diye müjde verip ortadan kayboldu.
Ali Rıza Efendi rüyasının etkisiyle ablası Nimeti’nin kızı Hatice’ye gidip, “Bana evlenmek için sarışın bir kız bulun” dedi.
O devirde bütün Müslüman çevrelerinde adet olduğu gibi görücüler sokağa düştü.
Sonunda Sarıgüllü Hacı Sofulardan Feyzullah Ağa’nın kızı; kumrala çalan sarışın, beyaz tenli, orta boylu, mavi gözlü, dalgalı kıvırcık saçlı Zübeyde bulundu.
Annesi Ayşe Hanım kızının evlenmesine karşıydı ama ikna edildi. Zübeyde Hanım, Ali Rıza Efendi’nin ailesinin Yenikapı Mahallesi’ndeki evine gelin gitti.
Ali Rıza Efendi, “Gülzar-ı Cennetim Zübeydem” diye hitap ettiği karısını çok sevdi. Zübeyde Hanım Yenikapı’daki evde üç çocuk dünya getirdi:
Ahmed, Ömer ve Fatma.
Fatma daha yaşını dolduramadan öldü.
>>Asker baba
Babası Hafız Ahmed’in Makedonya dağlarına gitmesinin birkaç ay sonra, Ali Rıza Efendi, Osmanlı-Rusya savaşı nedeniyle Selanik’te kurulan Asakir-i Mülkiye’ye, yani yardımcı askerler birliğine katıldı.
35 yaşındaydı; okuryazar olduğu için geçici olarak üsteğmen rütbesi verildi. Askerliği yaklaşık iki yıl sürdü; Ayastefanos Anlaşması’ndan sonra askerliğe veda etti.
Askerlikten sonra Ali Rıza Efendi, Osmanlı-Yunanistan sınırındaki Olimpos Dağı’nın ormanlarla kaplı eteklerinde bulunan gümrük kontrol noktasına gümrük muhafaza memuru olarak tayin edildi.
Ege denizi kıyısında Paşaköprüsü denilen bu ıssız yer, Selanik’e 120 km uzaklıktaydı ama karayolu yoktu. Yaşamak için uygun bir yer değildi; ne kasaba ne köydü; sadece görevlilerin ailelerinin kaldığı derme çatma birkaç ev ve gümrük kontrol binasından ibaretti. Üstelik Olimpos Dağı Rum eşkıyalarla doluydu ve etrafı haraca kesmişlerdi.
Zübeyde Hanım iki çocuğuyla bu ıssız ve kasvetli yere gelmekten hiç hoşnut olmadı. İkinci çocuğu Ömer’i ilaçsızlık ve bakımsızlıktan burada kaybetti. Fatma’dan sonra Ömer’i de kaybeden Zübeyde Hanım’ı bir korku saldı; “Ya Ahmed’ime de bir şey olursa?”
>>Hep Selanik’e dönmek istedi.
Ali Rıza Efendi’nin görev yaptığı gümrüğün bütün işleri kereste ihracatı üzerineydi. Ali Rıza Efendi, görevi sırasında kereste tüccarıyla tanışıp arkadaş oldu. Bu arkadaşlık ona yeni bir iş kapısı açtı; memurluktan ayrılıp, kereste tüccarları Cafer Efendi ile ortaklık kurup ticarete atıldı. 3 lira maaş aldığı devlet memurluğundan sonra bu ticaret Ali Rıza Efendi’ye para kazandırmaya başladı. Yoksulluk günleri geri de kalmıştı işte; bu nedenle Selanik’e dönmek isteyen eşinden hep sabır istedi.
Zübeyde Hanım dindar bir kadındı. Beş vakit namaz kılıyordu. Yaşam gücünü hep dualardan alıyordu. Ancak korktuğu oldu; son çocuğu Ahmed de öldü. Küçük çocuk sahil kenarındaki kumlukta açılan bir mezara defnedildi.
O gece çıkan fırtına denizde dev dalgalara neden oldu. Kıyıları döven dalgalar Ahmed’in minik cesedini yerinden çıkardı.
Dağlardan inen aç çakallar kefen içindeki ufacık bedeni paramparça etti.
Sabah haberi öğrenip olay yerine koşan Zübeyde Hanım bu acılı manzarayı görünce şoke olup oracıkta bayıldı.
Paşaköprüsü’nde yaşayan bir avuç insan Zübeyde Hanım’ı teselli etmek için ellerinden geleni yaptılar. Ancak…
Ahmed’in ölümü sonrası yaşananlar Zübeyde Hanım’ın ruhsal dünyasında derin yaralar açtı. Günler geçti; Zübeyde Hanım’ın gözünün önünden o korkunç manzara gitmedi bir türlü. Geceleri kabus gördü sürekli.
>>Üstelik hamileydi…
Ahmed’in ölümünden sonra Ali Rıza Efendi yine işinin başına döndü.
Eve pek az uğruyor; günlerini işi nedeniyle ormanda geçiriyordu. Bir an önce para biriktirip bu kasvetli yerden kendini ve karısını kurtarmak istiyordu. Bu nedenle haraç isteyen Rum eşkıyaların tehditlerine bile aldırmıyordu.
Kendi başına bir şey geleceğinden korkmuyordu ama eşi için kaygılanmaya başladı.
Eşini güvenlikli bir yerde rahat doğum yapması için Selanik’e götürdü.
Artık ellerine iyi para geçiyordu; Ali Rıza Efendi, Ahmed Subaşı Mahallesi’nde üç katlı, pembe boyalı bir ev kiraladı. Üftade isimli siyahi bir kadını da yardımcı tuttu. Ve tekrar işinin başına döndü.
>>Kardeşinin adı
Zübeyde Hanım daha otuzuna gelmemişti. Ruhsal dünyası evlat acısı yaşayan tüm anneler gibi altüst olmuştu. Yetmezmiş gibi, birkaç hafta sonra kocası Ali Rıza Efendi’yi Rum eşkıyalar kaçırdı.
Ali Rıza Efendi yüksek bir fidye karşılığı özgürlüğüne kavuşabildi. Kereste ticaretini bıraktı. Zaten Osmanlı jandarması da, “Rum eşkıyalar barınmasın” diye ormanı yakmıştı!
Tüm bu olaylar doğum tarihi yaklaşan Zübeyde Hanım’ın sinirlerini allak bullak etti.
İyi annelik yapamayacağından, yeni doğacak bebeğinin de öleceğinden korkuyordu. Elinden tespih, dudaklarından dua eksik olmadı o gergin günlerde. Bütün duaları doğacak bebeğinin sağlığı içindi.
Bebeğinin kendisi gibi sarışın ve mavi gözlü olmasını istiyordu. Soranlara kız çocuğu istediğini söylüyordu ama içten içe erkek evlat arzuluyordu.
Ve isteği oldu; tıpkı kendisi gibi sarışın, mavi gözlü bir oğlu oldu…
Ancak korkuları ve kapıldığı vehimler sonucu oğlunu emziremedi; sütü kesilmişti.
Yeni doğan bebeğin yüz hatları tıpkı babasıydı. Ali Rıza Efendi oğlunun kulağına eğilip adını fısıldadı: Mustafa.
Mustafa; Ali Rıza Efendi’nin daha minik bir bebek iken kaza sonucu beşikten düşüp ölen kardeşinin adıydı.
Evet, “ölüler evine” benzeyen bu ailenin yaşamında ruhsal travmalar hiç eksik olmadı. Mustafa Kemal’in çocukluğu da mutsuzluk içinde; ruhsal yaralanmalarla geçti.
Ama o, görkemli benliğiyle mutsuzlukların üstesinden tek başına gelmeyi başardı.
Çağdaş Türkiye’nin kurtuluşu/kuruluşu bu zaferin sonucudur işte.
Ve bu ancak karizmatik liderliğe özgü güçlü bir kişilik yapısıyla mümkündür.”
Başkan olabilirdi, yerine birini bırakabilirdi, babadan oğula geçen bir sistem kurabilirdi. Bunları yapmadı. Baş olmak değildi niyeti, BAŞTACI oldu. Halk onu yüreğine koydu, baş tacı yaptı.
Bile bile Ata’ya ve Cumhuriyete dil uzatma modası çıktı ortaya. Eğer annelerine, dedelerine KURTULUŞ SAVAŞINI sorsalardı, NUTUK okusalardı, kulaktan dolma bilgilere itibar etmezlerdi. Cephelerde savaşanlar, gazi ve şehit olanlar, nutuk atan siyasilerle bir olur mu hiç? Karşıtlıktan beslenenler, karşı argüman üretmeyi neden görev edinirler ki.1900 doğumlulardan Cumhuriyeti dinleyenler, bu karşıtlığı anlayamıyor. Onlar, köyde kentte de yaşasalar, yurdu düşman işgalinden kurtaranlara minnet besliyordu. Çünkü vatan ve bayrak, ülkede yaşayan her ferdi temsil ediyordu. Bir kişinin, bir partinin, bir kuruluşun asla değildi.
Derneğimizin 60 ve 65 yaş üstü üyeleri, geçen yıl Cumhuriyet Marşını 100. YIL coşkusuyla yürekten seslendirmişlerdi. Savaş yıllarından sonra kurulan Cumhuriyetin kıymetini biliyorlardı onlar. Köylerde, çığır açarak okula ulaşmaya çalışan öğretmenlerdi. Okulun duvarlarını badana yapan, bahçeye meyve fidanı diken, avlu tutanlardı.
Yürekten yaşamak vardır ya. Yürekten sevmek, yürekten kendini adamak. O neslin büyük çoğunluğu hep öyleydi. Kendi kazanmadan önce halkın kazanmasını düşünürlerdi. Öyle ideallerle yetişmişlerdi ki; ancak halk kazandığı zaman onlar kazanıyordu.
Doğayı korumak, bize sunduklarının karşılığını vermek ve topluma ulaşmak, her yurtsever vatandaşın görevi olmalıydı. 12- 13 yaşında Sinop köylerinden askere giden çocuklar unutulmamalıydı. O çocukların REFET-İ ASKERİ kayıtlarını BOA’DE gördüğümüzde, ağlamamak elde miydi?
İş :Batı Toroslarda Burdur/ Antalya arasında, çetinliğinden dolayı adına türküler yakılan (Yol ver bana Çubuk beli geçeyim!), yılan gibi kıvrım kıvrım dolanan Çubuk Boğazı yolunun yeni bir güzergah ile yenilenmesi işi.
İşin Yüklenicisi yabancı bir şirket. Sabahın ilk mesai saatleri.. Yabancı şirket bünyesinde çalışan Türk harita teknisyenleri Çubuk boğazının başlangıç mevkiinde topoğrafya cihazları ile birtakım ölçümler, çalışmalar yapmaktadır. Bunları dağın karşı yamacındaki çadırından izlemekte olan bir Yörük, ne yaptıklarını merak ederek yanlarına gider.
-Merhaba ağalar, kolay gelsin. Ne işlersiniz?
-Merhaba dayı. Arazide durum tespiti, eğim ölçümü gibi çalışmalar yapıyoruz. Çubuk boğazında yapılacak yeni kara yolunun güzergahını belirlemek için gerekli çalışmalar bunlar. Dağ çok yaman, boğaz da uzun. Şirket mühendisleri kaç gündür bunun için kafa yoruyor.
-Eee, nahal (nasıl) bellikleceniz (işaretleyeceksiniz) yeni yolu? Boğazın hangı yanından yol açmak niyetindesiniz ? Harita teknikeri yabancıları kastederek :
– Ona şirket mühendisleri karar verecek, birazdan gelirler ama kolay olmayacak.
-Duroon (duradurun) dayım; ben size bi möhendiz getireen. Bi de onun dediine bakın. Soonacıma gine bildiniz gibi yaparsınız.
Yörük bu sözü söyleyip ayrıldıktan bir iki saat sonra bir eşekle tekrar bulunur gelir. Bu arada yabancı mühendisler de sahaya gelmişler, sahadaki Türk teknisyenler yörüğün gelişini ve söylediklerini yabancı şefe aktarmışlardır. Yabancı şirketin Şantiye şefi işlerine karışılmasından canı sıkılır ama Türk köylüsünü merak ettiğinden ve kendisi için eğlenceli olacağını da düşündüğünden onu dinlemeye itiraz etmez. Şef’in sözlerini Yörük Osman’a Türk çalışanlar tercüme ederek aktarır:
-Merhaba. (Piposundan bir nefes çektikten sonra, dumanını üflerken eşeği işaret ederek , dudaklarında müstehzi bir ifadeyle) Bana senden söz ettiler. Buradakilere bir mühendis getireceğini söylemişsin ama sen arkadaşınla gelmişsin.
-Merhaba beyim. Heye, söylediydim. Hemi de getirdim. (Eşeği göstererek) İşte getirdiğim möhendiz. İşittim ki boğazı nerden, nahal geçeriz diye kafa yorarmışsınız. Sizler helbet daha eyisini bilirsiniz emme bi de bu fukara möhendize kulak verin isterseniz. Eşeğin iki yanında ağzına kadar dolu birer saman hararı (büyük çuval) yüklüdür. Yörük Osman cebinden çıkardığı çakı bıçağıyla çuvalların altında birer ikişer çentik açar. “Dehh kızım !”diyerek eşeğe yol verir. Yolun, boğazın zaten yabancısı olmayan eşek ağır ağır, tıkır tıkır Çubuk Boğazı’ndan iniş aşağı bir yol tutturur. Osman, yabancı şef’e ve diğerlerine dönerek “Takip edin !” der.
Başta yabancılar olmak üzere bütün saha ekibi ”bir eşekten mi akıl alacağız!” düşüncesiyle önce bozulurlar, aralarında sinirlenenler olur. Eşek, tatlı bir eğimle dura, döne yamaç aşağı Çubuk boğazının vadisine doğru ilerledikçe iki yanındaki çuvallardan yavaş yavaş dökülen samanlar geriden gelenlere iki şeritli bir yol işareti bırakmaktadır. Gördükleri karşısında şaşkınlıktan şaşkınlığa, hayretten hayrete düşen yabancı, yerli uzmanların fikri değişmeye başlar. Büyük bir yükten kurtulmanın rahatlığı ile Yörük Osman’a teşekkür ederler. Hemen, saman izlerine kalıcı işaretler koymaya başlarlar. Güzergah kaba taslak ortaya çıkmaktadır. Boğaz içinde, bir dere kenarında kurmuş oldukları günlük kamp/şantiye çadırında Osman’a kahve, çay, kek vs ikram ederler. Osman, tercüman vasıtasıyla yabancılara “Bu çadırı yanlış yere kurmuşsunuz. Bunu burdan kaldırın; daaha şu yamaca kurun” diye yüz elli , iki yüz metre uzaklıkta ama emniyetli bir yeri işaret eder.
Yabancılar “Neden ki?”diye sorarlar.
“Çünkü burayı su basar. Akşama kalmaz yağmur var. “ der.
Hava gayet açıktır ve gökyüzünde yaprak kadar olsun bir bulut yoktur. Bunun üzerine yabancı şirketin Şantiye şefi olan mühendis bir bizim yörüğe, bir havaya bakarak, kendinden emin bir tavırla,
“ Mühendisine lafım yok ama Meteroloji’de zayıfsın. Biz o işi iyi biliriz. Bugün, yarın yağmur filan yok. Zaten kampı yarın başka yere taşıyacağız. Çadırı toplamamıza hiç gerek yok” der. “Pekey beyim, siz bilirsiniz…” der yörük; keçilerini toplamak üzere yanlarından ayrılır. Öğleden sonra gökte bir küçük bulut görünür ve gitgide büyür. Büyüdükçe kararır, karadıkça büyür. Kırk beş dakika, bir saat içinde bardaktan boşanırcasına bir yağmur iner. Masum bir kuzu gibi sakin sakin yayılıp akan dere birden azgın bir sele döner. Arazide çalışmakta olan yerli, yabancı mühendisler, işçiler kamp çadırına zor yetişirler. Eşyaların, önemli cihazların bir kısmını kurtarırlar, bir kısmı çadırla beraber sele kapılıp gider. O sırada, olacakları önceden sezen, onları tepeden izlemekte olan Yörük Osman koşarak yardımlarına yetişmiştir. Rüzgar dinip, yağmur geçtikten sonra yabancı şef ( yine tercümanlar vasıtasıyla) bizim Yörük Osman’a sorar:
-Hava açık ve gökyüzünde bir küçük bulut bile yokken, yağmur yağacağını, üstelik ”akşama kalmaz” diyerek nasıl bilebildin ?
-Çünkü yağmur yağacağı zaman benim hayalarım üşümeye, ince ince ağrımaya başlar. Ordan bildim. Yörüğün bu sözü kendisine tercüme edilen yabancı şirketin şantiye şefi, bir kahkaha patlatacak ve bugün bile dilden dile dolaşan şu meşhur sözünü söyleyecektir:
“Mühendisi eşeğinden, Meteorolojisi ..şağından olan bu millete akıl ermez, bunlarla uğraşılmaz! ” Alıntı erkan yılmazer
1921 martında İnönü ovasında Ethem çavuş evladı gibi sevdiği 75 lik
Topla 18 saattir düşman mevzilerine isabetli atış yapmaktadır
Ethem çavuş bir mermi Daha almak için sandığa elini atınca bir gariplik fark eder
Bir merminin üzerine yazı yazılmış çaputla da bir çivi sarılmıştır.
Yazıyı okumaya zaman yoktur mermiyi ateşler Düşen kovanı bir kenara bırakır herkes merak içindedir kovanda ne yazıyor diye. Hava kararır atışa ara verilir komutan askerlerin meraklı bakışları altında kovanı eline alır yazıyı okur.
Bu mermi 2 ay önce İnönü’de kullanılmış. Ankara imalatı harbiye de çalışanlar yazıyı fark edince kovanın üstüne çaput ile ucu inceltilmis bir çici bağlayarak tekrar cepheye yollarlar. Kovan Ankara’ya tekrar döndüğünde üstünde yeni yazı vardır.
Aksekili ethem çavuş
8 alay 3 tabur 1 batarya
20 mart 1921 İnönü.
Kovan tekrar düzeltilir barut doldurulur mermi çekirdeği konulur çivi çaputla sarılır cepheye gönderilir böylece kovan üzerindeki mesaj sayısı 8 olmuştur.
Tarih 9 eylül şanli Türk ordusu İzmir’e girer. Aynı tarihlerde kovan Ankara’ya döner. Bu sefer kovanın üzerinde bir künye birde mektup vardır. Kamil usta mektubu açar herkesin duyacagı bir sesle okumaya başlar. Allaha şükürler olsun düşman kaçıyor muzaffer Türk ordusu düşmanı kovalıyor güzel İzmir’e yakınız artık iki gün önce Banazdaki muhaberede Seyfi Çavuş Şehit düştü künyesini ailesine göndermek istedik ailesinin düşman tarafından katledildiğini öğrendik kovandaki yazılardan anladık ki bu topçu neferinin bir ailesi de siz olmuşsunuz. Bu sebeple Seyfi Çavuşun künyesini size yolluyorum yüzbaşı Muhsin Talat 4. alay 2 tabur 8 batarya 5 eylül 1922 Salihli
İmalatı harbiyede herkes ağlıyordu hiç tanımadıkları halde yazıyla kardeş oldukları seyfi çavuş vatan uğruna şehit düşmüştü. Kamil usta ağlayarak tezgahın başına geçer kovanı yenilemeye başlar seyfi çavuşun künyesini iki perçinle kovanın dibine sabitler.
Savaş bitmiş zafer kazanılmış kovanın gönderilmesine gerek kalmamıştır. Teğmen Hamdi Vasıf mühimmat depolarında yapılan sayım esnasında mermiyi bulur. O esnada MUSTAFA KEMAL ATATÜRK Çankaya’daki sofrasında ayağa kalkmış bıçağını hafifçe tabağa vurarak
Beyler yarın cumhuriyeti
İlan edecegiz diyordu
Ertesi gün mecliste yaşasın cumhuriyet sesleri dalgalanıyordu.
Cumhuriyetin ilanı 101 pare top atışıyla kutlanır
101 inci kovan o kovandı evlattı evladıydı Türk milletinin bu son top topyekün bir milletin sesi oldu O sesin sahibi
Gazi kovan bugün M.K.E .Müzesinde cumhuriyeti yaşamaya devam ediyor
Yaşar Aktaş- kültür ve merak grubu
BİLKE YORUM: Sosyal medya gruplarında dolaşan bir yazıyı paylaşıyoruz. Cumhuriyetin kıymetini bilmek ve yeniliklerine değer vermek amacında birlik olmalıyız. Orta Doğu ülkelerinde yaşananlar, İsrail’in Filistin Halkına tutumu, İran uçak kazası, Libya, Mısır, Irak olayları sorumluklarımızı hatırlatmalı. Kitap okuyan, dünyadaki gelişmelerden ve olaylardan haberdar olan toplum olmalıyız. Tek düze, parti odaklı ve dar açılı bakmamalıyız. Su savaşları, buğday savaşları planlarını kurgulayanlara karşı, YERLİ ÜRETİMİ desteklemek görevimiz olmalı. Topraklarımız boş kalmamalı, kendimiz üretip kendimiz pazarlamalı, ele muhtaç olmamalıyız.
21.05.2024-Şerafettin GÜÇ-Karamanoğulları Tarihi Araştırmacısı Eğitimci Yazar
“Bunalıyorum çocuk, büyük bir acı içinde bunalıyorum…” Bu sözler cumhuriyetimizin kurucusu ve Türk Devrimi’nin büyük önderi Mustafa Kemal Atatürk’e ait. Peki, Atatürk’ü bu sözleri söylemesine iten sebep neydi?
0 yıl süren bir savaş sonucunda Anadolu yıkıntıya dönmüş, halkı ve doğal kaynakları sömürülmüş, insanları cahil bıraktırılmıştı. Elbette, bitkin ve yorgun bir ülkede savaşı kazanmış olmak yetmeyecekti, ülkeyi kalkındırmak ve ilerletmek gerekiyordu.
Üstelik yatırım yapacak para yokken, Osmanlı’nın borçları da ödeniyordu. Bu da yetmezmiş gibi, dünya ekonomik bunalımı çıkageldi.
Bunalım, bir şeyler üreterek satmaya çabalayanları da yiyip bitirecekti.
İşte bu koşullar altında kıvranan halkının sıkıntılarını doğrudan ondan dinlemek için, Gazi yurt gezisine çıktı. Yol boyunca dura dura, halkı dinleye dinleye 6 Mart 1930 günü Isparta üzerinden Antalya’ya ulaştı. Gazi, kaldığı evin bir odasına Hasan Rıza Soyak’la birlikte çekilerek, kapıyı kapatır ve bir koltuğa oturur:
BUNALIYORUM ÇOCUK
Çok yorgun ve sinirlidir. Elleri titreyerek sigarasını yakar ve şöyle konuşur:
Bunalıyorum çocuk, büyük bir acı içinde bunalıyorum. Görüyorsun ya, gittiğimiz her yerde devamlı dert, şikâyet dinliyoruz… Her taraf derin bir yokluk, maddi, manevi bir perişanlık içinde… Ferahlatıcı pek az şeye rastlıyoruz; memleketin hakiki durumu bu işte.
Bunda bizim bir günahımız yoktur; uzun yıllar hatta asırlarca dünyanın gidişinden aymaz, birtakım şuursuz idarecilerin elinde kalan bu cennet memleket; düşe düşe şu acınacak hale düşmüş.
Bu arada beni en çok üzen şey nedir bilir misin? Halkımızın aklında kökleştirilmiş olan, her şeyi başta bulunandan beklemek alışkanlığıdır. İşte bu zihniyetle; herkes, her şeyi Allah’tan bekleyiş ve rahatlık içinde, bütün iyilikleri bir şahıstan, yani şimdi benden istiyor, benden bekliyor; ama nihayetinde ben de bir insanım be birader, sihirli bir gücüm yok ki…
İleri milletler seviyesine erişmek işini; bir yılda, beş yılda, hatta bir nesilde tamamlamak da imkânsızdır. Biz şimdi o yol üzerindeyiz; kafileyi hedefe doğru yürütmek için, insan gücünün üstünde, gayret sarf ediyoruz; başka ne yapabiliriz ki?
KAYNAK
Atatürk’ün özel kalem müdürlüğünü yapan, en yakınındaki isimlerden Hasan Rıza Soyak’ın “Atatürk’ten Hatıralar” kitabından alıntıdır.
(1) Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2019.
(2) Atatürk’ün Eskişehir-İzmit Konuşmaları, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1995.
BİLKE YORUM: Yaramaz çocuklar vardır, anneleri ne derse desin inadına tersini yaparlar. Toplum sahnesinde aynı örnekleri görmekteyiz. Gruplaşmaların amacı, inatlaşmak yerine erişeceği sonlar için üretmek olmalıdır. Nedense takıntı, bilinç kanallarını tıkıyor ve bağlıyor. Kuru kuru boş tartışmalara yol açıyor. El etek öpme ve padişahlık sevdası hiç durmadan dile getiriliyor. Aralarında ağzından emdiği süt burnundan gelen bebeğin de olduğu 20 çocuk, bir gecede babası tarafından boğduruluyor. Bu durumun övünülecek neresi var? DLT’ den sonra hiç Türkçe sözlük ve Türk kültürü çalışmaları yapılmıyor. Bununla övünmeli miyiz?
Üreten bir lider olan ATATÜRK, gelecek kuşaklara bilişimin sözleri ile, çok VERİ DEPOLAMIŞTIR. Düşünceleri, fikir sanat boyutu, uygulayıcılığı ile örnektir. Tartışma ve inatlaşma ortamı olamaz.
Yıllar önceydi. Sinop Kız İlk Öğretmen Okuluydu Sarı Saltuk Anadolu Lisesi. 1970’li yıllarda öğretmenimizdi Mergube CENGİZ. Kaleme aldığı Kabotaj Bayramını, onun mesleki birikimi ve engin görüşü ile okurlarımızla paylaşıyorum. A. Yaşar SARIKAYA
KABOTAJ BAYRAMI
Bazalt,andezit gibi derinlik kayaçlarından oluşmuş volkanik bir adanın,Kuzey Anadolu Alplerine özlemidir Sinop..
Bu özlemi dile getiren su perilerinin şarkılarına duyarsız kalamıyan dalgalar ve akıntılar,çakıl kumsalından bir kordonla kavuşturmuşlardır onları..
Bu kıyı kordonu üzerinde kurulmuş,tarihin içinden süzülen pek çok kültürün iç içe geçerek kristalize olduğu,Türkiye’nin en mutlu insanlarının yaşadığı şehirde başladım mesleğime ve ilk orada gördüm “Kabotaj Bayramının” coşkuyla kutlanışını..
Kabotaj (Cabo-İsp.-Burun)burundan buruna,fenerden fenere,bir devletin tüm sularında,limanlarında ticari bağımsızlığı,egemenliği..
16.yy.da keşifler sonucu değişen dünya ticaret yolları ekseni,okyanuslara açılamadığımız için ekonomik çöküşe,çare olarakta yabancı devletlere ticari ayrıcalıklar(Kapitülasyonlar)vermemize,sanayi devriminden sonrada yarı sömürge olmamıza yol açmıştı.
Sonuç Mondros ve Sevr,sonrası mili mücadele ve Lozan..
Lozan sonrası tam bağımsız/antiemperyalist/milli bir cumhuriyet olarak kuruluşumuz,iki yıllık geçiş döneminden sonra 1 Temmuz 1926’da “Mavi vatanımızın tam bağımsızlığı,”Kabotaj haklarının bize geçmesiyle tamamlanmış ve 1935 de milli bayram kabul edilmiştir.
8333 kilometrelik kıyılarımızla,23 burun,Anadolu ve Trakya’yla birlikte 24 yarımadayla bir deniz ülkesi olmamıza rağmen % 70’mizin yüzme bilmemesi şaka gibidir..
Denizlerimiz ve iç sularımız en büyük zenginlik kaynağımızdır.
İki binli yıllarda,dünya ticaret yollarının ekseninin değişmesi
Avrupa-Kafkasya-Asya taşımacılık koridoru(TRACECA) ve üç kıtayı içine alan
“Yeni modern İPEK YOLU” Afro-Avrasyanın ortak ulaşım hattı üzerindeki üç tarafı denizlerle çevrili tek yarımadalar ülkesi olan Türkiye’ye önemli bir ticari kimlik kazandırmıştır..
Umarım tarihimizden ders alır,deniz ulaşımı ve ticareti,biyo teknoloji ve turizm açısından vizyoner stratejiler geliştirir,konumumuzun sağladığı zenginlikleri değerlendiririz..
Yüzyıl önceki vizyonlarıyla bizlere kara ve denizlerimizde tam bağımsız bir ülke bırakan Gazi Mustafa Kemal ve arkadaşlarını her geçen gün artan saygı,sevgi ve minnetle anıyorum..
Hepinize gökyüzünün ve denizlerin mavisi gibi huzurlu ve güzel günler diliyorum, sevgi ve saygılarımla..
BİLKE, SİNOP için 18 Mayıs 1919 tarihinin önemini sürekli hatırlatıyor. 2016 HALKBİLİM ÖDÜL TÖRENİMİZ
Alpay TIRIL akademik dalda ödülünü alırken
İsyan Benim Adımdır Kitabı- Ergun HİÇYILMAZ
BÖLÜM:19 Mayıs 1919…
Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıktığı ve Milli Mücadele ışığını yaktığı tarih…
Peki ama bu ışığı kimler yakmıştı? Sadece Bandırma Vapuru ile Samsun’a çıkanlar mı? Kimler Bandırma’ya “Tam Yol” vermişti? Özetle 19 Mayıs’tan önce ve 19 Mayıs’tan sonra neler olmuştu?
Şimdi Bandırma Vapuru nasıl demir almış onu görelim.
Yazı, Harbiye Nezareti’nden Sadaret’e yazılmıştı: İlga edilen Yıldırım Orduları Kumandanı Miralay Mustafa Kemal Paşa Hazretleri, Dokuzuncu Ordu Kıt’aları Müfettişliğine tayin olunmuş ve tayin keyfiyeti padişah huzuruna arz edilmek üzere, Sadaret makamına arz kılınmıştır. Adı geçen zatın emri altında bulunacak olan Üçüncü ve Onbeşinci Kolorduların mıntıkalarını ihtiva eden Sivas, Van, Trabzon, Erzurum vilayetleri ile Samsun Sancağı mülki memurlarının Mustafa Kemal Paşa tarafından yapılacak tebliğleri icra etmelerinin emir buyrulmasını istirham ederim.” (30 Nisan 1919)
Harbiye Nezareti’nin bu yazısı ile Mustafa Kemal Paşa’ya Sivas, Amasya, Tokat, Şebinkarahisar, Van, Hakkari, Trabzon, Dize, Gümüşhane, Samsun, Erzurum, Erzincan, Hınıs ve Şarki Beyazıt sancaklarının bütün askeri ve mülki idaresi tam salahiyetle verilmişti. Sadaretin müspet cevap verdiği bu tezkireden sonra Harbiye nezareti, Erkan-ı Harbiye-i Umumi’ye yaptı tamimde “tayinin aynı gün Zat-ı Şahanenin (Padişahın) irade-i seniyelerine arz kılındığını ve İstanbul’da bulunan Paşa’ya tebliğ edildiğini” bildirmişti.
Harbiye Nazırı Müşir Şakir Paşa ile Sadrazam Damat Ferit Paşa, Mustafa Kemal Paşa’ya vazife ve salahiyetlerini gösteren bir talimat yazısı vereceklerdi. Bu talimat yazısında yukarıdaki sancakların Paşa’nın emrinde olduğu teyit ediliyor, ayrıca Diyarbakır, Mardin, Ankara, Kayseri, Kastamonu, Malatya gibi vilayetlerin Dokuzuncu Ordu Müfettişliği’nin her türlü müracaatına cevap vermesi isteniyordu.
Buraya kadar olan gelişmeler göstermiştir ki, Mustafa Kemal Paşa 9. Ordu müfettişliğine tayin edilmiş ve hem Harbiye Nazırı Şakir Paşa hem de Sadrazam Damat Ferit Paşa’dan salahiyetine dair “talimat tezkiresi” almıştır. Yani Paşa’nın gideceğinden, hem aralarında geçen konuşmadan, hem de verdiği “irade”den dolayı Padişahın haberi vardır. Bu derece geniş ve mühim bölgeler üzerinde o döneme kadar çok az kişiye verilen bu salahiyetle, Harbiye Nezaretine sadece bilgi vermek kaydıyla bütün nezaretlere hitap edebilecekti. Açıkçası Mustafa Kemal Paşa bütün orta, doğu, kuzey ve güneydoğu Anadolu üzerinde muvafık gördüğü işleri yapabilecekti. Padişah’ın bu tayin meselesine irade çıkarması bazı çevrelere göre “lütuf” gibi irdelenmektedir. Bu kadar geniş yetkiye sahip kumandana bu irade hak ettiği için verilmiştir. Ülkeyi düze çıkaracak “tek adam” odur. Önemli olan bu tayinle milli mücadeleyi başlatmaktır. Ve başlatmıştır.
Samsun’a hareket öncesi
Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a hareketinden önceki görüşmelerinde hem silah arkadaşları hem de Sadrazam ve Padişah Vahdettin de vardır. Paşa 15 Mayıs 1919’da Damat Ferit Paşa’nın, Nişantaşı’ndaki evinde kendisine verdiği özel akşam yemeğine, yeni Genelkurmay Başkanı Cevat Paşa ile birlikte katılmıştı. Sadrazam, Mustafa Kemal’in salahiyetlerini hangi ölçüde ve nasıl kullanacağını merak ediyordu. Sadrazamın bu konuda tereddütlerinin olduğu anlaşılıyordu. Mustafa Kemal Paşa, “İngiliz raporlarına göre Samsun ve havalisinde bazı karışıklıklar varmış. Yerinde yapacağım tetkikat ile hallederiz” demişti. Sadrazam bu defa Cevat Paşa’ya dönerek “Siz ne dersiniz?” diyecekti. Cevat Paşa bu soruyu, tereddüdü ortadan kaldırmak gayesiyle şöyle cevaplayacaktır: “Efendim, Paşa tabiî o mıntıkadaki kuvvete kumanda edecek, zaten nerede kuvvet kaldı ki?”
Sabah Genelkurmay Başkanlığı’na giden Paşa, Cevat Çobanlı ve Fevzi Çakmak ile vedalaşmış, oradan Babı-ali’ye geçerek, İzmir’in işgali üzerine toplanan kabinenin, Dahiliye ve Hariciye nazırlarıyla vedalaşmak imkanını bulabilmişti (15 Mayıs 1919).
Padişah’a veda için Yıldız Sarayı’na da giden Mustafa Kemal, bu buluşmayı şöyle anlatacaktı:
“Yıldız Sarayı’nın ufak bir salonunda Padişah’la adeta diz dize denecek kadar yakın oturduk. Sağında, dirseğini dayamış olduğu bir masa ve üstünde bir kitap vardı. Padişah hiç unutmayacağım şu sözlerle konuşmaya başladı: ‘Paşa, Paşa şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir. Tarihe geçmiştir.’ O zaman bunun bir tarih kitabı olduğunu anladım. Dikkatle ve sükûnla dinliyordum. “Bunları unutun.” dedi. “Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa, Paşa devleti kurtarabilirsin.” Bu son sözlerden hayrete düştüm. Acaba Vahdettin benimle samimi mi konuşuyor? Kendisine, “Merak buyurmayın efendim. Nokta-i Nazar-ı Şahanenizi anladım. İrade-i seniyeniz olursa hemen hareket edeceğim ve bana emir buyurduklarınızı bir an olsun unutmayacağım.” (İstiklal Savaşı, Ömer Sami Coşar)
Mustafa Kemal Paşa “Muvaffak ol” diyen Padişah’a veda ederek, derhal Şişli’deki evine dönerek hazırlıklarını tamamlayacak, Akaretler’e giderek annesi ile vedalaşacaktır. Hareket saati gelmiştir. (16 Mayıs 1919)
Paşa ve refakatindekiler Galata Rıhtımı’na otomobil ile inmişler ve açıkta demirli bulunan Bandırma Vapuru’na sandalla geçmişlerdi. Önceden kararlaştırıldığı gibi rıhtımda herhangi bir uğurlama merasimi yapılmamıştır. Vapur işgal kuvvetlerinin mutat kontrolü için Kız Kulesi açıklarında demir atmış bir İngiliz binbaşısı komutasındaki heyet tarafından araştırmaya tabi tutulmuştur.
Bandırma Vapuru’nun hareket halinde olduğu tarihte İngilizler 100 kadar asker ve harp malzemesini Samsun’a çıkarmıştı (17 Mayıs 1919).
Bandırma Vapuru önce Sinop’a gelmiş ve Samsun’a karayolu ile geçilmesinin imkanı aranmıştı (18 Mayıs). Ancak güvenlik sebebiyle tekrar vapura dönülecek ve Bandırma, Samsun’a müteveccihen demir atacaktı.