21.05.2022- BİLKE
İNGİLİZ SUBAY SİNOP’TA SİLAHLARI DENİZE DÖKÜYOR



Sabriye öğretmenimiz, mekanın cennet ruhun şad olsun. Rahmetle…

Sabriye öğretmen hasta yatağında, Belediye başkanımızın öğretmenler günü ziyareti
11.05.2022- BİZİM ÇİLELİ AİLEMİZ

T. SANDALCI Amerikan Radarında Çalışırken
Sofya ile aramızda 4-5 yaş vardı . Safiye 17-18 ben ise 13 yaşında idik. Evlendik görücü usulüyle, bu yazıları yaşadığım günlerden 62yılı geride bıraktık. Neler yaşamıştık bu 62 yılda, yazmak için bir ömür lazım o da biz de kalmadı, sadece önemli iz bırakan olayları ancak yazabiliyorum.
Aslında ikimiz de çocuk yaştaydık, tartışma nedenlerimizi düşündükçe gülmemek mümkün değil: sizin köy mü daha güzel yoksa bizim köy mü, senin baban mı iyi adam benim ki mi gibi; kendimizce yaşımıza uygun bir sebep bulurduk tartışmak için.
İlk çocuğumuzu cehalete kurban ettik,(Havva 1960-62); Havva iki yaşına girmiş fakat halen yürüyemiyordu. Yürüyebilmesi için yaptırdığımız iğnenin aşırı dozu ve enfeksiyon kapması sonucu 24 saatte kaybettik.
DAMAT İNTİHAR EDİNCE
Bir son bahar mevsimiydi , mezarlığın aşağısında çağıl arasında çift sürüyordum, Sofya’da kömüşlerin önüne yürüyordu. Derinden kulağımıza gelen davul sesi bizi heyecanlandırıyor, bırak işi gücü düğün başladı diyorduk, ikimiz de çocuk denecek yaşta olduğumuzdan bir an önce tarlayı bitirip akşam erkenden düğüne gidecektik.
Düğün komşumuz Kücü dayının oğlu , CİSO’nun düğünü, Ciso(Hasan) kücü İbrahim dayının tek çocuğu idi, bir de kızı varmış kücü dayının , gürgenlikte ağaç keserken kestiği ağacın altında kalarak hayatını kaybetmiş. Ciso köydeki diğer yetişkin gençler gibi ( genelde yoksul olanlar) uzunca süredir Zonguldak kömür ocaklarında çalışıyordu. Evlenme zamanı gelmiş geçmişti bile. Nihayet güzel bir düğün kuruldu 2 davul 2 zurna ve köçek, düğün başladı.
Tam düğün için kıyafetlerimizi giyip hazırlanıyorduk ki , komşu acı haberi verdi; damat intihar etmiş dedi. Gerçekten davullarda susmuştu, bu defa düğüne değil de taziyeye uygun bir kıyafetle düğün evine taziye için gittim.
Akşam karanlık basarken bir ara damadın yokluğu fark edilir, herkes damadı aramaya başlar, çevreye dağılanlardan biri birde bakmış evin hemen yakınında tarlaların ortasında kocaman bir meşe ağacında sallanıp durur ciso nun cansız bedeni.
Dikmen’e haberci gitti (başka ulaşım yok , telefon yok), jandarma, doktor geldi otopsi yapıldı, kesildi biçildi, gerdek yerine mezara girdi ertesi gün Ciz Hasan. Evlenmek istememiş ciso, babasın israrı üzerine düğün kurulmuş dendi. Kömür ocaklarında çalışırken erkekliğini yitirmiş dendi, doğuştan iktidarsızmış dendi, dendi de dendi; gerçek sebep Ciz Hasan la birlikte gömülüp gitti.
Ne önemi var ki ha öyle olmuş ha böyle. Cenaze yıkanırken suyunu da bana döktürdüler, sen hocasın öğrenmen lazım dediler. Otopsi için parçalanmış cesedi hayatım boyunca unutamadım, bende derin bir travma yarattı olay.
İyi anılarım da var bu yıllara ait: duymuştum bir yerlerden, hiç okula gitmeden ilkokul diploması alına biliyormuş. Arada bir anamın başını ağrıtıp duruyordum ; anne ben bu köyde sıkılıyorum, bir yere gitmek istiyorum , belki İstanbul’a gidip bir kuran kursu, hafızlık filan , zaten neredeyse kuranın ¼ ünü ezberlemiştim. Hafız bir komşumuz vardı ramazanlarda kasabalara gidip mukabele okurdu, iyi para toplardı, itibarı da vardı hafızlığın hani. Ancak istanbul’da barınacak yer ve giderleri karşılayacak durum yoktu.
Hiç olmazsa bir ilkokul diploması almalıydım başka bir şey yapma imkanım yoktu. Annem :“ Sinop’ta hoca amcamız var git ona anlat bakalım bir şey yapabiliyor mu” dedi. Çam sakızı çoban armağanı hesabı 2-3 kg yağ yoğurt alıp geldim Sinop’a Abdullah Karagülle, amca dede kardeşleri oğlu idi. Milli Eğitim eğitim araçları müdürü idi.. Anlattım derdimi, O yıllarda henüz dışarıdan giren için düzenlenen sınav sistemi yoktu. Cumhuriyet ilkokulu müdürünü aradı rica etti. Müdür,” gönder gelsin “ dedi.
Müdür odasına aldı beni , iki tanede bayan öğretmen çağırdı sınıflardan, dört kişi olduk müdürün odasında. Önce metin okuttular sonra dört işlem, din dersi , kıraat la küçük bir süre okudum., müzik dediler, nota filan hiç görmemiştim. Sen ne iş yaparsın köyde dediler, çiftçilik yapar çobanlık yaparım dedim. Çobanlık yaparken hiç türkü söylermisin dediler, söylerim dedim, ozaman hadi söyle ne biliyorsan dediler. O an aklıma gelen:
otobüsler boyandı,
kol orduya dayandı,
benim sevdiğim şöför
alkanlara boyandı….türküsüne asıldım; müdür: biraz yavaş söyle şimdi sınıflardaki çocuklar toplanacak buraya ne var diye dedi. Böylece benim sınav bitmişti .Ertesi gün diplomayı alıp Abdullah amcaya teşekkür edip, büyük bir sevinçle döndüm köye.Köye ilk okul diploması getiren ilk ve tek kişi idim , nasıl mutlu olmayayım ki. Köyümüze ilkokul bu tarihten 11 yıl sonra açıldı
Bu yıllarda babam da İstanbulda çalışmaktaydı, benim düğünden dolayı bir miktar borçlanmıştık. 3 yıldır babam İstanbul’da idi.1964 ilk baharında İstanbul’a babamın yanına gittim, birkaç gün kalıp babamla birlikte köye döndük. Babamın bu gelişi baya zengin bir dönüş olmuştu; (hasan kalfa kadar değil tabi, Hasan kalfa anamın dedesi İstanbul’dan köye dokuz katırla geldiği söylenir), her tür bakır eşyalar, ev halkına giyeceklerin en iyisinden, altıparmak urba ve saire, at takımı heybesi, radyo, gereken her şeyi almıştı babam iyi para harcamıştı kısacası.
O yıl ot orak harman işleri bitince aradaki boşluktan faydalanarak Sinopa ablamı ziyarete gelmiştim. hem uygulamadandır kış gelirken kasabadaki yakınlara kışlık erzak gönderilir, benim için bir değişiklik olacaktı hem gezecek hem ablamı ziyaret edecektim. Sami eniştem Amerikalıların yanında radarda çalışıyordu. Sinop’ta İngilizceye ve Amerikalılara karşı yaygın bir sempati vardı. Bu sempatinin haklı nedenleri de vardı hani. Bırakın dünyayı , ülkeyle bile doğru dürüst bağı olmayan 10-12 bin nüfuslu ,hapishanesi ve limanı ile ünlü, hiçbir gelir kaynağı olmayan küçük bir kasabaya, davranış biçimleri ve ekonomik farklılıkları ile sanki uzaydan gelen yabancılar gibi gelip şehrin tepesine üs kurmuşlardı (halk buraya radar derdi).
Zaten bir takım küçük yardımlarla (marşal yardımı okullara süt tozu yardımı, orduya yapılan miadı dolmuş araç gereç yardımı gibi) Türkiye’de Amerikan sempatisinin alt yapısı oluşmuştu, halk kolay kabullendi bu durumu. Ciklet sigara wiski, kot pantolonla tanıştırdılar yaşlı kıtanın küçük kasabasındaki insanları. Çocuklar “okey jiklet Money” büyükler “helo havayu” demeyi öğrendi kısa sürede. mahrumiyet bölgesi (hardship tour)olduğu için gelen askerler 1 yıl kalıp giderdi, Türkiye’ye gelen her asker mutlaka birkaç çift bot, bir kaç battaniye ve halı alırdı. İlerleyen yıllarda ailelerini de getirmeye başlayınca ev sahiplerinin yüzü güldü. 200-250 dolara kiralardı Amerikalılar evleri. O zamanlar 250 dolar büyük paraydı. Amerikalı er maaşı 1000$ civarı idi.
Her neyse hikayemize dönersek, bir sonbahar günü hem gezmeye hemde ablamla eniştemi ziyarete gelmiştim Sinopa. Gezerken , bugünkü adliyenin önünde seyyar bir kara tahtada tebeşirle şöyle yazıyordu: “Halk eğitim müdürlüğü tarafından akşamları ücretsiz İngilizce kursu tertib edilecektir. İlgilenenlerin Halk eğitim müdürlüğüne kaydını yaptırması …” Kara tahtanın önünde durup sindirerek okudum, biraz ileri gidip geri döndüm tekrar okudum, adeta resmini çektim kara tahtanın . hayır mümkün değildi, Türkçeyi bile doğru dürüst bilmeyen , mektep medrese görmemiş bir adam İngilizce öğrenemezdi, zaman kaybı olurdu , macera olurdu, olsun nasıl olsa bedava idi, bir şey ödenmeyecekti, kalacak yer de vardı, ama bir şey yoktu, öz güven, köyden kasabaya ikinci gelişimdi. Aksanım, tavrım, kıyafetimle köyden, çobanlıktan geldiğim her halimden belli idi, kara tahtayı bugün ilk defa görmüştüm adliyenin önünde. Bu donanımla şehirlilerin arasına katılacak, dahası bir de yabancı dil öğrenecektim, olmaz ,olamazdı, gün boyu düşünüp cesaretimi toplamaya çalıştım. Zor da olsa kararımı vermiştim. Ertesi gün Halk eğitime gidip kaydımı yaptırdım. Kurs haftada 3 gün idi, barış gönüllüsü ,Amerikalı hoca Robert Dankoff tarafından verilecekti. İlkokula giden çocuk heyecanı ile gidip sınıfın en arka sırasına oturdum. Cumhuriyet İlkokulundaki büyük bir sınıf ayarlanmıştı, sadece tanışma gibi , hoca isimlerimizi yazdı. 80 kişi gelmişti ilk gece. Hızla düştü bu sayı. Bir hafta sonra 40-50 ye, ikinci haftada 25-30’a kadar düştü.
Yavaş da olsa adapte oluyordum ortama, ara ara güldükleri oluyordu benim konuşmalara: mesela sıra demekte baya zorlanıyordum, sıra diye bir sözcük yoktu benim dağarcıkta, kitabımızda her şey İngilizce idi Türkçesi yoktu. “Let’s learn English” di kitabımızın adı. “The book is on the desk “ sözcüğünü kitap masanın üzerinde diye tercüme ederdim. Halbuki kitap sıranın üzerinde olacaktı doğrusu. İşte böyle bazen gülerlerdi ama pek aldırmazdım.
Hatıratım uzun zamandır günlüğüme ara vermıstım. tekrar baslayabıldım nıhayet. Tuberkuloz neticesi bir kaç aylık istirahatten sonra tekrar kilolarımla işe dondum. Çünkü istirahatim boyunca köyde bana anneciğim bol bol tereyağı ve bal yedirmişti. Hastalık günlerinde baya sıkıntılı günler yaşamıştım. akcıgerler kalbı de etkılıyor, darlık yapıyordu zaman zaman olume yaklastıgımı hıssederdım.
4 cocugun babasız ortada kalma tehlıkesı ve korkusu benı iyice korkuturdu. Tanrıya ettıgım dualarda kendım için degıl cocuklar ıcın yakarırdım. Bır defasında köyde ıyıce fenalastım at sırtında beni Bafra’dakı doktora götürdüler . Nıhayet ıstırahat bıttı ve ısıme dondum. Dondugumde benı farklı bır bolume verdıler,Daha once Dıspatcher (arac sevk memuru)ıken mudurun yanında daktılo olarak calısmaya basladım. Aynı zamanda on parmak daktılom vardı. Burada duzenlı bır mesaım vardı ama ders calısma sansım yoktu.bır kac ay sonra dıspatcher kadrosunda bosluk oldu ve oraya dondum. Tekrar derslerıme baslamıstım. Orta okulu bıtırdım pesınden lıse ve nıhayet ozamanlar dısardan devam mecburıyetı olmayan sınrlı bır kac okuldan bırı olan sevk ve ıdare yuksek okluna(sıyo) ya kayıt oldum.
Yıl 1975, puanım 416 idi. Sevk ve idare yuksek okulu 1974 Ecevıt hukumetı donemınde kurulmus Turkıye ve Orta dogu Amme ıdaresı Enstıtusune baglı bır yuksek okuldu. Okulumu sevmıstım cunku egıtım ıcerıgı cok genıs ve genel kultur agırlıklı hayata daır ne varsa psıkolojı sosyolojı, hukuk,anayasa, ekonomı ıstatıstık matematık ısletme yonetımı personel yonetım, organızasyon ve metod ne kadar sosyal konular varsa hepsınden temel bılgılerı ogretıyordu.
Zaman zaman haftada bırden fazla Ankara’ya gıttıgım oluyordu. Ankarayı da çok sevmıstım. Sıhhıye’de bır parkta oturup cay ve ya bıra ıcmek guzeldı.Sakarya’ da pıknık dıye tabır edılen bır bırahane vardı kapalı ve acık mekanı olan bır yerdı .Sınoplular orayı cok severdı.Aslında butun Turkıyenın gozdesı bır yerdı orası.Her gıttıgımde oraya ugrar mutlaka bır sosıs tava ıle bıra ıcerdım.Ankaranın guzel tarafı bu ıdı benım ıçin. Dıger zamanlarda genellıkle pıde yerdık. En ucuz karın doyurmanın yolu bu ıdı. O yıllarda ekonomık durumum hic de ıyı degıldı. Çunku 1974 de evın bulundugu yerın arsasını almıstık. Yaklaşık 35000 tl ödeyerek aldıgımız arsanın yarıdan fazlası dostlardan alınan borçlarla tamamlanmıştı. Yine aynı yıllarda aldığım maaş ise 1500-2000 tl arası idi.
Arsayı almak ben ve eşım icin farklı bir şeydi ,sadece bir arsa değildi o bizim için, şehre açılan bir kapının anahtarı ,aıle ıcın yenı bır cagın baslangıcı ,ailenin sigortası, koyden kente gecıs yolunda onemlı bır donum noktası, kısaca aılenın ıkametını Dudastan Kefevı mahallesıne tasıyacaktı bu arsa.
Yaklaşık bir asır önce(tahminen 1850-1880) İstanbul’dan köye gelip o günün zor koşulları altında köyde yeni bir düzen kuran Hasan Kalfa(annemin annesinin babası) ve köyde yerleşik olan Kuzundayı Mehmet(her iki dedemin babası İsmail ve Aziz dedelerimin) O günkü 10-12 milyon nufuslu Türkiyenin%95 okuma yazma bilmeyen ve kırsal kesimde yaşayan yine 2/3’ü hasta sağlıksız bir toplumun bir yandan savaş diğer yandan kıtlık, Osmanlının çöküş yılları, toprakların eyaletlerin birer birer elden gittiği yıllardır bu yıllar. Köyde yaşamak hem daha emniyetli hem daha ekonomıktır. Devlet vatandaşı için hiç bir şey yapamamakta (eşkıyalara karşı iç güvenlik bıle saglanamamaktadır) fakat ağır vergiler zorunlu olarak savaşın geregı devam etmektedır.Galıba bızım koy ve benzer koylerın kentlerden ve devletten uzak ulaşım olmayan uç noktalarda yerleşmelerininde en önemli sebeplerınden bırısı bu dıye duşunuyorum. Bu dönem insanları yoksulluk, yetimliğin ağır pençesi altında nesillerini zar zor devam ettirmekten başka bir şey duşunmemektedır.
DEVAMI VAR……
19.04.2022-BİLKE
Rahmetli Şükrü AYDIN’I, 2012 Bilke 1. Halkbilim Ödülleri kapsamında unutmadık.
YAZAR: Şükrü AYDIN – ESER: Ahmet Muhip Dıranas Kitabı
Kültür ve Edebiyat Dalı- Halk Kültürü Hizmet Ödülü


01.04.1933’de Gerze İlçesi Yaykıl Köyünde doğan Şükrü Aydın, Yaykıl İlkokulundan mezun olduktan sonra 1947’de girdiği Kastamonu Gölköy Enstitüsünden 1951/1952 Öğretim yılında mezun olmuştur. 31.07. 1952’de ilkokul öğretmeni olarak atanmıştır. 4 yıl bu görevi yaptıktan sonra 31.10. 1956’da Gazi Üniversitesi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümüne girmiştir. 1958‘de edebiyat bölümünden mezun olmuştur.
28.07.1958 ’ de Mardin Nusaybin Ortaokuluna Edebiyat Öğretmeni olarak atanmıştır. 01.07.1959’ askerliğini yapmak üzere Yedek SubayOkuluna gitmiştir. Askerlik dönüşü 28.12.1960’da Maraş Lisesi edebiyat öğretmeni olarak görevine başlamış ardından 24.10.1961’de Gümüşhane Lisesi edebiyat öğretmenliğine atanmıştır. Gümüşhane Lisesinde 01.10.1962’de müdür başyardımcısı olmuştur. 01.07.1963’de bu görevinden istifa etmiştir. 06.05.1964 tarih ve 5623 sayılı kararname ile atandığı Sinop Kız Enstitüsü Edebiyat Öğretmenliği görevine 27.10.1964’de başlamıştır. Aynı yıl 23.09.1964 tarih ve 3013 sayılı kararname ile atandığı Sinop Halk Eğitimi Başkanlığı görevine 12.07.1965 tarihinde başlamıştır. Sinop Halk Eğitimi başkanlığına atanması ve Halk Eğitimi Merkezlerinin Köy İşleri Bakanlığına devredilmesi sebebiyle sicil dosyası Köy İşleri Bakanlığına gönderilmiştir. Halk Eğitimi Merkezlerinin yeniden Milli Eğitim Bakanlığına bağlanması sebebiyle sicil dosyası Milli Eğitim Bakanlına gönderilmiştir. Halk Eğitimi başkanlığının yanında 31.07.1968 tarihinde Sinop Kız Enstitüsü Türkçe öğretmeni olarak 09.05.1975 ‘te de Milli Eğitim müdür yardımcısı olarak atanmıştır. 15.07.1977’de Hem Halk Eğitimi başkanlığından hem de Sinop kız Enstitüsünden ayrılarak Sinop Endüstri Meslek Lisesi Edebiyat Öğretmeni olarak atanmıştır. Bu okulda öğretmen ve müdür yardımcısı olarak görev yaptıktan sonra 03.06.1982’de emekli olmuştur. Öğretmenlik yılları ve sonrasında yazmış olduğu 10 adet kitabı olan Şükrü Aydın’ın Ahmet Muhip Dranas ve Sinop ve Turizm kitapları yurt dışında da ilgi görmüştür.

24 KASIM 2014 zamanın valisi Yavuz Selim Köşger yanında Şükrü AYDIN ve Sinoplu yazar emekli öğretmenler
28.03.2022- Levent BEKTAŞ

Yıl 1990..
Berber Coşkun Atılgan abimin koltuğunda oturuyorum. Coşkun abi; saçlarımı “ kırkarken” , yan koltukta tıraş olan Cemil isimli arkadaş, bir yandan da beni sorguya çekiyor;
-Levent, sen sağlıkta çalışiysin, değil mi?
-Evet..
-Sorması ayıp olmasın, ne kadar maaş alıysin?
Söylüyorum, gülüyor;
-Desene benim ladarda(!) bir haftada aldığımı, sen bir ayda alıyorsun.
“ Ladar “dediği radar..Yani bir başka deyişle Türk-Amerikan ortak savunma tesisleri..Orada işçi olarak çalışıyor Cemil..
Haklı Cemil..Cemil’in babası da onu, benimle aynı okula, Cumhuriyet ilkokuluna göndermişti daha önce. Hiç unutmam, Kabukçu’nun kamyonunun Çukurbağından denize uçtuğu gün, bu kötü haberi, şu anki Meydankapı muhtarı Hasan Koyuncu’dan okul kapısında aldığımız an, Cemil”in babası, başöğretmenimiz Kazım Erdem’e(Allah rahmet eylesin)) yalvarıyordu;
-Okumayacak Hocam, hiç olmazsa ilk mektep şadetnamesini (diplomasını) verin..
Sonuçta, son bir şans tanıyıp sınava aldılar, cevabını önceden ezberlettikleri;
-Türkiye’nin başşehri neresidir?..sorusuna bile; “Moskova” yanıtı vermesine rağmen şadetnameyi yani diplomasını verdiler.
İşte Cemil’le berber koltuğundaki bu muhabettimizin üzerinden bir süre geçti, Sinop’ta, şehre bomba gibi bir haber düştü;
-Radar kapanıyormuş..
Doğruydu. Çünki; Sovyetler Birliği çatırdamış, artık Karadeniz’in en kuzeyindeki Sinop’tan ; Amerikalıların gözüyle Rusların dikizlenmesine gerek kalmamıştı.
Oysa radar..Oysa gözünü sevdiğim Türk-Amerikan Ortak savunma tesisleri Sinop Üssü…Sinop’un kaderinde önemli bir yere oturmuştu..
1950”li yılların ikinci yarısında gelip kent merkezinin en yüksek yerini, kendilerine göre düzenlemiş, adeta kent içinde kent oluşturmuş, radarlarını kurmuşlardı…Yetmezmiş gibi, şehrin 10 kilometre dışında, daha çok nakliye amaçlı havaalanlarını inşa etmiş, inşaat sırasında ölen ve havaalanı sınırları içinde gömülen bir eşek yüzünden, havaalanının adını da “ Eşşek havaalanı” yapmışlardı.
Sinop’ta küçücük bir Amerika yaratmışlardı adeta..1.000”e yakın rütbeli-rütbesiz askerleriyle, bir o kadar Türk işçisiyle Sinop içinde ikinci bir Sinop”tu radar..
Sinop belediyesine su ücretini ve çalıştırdıkları işçilere maaşlarını dolar olarak ödüyorlardı..(Şimdi merak ediyorum da, belediyenin dolar olarak aldığı para ; iyi para mıydı o zamanlar?)
İşçi maaşlarına gelince…Berberimizin yan koltuğunda oturan, tıraş olurken maaşımı soruşturan Cemil arkadaşım sonuna kadar haklıydı. İlkokul mezunu Cemil, lise mezunu bir devlet memuru maaşının en az 2-3 katını alıyordu.
Ve o yıllarda, Amerikalı subay-astsubay ve erler, şehir içinde kiraladığı evlerde kalabiliyorlardı.. Hatta , hiç unutmam, radarda çalışan bir arkadaşım;
-Yahu , bu Amerikalı Askerler, bi manyak, bi manyak, aklın almaz..Yaaa onbaşı, mesaiden sonra ayağını masasının üzerine uzatıyor, birasını yudumluyor,içeri albay bile girse ayağını masadan indirmiyor.. diyordu ve biz de;
-Hadi be, yalanını sevsinler… diyorduk..
O günlerde, Sinop”taki kiralık evlerin pencerelerine “ FOR RENT” yazan kağıtlar asılıyordu…éYabancılar için”..demekmiş meğer kiralık evler..Eeee,dolar veriyordu Amerikalılar..
Türkiye’de doların yeşil rengi, yasal olarak Turgut Özal döneminde bilinmeye başlansa da, biz yasadışı olarak daha önceden doları tanıyorduk. Sinop’ta yarı serbestlik; sigara ve kot pantolon konusunda da aynıydı.
Vatandaş, içinde tütünden çok ağaç olan o dönemin Samsun-Maltepe sigaraları yerine Marlboro sigarası içiyor, çorap içinde gezdiriyor, ABD malı kot pantolonlarını da kıçından esirgemiyordu..
Başta ayakkabı boyacısı kardeşlerimiz olmak üzere esnaflarımızın bir bölümü de Amerikan İngilizcesini “ sökütmüştü.”
Hafta sonları Amerikalı askerler, şehir içinde eşek kiralıyor, eşek turları yapıyor, Teksas bozkırlarına özlemlerini gideriyorlardı.
Çok yıllar sonra , Almanya”da çalışan işçilerimizin getirdiği kocaman teyplerle biz daha önce tanışmış, plajlarda, o kocaman teyplerden yabancı müzik dinlemeye mecbur bırakılmıştık.
Çok iyi biliyorduk ve tecrübeyle sabitti ki; Amerika”lılarla kavga etsek, suçlu biz oluyor, karakollarda tutuluyorduk. Eski tip “babacan polis memuru” amcalarımızın;
-Evlat !..Uymayın bu gavurlara. Sizi adliyeye göndersek, Türkiye’nin bunları yargılama yetkisi yok..Hadi uslu uslu evinize gidin..nasihatıyla evlerimize gönderiliyorduk.
O kadar acı olaylarla da karşılaştık ki, Amerikalıların arabaları altında kalıp kolunu, bacağını yitiren arkadaşlarımız oluyor ama kaza yapanların hiçbiri yargılanmıyordu…Amerikalıların vicdanlarını rahatlatmak için dolarlarla ve oyuncaklarla kandırdıkları kazazedelerimiz de vardı..
Hiç unutmam, şu anki valilik binasının yerinde bulunan spor sahasında top oynuyoruz. Ortaokul öğrencisiyim daha…Bir haber geldi;
-Yan tarafta, adliye merdivenlerinde Amerikalılar şarap içiyor…diye..
İçimizden bazıları; milli damarlarımızı kabarttı;
-Gidip dövelim anasını satiym..dedik ve gittik..Gittik, gitmesine de biz 13-14 yaşlarında 3-5 çocuğuz, karşımızda siyah, sarışın, beyazlardan oluşan 10 kişilik bir ABD asker grubu var. Sarhoş sarhoş, ağız dolusu gülüyorlar bize…Yine de erkekliğe leke sürdürmeyip diklenince; şu anki noterin karşısında bulunan polis karakoluna götürülmüş, o dönemin ünlü futbol hakemi, polis memuru Selahattin amcanın araya girmesiyle salınmıştık.
Oysa laf aramızda ne Amerikalılara dayak atmış, ne dayak yemiş, sadece biz Türkçe küfür etmiş, onlar Amerikanca gülmüşlerdi..
Haklıydı Selahattin Amca; ikili anlaşmalar gereği, onların bağımsız Türkiye Cumhuriyetinde yargılanmaları mümkün değildi.
İçimi en çok acıtan olaylardan biri de,her yıl şubat ayında, itfaiye karşısı-Şehitlik önünde biz Türkleri cemselere doldurur, radara çıkarır, kiliseyi, lokantayı, pastaneyi gezdirir, kış günü dondurma ikram ederlerdi. Bugün utansam da gitmişliğim var, çocuktuk çünki ve cemselerde yani askeri ABD kamyonlarında çocuklardan çok büyükler olurdu o zamanlar..
Şehrin çöpleri,Meydaneteği”nden, Çukurbağı”ndan denize dökülürken Amerikalılar çöplerini, havaalanı ilerisinde, Martı Tatil köyü karşısındaki yeşil alana dökerler, bizimkiler de çöpler arasında işe yarar malzemeler ararlardı..
Ve itfaiye..
Gözünü sevdiğim Sinop’umuzda; her yılbaşı akşamı mutlaka kar yağar ve her yılbaşı akşamı mutlaka yangın çıkardı. Her defasında taka itfaiye aracımız, yangın söndükten sonra yangın yerine ulaşırdı. Yangın büyükse, bizim itfaiye söndürmekte zorlanıyorsa, izleyen kalabalık arasından biri yüksek sesle bağırırdı;
-Merak etmeyin, radar itfaiyesine haber vermişler,gelir şimdi..
Ve gerçekten de bir süre sonra değişik siren sesleriyle, önde üstü açık askeri jeep, arkada radar itfaiyesi gelir,araçtan inen Amerikalıların işçileri ( bizim vatandaşlarımız, ağabeylerimiz, amcalarımız, ) sistemli bir çalışmayla yangını söndürür, alkışı alır, bizim belediyenin itfaiyecileri de bir köşede alkışsız, gariban bir şekilde kalırdı..Bizim itfaiyecilerin 100 TL, radar itfaiyecilerinin 200-300 TL aldıkları konuşulmaz hatta onlar yanmaz giysilerle yangına müdahale ederken bizimkiler keten pantolonla kendilerini tehlikeye atarlardı.
Tabii radar işçilerinin bu yüksek ücretleri almalarında, o dönemdeki namuslu sendikacıların yiğitçe mücadeleleri önemliydi..Onlardan birincisi Selahattin Gökdağ”dı.
.Nejat Eren ve Hüseyin Keskin de şu anda aklıma ilk gelen ve başarılı sendikacı olarak aklımda kalanlar..
Konuya dönersek; radar deyince Amerikalıların Sinop”a katkılarını da unutmamak gerekir.. Bildiğim kadarıyla Bektaşağa köyümüze bir ilkokul yapmışlardı.Ya da onarmışlardı..
Amerikalı askerlere kız verip akraba olmuşluğumuz da vardı Sinoplular olarak..Ama hiç gelin aldığımızı hatırlamıyorum mesela..
Gelelim hikayenin sonuna..Radar kapandı.Hikayenin başında değindiğim Cemil arkadaşımızın ve işçilerimizin dolar olarak aldıkları maaş bitti..Ancak; iyi paralar kazandıkları için yine de onlar , bizim memurlarımızdan ve işçilerimizden şanslıydı..
Amerikalılar gittiler;
Giderken; asbestli malzemelerini, bilumum zehirlerini; radarın bilmem kaç yüz metre derinine gömdüğü bile söylendi. Yıllar sonra konuyu incelemeye gelen bir TV ekibinin, dayak yemekten beter edildiklerine bizzat tanığım..Çünki,çevre sağlığında çalıştığım için benimle de görüşmüşlerdi..
Şimdi radar yok..
Düşünüyorum da;
Ne gelmeleri iyi olmuştu, ne de gitmeleri..
Ne diyelim;
Vatan sağolsun..
Levent BEKTAŞ
04.03.2022-A.Yaşar SARIKAYA

Biz hem çok meraklıyız, hem de hazır bilgiyi seviyoruz ne dersiniz. Araştırma yapma ve kitap okuma alışkanlığımız yok. Bilgisayar ve cep telefonları da toplumu hep hazıra alıştırdı. Nereden geldi söz buraya derseniz, araştırmalarım ile ilgili çok soru ile karşı karşıya kalıyorum. Kaynak veriyorum, isteyen kaynak kitaba erişsin ve sorularının cevabını bulsun diye. Genellikle kolay olan tercih ediliyor.
Bu gün, 1927-1928 tarihinde Sinop Vilayeti ve kazalarında çalışan memur isimlerini paylaşacağım.
Sinop Vilayetinin ve kazalarının memurları ve isimleri 1927-1928 tarihli Devlet Salnamesine göre aşağıdaki tabloda verildiği gibidir(KAYNAK:Türkiye Cumhuriyeti Devlet Salnamesi 1927-1928, 936.-Türkiye Cumhuriyeti Devlet Salnamesi 1927-1928, 944-945.Hürü SAĞLAM TEKİR / KAÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 13- 2014, 133-145)
Sinop Vilayeti
| Memuriyet | Esami |
| Vali | Ethem Bey |
| Defterdar | Ahmet Lütfi Bey |
| Tahrirat Müdürü | Rıfat Bey |
| Müftü | İbrahim Hilmi Efendi |
| Ağır Ceza Reisi | Fikri Bey |
| Müdde-i Umumi (Savcı) | Mithat Bey |
| Aza | Mahmut Bey |
| Aza | Kemal Bey |
| Mülazım | Şinasi Efendi |
| Müstantık (Sorgu Hâkimi) | Ali Ulvi Bey |
| Ġcra Memuru | Abdulvahid Bey |
| Belediye Reisi | Mustafa Bey |
| Jandarma Kumandanı | Kahraman Bey |
| Ser Komiser | Tahir Bey |
| Maarif Müdürü | Mehmet Rıza Bey |
| Muavenet-i Ġctimaiye Müdürü | Hüseyin Zühtü Bey |
| Muhasebe-i Hususiye Müdürü | Necib Bey |
| Nüfus Müdürü | Mehmet Fikri Bey |
| Evkaf Memuru | Ali Bey |
| Orman BaĢ Müdürü | Şükrü Bey |
| Ziraat Memuru | Bahtiyar Bey |
| Baytar Müdürü | Şükrü Bey |
| Posta ve Telgraf Müdürü | Hüsam Bey |
| 1.2.Boyabat Kazası Memuriyet | Esami |
| Kaymakam | Lütfi Bey |
| Mal Müdürü | Bahattin Bey |
| Müftü | İsmail Hakkı Efendi |
| Hukuk Hâkimi | Rıfat Bey |
| Ceza Hâkimi | Cemil Bey |
| Müdde-i Umumi | Muhtar Bey |
| Müstantık | Kemal Bey |
| Hükümet Tabibi | İsmail Zühtü Bey |
| Posta ve Telgraf Müdürü | Fuat Bey |
| Gerze Kazası Memuriyet | Esami |
| Kaymakam | Avni Bey |
| Mal Müdürü | İsmail Şevki Bey |
| Müftü | Salih Hulusi Efendi |
| Mahkeme Reisi | Ahmet Feyzi Bey |
| Müdde-i Umumi | Ahmet Zühtü Bey |
| Müstantık | Kemal Bey |
| Hükümet Tabibi | Mehmet Cemalettin Bey |
| Posta ve Telgraf Müdürü | Mehmet Sıtkı Bey |
| Ayancık Kazası Memuriyet | Esami |
| Kaymakam | RüŞtü Bey |
| Mal Müdürü | Abdullah Bey |
| Müftü | Ahmet Efendi |
| Hakim | Yusuf Efendi |
| Müdde-i Umumi | Mehmet Fahri Bey |
| Müstantık | Niyazi Bey |
| Hükümet Tabibi | Kenan Bey |
| Posta ve Telgraf Müdürü | Refik Bey |
02.03.2022-Seyfullah ÇALIŞKAN

Ne zaman pazarda badem çağlası görsem ya da kara topatan kavunu… Küçük kasabam aklıma düşüverir. Çok bunaldığım akşamlar güneş henüz kavuşmadan demiryolu boyundan ishakçelebi’ye, yürürdüm. “Sen okudun de ne oldu? derlerdi. Ne değişti? Yine bizim gibi tarladasın. Lise mezunu olmak zaten okumak falan sayılmazdı. Ama anlatamazdım. Kasabamızın dışında kocaman bir dünya vardı. Milyonlarca yaşam bizimkine hiç benzemeden kendi yolunda akıp gidiyordu. Ben sadece bunu görmüştüm, yeni insanlar tanımıştım. Ama pamuk tarlasında felsefe yapmak, sosyolojik değerlendirmeler yapmak boşuna bir çabaydı. Hiç niyetlenmezdim. Bazı akşamlar kanal boyuna çıkardım. Oradan Saruhanlı’ya doğru yürürdüm. Koca kanalın etrafında kış ortasında papatyalar açardı. Şubata doğru mor, pembe ve kırmızı Manisa Anemonları… Kanalda birkaç parmak su olurdu. İçinde dibi çıktığı için atılmış kelterler, eski soba boruları, yırtık ayakkabı, terlik ve araba tekeri ölüleri. Yuvarlanmaktan top güllesi şeklini almış taşlar. Hastalıktan ölmüş tavuklar, aklınıza gelebilecek birbiriyle alakasız binlerce başka şey.
İnsan yaşamın sadece kendi payına düşen kadarını bilir. Kitaplarla, Google amcayla falan bir sorunum yok ama okuduklarımız yaşadıklarımız kadar gerçek değildir. Bazen hiçbir iz bırakmadan silinip gidiverirler. Bir resmin önüne kırk kişiyi dizilsin. Kırkıda başka bir şey görecektir. O küçük kasabada yaşananlar da herkeste başka bir anı, başka bir etki bırakmıştır.
Ben o küçük kasabada gözümü açtım. Çocukluğum, kanayan dizim, erik, badem çağlası çaldığım bağlar, düştüğüm ağaçlar, ayağıma batan dikenler hep o kasabadaydı. Dünyanın en güzel keşkeğini, en güzel zerdesini o kasabanın kadınları pişirebilirdi. O kasabanın okulunda bizi döverek terbiye eden, ama yine de en sevgi dolu öğretmenler çalışırdı. İstediği kadar vursun, yerimize otururken “ Acımadı ki derdik,” Kızaran ellerimizde sopanın izi akşama kadar kalsa bile hiç acımazdı ki:.. Ve kimse bizim gözümüzden yaş geldiğini göremezdi. Biz kız değildik. Erkek adam ağlamazdı. Çocuk olsa da bu hiçbir şeyi değiştirmezdi. O kasabanın erkekleri sadece sinemada gösterilen filmlerde ağlarlardı. Ve bunu film ara vermeden, ışıklar yanmadan önce bitirirlerdi.
Büyümek bütün çocukların en büyük tutkusudur. Büyüyünce hem güçlü olursun. Herkes senden korkar. Hem de cebinde paran olur. Nerden mi biliyorum? Harçlık isteyince babam elini cebine atıp bir yirmi beşlik çıkarırdı. Babam kasabanın en güçlü adamıydı. İlaç dolu tulumbayı akşama kadar sırtında taşır, yoruldum bile demezdi.
O kasabanın erkekleri tıpkı iklimi, havası, suyu, toprağı gibi kendine özgü büyürdü. Küçükken, örneğin ilkokuldayken kız ve erkek olarak bir ayrım yaşamazdık. Öğretmenimizin verdiği ödevleri birlikte yapar, küme ve grup çalışmaları için birbirimizin evine giderdik. Hiç kimsenin annesi, babası bize kız veya erkek gözüyle bakmazdı. Okul çocuğuyduk sonuçta. İlkokulun bittiği yaz kavun gibi, karpuz gibi, üzüm salkımları gibi üç ay içinde büyüverirdik. Kız arkadaş, hatta okul arkadaşı kavramı defterden siliniverirdi. Kız arkadaşlarımız bizden biraz daha önce serpilirler ama tam bir kadın görüntüsü de almazlardı. Yine de çok derin bir kız ve erkek cinsiyet ayrımı yaşamaya başlardı. Bu geçiş öylesine hızlı yaşanırdı, uyum sağlamak. Alışabilmek mümkün değildi. Kızlar artık bizimle oynamazlardı. Bir şey desek, yan baksak kızların kaşı çatılır, aksilenmeye, her söylediğimize çemkirmeye, öfkelenmeye başlarlardı. Pis, hayvan, köpek, eşek gibi kelimeler gerçek adımızın yerini alıverirdi. İnsan zamanla her şeye alışıyor. Biz de alışıverirdik. Bu öyle bir alışmak ki nüfusa gidip adını değiştiresin gelir. Bunun tek bir istisnası vardı. Komşu çocukları birbirlerine bu şekilde davranmazlardı. Çünkü okuldan dönünce aynı sokakta oynar, birlikte ekmek yer, su içerlerlerdi. Bunun adı da arkadaştan çok kardeş gibi bir şeydi.
İnsanoğlu kuş misali, bir gün o küçük kasabadan çıkıp bir yerlere gidiyorsun. Başka insanlar tanıyorsun. Ben de mevsime uydum. Manisa’da liseye başladım. Kızların kötü davranmasına o kadar alışmışız ki bütün kızlardan uzak duruyorum. Bir gün, üç gün beş gün… Bekliyorum ama ne hayvan diyen var, ne başka kötü söz söyleyen… Önceleri bir şeyler ters gidiyormuş gibi hissettim. Lisenin ilk günleri, belki ilk haftası falan… İşte ben tam bu ikilemi yaşarken zil çaldı. İçeri bir öğretmen girdi. Gözünü bana dikti. Bir hata mı yaptım diye ödüm koptu. Neyse yüzü gülüyordu. Sen, dedi. Sen Sarı kafalı… Bu günden itibaren bu sınıfın başkanısın. Öğretmen derse girmeden önce yoklamayı yapacaksın. Sınıf mevcudu yaklaşık kırk kişi. Yarısından fazlası kız öğrenci. Yoklama yaparken isimlerini okumaya korkuyorum. Üstelik çekinince yanlış telaffuz etmek, yanlış sesletmek gibi sıkıntılar oluyor. Her yanlış söylediğim isimde tepeden tırnağa kıpkırmızı kesiliyorum. Kan ter içinde kalıyorum. Bu durum en az on gün sürmüştür. O terler ve pancar gibi kızarmalar bana kasabamın hediyesiydi. Zamanla yitirdim, unuttum gitti. Çünkü ne pis bir delikanlıydım. Ne hayvan, ne eşek, Ne köpek.. Ortalama biriydim. Şimdiki gibi. Ördek gibi her gün yıkanmazdım ama kokacak kadar da beklemezdim. Pirüpak değilsem de pis sayılmazdım. Yemin billah söylüyorum bak, yalanım varsa iki gözüm önüme aksın.
Hiçbir zaman hiçbir konuda iddialı biri olmadım. En uzağa işemek, en zoru başarmak, en başarılı olmak, bir şeylerde birinci olmak bana hiçbir zaman çekici gelmemiştir. Belki beceriksizliğimden veya özgüven eksikliğimden falandır. Bunu değerlendirmek psikologların işi… İyi –kötü, güzel-çirkin, ölüm ve yaşam hep yanana yürür. Hiç biri arınmış ve saf haliyle yaşamın içinde yer alamaz. Hep bir alacalık halidir akıp giden. Ve gelecek olan… Biliyorum hiçbir şey değişmeyecek ama bir kez daha söylemek istiyorum. Ben yazar değilim. Birkaç kadehten sonra dili çözülen içki masası sakinlerinden biriyim. Sözün sırası bana düşerse anlatırım. Aklım Tilt masasındaki demir bilye gibidir. Sürekli konudan konuya sıçrar. Kendi duvarlarına, zemberekli kollara çarpıp seker ve başka bir yöne atılıverir.
O küçük kasabanın tarihini anlatmaya veya sosyolojik yapısını değerlendirmeye hiç niyetim yok. Benim büyüdüğüm kasaba kendisiyle aynı nüfusa sahip birçok yerleşim yerinden daha yaşanasıydı. Bunu tarafsız olarak söylüyorum. O yıllarda bu büyüklükte kasabaların hiç birinde sinema yoktu. Kooperatif falan kurulmamıştı. Tarımsal sulama ve koruma sistemi diğer kasabalardan daha iyi çalışıyordu. Her şey öyle güzel, öyle iyi, cennet gibiydi falan diyecek değilim. Her kasabada, her sokakta bir nalet, geçimsiz insan mutlaka bulunur. Aslında eski göçmen olup kendisini yerli sanan ve ötekilere muhacir diyen ve bunu aşağılamak için söyleyen insanlar vardı. Kendilerini asil ve soylu gören kibirli insanlar. Bunların aşağı sınıflarının içinde Yörükler de yer alırdı. Yörük kelimesini dağlı, görgüsüz, yabani anlamında kullanırlardı. Hepsini bir çuvala koyup bir çırpıda kenara atmak doğru olmaz ama Avcılar Kulübü sakinleri bu aristokrat geçinen insanların mekânıydı. Onlar Adalet parti kahvesine de gitmezlerdi. CHP kahvesine de… Birini aramıyorlarsa Tütüncüler derneğine de uğramazlardı. Kopuğun kahvesi kasabanın en köklü, en merkezde mekânıdır. Oraya da gitmezlerdi. Halka karışmak istemezlerdi. Tarlasında amele olarak çalışan adamla aynı kahvede oturup sohbet etmek hem zaman kaybı, hem de itibar kaybıdır. Bu aristokratlardan bir iki tanesi gençlik kulübüne gelirdi. Çünkü futbol pek laf dilemez, sınırlandırılamaz, ortak bir hastalıktır. Güvercin meraklıları gibi… Yine de oturup kalktıkları insanlara dikkat ederlerdi. Geçmiş zaman, çok ayrıntılı anımsamıyorum. Kendini yerli sanan bu eski göçmenler Muhacirlerden ve Yörüklerden kız almazlardı. Kaçmazsa eğer kızlarını da vermezlerdi elbette. Yedi kat yabancıya razı olurlar ama muhacir ve yürükler olmazdı.
Oysa düğünlerde ayrılmazdık biz. Şakir Aga kahvelerde okuntuya çıkar yediden yetmişe herkesi çağırırdı. Olmadı belediyeden anons edilirdi. Bütün kasabalı davetli, denilirdi. Keşkek mi yiyeceksin, zerde mi, etli nohut mu, kavurma mı? Kırk tabak yesen kimse ses etmezdi. İstersen al evine götür hane sahibi yüzünü bile eğmezdi. Kızları Zürefa Nene oyuna kaldırır, darbukacı İhsan Abla köçekle birlikte çalardı. Ahretlik komşu kızlar aynı basmadan entari giyerlerdi. Eltiler, ya da görümce ile yenge de aynı çiçekli basmadan şalvarlarıyla (don denir) oynarlardı. Nazlı nazlı, en kibarından… Sadece kızlar değil sağdıç erkekler de aynı renk gömlek ve pantolon diktirirlerdi… Terzi Sali’ye, Enver’e, Aydın’a ve Sami’ye…
Hacırahmanlı’yı hep anlat, yine anlat, sık sık anlat diyorlar. Tamam diyorum, en kısa zamanda falan… Elbette yalan söylüyorum. Ömrümün kırk yılını o kasabadan uzakta yaşadım. Ve hala da uzağım. Ve şu anda benim yazdıklarımı o kasabada yaşayan gençler okusa bin yıl öncesini anlattığımı düşünürler. Öyle bir kasaba hiçbir zaman var olmamış, biz bir rüyanın içinden yürüyüp geçmişiz sanki. İşte tam öyle bir zamanda akıp, anılarımızın kıyısına vurduk. Kimse bilmese, anımsamasa ve fark etmemiş olsa bile ben o kasabada büyüdüm. Deresindeki kurbağalara taş attım, dutluğundaki serçelere, asfalt boylarındaki saksağanlara. Hemen yüzünüzü düşürmeyin şimdi. Sapanla aram pek hoş değildi. Attığını denk getirecek kadar becerikli olmadım. Ben o kasabada büyüdüm. Okullarına gittim. Trenlerin hangi saatte geçeceğini, hangisinin durup hangisinin durmayacağını adım gibi bilirdim. Salı günü geçen asker trenleri gazete atar, sigara atardı. Beklerdim. Kumanyalarından çıkarıp attıkları barbunya pilaki hiç güzel değildi. Et konservesi de bir şeye benzemezdi. O yoksulluğumuza rağmen, yiyemezdik. Trenden atılan gazeteleri toplar çamların altına uzanıp saatlerce okurduk. Sonra da mübarek bir şeymiş gibi katlayıp cebimize saklardık. Gören isteyen falan olur. Elimizden uçup gitmesin.
Bunu daha önce de söylemiştim. Hacırahmanlı kasabasının en büyük derdi can sıkıntısıydı. Bazen bu can sıkıntısından sıyrılıp nefes almak için trene atlayıp Manisa’ya giderdik. Hiçbir işimiz, gücümüz olmadığı halde bir turu atıp dönerdik. Harçlığımız bir porsiyon köfteye de yetiyorsa değmeyin keyfimize. Can sıkıntısı ölümcüldür. Psikolojik sıkıntılara neden olur. Bence bu nedenle bütün Hasan’lar, bütün Sali’ler deli ya da çatlaktı. Şimdi düşünüyorum da bence bu çizgi dışı adamlara belediye maaşa bağlamalıydı. Onlar olmasa kanserden, kalp krizinden veya ecelden ölen olmazdı. Bizi içine düştüğümüz depresyon yer bitirir, öteki tarafa götürürdü. Çocuklar her zaman eğlenmenin, güzel vakit geçirmenin bir yolunu bulurlar. En azından yazın kanala giderler, yüzmek, gidip gelmek kocaman bir öğleden sonrayı göz açıp kapayıncaya kadar tüketiverirdi. O kadar yolu gitmişsin illa ki bir bağa girilir, birkaç salkım üzüm araklanır. Veya kavun çalınır. En azından bahçelerin birinde armut veya şeftali vardır. O da yoksa erikler ne güne duruyor? Bazen çocuklardan bezmiş ihtiyarlar bizi gözetleyip eriğe daldığımızda baskın yaparlardı. Kasabanın içine kadar peşimizden kovalardı. Eğer tanıdığı çocuklar varsa onları babalarına söylerlerdi. Akşam eve gidince ne olup bittiğini bile ANLAYAMADAN dayağımızı yer, gıkımızı bile çıkarmazdık. Babalar da haklı sonuçta . Çocuğunun terbiyesini ver, denmiştir. Vermeszsen biz verelim. İnsan içinde söylenince mahcup olmuştur. Utanmıştır ve ağırına gitmiştir. Ne yapsınlar. Çaresiz bilinen en eski yöntemi kullanıp babalık görevini yerine getirirlerdi.
Mart 2022
İzmir-Seyfullah
26.02.2022-Hamdi GÖKÇEN

Halkevi; Atatürk’ün önderliğinde kurulan TC Devletinin halkla kültürel bütünlüğü sürdürmek amacıyla;19 şubat 1932 tarihinde açılır.
Sinop THM Koro çalıştırıcısı ;Ferruh Güven; Ataları Rize Güvelioğulları sülalesinden 1900’lerde önce; İnebolu, daha sonra da Sinop’a iskan eden bir ailedir. Baba Muhsin Güven gençliğinde Sinop halk-evi bandosunda kısa süre bulunmuş, daha sonra Sinop Özel idaresinde çalışmaya başlamış, şef kadrosunda emekli olmuştur.
Ferruh Güven Radarda görevli Şefik Aktaş’tan bağlama dersleri alır. Daha sonra kendisini geliştiren Usta öğretici Ferruh Güven, sayısız öğrencinin yetişmesinin öncüsü olur. İlk çalıştırıcılığı Sinop Halkevinde başlayan Ferruh Güven benim de hocamdır. Bu yıllar en büyük etkinlik 1974 Barış Harekatında kendini gösterir. Savaş devam ederken cephedeki askere katkı amacıyla düzenlenen” Yavuz Gecesi” düzenlenir büyük coşkuyla düzenlenen etkinlik kente unutulmaz anılar arasında yerini alır.1960 başlayan THM sevdası bu güne değin aralıksız devam eden; Koro çalıştırıcısı: Ferruh Güven, ayrıca çeşitli resmi kuruluşlar da halk müziği koro çalışmaları organize eder. Müzik hayatının kentte kalıcı olmasını düşünen Ferruh Güven Belediye meclis üyesiyken 3 arkadaşıyla Belediyeye bağlı bir “konservatuvar kurulma” önerisi meclis tarafından kabul edilerek 1989 yılında konservatuvar kurulur.


Fotoğraf: koro şefi Ferruh Güven, kursiyer ile Sinop halk eğitimi merkezi/1972
24.02.2022- Hayrettin BOZKURT

1853, Osmanlı-Rus Deniz Savaşı sonrası yapılan Paris Antlaşması gereği;
” Osmanlı ve Rusya Karadeniz’de donanma bulundurmayacak, tersane kuramayacak”O gün, Sinop’un geleceği açısından, kader anıydı ve tersane kapatılmış, ustalar şehri terk etmişlerdi.
Yüzyıldan fazlaca bir süre, Sinop’ta gemi yapılmadı, yapacak usta yoktu.
Ta ki, Çetin Usta’ya kadar..
Sinop’ta, onlarca balıkçı teknesi yapan,
Çetin Usta; Mustafa Kemal ve maiyetindekileri Samsun’a taşıyan, Bandırma Vapuru’nu, birebir ölçüleriyle yaparak, Taşkınlar Gemi Sanayi Ticaret AŞ olarak, Samsun’a büyük bir eser bıraktı.
Bandırma Vapuru, Sinoplu Çetin Usta’nın eseridir, bizimdir…

Dünyanın çeşitli ülkelerinde yüzen, yapmış olduğu 80 gemiye, ek olarak Norveç’ten 16 adet savaş gemisi teklifi geldiğinde, Sinop’un efsane Usta’sı, ne yazık ki, gerekli desteği göremediği için üzüntüsünden kahretmişti..
Bugün, Sinop’ta, denizin sıfır noktasında halen bir tekne, gemi imalatı, üretimi yoksa, Sinop’ta yaşamanın anlamı nedir?
Konya, Kayseri, Kastamonu’dan farkımız nedir?
Çetin Usta; bu yüz yılda görebileceğimiz son Usta idi..
Sevgili Çetin Usta; bu kentin bu yüzyılına, imzanı attın..
Unutulmazlar arasında yerini aldın..
Müteşekkiriz!
Saygı ile..
Hayrettin Bozkurt
29.01.2022-BİLKE
Pınar ÇAM ve İdris ÖLMEZ- Araştırma Makalesi / Research Article Iğdır Üni. Fen Bilimleri Enst. Der. / Iğdır Univ. J. Inst. Sci. & Tech. 5(3): 9-16, 2015

Sinop il sınırları içerisinde bulunması muhtemel türler, ülkemizde yaşayan yaklaşık 160 memeli türünün
% 26’sini oluşturmaktadır. Yüzölçümünün, tüm Türkiye yüzölçümünün % 0.8’i olduğu düşünüldüğünde, Sinop ilinin barındırdığı memeli hayvanlar bakımından, orta zenginlikte tür çeşitliliğine sahip olduğu söylenebilir.

Sinop ili memeli faunasının tespiti ve değerlendirilmesi, burada yaşayan memeli türlerinin korunmasına
yönelik çalışmaları da beraberinde getirecektir. Sinop ili yaban hayvanları için eşsiz yaşam alanlarını içermektedir. Bu sebeple memeli türlerinin bilinmesi, özellikle indikatör ve hedef türler için koruma stratejilerinin oluşturulmasını kolaylaştıracaktır. Bu sayede halk bilinçlenecek ve memeli hayvanlara (tür bazlı) yönelik ekolojik yaklaşım gelişecektir.
Şekil 12’de Sinop ili memeli hayvan tür sayısının, tüm Türkiye memeli türü sayısına oranlandığı grafik
verilmiştir.
MAKALENİN TAMAMI:
24.01.2022-A.Yaşar SARIKAYA
Bu gün geçmişe doğru bir yolculuk yapalım yine. Biliyorsunuz sitemizde amaçsız bir konu işlemiyoruz. Köylerimize yerleşimler konusuna, sosyolojik açıdan değinmek istiyorum.
Belgelerden, dağınık grupların, farklı zamanlarda Sinop köylerine göç ettiği sonucunu çok net olarak görülür. 1487- 1580 hane sayılarının olduğu tabloda bulunmayan köylerde yerleşim olmadığı anlaşılıyor.
Biz Sinop’ta, 1487 yılından 1580 tarihine kadar köy yerleşimlerine bakalım:

.
Köylerde yaşayan halk, yaşam ihtiyaçlarını gidermek için birlikte hareket ediyor, temel ihtiyaçları karşılamak için el ele veriyorlardı. Birlik ve beraberlik içinde, imeceler yapılıyordu. Büyük şehirlerin rant merkezi oluşu, köyden göçlerin artması ve köylerin boşalması toplumun sosyolojisini oldukça etkilemiştir. Köyler, artık ziyaret edilen tatil merkezi gibidir.
Köy yollarımız, Karadeniz bölgesinin ihmal edilen yollarının başındadır. Toplum için el ele vermek, birlikte hareket etmek artık yerini bireyselliğe bıraktığından, ihmaller zinciri devam edegelmektedir. Zor yılların kahramanı olan bir nesil, artık yerini bu gün teknolojinin esiri olan nesle bırakmıştır. Toplumsal duyarlılığın yerini de bireysel doyumsuzluk almıştır.
Sosyolojik ve psikolojik etkiler, eğitimciler tarafından bilinmekte, uygulama aşamasına ne yazık ki geçilememektedir. Eğer toplum, bu konuda köydeki imeceler gibi aynı duyarlılıkla hareket etse, olumlu gelişmeler olabilir, iyi sonuçlar alınabilirdi.
Bu tablodan sonra hane sayımı olarak yapılan nüfus sonuçlarına bakalım:




KAYNAK: M. Ali .ÜNAL-OSMANLI DEVRİNDE SİNOP