SORAYA… 13 yaşındayken birkaç inek, küçük bir arsa ve birkaç halı karşılığında 20 yaşındaki Ali ile evlendirilen Soraya’nın, ‘Manutchehri’ adında filmi de çekilmiş olan çocuk bir kadının hikayesi bu.
Soraya toplam 7 çocuk doğurur ve bunlardan sadece 4’dü sağ kalır.
İran’da 1979 yılında İslam Devrimi ile her şey değişir. Ali, Soraya’yı boşamak ister ve onu sağda solda kötüler. 14 yaşındaki bir kızdan etkilenen Ali, Soraya’yı boşamak için her şeyi göze almıştır.
Ali’nin şeytani planları Soraya’nın çocukluk arkadaşı Firuze öldüğünde devreye girer. Soraya, Firuze’nin ortada kalan kocası Haşim ve çocuklarına ev işlerinde yardım etmeye başlar.
Ali ailesine nafaka ödememek ve Soraya’dan kurtulmak için karısının onu Haşim’le aldattığını ileriye sürer ve kısa süre içerisinde bunu küçük kasabada yayar.
Ali daha sonra Haşim’i tehdit ederek yalan söylemesini ister; çünkü hükmün gerçekleşmesi için 4 erkek şahide ihtiyaç vardır.
Bunlar bir şekilde bulunur ve Soraya’nın babası Morteza Ramazani’de toplum baskısına boyun eğerek recm cezasını onaylar
Soraya’ya son sözleri sorulduğunda verdiği yanıt şu olur; “Bunu nasıl yapabilirsiniz? Sizler benim dostum, arkadaşlarımsınız. Birlikte aynı sofraya oturduk, aynı yemekten yedik. Sen benim babamdın, Sizler benim oğullarımdınız, Sen benim kocamdın! Bunu bana nasıl yapabildiniz? Bunu herhangi bir insana nasıl yapabiliyorsunuz?” Aldığı tepki ise, ellerinde Kuran kitabını tutarak toplanan kalabalık ve o kalabalıktan gelen “Bunu Allah istedi! Allahuuuekber
Daha sonra kalabalık güruh Soraya’yı taşlamaya başlar.
Ağlamayacağına söz veren Soraya’nın o alnını delen ilk taş darbesi babasından gelir… Aşağıda ki fotoğraf, Soraya’nın bilinen tek fotoğrafıdır.
Antik Roma’nın en büyük dersi, bir savaş değil, bir istifa hikâyesidir. Ve o hikâyenin kahramanı bir imparatordu: Lucius Quinctius Cincinnatus.
MÖ 458 yılıydı. Roma Cumhuriyeti henüz genç, iç kargaşa derin, sınırlar tehdit altındaydı. Aequi kabilesi Roma ordusunu kuşatmış, şehir paniğe kapılmıştı. Senato çareyi olağanüstü yetkilerle bir diktatör atamakta buldu. Elçiler, Cincinnatus’u tarlasının başında buldular. Üzerinde yıpranmış bir tunik, elinde saban…
Tiber Nehri kıyısında, sessizce lahana yetiştiriyordu. “Devlet seni çağırıyor” dediler. Adam sabanını toprağa sapladı, yüzündeki teri sildi ve hiç tereddüt etmeden Roma’ya gitti. Sadece on altı günde düşmanı bozguna uğrattı. Roma kurtuldu. Halk onu yüceltti, senato iktidarını sürdürmek istedi.
Ama o, yetkiyi devretti. Savaşın ardından kılıcını bir köşeye koydu, sabanını yeniden eline aldı. Ve şöyle dediği rivayet edilir.
“Bir insanın toprağa dönebilmesi, en büyük zaferdir.”
Cincinnatus’un hikâyesi Roma’da “virtus” yani erdemin sembolü oldu. O, gücü eline aldığında ona teslim olmayan adamdı. Bugün iktidar, dünyanın her yerinde tutkuyla aranan bir zehir gibi dolaşıyor. Kimse vazgeçmek istemiyor. Oysa Cincinnatus, tarihe “bırakabilen insan” olarak geçti.
Livy, Roma tarihini anlatırken onun için şu cümleyi kurdu.
“Görev onu buldu. O, görevi değil.”
İşte bütün fark burada. Birçok insan görevi ister. Bazıları görevin arkasına saklanır. Ama çok azı, görev bitince çekilir. Yüzyıllar sonra Amerika Birleşik Devletleri’nde Ohio’da bir şehir kuruldu: Cincinnati. Adını bu Roma çiftçisinden aldı. George Washington da devrim sonrası çiftliğine dönünce “modern Cincinnatus” diye anıldı.
Tarihte iktidardan çekilmenin bir erdem olduğu çağlar yaşanmıştı. Bugün ise çekilmeyi değil, çökmeyi bilenler baş tacı. Lahana tarlaları yerini saray bahçelerine bıraktı. Ama hâlâ bir yerlerde, bir sabanın iziyle insan kalbinin onuru çiziliyor. Roma’nın mermer salonları yıkıldı, ama Cincinnatus’un tarlası hâlâ yeşil. Çünkü orada bir lahana değil, erdem yetişti. “Gerçek hükümdar, sabanını bırakıp tahta oturabilen değil, tahttan inip halkın arasına dönebilen insandır.”
İyi avukat adamı ipten alırmış” derler. Bu lafın nerden çıktığına dair bir hikayeyi (belki de”rivayeti”) geçenlerde bir yerlerde okudum. Buyrun bakalım…
Yer İngiltere. Birkaç yüzyıl öncesi. Adamın biri cinayetten içeri atılır. Bir avukat bulunur adama. İlk görüşmelerinde avukat “Merak etme seni kurtaracağım” der. Adam da avukata güvenir ve mahkemeye çıkar. Karar: İdam.
Adam avukata kızar, köpürür. “Hani beni kurtaracaktın?” der. Avukat da “Sen merak etme. Bu daha birşey degil. Temyiz var. Seni kurtaracağım” der.Dava temyize gider. Karar: İdam.
Adam yine avukata döner ve sorar. “Hani temyizde beni kurtaracaktın?”. Avukat gayet sakindir. “Dur daha, bukarar Avam Kamarası’nda oylanacak. Seni kurtaracağım.” Dava Avam Kamarası’na gider. Karar: İdam.
Efendim lafı uzatmayalım. Daha sonra Lordlar Kamarası ve Kraliçe’nin onayları vardır sırasıyla. Bu süreçte olanlar malum. Kraliçenin de idamı onaylaması ile darağacı kurulur. Adamı sandalyeye çıkarırlar. Avukatla göz göze gelen adamın tüm öfkesi bakışlarına yansımıştır. Avukat ise hala son derece sakindir. Gözleriyle işaret ederek merak etmemesini, onu kurtaracağını anlatmaktadır adama. Adamın ise artık umudu kalmamıştır.
Cellat gelir, sandalyeyi iter ve talihsiz adam boynunda iple sallanmaya baslar. O sırada avukat kalabalığı yararak darağacına doğru koşmaya baslar, merakla ne yapacağını anlamaya çalışan cellatı bir hamlede geçer, ipi keserek adamı kurtarır.
Tabii ortalık ayaga kalkar, bu sefer hem idam mahkumu adam, hem de avukat yakalanır. Avukata bunu neden yaptığı sorulunca cevabı şöyle olur: “Bu adam idam mahkumuydu. Siz de onu idam ettiniz. Adamın olup ölmemesi sizi ilgilendirmez, kanunda “idam edilir” yazıyor, “idam edilerek öldürülür” yazmıyor. İdam gerçekleşmiştir.”
Bunun üzerine kimse adamı tekrar asmaya cesaret edemiyor, adam belki de haklıdır diye. Olay karar için yeniden Kraliçe’nin önüne geliyor. Kraliçe, zekasından dolayı avukatın iddiasını doğru buluyor ve adamı affediyor. Bu olaydan sonra, ilgili kanun maddesi değiştirilerek “idam edilerek öldürülür” seklinde yeniden düzenleniyor.
Hemen, “Küçük adam derken kısa boylu, ufak tefek bir adamı kastetti.”, dediler.
Biri hayır dedi, aslında bir çocuk ama adam olacak çocuk.
Başka biri fantastik bir anlatım yaptı aslında, yok küçük adam dedi.
Herkes bir şey söyledi ama hiç biri değildi aslında.
Zeytin ağaçları arasından heyecanla koşarak indi taş merdivenlerden. Büyülü bir atmosferde masmavi deniz karşınızdaydı. Küçük bir koy içinde çocukların neşe dolu sesleri uzaktan da işitiliyordu. Denize dalınca bile o sesler yine duyuluyordu.
İşte o esnada birbirine yakın 2 kayalık göründü. Alelade kayaydı. Ama bulunduğunuz ortamı diğerlerinden farklı, kalıcı kalan gözünüzle gördüğünüz mü, yoksa belleğinizde kalıcı olarak yer etmesi mi?
Bu kayalık yer çok sıradan dediler. “Hiçbir özelliği yok, neresini beğendin. “
Çocuk burası çok farklı, çok özel dedi. Burası onun için kayadan çok bir ada gibi görünüyordu. Kayanın üzerine çıkıyor, denizin ortasında bir adada gibi hissediyordu. Burası benim adam dedi, burası Küçük Ada’m.
Küçük Adam buydu, aslında.
Çok konuşulmuştu, çok yorum yapılmıştı ama küçük olan bir adam değil, bir adaydı, aslında ada bile değildi, bir kayalıktı.
Her bir obje, her bir şey insanın belleğinde nasıl yer ederse o kadar özeldi, herkes kendi bakış açısına göre yorum yapıyordu.
Demek Küçük Ada’yı Küçük Adam anlamışlardı Büyük Adamlar.
Olsun adası bile küçük oluversin, hayal etmesi bile güzeldi, hayallerine de mi engel olacaklardı?
Önemli olan küçük şeylerle mutlu olmasını bilmekti. Yoksa herkes zaten eleştiriyordu doğası gereğince.
Dünyanın herhangi bir anında, hiç kimse aynı noktada değildir. Hepimiz farklı yerlerdeyiz ve bu yüzden dünyaya farklı açılardan bakıyoruz.
Uzmanlar diyor ki; ağaçlar dışarı çıkmak, yürüyüş yapmak için harika bir motivasyon kaynağı.
Hayatımda yer alan ve tesirini de yıllarca hissettirmiş çok ağaç var.
Yıllar önce doğduğum evin hemen bitişiğinde sırtını eve dayamış harika kirazları olan bir ağaç vardı. O kiraz ağacına çıkıp, o çatpat kirazlarını yemeye bayılırdım. O ağaca tırmanıp evin üstüne çıkardım. Katran karası renkli zeminde 3 tekerlekli bisikletimin seslerini duyar gibiyim hala.
3 tekerlekli bisikletle evin bahçesinde dut ağaçlarının, şeftali ağacının, erik ağacının arasında gezinirdim. Dut ağaçları bahçenin bir köşesinde yan yana dururlardı. Aslında Kuruçeşme Sokak’tan oraya kadar birçok farklı bahçede farklı dutlar, erik ağaçları, hünnap, incir aklınıza gelebilecek çok farklı meyve ağaçları vardı.
Ama kiraz ağacı farklıydı. Kökü evin temelindeydi. İki adımda hadi bilemediniz üç adımda evin tepesine çıkardım ve hemen karşıda Yesari Baba Türbesi gözükür, kazara elimle gösterirsem, yapma büyük günah deyince, bu türbe daha korkulur bir hal alırdı küçük bir çocuğun gözünde.
Arkamı döndüğümde iskele uzaktan bizi selamlar, hatta şileplerin gürültülü sesi bu selamı uzaktan size iletirdi. Sol tarafta zeytin ağaçları Zeytinlik’ten seslenirdi martılara.
Oranın bir büyülü havası vardı. Birbirine yakın yerlerde ne çok hatıra bırakmışız. Dönüş yolunda taş merdivenden inerken Tarzan Kemal bahçesinde çalışırdı her zamanki gibi, zaten tembellik ona göre değildi.
Şimdi ağaçlar şöyleymiş diyesi geliyor insanın, ama boş verin, her şeye rağmen, bence dikili bir ağacı olmalı insanın.
Uzun zamandır kiraz yemedim, her yerde erik var ama erik te çok az yedim. Bırakın meyveyi bu sene çok canımız yandı, çok ağaç gitti, ormanlarımız gitti, içindeki canlılar gitti, hatta canla başla çalışan işçiler, gönüllüler de gitti.
Uzmanlar diyor ki;
“Bitkiler stresi, öfkeyi, acıyı azaltmaya yardımcı olur ve refah duygusu yaratır. Bitkileri evinize veya iş ortamınıza yerleştirmek, yaşamınızda olumlu değişikliklere yol açabilir. Araştırmalar, hastanelerde bulunan ve doğaya bakan odalarda kalan hastaların daha hızlı düzeldiğini göstermiştir.”
“Bitkilerin bizimkilere benzeyen duyu organları, dokuları ya da sinir sistemleri olmayabilir, ama buna rağmen onlar gene de hisseder ve çevrelerinde olup bitenleri algılar. Tıpkı bizler gibi onlar da görür ve koklar. Hatta duyar, tat alır, teması hisseder, iletişim kurar, mutlu olur ve dans ederler.”
Altay Mitoloji’sinde kutsal ağaç kavramı vardır. Ağaç yaşamın devamlılığını ve kozmik düzeni temsil eder.
Adı Jiro’ydu. Japoncada ikinci çocuk anlamına gelen bu isimden dahi anlardı babasının ona olan sevgisini. Ağabeyi babasından bir tokat dahi yememişken, Jiro en küçük hatasında yaşının kaldıramayacağı dayakları yer ve sonrada ceza olarak aç acına kömürlüğe kilitlenirdi…
Daha o yaşlarda yüzü çirkin ve gözleri şaşı olduğu için babasından gördüğü bu muamele yüreğine işlemişti Jiro’nun. Anneleri onlar daha çok küçükken ölmüştü. Babasının sevgisizliğini ise hiç anlayamadı küçük çocuk. Daha o yaşında ona iyi hissettiren şeye robot yapmaya adamıştı kendini. Kim sorsa, neden böylesine robotlarla uğraşmayı sevdiğini de anlatmıyor, bu soruya hep sessiz kalıyordu…
Yıllar yılları kovaladı. Babası Jiro’ya vir kez olsun iyi davranmadı. Çirkin görüntüsünden dolayı hep hor gördü. Dövdü ve aşağıladı… Teselliyi ise hep yarım yamalak yaptığı robotlarında aradı Jiro…Gözyaşlarıyla uğraşıp durdu robotunun başında. Uzun yıllar sonra evlendiği eşi ise canından çok sevdi Jiro’yu. Ama onun yüreğinin bir tarafı hep kanayıp durmuştu. Ve bir fabrika da işci olarak çalışsa da hayalindeki robotu yapma isteğinden hiç vazgeçmedi…
Eşi Naomi ise hep destek oldu Jiro’ya. Hayalindeki robotu yapabilmesi için inandı, güç verdi eşine. Ve tam yedi yılın sonunda, büyük uğraşlarının sonucunda dünyada büyük yankı uyandıran konuşan oyuncak bir robot yaptı Jiro. Daha piyasaya sürülmeden, birçok ülkeden milyonlarca şipariş alınmıştı. Çünkü dünyada bir ilkti konuşan robot. Robotun tanıtılacağı gün binlerce çocuk ve velileri fuar alanında toplanmışlardı büyük bir heyecanla. Oğlunun zengin olacağını öğrenen Jiro nun yaşlı babası da gelmişti alana. Sonra robotun üzerindeki örtü açıldı. Jiro’nun babası gördükleriyle donup kalmıştı o an. Çünkü robot birebir, tıpatıp kendine benziyordu. Jiro robotuypa gözgöze geldi . Gözyaşları yanaklarını ıslatmıştı bile o anda. Ve robotun tuşuna basıldığında konuştuğu ilk cümle ise,şefkatli bir ses tonuyla:
-“Jiro.. Oğlum seni çok seviyorum -” olmuştu… Bir insanı kim severse sevsin, onu dünyaya getirenler sevmediyse bütün sevgileri eksiktir… #Yazar #Suat #Özge
Kısa bir bağımsızlığın ardından Azerbaycan toprakları yine işgal edilecekti.
Bu tehlikeyi önceden görüp bütün aileye bunu söyleyen ve göçe yönlendiren kişi, Kerim dedenin de büyük dedesi Kara’ydı. Bunu öngören Kara ile birlikte, Türkiye’ye göçmek üzere bütün akrabalar, bütün aile toplanıp yola çıktılar. Altınlarını, paralarını bellerine bağlayarak, eşyalarını sırtlarında taşıyarak yürüyorlardı.
Tüm hayatlarını geride bırakarak..
Kara, Türkiye’ye kadar hepsine rehberlik yapan kişiydi… Bellerinde yükleri, sırtlarında çuvalları, tam altı ay yürüdüler. Altı ay sonra bir ermeni köyünde iyi insanlara denk geldiler ve orada misafir edildiler. Köylüler yolculara yemek verdiler, su verdiler, banyolarını yaptırdılar. Büyüklerimiz, bu köyde bir ay kadar dinlenip, tekrar yola çıktılar.
Aylarca yürüdüler. Bu sefer bir müslüman köyünde misafir oldular. Kara, bilgili insanlara yol soruyordu, nereye gidelim, diye, ama yanlış yol gösterenler oluyordu. Şu dağın arkasına gidin, orası Türkiye, diyenler, aslında onları o dağın arkasındaki Gürcistan’a gönderdiler..
Gürcistan’ın bir ermeni köyünde, köylüler, büyüklerimizi, odunlukta, tendir damlarında misafir ettiler. Bu arada Kerim dedenin annesi hamile kalmıştı. Gürcistan’ın o köyünde de annesi Kerim dedeyi doğurdu. Ancak, dediler ki, yolumuz daha çok, bu çocuğu burada bırakalım, götüremeyiz, taşıyamayız, bir zarar gelir. Ama ablası, ben götürürüm, burada bırakamayız, Allah Kerim’dir, dedi ve bir bezle onu sırtına bağladı. Kerim dedeyle birlikte bütün bir aile, bütün akrabalar tekrar yola koyuldular. Tek hayalleri Türkiye’ye varmaktı.
Aylar geçti. Kerim dede altı aylık oldu. Sonunda konaklaya konaklaya, yürüye yürüye Türkiye’ye varmışlardı.
Aradan tam üç yıl geçmişti… Üç yıl boyunca tüm zorluklara rağmen, pes etmeden, Türkiye’ye ulaşabilmek için yürümüşlerdi. Vardıklarında karşılarında askerleri gördüler ve çok korktular. Ve askerlerimiz onlara, korkmayın, biz Türk askerleriyiz, burada cumhuriyet ilan edildi, dedi.
Ve Kerim dedenin adı da, Allah Kerim, denilerek getirilmesinden yola çıkılarak, Kerim konuldu.
Devlet, hepsine muhacir hakkıyla ev verdi. Geldikleri yer Kars şehriydi. Kendilerine, farklı şehirlere de gidebilirsiniz, size oralarda da ev verilebilir dediler. Ama büyüklerimiz, tüm mal varlıkları, düzenleri Azerbaycan’da olduğu için ve belki tekrar geri dönerler umuduyla, Azerbaycan’a yakın diye bu şehirde kalmak istediler.
Aradan yıllar geçti. Bu akrabaların içerisinde bir aile vardı ki, bir kardeşlerini yola çıkmadan önce Azerbaycan’da kaybetmişlerdi. Ve bu hüznü hep sessizce, içlerinde taşıdılar. Kendi evlatlarına dahi bundan hiç bahsetmemişlerdi. Kardeşlerden biri, hep kardeş acısıyla yanıp tutuşan türküler söyleyerek dolaşırdı. Adı Habip idi. Habip Bey’in evlatları onun türkülerini dinlerlerdi ama anlam veremezlerdi. Babalarının sesi çok güzeldi.. Çocukları, erken yaşta babalarını kaybettiler.
Büyüdüler, evlendiler, çoluk çocuğa karıştılar. Onlar için büyümek on sekizine bile gelememekti… Çünkü çocuklar, 1970’li yıllara denk gelmişlerdi. Darbeden önce sağ sol olayları patlak vermişti. Memleket karışmıştı. Komşular komşularını vuruyordu. Bir mahalleden diğer mahalleye gidemiyorlardı. Her mahalleyi birileri sahiplenmişti.
O dönemde okullarını, olay çıkaranlar basıp herkesi eve gönderiyorlardı. Yolda, eve giderken de polisler çevirip öğrencilere, okula gitmelerini söyleyerek baskı kuruyorlardı. Biri diğerinin inancına küfrediyordu. Diğeri ise o küfürleri kendine yediremiyordu. Haksız yere insanlar ölüyordu.
Güzeller güzeli Hamiyet de bu öğrencilerden biriydi. Bu olayların içinde ayakta kalmaya çalışıyordu. Sağ’ın, sol’un ne demek olduğunu bile bilmiyordu Hamiyet. Sağ elini kaldıranların içinde dayak yememek için o da sağ elini kaldırıyordu. Sol elini kaldırıp sloganlar atanların içinde de sol yumruğunu havaya kaldırıyordu.
Acıklı türküler söyleyen babasını erken yaşta kaybetmişti. Ve o da diğer kardeşleri gibi doğru düzgün okuyamadan erken yaşta evlenmek zorunda kalmıştı. O dönemlerde öyleydi. Kız çocuklarının, erkenden büyümek zorundalığından ve peşine düşenlerden korunmak için evlenmekten başka seçenekleri yoktu.
Ama ortalık o kadar karışıktı ki, evleneceği kişi diğer mahalledendi ve nikahtan önce ancak haftada bir gün taksiyle üzerine battaniye örtülerek gizlice gelip Hamiyet’i görebiliyordu. Hatta bir gün kadın kılığında evden gizlenerek çıkarılmıştı. Onu Hamiyet’in mahallesine getirdiğini öğrenen karşıtlar, taksi şoförünü öldüresiye dövmüşlerdi. Geceleri evlere silahlı saldırılar oluyordu. Evlerinin önlerine barikatlar kurarak gecelerini geçiriyorlardı. Kına gecesi de, nikâhı da gizlice yapılmıştı.
Büyüdü Hamiyet. Çocuklarını da büyüttü. Bir gün eşiyle birlikte Azerbaycan kanallarından birini izlerlerken yaşlı birini gördü eşi televizyonda. Elinde, Hamiyet’in dedesi Hasan dedenin fotoğrafı vardı.
Yaşlı adam, fotoğraftaki Hasan dedenin babası olduğunu ve babası ile kardeşlerinin işgalden dolayı Türkiye’ye göç ettiklerini ve o sırada onları kaybettiğini, şimdi son çare bu programa çıkıp, onlara ulaşmak istediğini anlatıyordu.
Adı Ali Ekber’di. Ali Ekber Bey, Sibirya’ya sürgün edildiğini, yirmi beş yıl orada esir kaldığını anlatıyordu. Hamiyet şaşkınlıkla dinliyordu. Bir yanda ise Ali Ekber Bey’in arkasında bir kütüphane duruyordu. Ben şairim, bütün bu kitapları ben yazdım, diyordu. Ben kardeşlerime aileme hasret kaldım. Esaretten kurtulunca Azerbaycan’a döndüm, onlara ulaşamadım, diyordu. Burada aile kurdum, kız kardeşimin adını evladıma, yetmedi torunuma verdim. Ama doyamadım. Kars şehrinde yaşıyorlarmış, onlara ulaşmak istiyorum, diyordu.
Bu programı izleyen Hamiyet, akrabalarına durumu anlattı ve Ali Ekber’in çocuklarına ulaştılar. Ama çocukları, arayan akrabalarına, kızgın bir şekilde, bunca yıldır neredeydiniz, neden babamızı aramadınız, babamızı o programdan sonra kaybettik, dediler.
Kimsenin Ali Ekber dededen haberdar olmadığını onlar da telefonda öğrendi…
Ali Ekber Bey’in çabası karşılığını bulmuştu. Yeğeni onu görüp ona ulaşmıştı ama o artık yaşamıyordu…
Bu hikâyedeki Hasan dede, benim büyük dedem, sesi güzel olan ve acıklı kardeş türküleri söyleyen Hamiyet’in babası Habip Bey, benim hiç göremediğim öz dedem ve Hamiyet, benim canım teyzem.
Ben bu hikâyeyi teyzemden dinlerken, göz yaşlarım kalbimden akıyordu.
İçimizden gelenler…
‘Ben bu hayata bunları yapmak için geldim.’, dediklerimizin, hislerimizin, yeteneklerimizin, atalarımızın bize kalan mirasları olduğunu her hikâyelerini dinlediğimde daha da iyi anlıyorum.
Mücadelelerimiz, yeteneklerimiz, isteklerimiz, onların yeteneklerini devam ettirmek üzere bizden açığa çıkıyor. Bunu hissediyorum.
Üç yıl yollarda yürüyerek, büyük zorluklarla mücadele etmiş, yaşadıklarını kabullenip, şiirler yazarak, türküler söyleyerek dile getiren, içimde o sonsuz güçlerini hissettiğim büyüklerimin kalplerinden öpüyorum.
Ali Ekber dede, yıllarca süren uğraşları sonucunda, kimseye ulaşamadan öldü. Ama biz onun varlığına, ruhuna ulaştık.
Bu yazı, gözyaşlarımdan akıp senin ruhuna, şiirlerine, kalbine ulaşsın Ali Ekber dede..
Kroisos; Krezüs ya da İslâm kaynaklarında geçen adıyla Kârûn, zenginliğiyle bilinen Lidya kralı. MÖ 560-546 yılları arasında tahtta kalmıştır. Kroesus, Lidya´yı gücünün zirvesine taşımıştı.
Kral Krezüs zamanında Lidya, ticaret ve altın madenciliği ile çok zenginleşti. Batı Anadolu’daki Yunan şehir devletlerini istila ederek ve doğudaki seferleriyle devletinin sınırlarını şimdiki Kızılırmak sınırına kadar genişletti.
Mermnad Hanedanı’ndan gelen Kroisos Lidya kralı Alyattes’in oğluydu. MÖ 549’da Perslere karşı Babilliler, Mısır ve Sparta ile ittifak kurmuştu. Bu ittifaka güvenerek Pers İmparatorluğu’na savaş açtı. Kapadokya’ya saldıran Krezüs, Pers kuvvetleriyle MÖ 547’de Pteria Muharebesi’nde karşılaştı ancak savaş alanında iki taraf da kesin bir sonuç elde edemedi.
Beklediği yardım gelmeyince başkent Sard’a geri çekildi. Pers Kralı Sirus onu takip etti ve Lidya´yı Pers topraklarına kattı Antik çağın bilinen en zengin kralı olan Krezüs mitolojiye göre her tuttuğunun altın olması için ilâhlara yalvarır; bu dileği kabul edilince mutluluğa erişeceğini sanır. Ancak çok zengin olduğu halde mutluluğu bir türlü bulamayan kral acı içinde kıvranarak ölür.
Tarihçi Taberi efsane ve deyimlerdeki kişinin Musa zamanında yaşayan farklı bir kişi (Koreh) olduğuna inanmıştır. Kroesus, Arap, Yahudi ve Pers medeniyetlerinde Karun şeklinde anılmaktadır. Karun Hazinesi, çoğu MÖ 560-546 yılları arasında Lidya ülkesini yöneten Kroisos veya Krezüs (Karun) dönemine ait olan ve Uşak’ın 25 km batısında ve İzmir Karayolu üzerinde bulunan Güre Kasabası yakınlarındaki tümülüslerden 1960’lı yıllarda çıkarılarak ABD’ye kaçırılan ve 1993 yılında uzun bir hukukî süreç sonucunda geri alınan eserlerin toplu adı. Bazı kaynaklarda Lidya Hazinesi olarak da anılır. Hazinenin ele geçirilen kısmında yaklaşık 450 parça bulunur.
1996 yılında, Sultanahmet’te bir evde pek çok fotoğraf ve evrak bulduk. Bir çanta mektup, 7 albüm fotoğraf ve sayfalar dolusu nota. Bir kemancı vardı fotoğraflarda ama tanıyamadım. Ev sahibi de tanımadığını söyledi. Hepsi çatıdaki bir sandıktan çıkmış. Şaşılacak şey…
O kadar çok nota sayfası vardı ki ve öylesine özenle yazılmışlardı ki hayran kaldım. Aklıma bir anda Cihat Aşkın’a haber vermek geldi. Cihat Aşkın, memlekette keman işi konusunda bir otorite. E tabii o vakitler telefon falan yok. Birkaç örnek alıp Cihat Hoca’ya götürdüm. Cihat hoca notaları görünce çok heyecanlandı.
-Tekin Bey, bunların devamı var mı? dedi.
-Bir sandık, dedim. Gözlerinin içi parıldadı.
-Gidelim hemen, dedi. Gittik. Meğer tam bir hazine bulmuşuz. Çakmıyorum ki müzik işinden. Fakat Cihat hoca alıyor bir sayfa mırıldanıyor. Baktım sahiden nefis ezgiler. Seyyan Hanım isminde bir şarkıcı varmış, ona ait eşsiz fotoğraflar. Sonra sahipsiz mektupların içindeki tarihi vesika niteliğindeki bilgiler… Dayanamadım, sordum sonunda:
Cihat Hocam kim yazmış bunları? Kim bu müzisyen?
Necip Celal, dedi.
Aman alın götürün de yeter, dedi. Aldık, götürdük. Taksiye yükledik her şeyi.
Arkadaş tanımıyorum ki… İçimden “Çok güzel” dedim. Necip Celal’se iyi. Anlamadığımı görünce o ünlü şarkıyı mırıldandı Cihat Aşkın:
“Sevdim bir genç kadını Ansam onun adını Her şey beni ona bağlar Kalbim durmadan ağlar”
Yuh, bu şarkıyı kim bilmez! Tango gibi tango! Çok acayip bir şeyler bulduğumuza bir kere daha ikna oldum. Ev sahibi bunları çöpe atacaktı. Ev temizliği diye giriştikleri işten nasıl bir hazine çıktı! Ev sahibi kadın çok bir para istemedi. Takside konuşuyoruz Cihat Hoca’yla. Daha doğrusu o sevinçten havalara uçmuş vaziyette. Şu ekteki fotoyu gösterdi.
Kim bu? dedi.
Bilmem ki hocam.
Yahya Kemal
Nasıl Yahya Kemal hocam bu?
Gençliği, Paris yılları.
Necip Celal’de ne işi var?
E soyadı
Soyadı mı?
Necip Celal’in soyadı Andel. And içen kişi demek. Bu soyadını ona veren de Yahya Kemal. Böyle bir ahbaplıkları var.
Vay be! Peki şu kadın kim?
Ha o mu, meşhur Seyyan Hanım. Seyyan Oskay.
Ben tanıyamadım. Çıkaramadım adını.
Necip Celal’in şarkısını söylüyor.
Hangi şarkısıydı?
“Mazi kalbimde bir yaradır
Aaaa bildim, bildim. Bu şarkıyı söyleyen Seyyan Hanım mı yani?
Evet, yalnız sözler Necdet Rüştü’nün. Müziği ise Necip Celal Andel’in.
Nefis!
Ne harika tangolar bunlar Necip Bey, diyor.
Bahtım saçlarımdan karadır
Beni zaman zaman ağlatan İşte bu hazin hatıradır”
Cihat Aşkın’ın evine gittik. Büyükçe bir masa vardı. Koyduk evrakları üstüne. Heyecanla hepsini seçiyoruz. Elime bir gazete haberi geçti, ünlü Alman sinema artisti Evelin Hold, Necip Celal’in meşhur “Mazi” şarkısını okumuş. Nerede? Kadıköy Hale Sineması’nda! Vay be! Süpermiş. Bir başka notta bu gazete haberinin hikâyesini anlatmış Necip Celal. Haliyle inanmamış böyle dünyaca ünlü bir starın ülkemize gelip onun tangosunu söylemiş olduğuna:
“Çok hoşuma giden bu Alman artisti ne münasebetle ülkemize gelsin de benim tangomu okusun” demiş. İnanmamakta ısrar eden Necip Celal’e bir arkadaşı gazetedeki bu haberi göstermiş. Haber doğru! Beyoğlu’ndaki meşhur Tokatlıyan’da kalıyor Evelin Hold.Telefon ediyor Necip Celal.Teşekkür ediyor.Evelin Hold da kendisini uzun süredir aradığını, muhakkak görüşmek istediğini söylüyor Necip Celal Andel de tıpkı Rodrigo gibi âmâ… Evelin Hold, Andel’in gözlerinin iyileşmesi için temennilerde bulunuyor ve Hale Sineması’ndaki konsere davet ediyor. Evelin Hold, sahneye adımını atar atmaz salon yıkılıyor alkıştan. Hınca hınç dolu o gece Hale Sineması Vaktiyle Londra’da duvarlara:
“Clapton is God” yazarlarmış. Evelin Hold da o gece öyle alkışlanıyor. Sırasıyla; Fransızca, İtalyanca, Almanca şarkılar söylüyor ve nihayet sıra Türkçe şarkıya, yani Necip Celal’in Mazi’sine geliyor.
İşte o an Evelin Hold’un jesti geliyor… Elini kaldırıp Necip Celali işaret ediyor Evelin Hold ve “Mazi, Necip Celal” diyor. “Ne göğsünde uyuttu beni Ne buseyle avuttu beni Geçti ardından uzun yıllar O kadın da unuttu beni” diyor! Şarkıyı o gece 4 defa söyletiyorlar Evelin Hold’a. Ortalık alkış kıyamet.. Şarkı bitince kulise gidiyor Necip Celal. Evelin Hold’a bir kere daha teşekkür ediyor ve ellerinden nazikçe öpüyor. Fakat Evelin Hold sahiden hayran olmuş Necip Celal’e. O şiveli konuşmasıyla:
Velhasılıkelâm iyi dost oluyorlar… Ertesi gece için randevulaşıyorlar. Nerede? Suadiye Plaj Gazinosu’nda. Günlüğüne yazdığı notta Necip Celal o geceyi şöyle anlatmış:
“Suadiye plajı bana bu akşam her zamankinden daha güzel geliyor. Mehtap denizin üzerine vurmuş, etraf sessiz, konuşmadan geceyi dinliyoruz. Oldukça kalabalığız, kıymetli artistimiz Feriha Tevfik, ağabeyim, Yusuf Kenan, Holywood muhabiri Turan Aziz ve daha bir çok sevdiğim arkadaşlarım… Şimdi ellerimde akordeon, parmaklarım tuşların üzerinde, içimden kopup gelen bütün duygularımı söylüyor… Kendimden geçmiş bir halde mütemadiyen çalıyorum. O da etrafın isteği üzerine Mazi’yi söyledi. Bu kadar duyarak çaldığımı hatırlamıyorum. Benden bizzat keman çalmamı istedi. Schuman’ın Akşam şarkısı, Fibich Poem ve onun çok sevdiği Toselli serenad…
Kemandan yükselen sesler yavaş yavaş sönerken, mehtap da artık kayboluyordu. Gazino tamamiyle bizim için kapatılmıştı. Onunla tadına doyulmaz, rüya gibi bir dans ettik, eğlendik. Dans ederken bana: ‘Mazi’yi hiç unutmayacağım, dudaklarımdan hiç eksik etmeyeceğim’ dedi Vakit gece yarısını çoktan geçmişti. İçimden çoşup gelen bir takım sesler var. Kafamın içinde mütemadiyen dolaşıyor, fakat bir türlü toparlayamıyorum. İsteği üzerine akordiyonu elime alarak, ‘Ayrılık’ı çaldım. Yanıma yaklaştı, dans eder gibiydik yine ama ele ele tutuşmuyorduk. İşte o anda bana, üzerine çok samimi sözler yazılmış bir fotoğrafını verdi ve sonra tekrar dans etmeye başladık. Ona bir cesaret:
‘Ne olur bu gece hiç bitmese’ dedim. Ben bu sözleri söylerken, plajın saati 3’ü çalıyordu. Sabah gidecekti. ‘Beni unutma” dedim. ‘Sen de’ dedi. O akşam ağabeyimin Erenköy’ündeki köşkünde kalacaktım. Yayan yürümeyi tercih ederek sessizce eve geldim. Zihnim hep onunla meşgul.. O melodiyle meşgul. Öylece pencerenin kenarına oturdum. Dışarıda yaz böcekleri, kurbağalar ve sık çalılar arasında duyulan bir tek bülbül sesi… Ortalık hafifçe aydınlanır gibi oldu. Gayri iradi piyanoya doğru yürüdüm. Başımda inanılmaz bir ağrı. Hemen oturup en sessiz pedala basarak içimden gelen sesleri yavaş yavaş çalmaya başladım. Çünkü başka türlü olmayacaktı. Mümkünü yoktu. O gece yazdığım beste ise şöyleydi… Sevdim bir genç kadını Ansam onun adını Her şey beni ona bağlar Kalbim durmadan ağlar Kemanımla ona bir ses verebilseydim eğer Bu sesimle ona ersem bana dünyaya değer Ne yazıkki deniz engin şu ufuklar ölgün Bin elemle doluyor her yeni gün…” Necip Celal, yazmamış: Yaşamış! Biz Cihat hoca ile evrakları toplarken, eşi Nisan Hanım geldi. Ortada bir koli ve bizi harıl harıl çalışırken görünce şaşırdı:
Hayrola Cihat, bunlar nedir? dedi.
Görmen lazım. Çok şaşıracaksın.
Dayım, dedi.
Nisan Hanım fotoğrafları görünce sahiden pek şaşırdı: Ben konudan uzağım tabii… “Arkadaş” dedim içimden, “Konu nereden nereye geldi.” Elbette cehaletime de ayrıca yandım. Bütün o evraklar Cihat Hoca’’da kaldı. Uzun yıllar o notolarla uğraştı durdu. Derledi,topladı,düzeltti. Nihayet o gün bulduğumuz eserleri bir albüm haline getirmiş.Sahiden çok sevindim buna. Var olsun, benim için Necip Celal Andel albümünü ithaflı bir şekilde imzalamış Cihat Aşkın. Daha böyle pek çok hikâye vardı o günlüklerin içinde. Pek çok şarkının yazılış serüveni vardı. Tango da ne güzel bir icat be kardeşim. Yüreğini şenlendiriyor insanın.. Deniz Tekin
20.04.2025-Hanefi KAYA- Abdullah ÇAPAROĞLU -DÜMAD – Dünya Multidisipliner Araştırmalar Dergisi WOJMUR – World Journal of Multidisciplinary Research ISSN: 2717-6592
Dünya tarihinde önemli bir yeri olan Amerika’nın keşfi ve beyaz adamın bu topaklara yerleşmesi, bir zamanların Doğu dünyasının Avrupalılar için ne tür gizemler taşıyor ise, şimdilerde doğulular için de aynı gizemlere sahip, bir büyük hadisedir. Bu büyük hadisenin özellikle 19. yüzyıldan sonra Avrupa ve Asya kıtalarında tanınması ve her alanda ilişkiler kurulmasıyla başlayan çözülme dönemi, aslında herşeyin tüketildiği, sahip olunanın el değiştirdiği ve bilinmezlerin ortadan kaldırıldığı yeni bir dönemi oluşturur.
Bu dönem artık yerli Amerikalıların olmadığı, Avrupalı Amerikalıların yaşadığı bir dönem olması hasebiyle, doğulu ya da Asyalı insan tipi o büyük merakı ile baş başa bırakılmıştır.
Bundan sonraki Amerika, hür dünyanın bir parçasıdır ve artık gizlenmeden bütün bir tarihin oluşumuna katkı sunacak her türlü imkana sahiptir. Bu yönüyle o gizemler ülkesini ilk elden tanıtacak bir tarih anlayışının gelişmesi, doğulu insanın hafsalasındaki o karanlık dönemi de aydınlatması açısından büyük imkan sağlamıştır. Bu makale Bryn O’Callaghan tarafından yazılmış olan An Illustrated History Of The USA, Longman Group UK Limited 1990 çalışmanın bir bölümünü sunmaktadır ve bu bölüm Amerikalı beyaz adam ile Pasific’li yerlilerin ilk buluşmalarını ortaya koymaktadır. Makale Beyaz Adamın küstahlığı karşısında, yerli Amerikalının dürüst ve katlanılabilir yaşamını gözler önüne sermektedir.
Giriş 1490’lı yıllarda Kristof Kolombus ile başlayan dünyayı yeniden keşif macerası, Hindistan yolu aranırken bir rastlantı sonucu ilk defa yeni bir toprağın keşfiyle sonuçlanmıştır. Bilinen dünyanın dışında kalan bu toprak parçası Pasific Okyanus’unun karşı tarafında bulunan ve bilinmezlerle dolu yeni bir karalar ve adalar silsilesinden oluşmaktaydı.
Bu topraklara ilk gelen Kristof Kolombus’un olduğu düşünülüyor olsa da aslında Arap Tüccar Gemileri’nin çok daha eski zamanlarda bu topraklarla ilişki kurdukları ve hatta buralara kadar mal taşıdıkları Piri Reis’in hazırlamış olduğu büyük dünya atlasından anlaşılmaktadır. Onun yapmış olduğu bu harita Amerika’nın bir keşif sonucu değil, aslında bilinen bir yer olarak beyaz adam tarafından istilasından başka bir şey değildi. Kolombus gibi maceracı kimliklerin altın bulma merakının sonucunda ulaşılması ve geçilmez olduğu düşünülen Pasific Okyanus’u aşılmış ve yerli kabilelerin yaşadığı, uygar dünya olan Avrupa ve Asya’dan tecrit edilmiş bir şekilde kalmış olan bu yeni dünyanın keşfi, ilk başlarda pek önemsenmemişti.
Avrupa’nın ezik insanlarının yerleşmeye başladığı bu çorak ve zor koşulların dünyası, zamanla yerlilerden alınarak yeni bir yaşama kapılarını açtıktan sonra, iklimi, doğası, toprağı, yaşam koşullarıyla benzersiz bir nimet sunmaya başlaması, söz konusu toprakların tamamının keşfine başlanmasına ve dünyanın üçte birinin bulunduğu muazzam bir keşfin kapılarının açılmasını ve yeni bir doyum imkanı yaratılmasını sağlamıştır. Aç gözlü Avrupalıların boyunduruğunda başlayan bu yeni yaşam, barışın hakim olduğu Amerika topraklarını kısa bir zaman sonra kaosun ve kargaşanın merkezi haline getirmiş, beyaz adamın vahşi çehresiyle nerede ise yerlilerin hiç yaşamadığı yeni bir dünya yaratılmaya başlanmıştır. Amerika’da yerli olmak demek hiçbir hak ve selahiyeti olmayan vasıfsız bir mahluk ile aynı olmak demekti. Beyaz adamın Amerika’ya getirmiş olduğu bu yeni anlayış, Avrupa’nın binlerce yıllık geçmişinden kaçan ezik Avrupalılar tarafından icra ediliyor olması da bir büyük muammanın diğer bir veçhesi olarak kalmıştır. Bu makalede Bryn O’Callaghan’ın bakış açısıyla Avrupalıların yaratmış olduğu yeni Amerika’nın ilk yerleşim zamanları hakkında bilgiler bulunmaktadır. Bu bilgiler ışığında Amerika’nın yerlileri ve yeni meskunları arasındaki ilişkilerin bir çeşit özetini yansıtacak olan makale, ilk defa da olsa Amerika’nın arka yüzünün küçük bir tanıtımını yapmaktadır. Türk tarih literatüründe pek fazla bilinmeyen An Illustrated History Of The USA, Longman Group UK Limited 1990” adlı eser kurgusuyla, Amerika’nın kuruluş yıllarının ilk fotoğraflarını sunması açısından önemli bir yere sahip olduğu düşünülmektedir.
Makalenin tamamına aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz.