RSS

Etiket arşivi: köy yaşamı

ÇÖZÜM ARAMAK- SORUN ÇÖZMEK

03.07.2024- A. Yaşar SARIKAYA

Bir ülkede siyaset ne için yapılır diye düşünmek gerek? Siyasetçileri yüceltmek için mi? Halkın her katmanının sorunlarını çözmek için mi?

Biz, çözüm arama basamaklarını atlayıp, bir türlü ÇÖZÜM aşamasına geçemedik. Sosyal medyada, basın yayın organlarında çözüm konusunda yapılacaklar paylaşılıyor. Çözüm konusunda, yönetenler- halk- bilim insanları bir türlü ortak paydada buluşamıyor.

Sorunlar çığ gibi büyürken, uygulama kademesi yaptıklarından çok memnun. Varlık sahibi aileler, gelecek konusunda asgari ücretli, maaşa bağımlı olanlar kadar kaygılı değil. Değirmenini döndüren döndürüyor desek yalan olmaz.

Dernek Eğitim Projemizden, öğrencilerin güçlüklerini biliyoruz. Günahtan korkuyoruz diyenler; ilkokuldan beri çocuklarımızın neler çektiğini bilmeliler. Okul bitecek ve işe yerleşeceğiz diye ne umutlarla çilelere göğüs gerdiler. Yazın köyde hayvan güttüler, tarlalarda çalıştılar. Yüzleri kapkara güneş yanığı, elleri toprak nasırıydı. Mezunlarımız, KPSS sınavının birinci aşamasına girdiler. Alan sınavına girmeye hazırlanıyorlar. 90 üstü baraj puanları gözleri korkutuyor. Şimdi üniversitelerin çokluğuna sevinecek miyiz? Gençler istihdam edilmeyince, çok okul açmak başarı olabilir mi?

KPSS sınavında 60 alan kişi, sözlü sınavda 95 alıp “90” puan alan öğrencimizin önüne geçmemeli. Hani günahtan korkardınız? Bu engeller, gençlerin önünü kapamak için mi yapılıyor? Üniversite mezunu genç, branşında işe yerleşemeyince, yeni alternatif üretildi. Ya polis olarak istihdam ediliyor, ya pazarda pazarcılık yapıyor. Öğretmen ve sağlıkçılar ise düşük ücretle özel i yerlerinde çalışıyorlar.

Bu dünya kimseye kalmaz, Sultan Süleyman’a kalmadı. Kimler geldi, kimler geçti. Kendini iman ehli diye tanımlamak ile, imansızca işlere imza atmak arasındaki farkı görmek gerek. Çocuklarımıza alan sınavında başarılar dileriz.

 
 

Etiketler: , , , , , , , , ,

EŞEK KAPIYI YEDİ

20.03.2024- Ayşe Yaşar SARIKAYA

Dışarıda lapa lapa kar yağıyor, ben de ahşap köy evinden dışarıyı seyrediyordum. Yukarıdan aşağıya inen kar taneleri değil de sanki notalardı. Portenin, arştan yeryüzüne kadar inen beşlisi üzerinde notalar yerleşiyor, melodileri de yüreğime iniyordu. Beni benden alıyor, senfoni orkestrasının konserine götürüyordu.

      “Ayşe Hoca, gız Ayşe Hoca”

“Efendim” dedim.

Ümmehan’ın sesiydi bu. Okula en yakın evin bir odasında kalıyordum. Ümmehan evin en büyük kızıydı, Hacer Teyze’nin ineği doğum yapmış ne olur beni de oraya götür demiştim.

      “Babam çığır açtı, Hacer Yenge’ye gidiyon, geliyon mu?

       “Biraz bekle, geliyorum” dedim.

Hazırlandım, çıktık. Siyah lastik çizmelerimi giydim. Eğer çığır açılmasa, kar kesinlikle çizmeden içeri dolardı. Neyse ki komşu yakındı ama kar bizi bir hayli oyaladı. 15 dakika sonra eve geldik.

Ümmehan mert yürekli bir kızdı. Açtı kapıyı, daldı içeri. Ben kapıda bekliyorum, Hacer Teyze,

       “ gel hocanım kızım” dedi.

Girdim, sevimli buzağı evin içinde değil mi? Ocak ateşi çıtır, çıtır yanıyor, buzağı da evin içinde dolaşıyordu, sevdim doyasıya. Teyze bu soğukta buzağı üşümesin diye eve getirmişti. Buzağı büyüyecek, inek olacak süt verecek, teyze yoğurt yapacaktı. Ayran yayıp ondan da yağ çıkaracaktı. Köy yerinde kıymetliydi buzağı.

Bizim köy kadınlarımız taşı sıksa suyunu çıkarırlardı. Ne kadar çalışkan, ne kadar dayanıklıydı kadınlarımız.

Ümmehan,

“Hacer Yenge odunu ne ettin” dedi.

“Kızım oduna gidemedik, mısır köklerini edivedim, unları yakıyon” dedi.

Her taraf çam ormanıydı ama çam ağacı kesmek yasaktı. Diğer ağaçlar da her yıl odun ihtiyacı için kesildiğinden, kalın değildi. Köylü dağdan odun diye çalı çırpı getiriyordu. Odunlarını sonbaharda hazırlayanlar, kışın rahat ediyorlardu. Hazırlamayanlar da işte Hacer Teyze gibi mısır köklerin yakıyordu.

Ben buzağıyı seviyordum, birden Ümmehan’ın kahkahası yükseldi.

“Ne diyon Hacer Yenge doğrumu”

Ben anlamadım, kulak kabarttım.

“ Doğru kızım doğru, kar doldurunca eşeğe iki gün yal vemedim. O da acıkmış damın kapısını yemiş” dedi Hacer Teyze.

Eşeğin kapıyı kemire kemire karnını doyurmasına çok üzülmüştüm. Ümmehan bu olayı daha sonra konuşup konuşup gülecekti. O konuştukça gülecek, benim de yüreğime bıçak saplanacaktı. 1981-82 Öğretim Yılı gerçek yaşamdan iz bırakanlar.

 

Etiketler: , , , , , , , ,

1960’LAR DUDAŞ KÖYÜNDE RAMAZAN ANILARI

03.04.2022- Tayyip SANDALCI

Dünyanın neresinde olursa olsun, her coğrafyada yaşayan insanların kendine has kültürleri ve ritüelleri vardır. Bilke olarak, özellikle farklı kültürlere dikkat çekiyoruz ve “FARKLARI FARK ETME” doğrultusunda çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Farklılıklar yurdun zenginliğidir. Toplumun bilinç seviyelerinin aynasıdır. BİLKE ”

Dudaş köyünde yaşamın 1. bölümünün devamı:

BİZİM ÇİLELİ AİLEMİZ- 2Tayyip SANDALCI

Bizler üçüncü jenerasyon Sandalcılar ise,  genlerimize veri tabanımıza yüklenmiş bu acı anıları içimizde taşıyarak, onlara duyduğumuz minnet, ve özlemle yaşıyoruz. 

Birinci bölümde çileli ailemden bahsettiğim gibi İhsan ve Emine’den biz beş kardeş dünyaya gelmişiz önce 1942 veya 43 de Aziz dünyaya gelir.2 yaşında iken boğmaca denilen bir hastalık o günlerde çocuk ölümlerine neden olan bir hastalıktır. Aziz bu hastalıktan vefat eder. Ailenin tek erkek çocuğunun ölümü aileyi derinden üzer. Dedem çakır Ahmet yayladan kışlaya gelirken beş çamlarda yayla kışla arasında 1000m rakımlı, aynı zamanda burası evliya diye bilinir, gelen geçen Fatiha okur, dileği olan el açıp dileğini söyler, Anadolu’nun bir çok yerinde olduğu gibi.

Dedem çamın dalına asılıp “ya rabbi senin hikmetinden süal olunmaz bilirim ki veren de sen alan da, ailemizin tek erkek çocuğunu aldın bizim ciğerimiz yandı. Bize bir erkek çocuk daha ver” diye dua eder, rivayet odur ki o dua kabul olur ve ben dünyaya gelirim. Kesin olmamakla birlikte doğum tarihim 1946 yılı Kasım ayı.

Kaybedilen erkek çocuktan sonra aileye gelen erkek çocuk oluşumdan olacak çok kıymetliyim (Çakır Ahmet dedemin çocuğu olmamış 1296-1880-ölüm:05/11/1959) çakır Ahmet dede hem eski Türkçe hem yeni Türkçe okur yazar, çok güzel kuran okur, kendisi bu makama kıraeti-kahir derdi hüzzam olsa gerek. Güler yüzlü Noel baba gibi, hoş sohbet pozitif bir adamdı. Aynı zamanda gençliğinde pehlivanmış, ben göremedim. Köyden biri bana şöyle demişti dedemi anlatırken:  “terekten babasına su vermeyen çocuklara Çakır Ahmet köy yerinden atları getirtirdi” demişti.

Tatlı dilli adamdı. Askerde jandarma komutanlığı yapmış. Bir anısını anlatmıştı:

Jandarma komutanı iken bir köye uğramışlar, evin annesi kızına seslenmiş “Zülfinaz kızım gel misafirimiz geldi” demiş bu isim dedemin hoşuna gider ve ilk torununa Zülfinaz adını verir.. Dedem daha çok imamlık yapar işlerini eş dost komşular yapardı, kısaca hatırı sayılır adamdı..

Her dede gibi benim dedemin de bildiklerini torununa aktarmakta acelesi vardı. Bu da doğanın anayasası olsa gerek. Bu bana bir yerlerde okuduğum, ölüm ile yaşam ikilisinin arasında geçen diyaloğu anımsattı..”

“Ölüm yaşama derki … benden büyük yoktur sistemde en büyük benim, ölümle her şeyi sonlandırıyorum der; yaşam da ona der ki:..

Sen öyle zannet benim genlerim benden sonrada devam ediyor der.”

Benden önce benden 10 yaş büyük Zülfinaz ablam ailenin ilk çocuğu ona öğretmiş eski ve yeni Türkçeyi. Aynı şekilde çok küçük denecek yaşlarda belki 4-5 yaşlarımda kuran okumayı eski Türkçe yazıp okumayı öğrenmeye başlamışım.. Köy imamı Abdurrahman Hoca 6 ay Dudaş’da 5 ay Çatacık’ta okuturdu. Bir taraftan mektepte diğer yandan evde ablam ve dedem çalıştırırlardı.

Bu arada annem askerde okuma yazma öğrenen komşu Arif Ağa’ya  bir batman ceviz verip 29 harfi öğrenmemi sağlamıştı. 13 yaşıma geldiğimde eski ve yeni Türkçeyi öğrenmiştim. İmamlık yapmak için gerekli bilgileri de öğrenmiştim . Abdurrahman Hoca (köy imamı) sen imamlık yapabilirsin diyerek bana icazet vermişti. Diğer tarafta Hayri hoca ,baliğ olmayan adamın arkasında namaz kılmak caiz değildir demişti. Ben bu arada 2 yıl Ayvaya . 2 yıl Çatacık’a Ramazan imamı olmuştum. Ücret fitre karşılığı idi. Evde kaç kişi var ise fitrelerini hocaya verirlerdi.1960-63 yılları böyle geçti. Kuran öğrenmek namaz sürelerini öğrenmek için gelen çocuklara öğretirdim , biraz büyükler yaşı bana yakın olanlarla güreş tutardım.

Bu arada bir anımı anlatmak isterim: Ayva da inşa halindeki kocakafa Sadettinin yeni evi Ramazan da namaz kılmak ve çocuk okutmak için bir aylığına bu işe tahsis edilmişti. Mevsim kış, odanın birinde ocak ateşi yanıyor salonda ısıtıcı yok ve soğuk. Herkes sıcak odaya sıkışmış durumda kimse salona çıkmıyor, ben ve birkaç kişi salondayız, diğerleri içerdeler, ben bir iki ikaz ettim kimse çıkmadı, ramazan herkes oruçlu ve aç , akşam namazı cemaatle birlikte kılınıp evlere gidilip iftar yapılacak, bu nedenle herkes acele ediyor. Benim uyarımı kimse dinlemeyince ben de sinirlenerek Allahü Ekber deyip namazı kıldırdım. Namaz sonrası cemaatten birisi, benimle sık şaka yapan birisi hoca dedi se ne yaptın ? Ben de ne yaptım namaz kıldırdım dedim. Yahu namaz kıldırdın da sen bize küfrettin a…koyayım da gelmezseniz Allahü ekber dedin dedi. Ne dediğmi hatırlamadım ama espiri tam da yerine oturmuştu; çocuk yaşta oluşum, sinirlenişim tam bir espiri olmuş herkeste hoş görüyle gülüp geçmişti.

Bir başka anımda şöyle: Yaşlı bir amca, (katil Alinin Emin) Emin amcanın sandıkta sakladığı gümüş köstekli çok güzel bir serkisoff saati vardı, sadece ramazan ayında sandıktan çıkarır, soldan sağa doğru göğsünün üzerine gümüş kösteği sarkıtırdı. Fakat Emin amcanın okuma yazması olmadığından saatten de anlamazdı. iftar saatleri öncesi herkes cebinden saatini çıkarıp bakar ve karşılaştırırlar, bu arada içlerinden biri sorar Emina veya Emin amca senin saat kaç ? Emin Ağa yeleğin sol cebindeki saati çıkarıp önce mendilini sonra kapağını açar bakar “bu da sizinki gibi der, ya da benim gözlerim iyi görmüyor sen bak derdi. Herkes içten gülerdi, kimse dışa vurmazdı. Ramazan Mart Nisan Mayıs aylarına rastlamıştı bu yıllarda. Çiçekler çiğdemler açıyordu, mektebe gelen çocukları alıp kırlara yürüyüşe çıkardık. Ayva sırtlarından köyümü, Dudaş’ı özlemle seyir ederdim:

 
 

Etiketler: , , , , , , , ,

OYA İP ATLA

Şafak Gündüz SARIKAYA 28 Mayıs 2019

Aamir Khan’ı tanır mısınız bilmiyorum? O, Hindistan ve dünyada tanınan Hint bir oyuncu, yapımcı ve yönetmendir. İstanbul’a geldiğinde sevenleri karşılamış, büyük izdiham olmuştu. Sanatçı, çok sayıda başarılı filme imza atmıştır. “Yerdeki Yıldızlar”, “Her Çocuk Özeldir “(Taare Zamaen) filmleri bunlara örnektir. Eğer Bu filmleri izlemediyseniz, izlemelisiniz.

Ben, Taare Zamaen filmi sayesinde, son birkaç yıl gündemde olan disleksi rahatsızlığını öğrendim. Disleksi, en sık rastlanan öğrenme bozukluklarından biridir. Sorun, hafıza ve dil ile ilgilidir. Disleksi olan kişiler her şeyi unutur ve dil ile ilgili öğrenmelerde sıkıntı çekerler. Bunun yanı sıra disgrafi (el yazısı), diskalkuli (sayı saymada sorun ve rakamları yanlış okuma), dispraksia (Beden hareketlerini planlarken ve koordine ederken güçlük çekme) gibi farklı öğrenim bozuklukları da vardır.

İstiklal İlk Okulu birinci sınıfa gidiyordum.  Öğretmenimiz okuma yazmada geciken 3 öğrenciyi bir kenara ayırmıştı. Tecrit edilen o üç kişiden biri de bendim. Aradan geçen o kadar seneye rağmen, bu zaman dilimi hafızamda tazeliğini korudu. Çünkü insan, yaşanmışlıkların tadını, acısını, hüznünü, sevincini aynı derece, aynı ağırlık, aynı renk ve kokuda belleğinde saklıyordu.

Biz okuma yazmayı öğrenirken, cümle eğitimi vardı, bütünden parçaya gidilirdi.  O günlerden aklımda kalan, “Oya ip atla” cümlesini hiç unutamam. Ben cümleyi “Oya pi totla” olarak yazıyordum. Doğru yazdım diye de ısrarla inatlaşıyordum. Abim o zaman benimle dalga geçer ve gülerdi. O, zamanlı zamansız Oya pi totla der ve beni kızdırırdı. Ben de hayır sen yanlış okuyorsun, ben Oya ip atla yazdım derdim.

İlkokulu bitirdiğimde 1. Sınıf defterimi buldum. Babam, anılara değer verir ve defterlerimizi saklardı. Defterimde cümleyi” Oya pi totla” diye yazdığımı gördüm ve güldüm. O zaman, defter sayfaları kırışmasın diye kenarlarına mandal tuttururduk. Çünkü dirseklerimiz, sayfaları kırıştırırdı. Kalem tutuşumuza öğretmen çok müdahale ederdi.  Bu da öğrenme isteğimizi olumsuz etkilerdi. İşin garibi öğretmenim beğenmese de ben kalemi yine aynı şekilde tutuyorum ve öyle rahat yazıyorum. Okumaya geçince ilk Çizmeli Kedi hikâyesini okudum.  O nedenle bu karakteri çok severim.

Okuma- yazma öğrenirken yaşadığım güçlüğü, resim dersinde de yaşadım. Ortaokulda tüm derslerde başarılı iyi bir öğrenciydim. Ama resim çalışması dersinden bütünlemeye kalmaktan kıl payı kurtulmuştum. Babam ve ablam resme yetenekliydiler, ama ben değildim. Daha sonraları, çok başarılı olduğum farklı alanları keşfettim ve o alanlarda yoluma devam ettim.

Aamir Khan’ın “Her Çocuk Özeldir” filmini izleyince bu anılar gözümün önünde canlanıverdi. Mohammed Aamir Hussain Khan,  usta dokunuşları olan bir sanatçıdır.  Başarılı sanat kariyeri boyunca, Hint sinema tarihinin en etkileyici ve popüler aktörü olmuştur. Her Çocuk Özeldir filminde, fantastik bir öğretmenin öğrencisine yön veren özel dokunuşlarını anlatıyor. Her çocuğun olduğu gibi, aslında her bireyin de özel dokunuşlara ihtiyacı vardır. Keşke herkesin hayatında, karşısına böyle öğretmenler çıkabilse. Disleksi özel öğrenme bozukluğu gibi daha nice güçlükler, tıp dünyası tarafından keşfedilse ve çözülse.

Bir eğiticinin size, sadece okulda değil normal yaşamda da kılavuzluk yaptığını düşünün. Öğrenmek sadece kara tahtaya bağımlı olmamalı. Hayatın içinde okunacak çok motif, sayısız karakter, o kadar olay var ki, anlatmakla, yazmakla bitmez.

Bunları ifade ederken gözümde yine bir anı canlandı. Ablam, uzun yıllar uzak köylerde öğretmenlik yaptı ve hayatı boyunca çok sayıda öğrencisi oldu. Onun öğretmenlik hayatının kesitleri ailemiz içine de yansıyordu. Bir tatilde eve geldi, elleri dikkatimi çekti. Parmaklarının ucu patlak patlaktı. Nedenini sordum, o da “köyde dikiş makinesi yoktu ev sahibinin kızına, ellerimle gelinlik, öğrencilerime ront kıyafeti diktim, iğne elimi parçaladı” dedi. Anladım ki okul dışında da öğretmenlik yapıyordu.

Bir hafta sonu da, köyden bir öğrencisini gezmek için Sinop’a getirmişti.  O gün hava soğuktu. Kuzinede pişen yemeğin kokusu mis gibi etrafa dağılıyor, kavrulan gürgen fıstıkları da ye beni diyordu. Ablam o zaman hafta sonu Sinop’a geliyor, otobüse ulaşmak için 8 km yolu, orman içinden kestirme yürüyordu. Ormandan topladığı gürgen fıstıklarını da bize getiriyordu.

Misafir öğrenci ilkokulda idi ben de ortaokulu bitirmek üzereydim.  Farklı kültürlerde yetişmiş iki ayrı insandık. O bana sessiz sakin biri gibi gelmişti. Oysa kent ortamında bir aile yapısını ilk gördüğünü düşünememiştim galiba. Akşam yemeğini yedikten sonra, sıra gürgen fıstıklarına geldi. Rengi, şekli ve kokusu ilginç fıstıkları afiyetle yedik. Küçüklerdi, kırılması da zaman alıyordu ama çok lezzetliydi.

Ablam ertesi günü, misafirimize denizi göstermemi istedi. Denizi göstermek olayını anlayamamıştım. Ben, 3 tarafı denizle çevrilmiş Sinop’ta doğup, büyüdüğüm için “denizi göstermek” bana garip gelmişti. Sonra birlikte iskeleye gittik. İskeleye kadar sessiz, sessiz yürüdük. İskeleden denizi seyrederken öyle bir tepki verdi ki, sanki annesini yıllardır arayıp bulamayan ve en sonunda kavuşan bir çocuğun hasreti gibiydi. Gözlerini elleriyle kapatıyor, bağırma, haykırma sesleri çıkarıyordu. Çocuğun tepkilerine o kadar şaşırmıştım ki, ne yapacağımı bilemedim, şaşkın şaşkın onu izledim. Nasıl yani hiç deniz görmedi mi, köyde televizyon var, televizyonda da mı görmedi derken, çocuğun ritüeli devam ediyordu. Elleriyle gözünü kapatıyor, Gerze istikametindeki dağlara bakıp, hayır olamaz dercesine şaşkınlık ifadelerini haykırıyordu. Bir iki adım atıyor geri çekiliyor, yüzünü kapatıyor, tekrar bakıyor, olmaz ya olamaz der gibisinden kendi kendine gülümsüyordu. Ben de bu davranışı başkası görüyor mu diye çaktırmadan etrafı kolaçan ediyordum.

Biz onlara, onlar da bize kilometrelerin ötesinde, çok uzaktık belki de. Belki de yakınlık için, zamanı ve yaşamı paylaşmalıydık. Birbirimizi anlamak için onların denizi bizim de dağları yaşamamız gerekiyordu. Toplumda, birbirimizi anlayamama sorununun en dibiydi bu galiba.  Empati kurmalıydık, yaşamımıza girmeliydi küçümsemeden insanca. Herkesin ilgisinin, önceliklerinin, sevdiklerinin ve sevmediklerinin farklı oluşu hayatın gerçeği değil midir?  Birbirimizi anlamak, egoların ördüğü surlarla, duvarlarla mümkün olabilir mi?

Birbirimizden uzaklaşıyoruz zamanla, kendi egomuza hapsolduğumuz gibi mevcut değerleri de yitiriyoruz galiba. Anlamak için topraktan, tarımdan, köyden başlamalı. Yoksa köyler denize biz toprağa hasret kalır gideriz. Kalkınmak için, bu noktalara değmek lazım belki de. Ablam, köylerde yaşadıklarından etkilenmiş olacak ki,  BİLKE 4K (Köy Kent Kültür Köprüsü ) Projesini bu nedenlerle başlattı sanırım.

Yapboz tahtası gibi bir eğitim sistemi mi? Ya da eskiden olduğu gibi köy enstitüleri kurmak mı? Bilmiyorum ama bir öneri de benden gelsin. Telekomünikasyon firmalarının sponsor olduğu bir proje ve bilgisayarsız ya da notebook olmayan köy kalmasın gibi, uzaktan erişimli bir proje neden olmasın. Eğiticiler de atanamayan öğretmenlerden, işsizlerden oluşan gönüllü ya da ücretli bir kadroyla çok da güzel yapılabilir. Sadece çocuklar değil, gençler, yetişkinler, okuma yazma öğrenmek isteyen yaşlılar da bu projeye dahil edilebilir. Olur mu demeyin, neden olmasın?

Belki biraz daha fazla anlasaydık birbirimizi, denizin toprağı, toprağın da denizi anladığı gibi. Belki de duvarlar örülmezdi arada o zaman. Oradaki köy, uzak ta olsa bizim köyümüz ve onlar da bizim köylümüzdür.

Yaşanılır, sevgi ve saygı çerçevesinde üreten güzel bir dünya için.

 

ŞGS

 
 

Etiketler: , , , , ,