RSS

Etiket arşivi: öğrenci

ÇALANLARIN ORTAK ÖZELLİĞİ VE SÜRÜLEN DÜRÜST MÜDÜR

19.02.2025- Muş Bulanık Yetiştirme Yurdu Müdürü Oğlu- Alıntı

BÖYLE MÜDÜRLERDE VARDI… ..

Aradığımız peşine düştüğümüz devasa boyutlu mutlulukları elde etmek isterken, küçük mutlulukların da aslında çok önemli olduklarını es geçtiğimiz toprak zeminli bir sokakta kısacık bir yolculukmuş meğer, hayat…

Hayatın her aşaması kendi duygu ve deneyimlerini yaşatıyor. Pötikare gömlek giyinmiş, kısa pantolonlu şu çocuğu çok iyi hatırlıyorum. Unutmam da mümkün değil zaten, çünkü bir pötikare gömleği hayatımda ilk ve son kez o gün giyinmiştim.

Beş yaşımdaydım. Tuhaf! O yıllarıma dair pötikare gömlek giymiş olmaktan gayri hiç bir şey hatırlayamıyorum. Aslında hafızamdakiler gömleği giyinmiş olmam değil, onu giyinmiş olmamdan ötürü yaşadıklarım…

O gün, Muş Bulanık Yetiştirme Yurdu’nda, yurt müdavimi çocuklara yeni tek tip kılıkları dağıtılıyordu. Yurdun canlı bir organizmaya büründüğü nadir görüntülerden birisiydi yaşanan; hiç kimse somurtmuyor, hiç kimse itişip kakışmıyordu. Her çocuğun mutlu olması için üzerine düşeni titizlikle yerine getirmekte olan, kollarına siyah dirseklik takmış, şu uzun beyaz önlüklü kel adam, yurdun müdürüydü. Aynı zamanda benim de babam olurlardı kendileri! Ben henüz beş yaşındaydım. Beş yaşındaki o çocuk, dağıtılan kılıklara özenerek, yurt müdürünün kuyruğundan hiç ayrılmıyordu; adam, al çocuğum, bu pötikare gömlek de senin olsun, diyerek onu da mutlu ederdi belki!

Ne var ki, az sonra önlüğünden çekiştirip durmasından sıkılarak, müdür babası onu ite kaka eve yollayacaktı. Ev, yurdun bahçesindeki bir lojmandı. O yaşta anlayamadığım şey, meslek onurunu her şeyin üzerinde tutan müdürün, ‘oğluna, yurt çocuklarına ait bir gömleği giydirmiş,’ dedirtmeyeceğiydi; bu görevi kötüye kullanmak olurdu. Annem, yurt müdürü kocasına kinlenerek, onun vermeyi esirgediği mutluluğu bana yaşatmak isteyecekti. Bunun için de elimden tuttuğu gibi bir manifaturacı dükkânına götürmüş, yurt çocuklarına giydirilen pötikare kumaşın aynından alarak gene yakınlardaki terzide bir gömlek diktirip, hemen oracıkta giydirmişti. Eve nasıl da mutlu dönmüştük!

“Bak baba, benim de gömleğim var!”

Koşarak yanına gelmekte olduğumu görür görmez, babamın suratı mosmor kesilmişti. Sinirliliğini sahte mimiklerle perdeleyerek, elimden tutup eve götürdükten sonra beni, adeta savurarak kapıdan içeri atmıştı. Annemin sabrı taşmış; kocasına evlilikleri süresince ilk kez kafa tutmaya başlamıştı.

‘Oğlun yurt çocuklarıyla aynı kılığı giyinirse kendini aşağılanmış mı hissediyorsun?’

Babam, asıl kızdığı konuyu unutmuş, bu defa da yurttaki çocuklarını aşağıladığını iddia eden karısına bu yüzden kızmaya başlamıştı.

‘Böyle bir şeyi nasıl sorabilirsin bana? Benim böyle bir kompleks içinde olmayacağımı senden daha iyi kim bilebilir? Yazıklar olsun!’

Kırgın, işine dönmüştü. Döndüğünde ise canını iyice sıkan bir sürprizle buluşmuştu. Yurt çocuklarının kılıklarının dağıtılmasıyla ilgili mesai tamamlandığında bir gömlek eksik çıkmıştı! Sanki her şey bir kurguymuşçasına, ard arda geliyordu. Yurt müdürü, yurdun mubayaa memuruna,

‘neden saymadan teslim aldın gömlekleri!’ diye çıkışmaya başladığında, adam,

‘ben sayarak teslim aldım müdür bey, ama yenge hanımın oğlunuza giydirdiği gömlek eksik çıkıyor işte!’ deyivermişti. Böyle bir şey olamaz! Zavallı babam, bu kadarcık bir yanlış isnadın altında öylesine büyük bir çaresizlikle ezilmişti ki! Bu nedenle, bana diktirilen gömleğin götürülerek, gömleği verilememiş olan çocuğa giydirilmesinden dolayı hiç üzülmemiştim. Mubayaa memuruna manifaturacı ve terzi şahit gösterilerek gerçeğin ispat edilmesi gerekmişti. Babamın maruz kaldığı o eziklikten sonra, soğuyuvermiştim pötikare gömleklerden.

Annem kocasının karşılaştığı ithamdan dolayı kendini sorumlu tutarak kahırlanıyordu. Bir gün mahallede bir ahbabı ziyaretten dönerken, yurdun mübayaa memurunun oturduğu evin önünden geçmesi icap etmişti. Sokakta oynayan altı yaşlarındaki bir çocuğun sırtındaki pötikare gömlek dikkatini çekince çocuğun mübayaa memurunun oğlu olduğunu fark etmişti.

Gerçek hırsızı yakalamıştı işte! Oyalanmadan uzaklaştı oradan; hızla yurda ulaştı. Hışımla müdür odasına çıktı.

“Kalk Ali! Acele et! Önemli bir şey göstereceğim…”

“Hayırdır? Nedir bu telaş?”

“Lütfen soru sormadan benimle gel! Mübayaa memurun burada mı?”

“Burada.” “Çağır, o da gelsin!”

Merdivenlerden adeta koşarak indiler. Müdür bey, malzeme ambarı bürosuna girerek, yanında mübayaa memuruyla geri geldi.

“Hayırdır yenge? Bir sorun mu var?”

“Hayır, hayır! Hem de çok hayırlı bir iş için benimle gelmelisin. Acele edin!”

İki adam şaşkın, uygun adım Hanımeli’nin peşi sıra yürüyüp gittiler. Gittikleri yer mübayaa memurunun oturduğu sokak olunca, adam bir şeylerden işkillenir gibi oldu. Evinin önünde oynayan çocuklar arasındaki oğlunu gördüğü anda da her şeyi anladı. Hanımeli, doğruca çocukların arasına dalıp mübayaa memurunun oğlunu çekiştire çekiştire adamların önüne getirdi. Kocasına,

“işte, bu adamcağızın oğluma giydirdiğimi iddia ettiği gömlek! Meğersem o, kendi oğluna giydirmiş!” Adamın yüzündeki bütün kan çekilivermişti. Dili damağı kurumuş bir halde konuşamaz hallere düşmüştü. “Şey… Efendim… Ben…”

Müdür bey, ona sadece,

“değer miydi, Sedat efendi? Değer miydi?” diye sormakla yetinmişti.

Değer miydi? Müdür bey kişisel yetkisini kullanarak adamı mübayaa memurluğundan alarak bürodaki bir masaya oturtmuş, bürodaki başka bir memuru da mübayaa işleriyle görevlendirmişti. Gene kendi yetkisini kullanarak adama verdiği ’kınama cezasını’ tebellüğ ettirerek sicil dosyasına takmıştı. Mübaya memurunun mensup olduğu aşiret içinde birbirleriyle hısım olan çarşı esnafları, hemen o gece mübaya memurunun evinde bir toplantı yaptılar.

Ana konu, bundan böyle yetiştirme yurdunun ihtiyaçlarının kendilerinden satın alınmayacağıydı; oysa mübayaa memuru yurdun her ihtiyacını onlardan temin eder, onlar da ona bir miktar rüşvet aktarır, böylece geçinip giderlerdi. Her birinin ortak derdi, “yurt alışverişi keserse iflas edecekleriydi.” Aralarından seçtikleri iki kişiyi, çok önemli bir milletvekili olan aşiret reisleriyle görüşmek üzere Ankara’ya yollamaya karar verdiler. Milletvekilinden, mübayaa memurunun görevine iade edilmesi için yardım isteyeceklerdi. Babam aslında eğitimini ilkokul öğretmenliği için yapmış, fakat bir ilkokulda görevlendirilmek yerine yetiştirme yurdunda görevlendirilince, bu görevde yirmi yıl çalışmış, yurt müdürlüğüne kadar da terfi etmişti.

Bu olayın yaşanmasından sonra, çok değil, daha bir ay geçmişti ki, gelen resmi bir yazıyla kendisine, kadrosunun Milli Eğitim Bakanlığına devredildiği bildirilivermişti. Milli Eğitim Bakanlığı onu Kütahya ilinde merkez köylerinden birinin okuluna tayin ederek, madem öyle işte böyle, mantığıyla bir şekilde cezalandırmıştı. Babamın yirmi yılını geçirdiği yetiştirme yurdu görevlerinden sürgün ile ilkokul öğretmenliğine geçişi hepimiz için sürpriz olmuştu. Babam için ise, yıkım! Yöneticilikten yönetilmeye, lojmandan kiralık eve, tazminatlarla birlikte iyi sayılabilecek bir maaştan daha düşük bir sınıf öğretmenliği maaşına dönüşüm hepimizin katlandığı bir ceza olmuştu.

O gün babam bana Bir pötikare desenli gömlek gördüğün zaman, hep bu anını anımsayacaksın ve babanın meslek onuruna verdiği değer, senin de memuriyetin süresince düsturun olacak. Dik durmayı ve doğru bildiklerini yapmayı hiç bırakmayacaksın. Yaşadığın her şeyin ardından başını yastığa huzur içinde koyacaksın. Birçok kez bunun bedelini mutlaka ödetecek hayat, ama her şart altında “omurgasız” olmaktan iyidir. İlkeler ve değerler olmadan yaşanacak hayatın, elde edilecek gelirin ya da mevkiinin senin gözünde hiçbir değeri olmayacak demişti…

 
Yorum yapın

Yazan: 19 Şubat 2025 in Eğitim

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , ,

GÜNEŞ GÖZLÜKLÜ ADAM

15.02.2025- Ramazan YILMAZ- Öğretmen Yazar

İzmir Kestelli Yurdu’nda kalırken başımıza yeni müdür olarak atanan adamı hiç sevmiyordum; kırmızı kravatı, hep yeni takım elbisesi ve gece bile takındığı güneş gözlüğü ile çok sevimsizdi. Sırf bu yüzden sevmiyordum adamı.

İnanın, üç ay sonra ilk karşılaştığımız ana kadar bana karşı bir kusur işlemedi, bana karşı yüksek sesle konuşmadı, azarlamadı, bir uyarıda bile bulunmadı. Arada bir müdür odasının kapısının önünde durup dikilirken, bir eliyle o ünlü güneş gözlüğünü çıkarır, yatakhanelere doğru:

“Susun, gürültü etmeyin!” “Uyku vakti geldi, ışıkları söndürmeyi unutmayın!” derdi.

Diğer öğrenciler gibi ben de o sözlerinden payıma düşeni alırdım. Niçin sevemedim adamı, niçin sevmiyorum anlayamadım? Sana ne adamın kırmızı kravatından, güneş gözlüğünden? (Tabii ki kendime diyorum bunu.)

O sene Kurban Bayramı tatiline girdik. Üç gün önce başladı bayram tatili, dokuz gün sürecekti. Yurttaki 200 öğrenciden bayram tatilinde evlerine, memleketine uçamayan kuşlar gibi gidemeyen 5 kişi kaldık yurtta. Bizim için bayram tatilinde yemek çıkmayacaktı, bu nedenle mutfakta 5 kişilik kumanya hazırlanıyordu. Yurt Müdürü, bu bayramda evine ve memleketine gidemeyen biz o beş kişiyi tek tek makamına çağırdı; beşimizle de ayrı ayrı görüştü. En son beni çağırmıştı:

“Nerelisin sen?” dedi.

“Ispartalıyım, efendim.”

“Hım, baya uzak İzmir’e!”

“Evet efendim.”

“Bayramda niçin gitmiyorsun memleketine?”

“Annemle kız kardeşim köyde yalnız kalıyorlar. Kurban kesemeyeceğiz. Gitsem bile annem benim vardığıma sevinemeyecek, kurban kesemediğimiz için daha çok üzülecek.”

“Baban ne iş yapıyor?”

“Babamı bir trafik kazasında kaybettik, babamın ölümüyle okul hayatım da sona ermiş görünüyordu ama beni bu yurda ücretsiz aldılar, böylece tahsilime devam etme şansı yakaladım.”

“Günlük yol parasıyla cep harçlığını kim veriyor?”

“Sizden önceki müdür ayda 30 TL veriyordu.”

“Uf, canım yandı, üzdün beni, bana niçin söylemedin?”

“Yurtta tek parasız öğrenci benim, bir yanlış adım atmaktan korkuyorum, bu yurt tek şansım benim.” “Kurban kesemediğine üzülse bile annen seni görünce çok mutlu olur. Sana yol parası versem bayramda köyünde olmak ister misin?”

“Annem bana dönüş biletini alamaz, dönüş bileti parası da verirseniz giderim.”

Kırmızı kravatlı güneş gözlüklü yurt müdürü, kollarını sıvadı, telefonla İzmir Basmane Otogarı’ından Isparta bileti temin etti. Gidiş dönüş bilet parasından başkaca 50 TL de bayram harçlığı verdi, beni ta otogardan uğurladı. Otobüs kalkana kadar bekledi, otobüs otogardan çıkarken o da o ünlü gözlüğünü çıkarıp bana el salladı. Köyüme vardığımda ilkokul ikiye giden kız kardeşim boğmaca olmuş. Durmadan öksürüyordu. Annem doğru dürüst yürüyemiyor, belini tutarak oturup kalkıyordu, acı çektiği suratından belliydi:

“Sana ne oldu anne, beline bir bakayım, yaralı mısın?”

“Değil oğlum, yaralı değilim; belim, bacaklarım ağrıyınca zift eritip belime sardım. Zift kendini salınca ağrım sızım kalmayacakmış.”

“Hay annem, canım annem, derdine dert eklemişsin, ziftten insana ne fayda gelir! Zift insanın etini bırakana kadar cildini çürütür, yara eder de öyle bırakır, kim verdi bu aklı sana?”

“Sorma oğlum, sorma, sen niye geldin, paran pulun var mıydı, nasıl geldin?”

Evde çay, zeytin, peynir, kahvaltılık namına bir şey yokmuş. Arife günü annem o haliyle un çorbası yapmaya kalktı. Erkeğim ya, bu manzara karşısında ağlamıyordum:

“Sen otur anne, ben kahvaltılık bir şeyler alıp geleyim.” Kız kardeşime de, “Bakkaldan bir şey ister misin?” diye sordum. Kızın ciğerleri sökülüyor, ne istesin? Annem söyledi kız kardeşimin ihtiyacını:

“Oğlum, Karaoğlanların Bakkal dükkânında ‘Dover’ diye bir öksürük hapı varmış, ondan alıver kız kardeşine. O pahalıysa ‘Opon’ al gel.”

“Peki anne.”

Köyde biraz temiz, biraz düzenli kıyafetimle beni görünce köylüler:

“Hoş geldin delikanlı, hoş geldin, maşallah, maşallah!” diyor benimle kocaman adammışım gibi saygılı konuşuyorlardı.

Dover diye bir öksürük hapı varmış bakkalda, 6 TL, almaz mıyım? İki somun ekmeği, yarım kilo zeytin, yarım kilo peynir, 100 gramlık bir paket çay ve 1 Kilo da toz şeker satın aldım. Dönüş bilet param cüzdanımda saklı, o adamın harçlık olarak verdiği 50 TL’den 35 TL kaldı. Kahvaltıdan sonra annem, kız kardeşime Dover’den bir tane yutturdu, biraz sonra kız kardeşimin öksürüğü kesildi, mindere bir uzandı kızcağız, sızdı kaldı. Sabahtan ikindiye kadar uyudu. Arada bir tek tabanca gibi öksürüyordu ama boğulmuyordu. O adamın harçlık olarak verdiği 50 TL’den kalan 35 TL’nin 30 TL’sini anneme bıraktım, üçüncü bayram gününe anca bulabildiğim otobüs biletiyle İzmir’e, yurduma döndüm. Beni mi bekliyordun be adam, gece yarısı varıp yurdun kapısını çaldığımda, kapıyı kırmızı kravatlı güneş gözlüklü o iyi yürekli yeni müdür açtı:

“Hoş geldin yavru, hoş geldin! Gel, gel, gir içeri!”

Bavulumu elimden alıp taşımasına bittim adamın. Müdür odasına aldı beni. Sohbet ettik erkek erkeğe ama benim erkekliğim, delikanlılığım eridi, yok oldu. Hıçkıra hıçkıra ağladım müdür odasında. Güneş gözlüğünü çıkardı o da gözyaşlarını siliyordu.

Ramazan Yılmaz

 
Yorum yapın

Yazan: 15 Şubat 2025 in Eğitim

 

Etiketler: , , , , , , , , ,

BİR GECELİĞİNE 200 DOLAR MI?.. ÇOK PARA!..

13.01.2025-Alıntı

” Bir üniversitenin kütüphanesinde oğlan kızın masasına yaklaşarak yavaşça sorar “Yanınıza oturabilir miyim “

Kız, yüksek sesle yanıt verir:

“GECEMİ SİZİNLE BERBAT ETMEK İSTEMEM!..”

Kızın sözlerini herkes duymuş, başlarını kaldırmış, dik dik ayaktaki oğlana bakmaktadırlar… Oğlan çok utanır ve hiçbir şey diyemeden, şaşkın şaşkın kendi masasına geri döner…

Birkaç dakika sonra kız yerinden sessizce kalkar, oğlanın masasına yaklaşır ve ona yavaşça şöyle der:

“Ben psikoloji öğrencisiyim; demin, şaşıran bir erkeğin nasıl tepki vereceğini öğrenmek istemiştim; bu arada sizi de herkesin önünde biraz utandırdım sanırım, özür dilerim!”

Bu kez oğlan onu yüksek sesle yanıtlar:

“BİR GECELİĞİNE 200 DOLAR MI?.. ÇOK PARA!..”

Oğlanın dediklerini de yine herkes duymuştur ve bu kez ayaktaki kıza dik dik bakmaktadırlar ki, oğlan şoka girmek üzere olan kızın kulağına yaklaşıp şöyle fısıldar:

“Ben de hukuk öğrencisiyim: çevreye birini suçluymuş gibi nasıl gösterebilirim öğrenmek istemiştim, özür dilerim!”

Alıntı

 
Yorum yapın

Yazan: 13 Ocak 2025 in Eğitim

 

Etiketler: , , , , , ,

40 PARALIK ADAM DEYİMİ NEREDEN GELİYOR

02.07.2024

Bunu Biliyor musun?

“Kaç paralık adam ki” Sanki adamlığın ölçü birimi paraymış gibi. Parası olana beyefendi denir. Parası olmayan adam bile değildir. Yaşlılar daha iyi bilir. Eskiden öğrenciler de parayla değerlendirildi. “40 paralık adamlar” denilirdi. Eylem yapan, hakkını arayan öğrencinin genel adıydı bu. “40 paralık adamlar” Peki, neden 10, 20, 30 değil de, 40 paralık adamdı öğrenciler?

Tarih; Teşrinisani 1924’tü. Yani 1924 yılının Kasım ayı. Bundan tam 100 yıl önce. İstanbul’da tramvay şehir ulaşımı Konstantinopol isimli bir Belçika şirketine aitti. Cumhuriyet kurulduktan sonra yabancı şirketlerle masaya oturulmuş ve sözleşmeye bazı şartlar konmuştu. Bu şartlardan birine göre öğrenciler kimliklerini göstermek şartıyla yarı fiyatına tramvaya binecekti. Belçika şirketi Türkiye Cumhuriyeti devletinin tüm şartlarını kabul etti..

Tramvayda tam bilet 80 para, öğrenci 40 paraydı. Ancak Osmanlı döneminde her istediği yapılan Belçika şirketi sorun çıkarıyordu. Öğrencilerden de tam bilet parası, yani 80 para istiyordu. 15 Kasım 1924’te Tıp Fakültesi öğrencileri örgütlendi. İstanbul’un tüm duraklarında tramvaya binecekler ve 40 para ödeyeceklerdi. Harbiye durağından binen bir grup öğrenci 40 para verince biletçi kabul etmedi ve tramvayda olaylar çıktı. Kavganın büyümesi üzerine vatman tramvayı durdurdu. Olay yerine yetişen şirket işçileri ile öğrenciler arasında arbade yaşandı. Yoldan geçen bazı vatandaşlar da hakkını arayan öğrencilere tepki gösteriyordu. “Ne olacak, bunlar 40 paralık adamlar” Bir anda iki el silah sesi duyuldu ve iki öğrenci vurularak yaralandı. Silahı ateşleyen polis Harbiye karakoluna sığınarak linçten zor kurtuldu.

Ertesi gün İstanbul’daki tüm üniversite öğrencileri ayaklanmıştı. Belçika şirketinin Beyoğlu’ndaki Metrohan’da bulunan merkezini basıp her şeyi talan ettiler. Şirket yetkilileri canlarını zor kurtarıp Sirkeci’de bulunan Sansaryanhan’daki İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne sığındı. Polisin ve şirket yetkililerinin tüm girişimlerine ve sözlerine rağmen olaylar 3-4 gün yatışmadı. Sonunda 21 Kasım 1924’te, yani 100 yıl önce bugün Konstantinopol şirketi pes etti. Artık öğrenciler her yerde tramvaya 40 paraya binecekti.

Bu, Cumhuriyetin ilk toplu öğrenci eylemiydi ve başarıyla sonuçlanmıştı. İki öğrenciyi yaralayan polis memuru Hüseyin Efendi ise, “Silahım kendiliğinden ateş aldı” deyince, hapisten kurtuldu ama meslekten el çektirildi.

Bugün öğrenciler toplu ulaşım araçlarına yarım biletle biniyorsa, bu 1924 yılındaki o “40 Paralık adamlar”ın sayesindedir.. Eskilerin öğrencilere “40 paralık adamlar” demesinin nedeni de budur….

 
Yorum yapın

Yazan: 02 Ağustos 2024 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , , ,

SANA NE BE MORUK DEMEZ Mİ!

24.11.2021- A. Yaşar SARIKAYA- Yaşamdan Kesitler

Bora fırınının önünden geçerken, herkes o güzelim gevrek simitlerden alırdı. Birkaç yıl önceydi, simit aldım eve dönüyordum. Gördüm ki, mahallenin çocukları birbirine girmiş, kavga ediyorlar. İçlerinden biri, sanırım grubun reisiydi. Ortalarına kendilerinden küçük bir çocuğu almışlar, yer misin yemez misin misali kıyasıya pataklıyorlardı. Diğer çocuklar da, olayı film seyreder gibi zevkle seyrediyorlardı. Güçlü olanın gözüne girme modası var ya toplumda; çocuklar da büyüklerinden gördüğü gibi çete reisinin gözüne girmek için arada birkaç yumruk, bilemedin tekme kaptırıyorlardı. Ne güçlü, ne cesaretli, ne korkusuz insanız sanıları; belli ki gururlarını okşuyordu.

Yaklaştım ve yüksek sesle

“ne yapıyorsunuz çocuklar, ayrılın” diyerek daldım aralarına. Sopa yiyen çocuğu çekip aldım almasına da, arada olduğum için bir iki de şaplak yedim. Yine de, serde eğitimcilik var ya, aklım sıra öğüt vereceğim;

“Oğlum neden kavga ediyorsunuz, gün gelir senden güçlü olan da seni döver. Lütfen yapmayın, bu çocuk sizden hem küçük hem de tek başına. Bir araya gelip onu dövmekten utanmıyor musunuz?” dedim.

Önder olan, delikanlılığın kitabını ben yazdım havalarında;

“bize küfür etti, sopayı da hak etti” dedi.

“Oğlum, çare dayak atmak mı; hem de bire karşı beş kişi” .Reis çocuk, lafı gediğine oturttu;

Sana ne be MORUK” diyerek.

Söylediğine güleceğim, ama ciddiyeti bozmamam lazım ki etkili olayım. Evde annem:“siz daha dünkü çocuksunuz yaşınız genç” derken; çocuk gelmiş bana MORUK diyor. Gel de gülme şimdi bu duruma. Çocukluğumdan beri zayıfın ezilmediği, kavgasız bir dünya umudu içimi kuşatmıştı. Bana söylediğine takılmaktan çok, doğru mesajı vermek beni ilgilendiriyordu. Araya girdiğimde, sopa yiyen çocuk kaçtı kurtuldu. Lider çocuk “moruk karışma” dese de, kaba kuvvet yerine anlaşmaya ikna etmeliydim.

“Hangi okula gidiyorsunuz” dedim. Reis olan:

“Sana ne, İstiklal’e gidiyoruz, nolmuş yani” diye cevap verdi.

“Yarın okula geliyorum, müdürle öğretmenle görüşeceğim” dedim.

“Selam söyle” demez mi?

Arsızlık- hırsızlık- yalancılık- hilekarlık- rant gibi alanlarda, özgürlük almış başını giderken; sosyal yaşam hep kötü örneklerle doldu. Akıl özgür olmalı, hukuk özgür olmalıydı. Telefonlar, sosyal medya, birincil eğitim araçları oldu. Siyaset de kişileri öne çıkaran, zengin eden kurumlar.

Oysa devlet büyümeli, devletin kasası dolmalı, BEKA da anlamını bulmalı, insanlar mutlu olmalıydı. Simitler elimde, annem evdeydi, bana “nerede kaldın kızım” diyecekti. Kafamda “ bozulan eğitim sistemi, küreselleşen dünya, toplumdaki olumsuz değişim dönüp duruyordu. Bu gün, Bora fırınının yerinde yeller eserken, umutlarımıza yeller esmesin düşünü kuruyordum. A. Yaşar SARIKAYA

not: Sinop’a gelirseniz, bir simit alın ve Yalı kahvesine gidin, bir bardak çay- simit eşliğinde denizi seyredin.

 

Etiketler: , , , , , , , , , , ,