Derneğimizin 60 ve 65 yaş üstü üyeleri, geçen yıl Cumhuriyet Marşını 100. YIL coşkusuyla yürekten seslendirmişlerdi. Savaş yıllarından sonra kurulan Cumhuriyetin kıymetini biliyorlardı onlar. Köylerde, çığır açarak okula ulaşmaya çalışan öğretmenlerdi. Okulun duvarlarını badana yapan, bahçeye meyve fidanı diken, avlu tutanlardı.
Yürekten yaşamak vardır ya. Yürekten sevmek, yürekten kendini adamak. O neslin büyük çoğunluğu hep öyleydi. Kendi kazanmadan önce halkın kazanmasını düşünürlerdi. Öyle ideallerle yetişmişlerdi ki; ancak halk kazandığı zaman onlar kazanıyordu.
Doğayı korumak, bize sunduklarının karşılığını vermek ve topluma ulaşmak, her yurtsever vatandaşın görevi olmalıydı. 12- 13 yaşında Sinop köylerinden askere giden çocuklar unutulmamalıydı. O çocukların REFET-İ ASKERİ kayıtlarını BOA’DE gördüğümüzde, ağlamamak elde miydi?
Toplumumuzun kültür seviyesini görüyoruz. Eline geçeni yere atanlar, konteynır dururken çöpleri sağa sola fırlatanlar çok. Sadakatle iş çevirip, başkalarının hakkını yiyenle ve sonra da hava atanlarla birlikte yaşıyoruz. Ortaçağ seviyesindeki yaşama özen duyan ve basamak atlamayanların, basamak atlayanlarla tezatlarına tanıklık ediyoruz. 50 yıl sonrasında ulaşılacak yaşam biçimini benimseyenlerin, yerinde sayanlar anlasın diye ısrarla direttiklerini görüyoruz.
Kaynamamış suyla çay demlenmez, 2 aylık ceninden bebek doğmaz. Tohum toprakla buluşsa da yetmez yağmur ister; toprağa atıldı mı da hemen ürün vermez. Aristotales, “bir taşı on bin defada havaya atsan uçmayı öğretemezsin o yüzden enerjinizi doğru işlere harcayın, doğru insanlara vakit ayırın çünkü taştan kuş, kuştan da taş olmaz” der.
Siyaset ve siyasetçi, doğal akışın tersine kendine bağımlılık ister. Yönetmek ve yönlendirmek ister. Siyasete tabiiyetin yerini, özgürlüğe açılan bir siyaset almalı. Olmayanı oldurmak, yapılmayanı yapmak durumundayız. Halkı küçümseyerek gözden çıkarmakla, fırınlarda Yahudi halkı yakan Hitler’den ne farkımız kalır. Beğenmediğini gözden çıkar, yok et mantığı bu çağda hiç anlaşılır değildir.
Özgürlüğü öğretmek ve yaşatmak adına çalışanlar, halkı muhatap alanlar öncüdür topluma. İhtiyacımız var bu alanda herkese. Yazan, çizen, konuşan, anlatan yani halkı muhatap alan insanlara. En tepedekilerin yaptığı gibi ayrıştırmaya değil, iki ayrı ucu birleştirmeye ihtiyacımız var. Gönlü duyanlara, yüreğinde hissedenlere SELAM olsun.
Antikçağın sonlarındaki en etkili bilgindir. Tarihte bilinen ilk kadın matematikçidir. ‘Özgürlüğü savunan’ ilk kadındır. (MS. 370-415)
O dönemin üniversitesi kabul edilen İskenderiye’deki Museion’da felsefe,matematik ve astronomi dersleri vermiştir. Platon ve Arisroteles’in o bölgede tanınmasını sağlamıştır.
13 ciltlik bir matematik eseri yazmıştır. Alman matematikçi ve astronomu Kepler’in gezegensel hareket yasalarını ondan önce anlayan ve açıklamaya çalışan kişidir.İLKÇAĞ FELSEFESİ
Dr. Öğr. Üyesi Mehmet Fatih IŞIK-Bilim İnsanı ve Bir Filozof Olarak Hypatia-OAD
ÖZ– Bilim, sanat, felsefe edebiyat ya da başka disiplin alanlarındaki çalışmalar toplumların ortak mirasıdır ve bu tür çalışmalarda erkekler kadar kadınlar da katkı sunmuşlardır. Ancak çoğu zaman düşünce tarihinde ya da toplumlarda hâkim olan cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklanan algısal ve tutumsal tabulardan dolayı kadınların sözü edilen alanlardaki katkıları ve çabaları görmezden gelinmiştir.
Oysa düşünce tarihinde başta bilim ve felsefe alanları olmak üzere çeşitli alanlarda başarılarıyla ve yaptıkları katkılarla isimlerinden söz ettiren yüzlerce bilim insanı ve filozof kadından söz etmek mümkündür. Kuşkusuz bu kadınlardan biri de İskenderiyeli Hypatia’dır. İskenderiye Okulu’nun ekollerinden biri olan Yeni-Platonculuk anlayışının en önemli temsilcilerinden biri olan Hypatia, kadim ve güçlü bir düşünce sisteminin eğitiminden geçmiştir.
Özellikle matematikçi ve aynı zamanda bilim insanı olan babası Theon, Hypatia’nın iyi bir eğitim alması için ayrıca çaba sarf etmiştir. Çok boyutlu (felsefe, matematik, astronomi…) bir eğitim tedrisatından geçen Hypatia, toplumda egemen olan erkek egemen anlayışa karşı yapmış olduğu cesur mücadelesiyle ve düşüncelerine olan bağlılığıyla tanınan bir filozof ve bilim insanıdır. Farklı inançlara ve düşüncelere sahip olan öğrencilere felsefe ve bilim öğretmiş olan Hypatia, sağduyulu tavrıyla yaşadığı dönemin ileri gelenlerinin dikkatlerini üzerine çekmiştir. Cesareti ve zekasıyla Platon’un ruhuna ve güzelliğiyle Afrodit’in bedenine sahip olan bir insan olarak tanımlanan Hypatia, yaşadığı dönemin etkili filozof ve bilim insanından biri olmuştur. Hypatia’nın yaşamı, bilimsel ve felsefe alanındaki çalışmaları ile tarihte bıraktığı iz, bu çalışmanın amacını oluşturmaktadır.
Filozof Hypatia’nın Yaşamı ve Çevresi Hypatia MS. 355/370-4156 yılları arasında İskenderiye’de yaşamıştır. Dönemin en önemli matematikçilerinden biri olarak kabul edilen İskenderiyeli Theon’nun kızıdır ve babası Hypatia’nın hayatında çok önemli bir yere sahiptir. İskenderiye’nin önemli düşünürlerinden biri olarak kabul edilen Hypatia’nın babası Theon, matematikçi kimliğinin yanı sıra Güneş ve Ay tutulması başta olmak üzere astronomi ve başka pek çok bilimsel konuda da çalışmaları olan bir bilim insanıdır.7 İlk eğitimini babasından alan Hypatia, daha sonra Atina ve Roma başta matematik olmak üzere felsefe ve astronomi alanlarında eğitimi almıştır. Sözü edilen yerlerde eğitimini tamamladıktan sonra İskenderiye’ye dönen Hypatia, dönemin en önemli bilim merkezlerinden biri olan İskenderiye Kütüphanesi’ndeki Platon Okulu’nda felsefe, matematik ve astronomi eğitimleriyle ilgili dersler vermeye başlamıştır. Bu okulda eğitim verirken “Bizi birleştiren şeyler ayıran şeylerden daha fazladır. Hepimiz kardeşiz!” mottosuyla felsefesini öğrencilerine anlatan Hypatia, din, dil, ırk ayrımı yapmadan herkesi okuluna kabul etmiştir. O, farklılıkları bir çatışma unsuru olarak değil, “Bir”in ve birliğin farklı tezahürleri olarak görmüştür. Dinlerin çatıştığı o karanlık çağda Hypatia, bilimi ve felsefesiyle adeta bir ışık olmuştur
Bu bağlamda Hypatia, İskenderiye Okulu’nda Hıristiyanlık, Musevilik ve Paganizm gibi farklı inanışlara sahip öğrencilerine Platon ve Aristoteles’in felsefelerini öğretmeye çalışmıştır. Burada birçok öğrenci yetiştirmiş olan Hypatia, daha sonra Mısır valisi olan Orestes ile piskopos olan Synesius gibi kişilere de öğretmenlik yapmıştır.
BİLKE YORUM: MS 300 yılında doğan ve ÖZGÜRLÜĞÜ SAVUNAN İLK KADIN DİYOR Kİ: “Bizi birleştiren şeyler ayıran şeylerden daha fazladır. Hepimiz kardeşiz!” Bu mottosu, günümüze de ışık tutmaktadır. Birleştiren değerlerden kolayca uzaklaşıyor, ayıran şeyleri çok çabuk kabul ediveriyoruz. Kadınlarımızın sahip olduğu anaç özelliğe toplumun ihtiyacı var. Her kadın, bir ışık olabilir çevresine. YALNIZCA İSTESİN.
Abdül, kıvır kıvır kısa siyah saçları ile Afrika’nın kavurucu sıcağında gözlerini kısarak gökyüzüne baktı. Gülmek istiyor, gülemiyordu. Çok yukarılarda uçan bir kuş gördü, biraz sonra gözden kaybetti. Kuşlar ne kadar özgürdüler, istedikleri zaman kanatlarını çırpıp istedikleri yere gidiyorlar diye düşündü. “Bir gün o kuşlar gibi ben de özgür olacağım” dedi içinden.
Bir sesle irkildi Abdül:
“Gel şunu al, babana götür”.
Çocuk yaşta olmasına rağmen elleri çalışmaktan nasırlaşmıştı, Senegal’in sıcağında bir o işe bir bu işe koşturuyordu. Senegal nehrine yakın küçük bir köy evinde yaşıyordu. Gün içinde o kadar yoruluyordu ki, günün en sevdiği anı uyuduğu zamanlardı. O zaman, yüzünü bile hatırlamakta güçlük çektiği annesini rüyasında görüyor, onunla hasret gideriyordu.
Abdül annesini çok küçük yaşta kaybetmişti, simasını hayal meyal hatırlıyordu. Geceleri inci gibi beyaz dişleri ve simsiyah gözleriyle sessizce kendi kendine konuşuyordu.
“Bir gün o kuşlar gibi ben de özgür olacağım”.
O hayat ona sıkıcı geliyordu. Aslında yediği, içtiği yanındaydı, sıkıntısı yoktu denebilirdi ama anne hasreti bambaşkaydı. Abdül yaşlandığında bile bu eksikliği gideremeyecekti, çocukları ve hatta torunları olacak ama annesini asla unutamayacaktı, yerini hiçbir şey dolduramayacaktı.
Günün en sevdiği kısmı düşündüklerini geceleri rüyalarda görmekti. Bir sabah erkenden:
“ Abdül kalk hadi” diyen ses ve tekmeyle uyandığında, çok ama çok korkmuştu. Sabahları artık hep böyle uyandırılacaktı ve yapacağı işler sıralanacak, bunları çabuk ve temiz yapması istenecekti. Kendisinden birkaç yaş büyük bir arkadaşı ile tarlada büyük bir kayayı yerinden çıkarmak için tüm gün uğraşmışlardı. O tarla sürülecekti, ama kayayı yerinden oynatmak zordu. Ellerinde hiç alet edevat yoktu, temin etmek de imkansızdı. Zaten köyleri Mali sınırında ve Dakar’a çok uzaktı.
İşleri bitince arkadaşına:
“Ben bu köyden kaçacağım” dedi o günün akşamı.
“Delirdin mi sen Abdül, nereye gideceksin, nasıl geçineceksin” dedi arkadaşı Yusuf (Youssouf).
Kısa bir münakaşadan sonra Yusuf’un aklını çeldi ve 2 gün sonra köyden kaçtılar. Trene kaçak binip Dakar’a kadar geldiler. Gece Yusuf Abdül’ün rüyasında konuştuğunu ve:
“işte, oradan doğru”, dediğini duydu. Sabah sordu;
“gece rüyanda işte oradan doğru dedin, ne anlama geliyor?” Abdül ise;
“Bilmiyorum, gerçekten öyle mi dedim.”
Kaçakların Dakar macerası uzun sürmeyecek, Yusuf ve Abdül’ün babaları onları bulup köylerine geri getireceklerdi. Fakat Yusuf Abdül’ün uykusunda konuştuğuna tekrar şahit olacaktı. Abdül annesini düşünüp:
“ah keşke annem hayatta olsa, beni ne güzel uyandırırdı”, diye düşündü.
Hep böyle olmasını istediği halde, bir de üstelik kaçış sonrası sabahları daha sert bir şekilde uyandırılıyor olacaktı.
Abdül hep asırlar önce zincire vurulmuş ve köle yapılmış atalarını düşünürdü. Ben de bir nev’i köleyim aslında, zincirler ellerime ve ayaklarıma vurulmak yerine, ruhuma asılı diyordu kendi kendine. Ne zaman bu prangalardan kurtulursam işte o zaman ruhumu özgür bırakabilirim ve yaralarımdan kurtulurum. Kim bilir belki bir gün o kuşlar kadar özgür olabilirim.
Bu düşüncesini gerçekleştirdi, 21 yaşında Avrupa’ya gitti, Afrika’yı, Senegal’i çok sevmesine rağmen, ruhunu özgür bırakmayı ve kuşlar gibi rota tayin etmeyi tercih etti.
Bir gün Paris’te Eiffel Kulesi’ni arayan birkaç Türk uzun boylu bir siyahi adamla karşılaştılar, dişleri inci gibi beyaz, saçları kır, kocaman elleri ile kararlı gözlerle bakıyordu. Ona soru sordular, o da turistlere yardımcı oldu.
“Eiffel’e şöyle gideceksiniz, işte oradan doğru, önce sağ, sonra direkt.”
Türk turistler, teşekkür ettiler adama, gülüştüler:
” ne kadar yakınmış o kadar çok aradık ki” dediler. Adamın yol ve yer tarifine hayran oldular.
İşte oradan doğru, ilgilerini çekti ve bu söze hep beraber gülüştüler.
Ama “işte oradan doğru” aslında Abdül’dü, Abdül’ün hayat hikayesiydi.
İki aydır, gündemimiz korona. Bu süreçte evde kalırken, hepimiz özgür olmanın kıymetini daha çok anladık. Görünmez korona askerleri, kapıları, sokakları, caddeleri tuttu sanki. Özgürlük sen bizim için ne kadar önemlisin.
Özgürlük denildiğinde, Fransızlar, İngilizler, Yunanlılar tarafından işgal altında kalan yurdum geldi aklıma. Giriş çıkışlar yabancı askerlerin kontrolünde, sokaklarda işgal güçleri devriye geziyor ve halka göz açtırmıyorlar….
Korona tedbirleri, kazandığımız Kurtuluş Savaşını, Cumhuriyetimizi ve özgürlüğümüzün kıymetini hatırlatmıyor mu?
O günleri hatırlatan kitabımdan bir bölüm:
SÖZLERİME BAŞLARKEN
Değişen ve gelişen dünyamızda yerini alan Türkiye Cumhuriyeti, bu günkü varlığını kurtuluş mücadelesine borçludur. Önce bu bağımsızlık savaşının önderi Atatürk’ü, silah arkadaşlarını ve bu toprağın isimsiz kahramanlarını saygı ve rahmetle anıyorum. Cumhuriyet yönetiminin kadına getirdiği haklardan faydalanan bir birey olarak, yüreğimin sesini dinleyip sözlerime o günlerden başlamak istiyorum.
Yokluk ve işgal günleriydi. Haberleşme ve ulaşım sağlanamıyordu. Yaşam zordu. Kurtuluş savaşı başlamıştı. Halk bağımsızlık için canla başla, omuz omuza, onurla savaşıyordu. Köylü-şehirli, erkek- kadın, çoluk- çocuk, yaşlı-genç hepsi bu mücadeleye canını koymuştu. Cephelerde askerler, günlerce aç susuz dövüşüyordu. Yorgunlardı, dinlenmeden uyumadan savaşıyorlardı. Yazın sıcak kavuruyor, kışın soğuk donduruyordu. Battaniye yok, su yok, yiyecek yok; toz toprak içinde perişandılar. Hastaneler yaralılarla doluydu. Eli kolu, bacağı kesik genç askerler inliyordu. Çocuk yaştaki erlerin ağlamaları, dayanılır gibi değildi. Yarasını sardıran, aşkla şevkle yurdun özgürlüğü için cepheye koşuyordu. On üç on dört yaşındaki çocuklar, cephelerde savaşıyordu. Ayakları çıplak, giysileri yırtık, yaraları açıktı. Kanayan yaralar parçalar, bezlerle sarılmış onlar da toz topraktan kirlenmişti. [1]
Halide Edip Adıvar, o günlerin unutulmaz kahramanlarından biridir. Kurtuluş Savaşında cepheye kabul edildiğinde, heyecanla trene binip karargâha gelir. Atatürk’ün kendisini beklediğini öğrenir ve yanına gider. O sırada Atatürk’ün kaburga kemikleri kırıktır, doktor dinlenme tavsiye ettiği halde o cephede göreve gelmiştir. Karşılaşmalarını H. E. Adıvar şöyle anlatır:
“Mustafa Kemal Paşa oturduğu koltuktan güçlükle kalkmaya çalıştı. Çünkü kaburga kemikleri hala ağrılar içindeydi. M. Kemal Paşa’ya doğru, kalbimde gerçek bir saygı ile gittim. O kendi halindeki odada bütün gençliğin bir millet yaşasın diye ölmeyi göze alan kararını temsil ediyordu. Ne saray, ne şöhret, ne herhangi bir kudret, onun bu odadaki büyüklüğüne yaklaşamaz. Gittim elini öptüm…”[2]
Bu bağımsızlık savaşı, enteresan gelişmesiyle tarihe damgasını vurdu. Anadolu insanı kurtuluş destanını, tarih sayfalarına kanıyla yazdı. Savaş bitmiş, zafer kazanılmıştı. Cumhuriyetle, gelecekteki UYGAR TÜRKİYE’NİN temelleri atılmıştı. Bu temeller umutla yükselmeliydi, gelecekten bu bekleniyordu. Nice şehitler verilmiş, çocuklar anasız babasız, kadınlar eşsiz kalmıştı. Açlık, yokluk çekilmiş, kanlar oluk gibi akmıştı. Bu nedenle Cumhuriyet sadece bir söz, bir söylem değildi. O gün var gücü ile savaşan, Atatürk’e destek veren halkın emeği boşa çıkmamalıydı. Çalışan ve başaran, bilimsel alanda dünyaya sesini duyuran insanlar yetişmeliydi. Toplum aydınlanmalı, bu bilimin aydınlığı olmalıydı.
Cumhuriyet inançla gençliğe emanet edildi. Her zaman genç ve dinç kalacak, çünkü onu gençlik ilelebet taşıyacaktı. Cumhuriyeti sözden öze anlayarak, özden uygarlığa taşıyacak kuşağa SELAM olsun.
[1]Bu paragrafı, Turgut Özakman’ın Şu Çılgın Türkler kitabından etkilenerek yazdım.