RSS

Etiket arşivi: photos

SORAYA’YI TAŞLAMAK

10.12.2025-Fransız-İranlı gazeteci Freidoune Sahebjam

SORAYA…
13 yaşındayken birkaç inek, küçük bir arsa ve
birkaç halı karşılığında 20 yaşındaki Ali ile evlendirilen Soraya’nın, ‘Manutchehri’ adında filmi de çekilmiş olan çocuk bir kadının hikayesi bu.

Soraya toplam 7 çocuk doğurur ve bunlardan sadece 4’dü sağ kalır.

İran’da 1979 yılında İslam Devrimi ile her şey değişir. Ali, Soraya’yı boşamak ister ve onu sağda solda kötüler. 14 yaşındaki bir kızdan etkilenen Ali, Soraya’yı boşamak için her şeyi göze almıştır.

Ali’nin şeytani planları Soraya’nın çocukluk arkadaşı Firuze öldüğünde devreye girer. Soraya, Firuze’nin ortada kalan kocası Haşim ve çocuklarına ev işlerinde yardım etmeye başlar.

Ali ailesine nafaka ödememek ve Soraya’dan kurtulmak için karısının onu Haşim’le aldattığını ileriye sürer ve kısa süre içerisinde bunu küçük kasabada yayar.

Ali daha sonra Haşim’i tehdit ederek yalan söylemesini ister; çünkü hükmün gerçekleşmesi için 4 erkek şahide ihtiyaç vardır.

Bunlar bir şekilde bulunur ve Soraya’nın babası Morteza Ramazani’de toplum baskısına boyun eğerek recm cezasını onaylar

Soraya’ya son sözleri sorulduğunda verdiği yanıt şu olur; “Bunu nasıl yapabilirsiniz?
Sizler benim dostum, arkadaşlarımsınız.
Birlikte aynı sofraya oturduk, aynı yemekten yedik.
Sen benim babamdın,
Sizler benim oğullarımdınız,
Sen benim kocamdın!
Bunu bana nasıl yapabildiniz?
Bunu herhangi bir insana nasıl yapabiliyorsunuz?” Aldığı tepki ise, ellerinde Kuran kitabını tutarak toplanan kalabalık ve o kalabalıktan gelen “Bunu Allah istedi! Allahuuuekber

Daha sonra kalabalık güruh Soraya’yı taşlamaya başlar.

Ağlamayacağına söz veren Soraya’nın o alnını delen ilk taş darbesi babasından gelir…
Aşağıda ki fotoğraf, Soraya’nın bilinen tek fotoğrafıdır.

Soraya’yı Taşlamak / 2010

 
Yorum yapın

Yazan: 10 Aralık 2025 in Haberler

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , ,

TARİHİN EN ONURLU İSTİFASININ HİKÂYESİ

10.11.2025- Sedat Kaya

Antik Roma’nın en büyük dersi, bir savaş değil, bir istifa hikâyesidir. Ve o hikâyenin kahramanı bir imparatordu: Lucius Quinctius Cincinnatus.

MÖ 458 yılıydı. Roma Cumhuriyeti henüz genç, iç kargaşa derin, sınırlar tehdit altındaydı. Aequi kabilesi Roma ordusunu kuşatmış, şehir paniğe kapılmıştı. Senato çareyi olağanüstü yetkilerle bir diktatör atamakta buldu. Elçiler, Cincinnatus’u tarlasının başında buldular. Üzerinde yıpranmış bir tunik, elinde saban…

Tiber Nehri kıyısında, sessizce lahana yetiştiriyordu. “Devlet seni çağırıyor” dediler. Adam sabanını toprağa sapladı, yüzündeki teri sildi ve hiç tereddüt etmeden Roma’ya gitti. Sadece on altı günde düşmanı bozguna uğrattı. Roma kurtuldu. Halk onu yüceltti, senato iktidarını sürdürmek istedi.

Ama o, yetkiyi devretti. Savaşın ardından kılıcını bir köşeye koydu, sabanını yeniden eline aldı. Ve şöyle dediği rivayet edilir.

“Bir insanın toprağa dönebilmesi, en büyük zaferdir.”

Cincinnatus’un hikâyesi Roma’da “virtus” yani erdemin sembolü oldu. O, gücü eline aldığında ona teslim olmayan adamdı. Bugün iktidar, dünyanın her yerinde tutkuyla aranan bir zehir gibi dolaşıyor. Kimse vazgeçmek istemiyor. Oysa Cincinnatus, tarihe “bırakabilen insan” olarak geçti.

Livy, Roma tarihini anlatırken onun için şu cümleyi kurdu.

“Görev onu buldu. O, görevi değil.”

İşte bütün fark burada. Birçok insan görevi ister. Bazıları görevin arkasına saklanır. Ama çok azı, görev bitince çekilir. Yüzyıllar sonra Amerika Birleşik Devletleri’nde Ohio’da bir şehir kuruldu: Cincinnati. Adını bu Roma çiftçisinden aldı. George Washington da devrim sonrası çiftliğine dönünce “modern Cincinnatus” diye anıldı.

Tarihte iktidardan çekilmenin bir erdem olduğu çağlar yaşanmıştı. Bugün ise çekilmeyi değil, çökmeyi bilenler baş tacı. Lahana tarlaları yerini saray bahçelerine bıraktı. Ama hâlâ bir yerlerde, bir sabanın iziyle insan kalbinin onuru çiziliyor. Roma’nın mermer salonları yıkıldı, ama Cincinnatus’un tarlası hâlâ yeşil. Çünkü orada bir lahana değil, erdem yetişti. “Gerçek hükümdar, sabanını bırakıp tahta oturabilen değil, tahttan inip halkın arasına dönebilen insandır.”

 
Yorum yapın

Yazan: 10 Kasım 2025 in Eğitim

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , ,

İPTEN ADAM ALMAK

31.10.2025- Hukuk Sitesi

İyi avukat adamı ipten alırmış” derler. Bu lafın nerden çıktığına dair bir hikayeyi (belki de”rivayeti”) geçenlerde bir yerlerde okudum. Buyrun bakalım…

Yer İngiltere. Birkaç yüzyıl öncesi. Adamın biri cinayetten içeri atılır. Bir avukat bulunur adama. İlk
görüşmelerinde avukat “Merak etme seni kurtaracağım” der. Adam da avukata güvenir ve mahkemeye çıkar.
Karar: İdam.

Adam avukata kızar, köpürür. “Hani beni kurtaracaktın?” der. Avukat da “Sen merak etme. Bu
daha birşey degil. Temyiz var. Seni kurtaracağım” der.Dava temyize gider. Karar: İdam.

Adam yine avukata döner ve sorar. “Hani temyizde beni kurtaracaktın?”. Avukat gayet sakindir. “Dur daha, bukarar Avam Kamarası’nda oylanacak. Seni kurtaracağım.”
Dava Avam Kamarası’na gider. Karar: İdam.

Efendim lafı uzatmayalım. Daha sonra Lordlar Kamarası ve Kraliçe’nin onayları vardır sırasıyla. Bu süreçte
olanlar malum. Kraliçenin de idamı onaylaması ile darağacı kurulur. Adamı sandalyeye çıkarırlar.
Avukatla göz göze gelen adamın tüm öfkesi bakışlarına yansımıştır. Avukat ise hala son derece sakindir.
Gözleriyle işaret ederek merak etmemesini, onu kurtaracağını anlatmaktadır adama. Adamın ise artık
umudu kalmamıştır.

Cellat gelir, sandalyeyi iter ve talihsiz adam boynunda iple sallanmaya baslar. O
sırada avukat kalabalığı yararak darağacına doğru koşmaya baslar, merakla ne yapacağını anlamaya çalışan cellatı bir hamlede geçer, ipi keserek adamı kurtarır.

Tabii ortalık ayaga kalkar, bu sefer hem idam mahkumu adam, hem de avukat yakalanır. Avukata bunu neden yaptığı sorulunca cevabı şöyle olur: “Bu adam idam mahkumuydu. Siz de onu idam ettiniz. Adamın olup ölmemesi sizi ilgilendirmez, kanunda “idam edilir” yazıyor, “idam edilerek öldürülür” yazmıyor. İdam
gerçekleşmiştir.”

Bunun üzerine kimse adamı tekrar asmaya cesaret edemiyor, adam belki de haklıdır diye.
Olay karar için yeniden Kraliçe’nin önüne geliyor. Kraliçe, zekasından dolayı avukatın iddiasını doğru
buluyor ve adamı affediyor. Bu olaydan sonra, ilgili kanun maddesi değiştirilerek “idam edilerek öldürülür”
seklinde yeniden düzenleniyor.

 
Yorum yapın

Yazan: 31 Ekim 2025 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , , ,

“KARUN KADAR ZENGİN OLMAK” NEREDEN GELİYOR

08.05.2025- Dünya Medeniyetleri Tarihi

Kroisos; Krezüs ya da İslâm kaynaklarında geçen adıyla Kârûn, zenginliğiyle bilinen Lidya kralı. MÖ 560-546 yılları arasında tahtta kalmıştır. Kroesus, Lidya´yı gücünün zirvesine taşımıştı.

Kral Krezüs zamanında Lidya, ticaret ve altın madenciliği ile çok zenginleşti. Batı Anadolu’daki Yunan şehir devletlerini istila ederek ve doğudaki seferleriyle devletinin sınırlarını şimdiki Kızılırmak sınırına kadar genişletti.

Mermnad Hanedanı’ndan gelen Kroisos Lidya kralı Alyattes’in oğluydu. MÖ 549’da Perslere karşı Babilliler, Mısır ve Sparta ile ittifak kurmuştu. Bu ittifaka güvenerek Pers İmparatorluğu’na savaş açtı. Kapadokya’ya saldıran Krezüs, Pers kuvvetleriyle MÖ 547’de Pteria Muharebesi’nde karşılaştı ancak savaş alanında iki taraf da kesin bir sonuç elde edemedi.

Beklediği yardım gelmeyince başkent Sard’a geri çekildi. Pers Kralı Sirus onu takip etti ve Lidya´yı Pers topraklarına kattı Antik çağın bilinen en zengin kralı olan Krezüs mitolojiye göre her tuttuğunun altın olması için ilâhlara yalvarır; bu dileği kabul edilince mutluluğa erişeceğini sanır. Ancak çok zengin olduğu halde mutluluğu bir türlü bulamayan kral acı içinde kıvranarak ölür.

Tarihçi Taberi efsane ve deyimlerdeki kişinin Musa zamanında yaşayan farklı bir kişi (Koreh) olduğuna inanmıştır. Kroesus, Arap, Yahudi ve Pers medeniyetlerinde Karun şeklinde anılmaktadır. Karun Hazinesi, çoğu MÖ 560-546 yılları arasında Lidya ülkesini yöneten Kroisos veya Krezüs (Karun) dönemine ait olan ve Uşak’ın 25 km batısında ve İzmir Karayolu üzerinde bulunan Güre Kasabası yakınlarındaki tümülüslerden 1960’lı yıllarda çıkarılarak ABD’ye kaçırılan ve 1993 yılında uzun bir hukukî süreç sonucunda geri alınan eserlerin toplu adı. Bazı kaynaklarda Lidya Hazinesi olarak da anılır. Hazinenin ele geçirilen kısmında yaklaşık 450 parça bulunur.

 
Yorum yapın

Yazan: 08 Mayıs 2025 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

AMERİKA KITASI’NIN KEŞFİ VE BEYAZ ADAMIN İSKANI

20.04.2025-Hanefi KAYA- Abdullah ÇAPAROĞLU -DÜMAD – Dünya Multidisipliner Araştırmalar Dergisi
WOJMUR – World Journal of Multidisciplinary Research ISSN: 2717-6592

Dünya tarihinde önemli bir yeri olan Amerika’nın keşfi ve beyaz adamın bu topaklara
yerleşmesi, bir zamanların Doğu dünyasının Avrupalılar için ne tür gizemler taşıyor ise, şimdilerde
doğulular için de aynı gizemlere sahip, bir büyük hadisedir.
Bu büyük hadisenin özellikle 19. yüzyıldan sonra Avrupa ve Asya kıtalarında tanınması ve
her alanda ilişkiler kurulmasıyla başlayan çözülme dönemi, aslında herşeyin tüketildiği, sahip
olunanın el değiştirdiği ve bilinmezlerin ortadan kaldırıldığı yeni bir dönemi oluşturur.

Bu dönem artık yerli Amerikalıların olmadığı, Avrupalı Amerikalıların yaşadığı bir dönem olması hasebiyle,
doğulu ya da Asyalı insan tipi o büyük merakı ile baş başa bırakılmıştır.

Bundan sonraki Amerika, hür dünyanın bir parçasıdır ve artık gizlenmeden bütün bir tarihin oluşumuna katkı sunacak her türlü imkana sahiptir. Bu yönüyle o gizemler ülkesini ilk elden tanıtacak bir tarih anlayışının gelişmesi, doğulu insanın hafsalasındaki o karanlık dönemi de aydınlatması açısından büyük imkan sağlamıştır.
Bu makale Bryn O’Callaghan tarafından yazılmış olan An Illustrated History Of The USA,
Longman Group UK Limited 1990 çalışmanın bir bölümünü sunmaktadır ve bu bölüm Amerikalı
beyaz adam ile Pasific’li yerlilerin ilk buluşmalarını ortaya koymaktadır. Makale Beyaz Adamın
küstahlığı karşısında, yerli Amerikalının dürüst ve katlanılabilir yaşamını gözler önüne sermektedir.

Giriş
1490’lı yıllarda Kristof Kolombus ile başlayan dünyayı yeniden keşif macerası, Hindistan
yolu aranırken bir rastlantı sonucu ilk defa yeni bir toprağın keşfiyle sonuçlanmıştır. Bilinen dünyanın
dışında kalan bu toprak parçası Pasific Okyanus’unun karşı tarafında bulunan ve bilinmezlerle dolu
yeni bir karalar ve adalar silsilesinden oluşmaktaydı.

Bu topraklara ilk gelen Kristof Kolombus’un olduğu düşünülüyor olsa da aslında Arap Tüccar Gemileri’nin çok daha eski zamanlarda bu topraklarla ilişki kurdukları ve hatta buralara kadar mal taşıdıkları Piri Reis’in hazırlamış olduğu büyük dünya atlasından anlaşılmaktadır. Onun yapmış olduğu bu harita Amerika’nın bir keşif sonucu değil, aslında bilinen bir yer olarak beyaz adam tarafından istilasından başka bir şey değildi.
Kolombus gibi maceracı kimliklerin altın bulma merakının sonucunda ulaşılması ve geçilmez olduğu
düşünülen Pasific Okyanus’u aşılmış ve yerli kabilelerin yaşadığı, uygar dünya olan Avrupa ve
Asya’dan tecrit edilmiş bir şekilde kalmış olan bu yeni dünyanın keşfi, ilk başlarda pek önemsenmemişti.

Avrupa’nın ezik insanlarının yerleşmeye başladığı bu çorak ve zor koşulların dünyası,
zamanla yerlilerden alınarak yeni bir yaşama kapılarını açtıktan sonra, iklimi, doğası, toprağı, yaşam
koşullarıyla benzersiz bir nimet sunmaya başlaması, söz konusu toprakların tamamının keşfine
başlanmasına ve dünyanın üçte birinin bulunduğu muazzam bir keşfin kapılarının açılmasını ve yeni
bir doyum imkanı yaratılmasını sağlamıştır.
Aç gözlü Avrupalıların boyunduruğunda başlayan bu yeni yaşam, barışın hakim olduğu
Amerika topraklarını kısa bir zaman sonra kaosun ve kargaşanın merkezi haline getirmiş, beyaz
adamın vahşi çehresiyle nerede ise yerlilerin hiç yaşamadığı yeni bir dünya yaratılmaya başlanmıştır.
Amerika’da yerli olmak demek hiçbir hak ve selahiyeti olmayan vasıfsız bir mahluk ile aynı olmak
demekti.
Beyaz adamın Amerika’ya getirmiş olduğu bu yeni anlayış, Avrupa’nın binlerce yıllık
geçmişinden kaçan ezik Avrupalılar tarafından icra ediliyor olması da bir büyük muammanın diğer
bir veçhesi olarak kalmıştır.
Bu makalede Bryn O’Callaghan’ın bakış açısıyla Avrupalıların yaratmış olduğu yeni
Amerika’nın ilk yerleşim zamanları hakkında bilgiler bulunmaktadır. Bu bilgiler ışığında
Amerika’nın yerlileri ve yeni meskunları arasındaki ilişkilerin bir çeşit özetini yansıtacak olan
makale, ilk defa da olsa Amerika’nın arka yüzünün küçük bir tanıtımını yapmaktadır. Türk tarih
literatüründe pek fazla bilinmeyen An Illustrated History Of The USA, Longman Group UK Limited
1990” adlı eser kurgusuyla, Amerika’nın kuruluş yıllarının ilk fotoğraflarını sunması açısından
önemli bir yere sahip olduğu düşünülmektedir.

Makalenin tamamına aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz.

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/2905008

 
Yorum yapın

Yazan: 20 Nisan 2025 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , ,

8 12 YAŞINDA ASKERE GİDEN ÇOCUKLAR

12.04.2025-Ayşe Yaşar SARIKAYA

Başbakanlık Osmanlı Arşivi 1835 Köy Nüfus Defterleri araştırmalarımda dikkatimi çeken bir deyim vardı. “REFT ASAKİRİ BAHRİYELİ”, Bu açıklama 12 yaşında bir çocuğun asker kaydı olarak defterde yer alıyordu. 4 karyede, 12- 13- 15- 16- 21 yaşlarında olanlarda da bu kayda rastlamıştım.

Sinop, Kurtuluş Savaşında nüfus oranına göre en fazla şehit veren iller arasında olduğundan, bilgileri birleştirerek yazılar yazdım. Eleştirenler oldu, bu yaşta çocuklar askere alınmaz diye. Sinop Üniversitesinde bir akademisyenin konu hakkındaki çalışmasından bölümler aktarma ihtiyacı duydum:

SİNOP ŞEHİR MERKEZİ DEMOGRAFİSİ ÜZERİNE
BİR İNCELEME (1836)
Tuğba KARA- Dr. Öğr. Üyesi, Sinop Ünv. Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü
Muhammet Servet İPEK-Yüksek Lisans Öğr.

6.Nüfusun Yaşa Göre Dağılımı

………………

Topçu neferi için yaş sınırının 8 olduğu anlaşılmaktadır. Aynı şekilde asakir-i bahriye’de olarak gösterilenlerin en küçüğü de 8 yaşında görünmektedir. (sayfa-10)

  1. Nüfusta Hareketlilik
    a. Donanma ve Askere Alınanlar
    Osmanlı Devleti’nin bu döneminde askere alma yaşı 15 yaş ve altı idi. Alt sınırın sekiz yaş olduğunu söylemek mümkündür. En azından çalışmasını yapılan defterde Asakir-i bahriyeye alınan 14 kişinin yaşlarının 8-16 arasında değiştiği görülmektedir. Bu on dört kişiden biri 8, ikisi 10, beşi 12, üçü 15, ikisi 16 yaşındadır.
    Bu kişilerin tamamı 1250/1834-35 senesinde askere alınmışlardır. Altısının bilgilerinde Zi’l-kaʻde ve Zi’l-hicce 1250/Mart-Nisan 1835 tarihleri vardır. Diğerlerinde ise sadece sene 1250 tarihi düşülmüştür. Hicri aylardan Zi’l-hiccenin yılın son ayı olduğu göz önünde bulundurursa bu on dört kişinin 1250 senesi sonuna kadar askere alındığı söylenebilir. Ayrıca sadece birine demirci kaydı düşülerek
    meslek belirtilmiştir. Kalanlar için meslek belirtilmemiştir. (sayfa-24)

Merke4z çalışmasında görülen bu sayıya, köylerdeki sayı eklenirse, oranın fazla olduğu açıktır. Çalışmayı yapan Dr. Tuğba KARA ‘ya teşekkürlerimle.

Tamamı: https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/746294

 
Yorum yapın

Yazan: 12 Nisan 2025 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , , , , ,

GÜLÇİÇEK VE TEMİZLENEN NAMUS

01.03.2025- Yazar Suat ÖZGE

~GÜLÇİÇEK TİYATROSU~

İncir ağacının altında iki kardeş gülüşüp sohbet ederlerken, sinirli sinirli evden çıkan, anne babaları, amcaları ve yengeleri Bünyamin’i yanlarına çağırdılar. Gülçiçek o an ters giden birşeyler olduğunu anlamıştı…

-“O gardaşın olacak kız sözlediğimiz amcaoğluna ihanet etmiş.Değirmencinin Nizyazi’nin oğluna yazdığı mektubu bulmuş anan yastığının altında.Topkandık.Hükmünü verdik. Gardaşın namusumuzu kirletmiştir. Ve temizlemek sana düşer Bünyamin… -” dediklerinde yüzü bembeyaz kesilmişti.Ne dediyae kabuk ettiremedi. Eline tutuşturulan silah ile ilk defa tanıştığı okadar belliydiki… Binbir şey söyleyip aklını bulandıran ve kardeşini infaz etmesi için kulaklarına sürekli birşeyler fısıldayan ailesine karşı koyamadı en sonunda…. Gülçiçek’i kolundan kavrayıp kaldırdığında zavallı kız çoktan anlamıştı neler olduğunu… Önüne doğru itekledi sonra kardeşini. Gündoğan şelalesine yürümesini söyledi bağırarak….İlk defa ona sesini yükseltirken canı yanıyordu.

-“Abi ne olur yapma. Uyma o cahillere. Sadece sevdim. Namusuma halel getirmedim. Zorla evlendirmek istedikleri amca oğulumu kardeş bellemiştim ben… Nolur kıyma… Ne istersen vereyim. Kölen olayım yapma abi… İnsan gardaşına kıyar mı? -” derken sözlerini hıçkırıkları bölüyordu…

Human couple relationship problems and difficulties. Colorful watercolor art. Jealousy, breakup and freedom

Gündoğan şelalesine geldiklerinde, ikiside hüngür güngür ağlıyorlardı birazdan ayrılacakları için…

Sonra Bünyamin daha fazla uzatmadan iki el ateş etti. Bir parça kumaş yırttı sonra Gülçiçek’in elbisesinden. Elinde tuttuğu kumaş kanlanmıştı….Ve kanla kirlenen gömlek namuslarının temizlendiğinin işareti olacaktı… Gülçiçek daha on sekizinde ölmüştü oracıkta…Ölüm denen şey geröekten bu kadwr basit birşeymiydi?

Kardeşinin cesedini Gündoğan şelalesine iteklerken hiçbir delil kalmaması için, yüreğinin ağrığını hissetti… Bir saat kadar sonra Bünyamin ölü gibi girdi evlerinin avlusuna… Kardeşinin kanlı gömleğini ailesine verdiğinde, evden ölü çıkmamış, sanki bayram havası gelmişti evlerine…Nedendi bu şenlik?

Ve sonra kahraman ilan edildi Bünyamin. Omuzlara alınırken amcaları tarafından gözleri kıpkırmızı olmuş hüngür hüngür ağlıyordu acısından….Gitmişti. Biricik kardeşini artık dönüşü olmayacak bir yola göndermişti. Tam bir erkek mi olmuştu artık. Ailesi, kardşini öldürdüğünde öyle olacağını söylemişti de.

Dert ortağı, herşeyi biricik kardeşi yoktu artık. Ve hayat zindan olmuştu o günden Bünyamin’e.

Günahı yüreğini dağlıyordu.Ailesiyle konuşup bu günahın bedelini nasıl ödeyebileceğini sorğunda, yoksula el uzatmasını, fakiri doyurmasını, düşküne yardım etmesini söylediler alay eder gibi.Sanki infaz emrini veren o gaddar insanlar kendileri değillerdi…

İlçeden beş kimsesiz, sokakta yaşayan çocuk buldu ertesi gün. Onları bir kuruma yerleştirip, ölen kardeşinin yerine koydu hepsini. Elinden geleni yapıyor, okul masraflarını ve yurt paralarını eksiksiz ödemeye çalışıyordu… Böyle böyle teselli etti kendini…

Bir hayali vardı bu hayatta kardeşi Gülçiçek ile birlikte kurduğu.Yaşadıkları kasabaya kendilerininde oynayacağı bir tiyatro kurmak.Babaları, onlar küçükken hastalıkları sebebiyle büyük şehire götürdüğünde görmüşlerdi ilk defa tiyatro oyununu. Ama paraları olmadığı için giremedikkeri için ise bu durum içlerinde ukte kalmıştı.Koyunlarına çobanlık yaparlarken merada, hep türlü oyunculuklar sergilerlerdi.Ama yoktu artık Gülçiçek. Ve kardeşiyle kurduğu hayalin gerçek olması için elinden gelen herşeyi yapmalıydı…Ancaj bmyle rahat edebilirdi içi.

Uzun uğraşlar verip bir oyunculuk kursuna katıldı.Ve boş vakitlerinde kayıldığı kursta küçük tiyatro oyunları oynarken yaşadığı vicdan azabınıda bir nebze unutuyordu…

Hayatı tiyatro ve bakımını üstlendiği çocuklardan ibaretti artık… Var gücüylrie gece gündüz çalışıp sürüsünü genişletti hayallerine ulaşabilmek için. Kasabadaki en büyük sürü ise Bünyamin’in sürüsü olmuştu artık… Koyunlarını başında hak ağlayıp, kah gülerek çalıştığı tiyatro oyunlarını gören komşuları,

-“Çoban bünyamin delirmiş zaar-” deyip dalga geçerlerdi onunla…Ve onca sene hep ailesine soğuk durdu. Kardeşine kıymasına izin verdikleri için öyle öfkeliydiki hepsine…Nasıl bir töreydi bu? İnsanların akıllarını kemiren ve olmaz işler yaptıran töre denen şey ne cahillikti böyle.

Ve böylece tam on yedi sene geçti aradan.Geçen onca senede hayalini gerçekleştirebilmek için çalışıp didinip öyle çok uğraş vermişti ki. Ama herşey tamamdı artık. Kasabada tiyatroyu kuracağı mekanı bile bulmuştu.İçi biraz olsun huzur bulmuştu ama, tamda o günlerde birdenbire vücudunda halsizlikler hissetmeye ve olduğu yerde bayılıp kalmaya başlamıştı…

Doktora gittiklerinde ise küçükten beri peşini bırakmayan rahatsızlığın artık son raddesine geldiğini anlattı doktor. Beynindeki tümörden artık ameliyattan başka kurtuluşu yoktu…Risk büyüktü.Hemde çok büyüktü…

Fakat ne ameliyat olacak kadar parası , nede ameliyatı yapabilecek cesaretli ve donanımlı doktor bulamamışlardı…

O günlerde postacı kapısını çalıp bir mektup bırakmıştı Bünyamin’e. Mektupta ise,

-“Borçlar bir gün ödenmeli. Binyamin ağabey bir zamanlar okul ve yurt masraflarını karşıladığın beş öğrenciden biriyim.İhtisasımı yurt dışında tamamladım.Hastalığını yardım ettiğin okul masrafkarını karşıladığın diğer arkadaşlarımdan öğrendim. En yakın zamanda Türkiye’ye dönüp ameliyatını yapacağım…. Sana minnettar olan NAZENDE.. “yazıyordu mektupta…

Bir hafta sonra ameliyat masasına yattı Bünyamin. Ve çıkamaz dedikleri o riskli ameliyattan Nazende hanımın olağan üstü çabasıyla çıktı… O günlerde aile efradından en son kalan töre aşığı gaddar babası ise yatağa düşmüştü artık… Günleri sayılıydı…

Hastahaneden çıkar çıkmaz gözyaşlarıyla bir tabela yaptırdı. Kasabada açtığı tiyatro salonunun kapısının üzerine asmıştı tabelayı gözyaşlarıyla. Tiyatro salonunun adı”GÜLÇİÇEK TİYATROSU” olmuştu…

Sokak sokak solaşıp herkesi ilk gösterisine çağırırken içi öyle garip olmuştuki. Tam bin kişi gelmişti salona….Oyunu oynarken yüreği titredi Bünyamin’in. Çünkü kendi hayat hikayesini konu edinmişti ilk tiyatro oyununda…

Son sahneye geldiğinde ise Gündoğan şelalesinin başına gözyaşlarıyla gelip,

-“Sevgi can almaz kardeşim… Sevgi yaşatır… Nolur dön ağabeyine Ceylan gözlüm… dediğinde bira önce doktor rolünde oynayan Nazende hanım boşluktan elini uzatıp elini tutmuştu Bünyamin’in… Sonra binlerce kişinin önünde hıçkıra hıçkıra ağlayıp, sarıldılar…. Dakikalarca öyle hasretle sarılmaya devam ettiler birbirlerine. Peki ölen bir insan geri gelebilirmiydi? Hayalindekini mi canlandırmıştı oyununda Bünyamin?

Gözleri kıpkırmızı olmuş halde elini tuttu Nazende hanım’ın. Ve sahnenin tam ortasına gelip, defalarca aynı cahilliğin yapıldığı şehrininin insanlarının gözlerinin içine bakıp,

-“Öldürmedim kardeşimi… Ben katil değilim. Oda bir adamı sevdiği için suçlu değil. Artık ona kimse dokunamaz. Ailemizden son kalan yöreyi benimsemiş babam şimdi ölüm döşeğinde.Kimse peşine düşemez kardeşimin. Kimse artık ona birşey yapamaz. Ve ben herşeyi açıklayabilirim…Evet o şelalesinin başında Gülçiçek öldü. Ama kurşunla değil…Yeni bir hayata doğdu o gün kardeşim.Onu herkesten gizli okutabilmek için öyle eziyet çektimki.Koskoca bir doktor artık. Ve ağabeyinin hayatını kurtardı benim ceylan gözlüm… Ağalar, teyzeler bu oyun gerçekti… Gülçiçek ölmedi…Ölen böyle sapkınlıkları isteyebilme cüretini gösteren kirli beyinlerimizdi. Kanlı gömlekle namus temizlenmez.İnsan insanın ölüm hükmünü veremez-“dediğinde dizlerinin üzerine çöktü Gülçiçek… Ağabeyinin ayaklarına sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlarken, binlerce insan gözyaşlarıyla ayağa kalkıp iki kardeşin hikayesini avuçları acıyıncaya kadar alkışladılar…

Gülçiçek ölmedi… Ama töreler ölsün.Nice sapkın zihniyetler nice çiçekleri solduruyor. Kanla namus temizlenmez. Kimse kimsenin namusunu ölçüp ölüm hükmünü veremez…

#Yazar#Suat#Özge

 
Yorum yapın

Yazan: 01 Mart 2025 in Eğitim

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , ,

ATEŞ DÜŞTÜĞÜ YERİ YAKAR

06. 02.2025-Ayşe Yaşar SARIKAYA

Bir konu konuşulur, özenle detaylandırılır, hakkında edebi yazılar yazılır, güzel diksiyonla okunabilir. Eğer ateş yanıyor ve düştüğü yeri yakıyorsa, orada anlatmak öncesi yapılacak işler vardır. Ateşi söndürmek, yaraları sarmak, gerekenleri yapmak gibi.

Depremde, toprağın altındakilere, uykusuz kalarak, gece gündüz demeden ulaşan yardım elleri öpülesi ellerdir. Evsiz kalan, sığınacak dam, yatacak yatak, yiyecek yemek bekler. Geçici çözümlerin ardından, kalıcı çözümler, diğer deprem ülkelerinde alınan tedbirleri beklerler. Uzun gelecek vaat eden konuşmalar, onların yüzüne taş değil de gül atmaya benzer.

Hikâye olunur ki: Pir Sultan Abdal, idam edileceği darağacına doğru yürümeye başlamış. Hızır Paşa emir vermiş:

“Herkes Pir Sultan’ı taşlasın, taş atmayanın boynu uçurulacak, bilsin.”

Uğruna mücadele ettiği halk, Pir Sultan’ı taşlamaya başlamış. Taşlar Pir Sultan’a kadar gelmekte, ama ona değmeden yere düşmüş. Pir’in musahibi (can yolda- şı) Ali Baba, taş atmasa da can korkusundan Pir’e bir gül atmış. Gül, Pir’e değmiş ve yaralamış. Al kanlar akmış Pir’in bedeninden. Can dostunun bu hareketinden incinen Pir’in dudaklarından şu nefes dökülmüş:

Şu kanlı zalımın ettiği işler,

Garip bülbül gibi zaralar beni.

Yağmur gibi yağar başıma taşlar,

İlle de dostun bir fiskesi yaralar beni.

Dar günümde dost düşmanım belli oldu.

Bir derdim var idi, şimdi elli oldu.

Ecel fermanı boynuma takıldı.

Gerek asa, gerek vuralar beni.

Pir Sultan Abdal’ım can göğe ağmaz.

Haktan emrolmazsa rahmet yağmaz.

Şu ellerin taşı hiç bana değmez.

İlle dostun bir tek gülü yaralar beni.

DEPREMDE KAYIPLARIMIZI RAHMETLE ANIYORUZ. TEDBİRLERİN ALINMASI DİLEĞİYLE!

 
 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , ,

YÜN YORGAN

11.01.2025-Zeynep Karaaslan Eman Öykü yazarı şair

İlk torunumuz henüz minicik bebekti. Adı Aygüldü. Yüzü hep gülüyordu. Oğlum subay, gelinim öğretmendi. Dünürler Ankara’dan gelmişler onbeş gün kalıp dönmüşlerdi . Dünürler Edirneliydi . Oğlum gelinimle Ankara’da tanışmıştı. İkisi bir yıl konuşup anlaşmışlar.

Doğu hizmetleri çıkınca toplanmaya başladılar. Eşim ve ben onlara yardıma gittik. Biz çocuğa bakarken onlar eşyaları, kapkacakları koli yaptılar. Gelinim bir yün yorganı atmak istedi. Kullanmıyorum öyle duruyor dedi. Evleneli üç yıl olmuştu. Annesi çeyizine diktirmiş. Ben attırmadım aldım. Gelin onun attığını almama çok laflar etti. Gelirken yorganı eve getirdim. Oturdum o yorganı eşimle söktüm. Yünü ipek gibiydi. Yorgancıya ayıcık desenli bir çocuk yorganı diktirdim. Kalan yünleri de dolgu oyuncaklara doldurdum.

Doğu kışın çok soğuk oluyormuş. Bize hep kardan buzdan bahsediyorlardı. Ocak ayında gittik. Biz emekliydik. En kalın palto, manto ,şallar kaşkolleri örtündük. Ben yaptığım börekleri, sarmaları, tarhanayı, aldığımız çerezleri, tahin pekmezi helvaları ,yaptığım, portakal ,vişne , turunç reçelini güzelce koliledim. On gün kalıp dönecektik. Gittiğimizde çok kar yoktu ama kuru soğuk vardı..

Torun büyümüştü yaşına az kalmıştı. Korkarak yorganı geline verdim. Teşekkür etti. Çok beğendiğini söyledi. Oyuncakları da çok beğendi. Torun çok seviliyordu . Hiç neşesi yoktu. ilaçlar kullanıyordu. Çok üşütmüş. Göğsü de bronşit gibiymiş. Oyuncağın birini söküp çıkardığım yünü yıkayıp tülbente sardım ısıtıp torunun göğsüne yerleştirdim. Gelin bunun ne işe yaradığını sordu . Doktora sormasını istedim. Ertesi gün gelin:

Anne yün çocuklara çok faydalıymış hem senin yaptığın iyi bir şeymiş. Yün çocuktaki negatif enerjiyi alıyormuş rahat uyurmuş dedi. Ben de:

Bu küçük yorgan yünden oyuncaklar da yünden kızım dedim. Senin çeyiz yorganını söktüm. Gelinim çok sevindi. Turunç reçelini hiç bilmeyenler çok beğendiler. Yirmi günde üç kere yaprak , lahana sardım. Dönüşte trende mantomun cebinde bir not buldum.

“Anneciğim size karşı çok mahcubum emekle benim attığım yorganı söküp Aygüle yorgan ve oyuncaklar yapmışsın. Avrupa’da bu oyuncaklar çok pahalıymış. Özür dilerim. Seni çok seviyorum. Valizindekini iyi günlerde kullan. Gelinin Aysu Özer”

Eve gelince hemen valizimi açtım. Küçük bir kadife kutuda bir çift taşlı altın küpe vardı. Artık kışları torunum o yün yorganın altında çok rahat uyuyor. Gelinin arkadaşları nereden aldığını soruyorlarmış . Bana da arkadaşlarım küpeleri nereden aldığımı soruyorlar.

 
Yorum yapın

Yazan: 11 Ocak 2025 in Eğitim

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , ,

HAY SENİN PEKMEZ ÇANAĞINA

07.01.2025- Rıfat İLGAZ

Hocanın biri sefere çıkmış, bir zamanlar. Diye başlar hikaye…

İnmiş konuksever bir köye, açlıktan ölüyor. Gözünü karartıp deve gibi çökmüş, karşısına çıkan ilk biçimli evin önüne. Evin erkeği çiftinin çubuğunun başında. Evin kadını, oğluyla bir çömlek pekmez göndermiş hocaya. Bir de somun…

Hoca batırıp batırıp indirmiş gövdeye. Bakmış ki, ekmek batırmakla çömlekteki pekmezin tükeneceği yok. Çocuktan bir kaşık istemiş. Başlamış bu sefer kaşıklamaya. O da olmamış, kaldırmış çömleği dikmiş. Lıkır lıkır… Hâlâ tüketememiş çömlekteki pekmezi.

Oğul, demiş pekmeziniz halis üzüm pekmeziymiş siz böyle her gelen Hoca’ya bol bol pekmez çıkarır mısınız?

Yok, demiş çocuk, çıkarmayız! Hoca biraz böbürlenmiş.

-Ya, demiş; çıkarmazsınız demek? Peki, bana neden bu kadar bol pekmez çıkardınız?

-Geçenlerde küpün içine sıçan düşmüştü baktık pekmez ziyan olacak, olmasın istedik…

Hoca Efendi’nin kavuk tepesinden fırlamış. Kaldırdığı gibi pekmez çömleğini vurmuş yere; tuz buz etmiş. Olandan bitenden ürken çocuk, seslenmiş içeri.

-Anneee! Hoca, babamın sidik kabını kırdı.

 
Yorum yapın

Yazan: 07 Ocak 2025 in Eğitim, Genel Kültür

 

Etiketler: , , , , , , , , , ,