Orta Karadeniz Bölgesi’nin dağlık bir köyünde yaşayan; karakaş kara gözlü, uzun siyah saçlı, kırmızı yanaklı, beyaz tenli, boyu endamı yerinde, on beş on altı yaşlarında, güzel bir çocuk gelin Gülizar.
O da her gelin gibi verilen görevi yerine getirecek; kaynana, kaynataya, kendinden büyük eltilere, kayınlara, görümcelere saygıda kusur etmeyecekti. Sabah erken kalkıp; ineği sağacak, hamur yoğuracak, odun ateşinde ekmek yapacak, yemek yapacak, bulaşık yıkayacak, evi damı temizleyecek, tarlaya gidenlere azık hazırlayacak. Kuşluk vakti koyunları sağacak, sütü pişirecek, peynir yoğurt mayalayacak, çökelek yapacak. Orak biçecek, yığın yığacak, harman sürecek, ekin yıkayacak, bulgur kaynatacak, taş değirmende yarma çekecek. Sırtında odun taşıyacak.
Yunaklığa kazan kurup, çamaşır yıkayacak, daha neler neler… İşini düzgün yapamaz ve yetiştiremezse, dayak yiyecek ve en önemlisi de çocuk doğuracak. Çocuğu olmazsa yandı, Anadolu kadını… Köyde kış bastırmış; kar neredeyse bir insan boyuna gelmişti. Yollarda, evlerin saçaklarında buz kalıpları oluşmuş, şehirle olan irtibat kesilmişti. Tipi gittikçe hızını artıyordu.
O dönemde telefon, elektrik yoktu köyde… Sabahın erken saatleri; bizim evin tahta kapısına güm güm vuruluyor, aralıksız!
– Geldim, geldim!
– Durun hele, ne oldu, alacaklı gibi ne vuruyonuz kapıya!
Babannem açıyor kapıyı.
Ne oldu bacı, hayrola bu saatte?
– Gelin sancılandı, yetiş bacı!
– Ben yaptıramam doğumu, bi yerden ebe bulun bacı.
– Ebe yok, oğlan gitti yarı yoldan geri döndü. Kar kapatmış yolları, tepeye kadar zor varmış, at daha fazla yol alamamış.
Eli böğründe öylece duruyor, beti benzi atmış oğlanın. İki tokat salladı babası, gendine gelsin deyi.
-Etme bacı, elini ayağını öpeyim. Senden başka yaptıracak kimse yok, yetiş! Kulun kölen olayım, yetiş diyom sana!
Babaannem canhıraş çıktı evden. Gece yarısı oldu dönmedi. Dedem;
“gidip bakayım” diyerek, lastik ayakkabılarının üstüne çorap geçirip gitti. Saatler sonra tek başına geri geldi.
“Gelin doğuramamış, hay Allah, ne yapsak ki” diyerek, söylene söylene girdi içeri. Sabah hep birlikte gittik, Gülizar gelinin evine. Ben sekiz dokuz yaşlarındayım… Yatırmışlar yatağa Gülizar gelini. Her tarafından ter boşalmış, sanki bir kova su dökmüş gibi. Evin kerpiç duvarlarından çıkan feryatlar, köyün üst başında yankılanıyor, göğü deliyor adeta! İnim inim inliyor, Gülizar gelin!
Dayanacak gibi değil feryatlara! Doğuramıyor, çok acı çekiyor, iniltiler yürekleri dağlıyor.
“Hiç umut yok” diyor büyükler.
“Ölecek ölmeye de, bari çocuk kurtulsa” fısıltıları yayılıyor…
Sonraki gün, bütün köylüler çare arıyor. “Kağnıyla gezdirelim, kağnı sallandıkça belki bebek aşağı iner, kolay doğurur.
” Kağnıya yatırdılar Gülizar gelini. Kafasını örttüler, yün atkılarla. Ayaklarını yapağılarla sardılar, üşümesin diye. Altına yün döşek serdiler. Üzerine bir yün yorgan, iki tane de kıldan dokunmuş çul örttüler. (Kıl çul üşütmezmiş.) Dakikalarca dolaştırdılar köyün etrafında, gene çare yok. Bu işlem bir kaç defa tekrarlandı. Ümitler kesiliyor, hayaller kırılıyor…
Daha sonraki gün; Gülizar gelin artık, gözlerini açmıyor. Harap bitap düşmüş, mecali yok, sesi çıkmıyor, sadece dudakları oynuyor. Ne söylediği anlaşılmıyor. Eller kollar yana düşmüş, dudaklar morarmış, suratı şişmiş, adını bilemediğim garip bir renk gelmiş yüzüne. Dudaklarını ısıra ısıra yaralar oluşmuş. Zar zor nefes alıyor, boylu boyunca yatıyor. Herkes ağlaşıyor, ağıtlar yakılıyor.
“Vah zavallı vah, vaah! Gençliğine doymadan gidecek yavrum! Pek de güzel yavrum! Kara topraklara yakışır mı, bu güzellik! Bu nasıl bir kader, bu nasıl bir talih, Allah anasına babasına sabır versin!”
Arada bir elleriyle kontrol ediyorlar Gülizar gelini, soluk alıyor mu diye. Umutsuz bekleyiş devam ediyor… Bilmem kaçıncı gün hatırlamıyorum. Ebe;
“nasıl olsa gelin ölecek, çocuğu kurtaralım” diyor. “Bana bi cilet (jilet) getirin hele, çabuk olun durman öyle, sıcak suyla sabun getirin! kesip çocuğu alacam. Hazır mı, sıcak su? Sabun nerde, haydin ne duruyonuz, Haçça, Fadime, Zöhre, size diyom haydin, ölüyo görmüyonuz mu?..”
Kesiyor ebe jiletle. Kim bilir ne kadar kesti! İki elinin parmaklarıyla bebeği çıkarmaya çalışıyor, var gücüyle asılıyor, bebek gelmiyor.
“Bağırsak dolanmış, gelmez bu bebek!”
Birinci hamlede sonuç yok. Bir hamle daha, gene yok. Üçüncü hamlede doğuyor bebek, boynunda bağırsak (kordon) dolalı bir şekilde, kanlar içinde. İnga, inga! Bebek sesi yankılanıyor, evin içinde. Sanki; annesinin çektiği acılara üzülüyormuş gibi, var gücüyle bağırıyor. Yıkayıp kundakladılar bebeği. Kendinden habersiz, baygın yatan annenin yanına yatırdılar.
“Ağzına biraz su verin gelinin.”
Gelin ceset gibi yatıyor. Kaşıkla su veriyorlar ağzına. Arada bir yanaklarına dokunuyorlar, hafif hafif şamarlıyorlar, nefesini kontrol ediyorlar.
“Gülizar, Gülizar, Gülizar gız, aç gözünü!” Sesleniyorlar arada bir.
Saatler sonra, belli belirsiz iniltiler geliyor. Gözünü yarım yamalak açıyor, Gülizar gelin… Bir gün sonra kendine geliyor.
– Bebeğin oldu gelin.
– Gız mı, oğlan mı? Soruyor, bitkin bir vaziyette, zor duyulan sesiyle.
– Oğlun oldu gözün aydın, gelin! Onca acıya rağmen hafifçe gülümsüyor, Gülizar gelin.
– Yaşıyo mu, sağlam mı?..”
– Turp gibi maaşallah, bi görsen. Elleri yumuk yumuk, kapkara saçları var. Ayakları bi lokma, ağzı gayfe gaşığı gibi. Bi güzel, bi güzel. Aynı sana benziyo gız, valla billa bak. Bak bak görüyon mu, sesini duyuyon mu?
Başını sallıyor, dudağının kenarından zar zor gülümsüyor, yine Gülizar gelin… Kendi acısını unutup; evlat sevgisini dolduruyor, yüreğinin ta derinliklerine, Anadolu kadını. Evlat sevgisi bastırıyor acıyı!.. Göher Güler (Yaşanmış bir hikaye)
Ben Samsun’da bir lisede coğrafya öğretmenliği yapıyorum. Yaklaşık 7 yıldır buradayım. Ve her yıl 10. Sınıflarda bitki coğrafyası konusunu işlerken öğrencilerime bir meyve ağacı fidanı dikme ödevi veriyorum. Öğrenci fidanını dikerken çektiği videoyu gösteriyor ve notunu alıyor.
İnternette hazırlanan birçok ödeve göre daha yararlı bir çalışma olduğunu düşünüyorum. Ve bu uygulamayı sürdürmeye devam edeceğim inşallah. Şimdiye kadar yaklaşık 80 fidan kendim diktim, 400 civarinda öğrencilerimin dikmesine vesile oldum.
)
Bu tür uygulamalar birçok farklı branşlarda uygulanabilir ve Türkiye geneline yayılabilirse çok daha güzel sonuçlar ortaya çıkarır diye düşünüyorum. Sevgi ve saygılarımı. sunuyorum.
Sezai AKIL
Kaynak: Sosyal Bilgiler Bilgi ve Görsel Arşivi
GÜLÜMSE BLOG ‘TAN ALINTI
BİLKE YORUM: Yaratıcı ve çalışkan insanlara ihtiyacımız var. Durum, konum, koşul ne olursa olsun, ne kadar engelle karşılaşırsak karşılaşalım yılmamalıyız. Durağan değil, hareket halinde olan, kendini tekrar etmeyen, çıkarcılara karşı gardını alan insanlar olmalıyız. Karşı durmak pasif söylem, pasif eleştiri de kalmamalı. Çalışmak ve üretmek örneklerini artıralım. Bu öğretmenimiz gibi, bireye ve topluma kazandıracak çok şey var. BİLKE
21.06.2022- Doç. Dr. Mutlu KAYA- Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Turizm Fakültesi, Turizm Rehberliği Bölümü-Öğretim Üyesi
foto: Doç. Dr. Mutlu Kaya ve Prof. Dr Cevdet YILMAZ, Sinop konusunda yaptıkları akademik çalışmalar için kendilerini kutluyoruz. Dernek olarak, bu değerli çalışmaları Sinoplularla paylaşmak istedik. BİLKE HALKBİLİM ÖDÜLLERİ’ne ara verdik. Yeniden başladığımızda, iki akademisyenimiz Akademik Halkbilim Ödülleri adaylarımızdır. Çalışmalarını kutluyor ve Sinoplulara tanıtmaya devam ediyoruz BİLKE
GİRİŞ
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda, Osmanlı’dan nüfusun beşte dördü doğrudan veya dolaylı olarak tarımla uğraşan, tarımın ilkel metotlarla ve daha çok köylülerin kendi tüketimi için yapıldığı bir ülke devralmıştır. 1912 yılından başlayarak on yılı aşkın bir süre boyunca Anadolu, birbirini izleyen bir dizi savaşın yıkımına uğramıştır. Balkan Savaşları (1912-1913), Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) ve Kurtuluş Savaşı’nın (1920-1922) getirdiği yıkım ve ölümler, çok ciddi ve uzun süre etkili olacak demografik, toplumsal ve iktisadi sonuçlar doğurmuştur. 1913 yılında, daha sonra Türkiye sınırları içinde kalacak topraklar üzerinde toplam nüfus 17-18 milyon dolayındayken izleyen on yıllık dönemde, gerek askeri gerekse sivil Müslüman halk arasındaki kayıp toplamda yaklaşık 2 milyona ulaşmıştır. Buna göçler de eklendiğinde 1920’li yılların başında Türkiye’nin nüfusu 13 milyon seviyesine gerilemiştir. Bu durum on yıl öncesine göre %25 oranında bir nüfus azalması anlamına gelmektedir. Savaş yılları boyunca üretim düzeylerinde de belirgin bir gerileme yaşanmış, tarım, sanayi ve madencilik, gerek savaş yıllarında yitirilen insan varlığından gerekse aynı dönemde ekinlerin, yük hayvanlarının, araç-gereç ve fabrikaların yok edilişinden olumsuz yönde etkilenmiştir (Pamuk ve Owen, 2002; Ünal, 2010).
Çiftçiler tohum, tarım aletleri ve koşumluk hayvan bulamamış, bu nedenle de toprakların büyük bölümü işlenememiştir. Ticaretin gelişimine uygun ulaşım imkanları oluşturulmamış, demiryolu az ve mevcut olanlar da kötü durumda, kara yollarının en iyisi ancak kağnıların geçişine izin verecek şekildedir. Ticaretin neredeyse tamamı azınlıkların elinde, sanayi el sanatlarından ibarettir. Kapitülasyonlar ve serbest ticaret, sanayi gelişimini engellediği gibi mevcutları da ortadan kaldırmıştır.
Fındık, kuru üzüm, incir, tütün gibi tarım ürünleri ile halı gibi el sanatları ürünlerinin dış satımı sonucu elde edilen gelirle ülkenin ihtiyacı olan sanayi malları karşılanmaya çalışılmaktadır (Aktan, 1998). 1927 yılında yaklaşık 65.000 sanayi şirketi vardır ve bunlarda yaklaşık 250.000 işçi çalışmaktadır. Fakat bu işletmelerden sadece 2.822’si makine gücüne bağlı olarak faaliyet göstermektedir (Zürcher ve Gönen, 1999) ve sadece 155’inde çalışan sayısı 100 kişinin üzerindedir (Ünal, 2010). Cumhuriyet Türkiye’sinin ilk sanayileşme hamlesini üç beyazlar (un, şeker ve tekstil) ile simgelemesi aslında sanayileşmenin durumunu özetlemektedir. Nitekim bunlardan tekstil bir sanayi kolu iken un ve şeker özünde birer tarımsal üründür (Boratav, 2003).
Bu nedenledir ki Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kadrolar zaferden sonra hemen milli kalkınma davasını başarmaya odaklanmıştır (Özel, 2002). Böyle bir ortamda kurulan Cumhuriyet rejiminin ülkede sadece siyasi yaşamda belirleyici olduğunu söylemek eksik olacaktır. Cumhuriyet, toplumsal ilişkilere belli bir biçim veren, bu biçimi yeniden üretmek için gerekli kurumsal ve söylemsel pratikleri toplum üzerine empoze eden aktif bir özne olarak, ulus-devlet, sanayileşme ve modern-laik ulusal kimlik üçgeni üzerine yükselecek bir modern ulus hayali içeren bir modernite projesidir (Keyman ve İçduygu, 1998). Modernlik, Batı Avrupa toplumunda on altıncı yüzyılda biçimlenmeye başlamış ve onu önceki dönemlerden ve çağdaşı olan diğer toplumlardan ayırmış olan yapısal özelliklerin ifadesidir. Bu özellikler endüstriyel genişleme, siyasal iktidarın kullanımı üzerine getirilen anayasal kısıtlamalar, sivil bürokrasilerin yükselişi, kent merkezlerinin büyümesi, okuryazarlığın ve kitlesel eğitimin yaygınlaşması, sekülerlik, içsel psikolojik benliğin ortaya çıkışı ve işlevsel farklılaşmayı içermektedir (Jusdanis, 1998). Modernleşmeyle birlikte toplumun geleceğe yönelik beklentileri, çevrelerine bakış açıları, çeşitli alanlardaki tutum ve davranışları, gündelik ilişkileri, kendi yaşam deneyimlerini Mutlu Kaya-406
değerlendirme şekilleri değişime uğrar ve yeni bir biçim ve içerik kazanır. Diğer bir deyişle modernleşme temeldeki kapitalist gelişmenin toplumsal, siyasal, ideolojik, kültürel, kurumsal ve etik alanlarda yol açtığı değişimin bütünü olarak tanımlanabilir (Çulhaoğlu, 2007). Türk modernleşmesinin temelini, teknik ve bilimsel ilerlemenin nimetlerinin, çoğunlukla devlet yoluyla, her türlü insani faaliyet alanına uygulanması oluşturmaktadır (Bozdoğan, 2001). Cumhuriyet rejimi, toptan bir toplumsal, ekonomik ve siyasi dönüşüm beklentisi içindedir. Modernleşme, ekonomik ve toplumsal boyutlarla birlikte siyaseti ve kültürü de içeren geniş bir bütünlük olarak görülmekte, toplum mühendisliği ve yukarıdan aşağıya modernleşme eğilimiyle gerçekleşecek köklü değişikliklerin hem çağdaşlığı hem de çağdaşlaşmayı gerçekleştireceğine inanılmaktadır (Ahmad, 2006).
Bu sebeple Cumhuriyet’in siyasi otoritesi, ilke ve kurallarını kendisinin belirlediği, siyasal ve kültürel çağdaşlaşma gereğince kurmak istediği tamamen farklılaşmış yepyeni düzen için aslında bir tezat olarak geçmişteki hiyerarşiye dayalı yönetim geleneğini kullanmıştır (Kaliber, 2007). Bu durum yapılan değişikliklerin tam bir modernleşmeden ziyade imparatorluğun reorganizasyonu olarak görülmesine sebep olmuştur. Fakat aslında Türk modernleşmesi geç ya da gecikmiş modernleşmenin güzel bir örneğini oluşturmaktadır. Geç modernleşme, Batı’nın kendine özgü koşulları içerisinde yaşadığı modernleşme sürecinin aşamalarını bir olağan süreç olarak yani kendiliğinden bir gelişme olarak ortaya çıkmasını beklemeden bu süreçlerin sonuçlarının bilgisine sahip modernleştirici iradenin tarihin akışını hızlandırması, önündeki basamakların birkaçını birden atlaması biçiminde tanımlanabilir (Çulhaoğlu, 2007; Livan, 2020). Ademi merkeziyetçi ve feodal toplumlarda modernleşme amacıyla belirli siyasal ve kültürel kurumların ithal edilmesiyle oluşturulan modeller çoğunlukla dirençle karşılaştıkları için Avrupa’daki benzerleri gibi işlev görmeleri pek mümkün olmamaktadır. Gecikmiş bir modernleşme sürecinde modelin özelliklerini elde etmek amacıyla telaşlı bir çaba içine girildiği için bu değişimi merkezi bir planlamayla yapmak zorunlu hale gelmektedir (Jusdanis, 1998).
Atatürk’e göre, Cumhuriyet ile birlikte bir devlet her şeyiyle yeniden inşa edilecektir. Bu sebeple üniformasını bir kenara bırakıp sivil bir Cumhurbaşkanı olarak halkının karşısına çıkmış ve bu yeni imajıyla halkına artık yeni bir döneme girildiği mesajını vermiştir. Acilen ülkeyi kalkındırma ve halkının hayat düzeyini yükseltmek için başta endüstri olmak üzere her alanda hızlı bir gelişim gerekmektedir (Lewis, 1993). Bu gelişimin, tarihsel özellikleri, yerel gelenekleri ve bölgesel dengeleri gözeterek, yabancılaşmadan, taklitçiliğe düşmeden ve bağımlı hale gelmeden, yoksulluktan kurtulup uygarlaşma olarak gerçekleştirilmesi hedeflenmiştir (Aydoğan, 1999).
Sanayi alanında meydana gelecek gelişim Cumhuriyet için hayati bir bileşen olarak görülmekte, sanayi ile uygarlığın beraber büyüyeceği düşünülmektedir. Avrupa mallarını ithal etmekten hoşnut olan yerli burjuvazinin tarımsal gelişime sıcak bakmasına rağmen Türkiye’nin uygarlık hedefine ulaşması için, güçlü, dengeli ve bağımsız bir sanayi ekonomisine sahip olması gerektiği temel düşünce olarak belirlenmiştir (Ahmad, 1995; Georgeon, 2000). Yeni bir ulus devletin oluşturulması ve çağdaşlaştırılması, birbiriyle yakından ilişkili iki hedef olarak görülmekte ve benimsenen iktisadi politikalara doğrudan doğruya bu bakış açısı kaynaklık etmektedir (Pamuk ve Owen, 2002). Bu değişim önceleri özel sermaye ya da yabancı sermayeli şirketlerin yatırımları ile gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Bu şirketlerle yapılan antlaşmalara özellikle yerli hammadde kullanma zorunluluğu getirilmiş böylece yatırımların Anadolu’ya yayılması Cumhuriyetin İlk Yıllarında Modern Toplum İnşa Sürecinde Sanayi Tesislerinin Rol
Mutlu KAYA- 407
hedeflenmiştir (Kaya ve Yılmaz, 2016). Ülkemize bu dönemde yatırım yapan yabancı sermayeli şirketlerden olan Ayancık Zingal Kereste Fabrikası genç Cumhuriyet’in sanayiden beklentilerini ilk ortaya koyan işletmelerden biridir. Şirketle yapılan sözleşme bu doğrultuda hazırlanmış, şirket üretimin şekli yanında mesleki eğitim ve sosyal konular başta olmak üzere birçok konuda sözleşme ile teminat vermiştir (Anonim, 1948). Ayancık’ta denenen proje her manada oldukça başarılı olmuş fakat ne yazık ki ülkedeki sanayileşme özel sektör yoluyla istenen seviyeye ulaşamamıştır.
Lozan Antlaşması’nın gümrük tarifeleri için koyduğu sınırlamalar 1928 yılı içinde son bulmuş, dolayısıyla 1929’dan itibaren yeni ve yerli üretimi korumacı bir gümrük tarifesi uygulama imkânı doğmuştur. Dünya ekonomisini derinden etkileyen 1929 ekonomik buhranı, bu sistemin bağımlı ve azgelişmiş çevresini oluşturan ülkelerde ilk kez kendi dinamikleriyle, ulusal bir sanayileşme fırsatı yaratmıştır. Bu durumun ortaya çıkardığı sanayileşme fırsatını değerlendiren Türkiye’de devlet ekonomi alanında doğrudan etkin olmaya başlamıştır (Boratav, 2003).
Atatürk’ün ekonomide devlet, fikrini özel sektörün varlığı ve gelişimi için gerekli şartların sağlandığı bir ortam yaratma yanında devletin toplum ihtiyaçlarını göz önüne alarak bazı alanlarda varlık göstermesi olarak tanımlamak mümkündür (Akpınar, 2013).
Diğer bir deyişle Atatürk döneminde uygulanan devletçilik politikası, kapitalizm ve sosyalizm arasında, her ikisinin de bazı özelliklerini almış, bir iktisadi politika olmanın yanında aynı zamanda bağımsızlığını yeni elde etmiş bir ülkenin kurduğu toplumsal bir sistemdir (Boratav, 1974). 1930’lu yıllardan itibaren devlet, coğrafi dağılış içinde hammaddelerimizin değerlendirileceği, ithal edilen ürünleri durduracak ve böylece dışarıya döviz ödenmesini engelleyecek sanayi işletmelerini kendi kurmaya başlamıştır (Doğan, 2013). İsmet İnönü’nün Karabük’te demir çelik fabrikasının temel atma töreninde söyledikleri devletin sanayi tesislerinden beklentilerini ortaya koyar niteliktedir (Kiper, 2004: 27): “Karabük Demir ve Çelik Fabrikaları ile memleketin her sahada çok kıymetli olan başlıca ihtiyaçlarına cevap verecek bir müessese kurmakla kalmıyoruz, cumhuriyetçi ve milliyetçi Türkiye’nin manevi ve içtimai bir medeniyet ve kültür müessesesini de meydana getirmiş oluyoruz.” Fabrikalar kuruldukları bölgelerde yarattıkları istihdam olanakları sayesinde bu bölgelerin nüfusunu arttırarak kentleşme sürecini hızlandırmıştır. Halk, tarımsal faaliyetlerden sanayi üretimine geçmiş, beraberinde sanayi üretiminin gereklerine uygun bir yaşam sürmeye başlamıştır. Sanayi yerleşmelerinde fabrikalar tarafından organize edilen faaliyetler işçilerin ve halkın sosyalleşmesine, geleneksel kent dokusundan çıkılarak planlanmış mekanlarda yaşamın başlamasına ve kadınların da iş hayatına ve sosyal yaşama karışmalarına imkan sağlamıştır. Fabrikaların bünyesinde üretim tesislerinin yanında lojmanlar, alışveriş birimleri, yüzme havuzu, basketbol-futbol-tenis sahası gibi spor alanları, sinema, balo salonu-gazino gibi eğlence mekanları ve mesleki kurslar ile ilk ve orta öğretim için okullardan oluşan sosyal donatılar oluşturulmuştur.
(Şekil 1. Alpullu Şeker Fabrikası yerleşim planında sosyal alanların dağılışı Kaynak: Durukan Kopuz ve Tetik, 2016.)
Fabrikaların çevresinde yaşayanlar sinema, tiyatro, konser, balo gibi etkinlikleri bu fabrikalar sayesinde tanımış ve kadın – erkek toplumun tüm kesimi bunlardan faydalanmıştır. Her tesisin kuruluşundan bir süre sonra çevresi ayrı bir şehir haline gelmeye başlamıştır. Ayancık, Alpullu, Eskişehir, Nazilli, Ereğli, Malatya, Kayseri, Karabük, Kırıkkale gibi sanayi alanları Şevket Süreyya AYDEMİR’in tabiriyle tesisleriyle, lojmanlarıyla, parklarıyla, spor alanlarıyla gün ışığında dünyaya gülen ve geceleri ışıl ışıl parıldayan şehirlere dönüşmüşlerdir (Aydemir, 2003).
Bu çalışmanın amacı, Türkiye Cumhuriyeti’nin sanayileşme sürecinin sadece ekonomik kalkınma mücadelesi olmadığını, ekonomik boyutunun yanında sosyo-kültürel boyutu olan, Cumhuriyet’in oluşturmaya çalıştığı kültür devriminin öncüsü olacak bir modernite projesi olduğunu ortaya koymaktır. Bu anlamda çalışma Türkiye’de sanayileşme hareketine farklı bir bakış açısı getirmektedir. Çalışmanın konusunu teşkil eden Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde kurulan sanayi tesislerinin toplumsal etkileri üzerine birçok çalışma yapılmış (Akpınar, 2013; Asiliskender, 2008; Asiliskender, 2009; Bancı, 2006; Bigat, 2017; Cebecik, 2017; Demirer, 2013; Doğan vd., 2011; Durukan Kopuz, 2018; Eldeş, 2019; Eren ve Tuna, 2018; Kaya, 2011; Kaya ve Yılmaz, 2016; Kaya ve Yılmaz, 2018; Kiper, 2004; Kiper, 2006; Mülayim ve Kaprol, 2016; Oğur, 2015; Özcan, 2020; Peri, 2006; Semiz ve Toplu, 2019; Tekeşin, 2012; TOBB, 2016; Yavaşoğlu ve Özgül, 2020; Yücel, 2015) fakat genel olarak yapılan çalışmalar konuya devlet eliyle kurulan sanayi tesisleri üzerinden yaklaşmıştır. Bu çalışmada konu, 1925-1945 yılları arasında kurulan yabancı sermaye yatırımları, özel sermaye yatırımları ve devlet teşekkülleri açısından ele alınmış böylece aslında Cumhuriyeti kuran kadroların toplumsal değişim için sanayi tesislerinden beklentilerinin devletçi ekonomik uygulamalardan çok daha önce var olduğu ortaya konulmaya çalışılmıştır. 1925-1945 yılları arasında kurulan sanayi tesisleri içinden yabancı sermaye yatırımları olarak Sinop Kibrit Fabrikası ve Ayancık Zingal Orman İşletmesi,
Mutlu KAYA- 409
özel sermaye yatırımı olarak Alpullu Şeker Fabrikası, devlet teşekkülleri olarak da Eskişehir Şeker Fabrikası, Karabük Demir-Çelik Fabrikası ve Sümerbank teşekkülü olan Nazilli, Kayseri, Ereğli (Konya), Bursa Merinos fabrikaları araştırmaya dahil edilmiştir. Bu tesislerin kuruldukları çevrelerde yarattıkları istihdam ve ekonomik etkilerle şehirsel gelişime, yarattıkları eğitim, sağlık, spor, sosyokültürel imkanlarla da halkın kültürel gelişimi ve modernleşmesine etkileri açıklanmaya çalışılmıştır. Çalışmanın ele alındığı 1925-1945 yılları arasında kurulan sanayi tesislerine ait belge, fotoğraf ve arşiv kayıtların yetersizliği nedeniyle konunun sadece belirli başlıklar (kentleşme, ulaşım, kırsal kalkınma, sosyal –kültürel değişim) açısından değerlendirilmesi ve sadece 9 fabrika üzerinden ele alınması çalışmanın sınırlılıklarını oluşturmaktadır.