RSS

YÜZLER ve GÖRMEK

21.10.2025- Şafak Gündüz SARIKAYA

Bakmak, görmek demek mi?

Bakınca yalnız seyrederiz, görünce bir hükme varırız. Bakmanın üst seviyesi tanımak, görmenin ise yaşamaktır. Görmek derinliği ifade eder. Bakan kişi anlatır, gören kişi sorgular ve yorumlar.

Bakmak sadece gözle olur. Görmek, akıl, kalp ve gözün devreye girmesiyle gerçekleşir. Bakmak bir göz hareketi, görmekse bir şuur faaliyetidir.

Simaları görürüz ve zihnimizde yer ederler. Bazı simalar kalıcıdır, hatta hiç görmesiniz de bazen düşünürsünüz sanki bir yerde görmüş gibiyim, daha önce hiç karşılaştık mı diye sorarsınız.

1998 yılıydı galiba, Ataşehir, Ümraniye civarlarında babamla ir emlakçıya gitmiştik, önce ben girdim,“şu evi görebiilr miyiz”, dedim ardımdan babam içeri girdi, adam babamı görünce şaşırdı, “Ah, inanılmaz, dayı sen nerelisin?é dedi, “içimden nereden çıktı bu gereksiz muhabbetler, kim bilir ne gereksiz şeyler söyleyecek”, dedim. Babam , “Sinop’luyum” , diye karşılı verdi adam bu sefer, “neresinden”diye cevap verdi, Gerze mi deyince, çok şaşırdım, hiç böyle bir şeyle karşılaşmamıştım, nokta atışı buna denir, adam da Gerze’nin bir köyündeydi, en azından ailesi oralıydı, emlakçıydı ama konuştukça, ressam olduğunu da öğrendik ve Paris sokaklarında yaptığı resimleri bize gösterdi ve hatta elime bir sürü karakalem çalışmasını verdi, gerçekten yetenekliydi ayrıca çok iyi bir bakış açısı vardı, bizim göremediğimiz ayrıntıları hemen fark etmişti, burun, alın yapısı, gözler, elmacık kemikleri, belki başka detaylar, kaşlar, dudak, saç şekli gibi, ya da bizim baktığımız gibi bakmamıştı, o görmüştü.

Karakalem deyince yine zihnim beni eski siyah beyaz bir fotoğrafın önüne bırakıverdi, Sinop’ta usta karakalem işi yapan biri vardı o zamanlar. Kalenin altında küçük bir işyeri vardı bu adamın. 4 kişiyi kara kalemle bir arada çizilmişti, aslında 3 farklı siyah beyaz fotoğraftaydı 3 kişi. Annemin babası ve kızkardeşi de vardı karakalem çalışmada. (Dedem, teyzem ve halam vardı.) Annemin yüz hatları babasına benzemiyordu, acaba hiç görmediğim anneanneme mi benziyordu. Üçü de annemden çok önce hayata gözlerini yummuştu, şimdi kimse hayatta değildi.

Bir omuzu düşük, hafif kambur başında kasketi olan yaşlı bir adamdı fotoğrafta, başka bir fotoğrafta annem kızkardeşi ile gülümsüyordu, iki kardeşin yüz hatları benziyordu birbirine. Duvarda bir çerçevede asılı zamana meydan okuyan bir karakalem çalışma, usta ellerde bir resmin ötesine çoktan geçmişti, zamana meydan okuyordu, 4 farklı karakter, 4 farklı hayatı anlatıyordu aslında. İşte o yüzde görmesini bilmek gerekiyordu ressam gibi. (içimden bir ses her birinden çok hikaye çıkar diye ama o sesi susturuyorum.)

Akrabalar, yüzler derken Gabriel Marquez Yüzyıllık Yalnızlık romanını düünüyorum. Macondo kasabasında, Buendía ailesinin yedi kuşağı aşk, unutuluş ve geçmişlerinin ve kaderlerinin kaçınılmazlığı arasında yaptığı yolculuk etkiliydi.(1) Kendi ailemde değil, bu insanlık tarihi boyunca, genetik aktarım, kültürel aktarım hep devam etmiştir, devam edecektir de… Usta eller sadece resimde değil her alanda usta eserler ürettiler, iyi gördüler.

Her gören bakmıştır ama her bakan görememiştir çünkü görmek için düzgün bakmak gerekir. Ayrıca herkes bakar ama görebilenler farkı yaratır.(2)

Şimdi söyleyin bakalım, bakmak görmek mi demek?

ŞGS

(1) Wikipedia

(2) Ekşi Sözlük

 
 

Etiketler: , , , , , ,

YAŞANMIŞ GERÇEK VE ÖRNEK BİR HAYAT HİKAYESİ

08.10.2025-Dr. İlhami PEKTAŞ

Kazan Dairesi

Genç çocuk öğretmeninin de ısrarıyla İstanbul’a eczacılık okumaya gelir. Sirkeci’de bir otel bulur aylığı 100 lira, fakat çok para. Bir yandan okumaya çalışır bir yandan masraflarını karşılamaya.

Bu arada otelin nasıl işlediğini öğrenir. Bir gece geç saat bir bakar ki müşteriler koridorlarda, kızgın, bağıranlar falan…

Kaloriferler yanmadığı için otel buz tutuyor. Genç Ataman iner aşağıya, kaloriferi yakması gereken görevli üşütmüş, yorgan döşek yatıyor. Kaloriferi yakmak diğer personelin işi olmadığı için hiçbiri üzerini kirletmek istemez.

Ataman girer kalorifer dairesine, alır küreği, kazana kömür atmaya başlar.

O sırada içeri bir adam girer:

-Kimsin sen?

Ataman’ın üzerinde atlet pijama, yüzü gözü kömür içinde.

-Müşteriyim

-Ne yapıyorsun burda?

-Görevli arkadaş hastalanmış, müşteriler isyan çıkartıyordu kaloriferi yakıyorum.

-Peki

Ataman işi bitince yukarı çıkar, yıkanır, yatar.

Ertesi gün resepsiyondan odayı ararlar:

-Otel sahibi sizi çağırıyor.

Otel sahibinin odasına girdiğinde bir bakar kazan dairesinde gördüğü adam.

-Ne okuyorsun?

-Eczacılık

-Bu otelde ne kadar kalacaksın?

-Dört yıl

-Oğlum dört yıl bu otele para ödemeyeceksin kendi evin bil.

Genç Ataman “Ömrüm boyu insanlara karşılık beklemeden iyilik yapmaya çalıştım ve hep karşılığını aldım. Bulunduğum yere hep bir yenilik getirmeye çalıştım, o girişimciliğin de karşılığını aldım” der.

Küçük Ataman bu gün dünyanın elli ülkesine ıslak mendil, krem gibi hijyen malzemeleri ihraç eden bir Türk markası Ataman İlaç Kozmetik Kimya Sanayi ticaret Limited Şirketi’nin sahibi ATAMAN ÖZBAY. Sekiz ülkede pazar lideri…

Girişimciliğini aynen devam ettiriyor.

O gün otelde çalışıp kazan dairesine adım atmayanların hepsi bir yerlerde çalışıp aldıkları maaştan şikayet ediyorlardır…

 
Yorum yapın

Yazan: 08 Ekim 2025 in Eğitim

 

Etiketler: , , , , , , , ,

ASLANLAR KURTARDI

27.09.2025- Cienciatum Sorpréndete- Gülümse

Haziran 2005’te, Etiyopya kırsalında, 12 yaşında bir kız çocuğu okuldan eve yürürken dört adam tarafından pusuya düşürüldü.

Planları acımasızdı: Kızı kaçırıp zorla satmak- bu uygulama bazı ücra bölgelerde hâlâ görülüyordu.

Terkedilmiş bir kulübeye sürüklenen, dövülen ve esir tutulan kız, yedi gün boyunca hiçbir kurtuluş belirtisi olmadan dehşete katlandı.

Sonra inanılmaz bir şey oldu.

Ormandan üç vahşi aslan belirdi.

Kaçıranlara saldırarak onları korku içinde dağıttılar. Ancak aslanlar kıza zarar vermek yerine onu çevreledi ve koruyucu bir çember oluşturdu.

Saatlerce sakin ve dikkatli bir şekilde nöbet tuttular – sanki kız kendilerinden biriymiş gibi.

Polis nihayet geldiğinde, aslanlar sessiz koruyuculuklarını tamamlamış bir şekilde vahşi doğaya geri döndüler.

Bu olağanüstü olay hâlâ açıklanamıyor. İnsan zulmünün sıklıkla yaraladığı bir dünyada, bu kızın kurtuluşu insanlardan değil, doğanın kendisinden geldi.

Şefkatin bazen en beklenmedik şekillerde ortaya çıkabileceğini ve gerçek canavarların her zaman pençeli olanlar olmadığını hatırlatan bir hatırlatma.

Kaynak Cienciatum Sorpréndete

 
Yorum yapın

Yazan: 27 Eylül 2025 in Eğitim

 

Etiketler: , , , , , ,

VEFA ÖRNEĞİ

21.09.2025- A. Yaşar SARIKAYA

15 Eylül Atatürk Sinop’ta Programı, Doç.Dr. Cenk DEMİR’İN sunumuyla Lamer Sahne’de gerçekleşti. Program başlamadan, telefonumu sessize alırken tanımadığım bir numara aradı:

“Hocam ben ……… ‘in annesiyim” dedi.
Öğrencimiz mezun olmuş, ise başlamıs, annesine de köyde ev yaptırmıştı.

“Hayırdır, iyi misiniz önemli bir sey yoktur” dedim.
“Hocam, iyiyiz her şey yolunda, tel, …..’den aldım ben emekli oldum, yine öğrencileriniz var mı? Bize derneğiniz çok destek oldu, ben de cocuklara destek olmak isterim” demez mi?
Cok duygulandım. Bir yemek sırketinde mutfak işçisi olarak 8 aylık dönemlerle çalışıyordu. Ayakta kalmaktan dizlerinden rahatsızlık geçirdi, ameliyat oldu. İse devam edemedi, oğlu sigortasını ödemiş olmalı ki emekli oldu.

“Emekliliğin hayırlı olsun, güle güle ye. Sen kendi ihtiyaçlarını gör. Sağ ol var ol. Asil davranısına teşekkür ederım” dedim. Ama cok etkilendim. Israrla köyüne davet etti.
Iyi insanların varlığı da yüreğimı ısıttı.

Öğrencimiz, 2008 yılı kuruluş tarihinde lise öğrencisiydi. O tarihte tanişmıstık. Üniversiteden mezun oldu KPSS’de 95 puan almıs henen atanmîştı. Yabancı dıl mükemmeldi, DHİM Kule Gòrevlisi sınavıni kazandı. Orada çalışıyor. Sinop’a geldiğinde derneğimizi ziyaret eder.

 
Yorum yapın

Yazan: 21 Eylül 2025 in Uncategorized

 

AGAFYA LYKOVA VE BİR ÇAVDAR TANESİ

07.09.2025- FERDAĞ’CA

Sibirya’da yıllardır tek başına yaşayan 76 yaşındaki Agafya Lykova ‘nın hikayesini biliyormusunuz? 

Babası Karp Lykov 4 çocuğu ve eşiyle birlikte Stalin rejiminden kaçarak 1936 yılında  Sibirya’nin Tayga denilen ıssız bir bölgesine yerleşmiş. Kapılarının önüne ektikleri çavdar ve patatesleri yiyerek besleniyor, yanlarında getirdiği çıkrık ile parçalanan giysileri yerine yenilerini yapıyorlarmış. 

1961 yılında bir felaket olmuş erken gelen donda bütün ektikleri yok olmuş. Aile avlanamadigindan bir anda açlıkla karşı karşıya kalmış. Ağaç kabukları, ayakkabıları, bunları yemişler ve anne çocukları yesin diye bir şey yetmediğinden kendisi o yıl açlıktan ölmüş. 

Sonra bir mucize olmuş, tesadüfen kulübelerinin zemininde tek bir çavdar tanesi bulmuşlar. Bunu farelerden özenle saklayıp çimlendirmeyi başarmışlar ve yeniden besin kaynağı yaratabilmişler. 

1978 yılında o bölgede helikopterlerleri için inebilecekleri yer arayan bir jeolog grubu tesadüfen bu aileyi keşfetmiş. Onlarla bağlantı kurmuşlar ve görmüşler ki 1936 dan bu yana aile dış dünyadan habersiz. O zamana kadar hic bir virüsle karşılaşmayan çocukların bağışıklığı da düşükmüş ki o görüşmeden sonra ailenin 3  çocuğu ölmüş.

Sonrasında ara ara aileyle bağlantıyı sürdürmüşler, erzak yardımı yapmışlar. 

1988 yılında babanın da ölümüyle Agafya yalnız kalmış ve bir huzurevine yatırılmayı reddetmiş. 

Onları bulan jeolog grubundan emekli olan biri gelip Agafya’nin 100 mt yakınına kendi kulübesini yapmış ve 16 sene boyunca ona destek olmuş. Sonunda o jeolog da ölünce Agafya yine yalnız kalmış. 

Bu bir masal değil gerçek bir hayat hikayesi. Bugün Agafya aynı yerde kendisine yapılan yeni kulübesinde birçok kedi ve köpeği ile birlikte yaşamına devam ediyor.

Agafya’nin ilginç hikayesi bir yana, bence gözden kaçmaması gereken en önemli sey tek bir çavdar tanesi ne ki dememek, o tanenin yaşam olduğunun ayrımına varabilmek, tek bir çavdarın yasam kurtaracağı ya da yokluğunun  yaşamı sonlandirabilecegini farketmektir . 30 Ağustos 1922

 
Yorum yapın

Yazan: 07 Eylül 2025 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , , , , ,

ANNESİNİ BEKLEYE BEKLEYE ÖLEN BAHE

28.08.2025- Adnan AVUKA / MARDİN

BU TOPRAKLARIN İNSAN HİKAYESİ BİTMEZ

Şehrin sembol isimlerinden biri olan ve 6 yaşında bırakıldığı Deyrul Zafaran Manastırı’nda 70 yıldır annesini bekleyen Cercis Kaptan (Bahe) 2014 yılında vefat etti. Bahe için hayatının anlatan bir belgesel dahi yapılmıştı.

Bahe’nin Mardin’deki hikayesi annesinin onu 70 yıl önce Deyrul Zafaran Manastırı’na bırakmasıyla başlamıştı. O günden bu yana manastırda yaşayıp bahçıvanlık yapan 76 yaşındaki Cercis Kaptan, ‘Bahe’ adıyla biliniyordu.Mardin Kırklar Kilisesi başpapazı Gabriel Akyüz:

’Bahe’nin Süryani camaatinin sembolü olduğunu belirterek, “Annesi 6 yaşında iken kendisini Delrulzafaran Manastırı’nda bırakıp gitti. Bugün yani 76 yaşına bastığı bugünlerde bile annesini bekliyordu” dedi.

Bahe, bir süre önce rahatsızlararak hastaneye kaldırılmıştı. Özel bir hastanede tedavi gören Kaptan, p yetmezliğinden yaşamını yitirdi.

Bahe’nin vefatı Süryaniler başta olmak üzere Mardin’de büyük üzüntü yarattı. Mardin Valisi Ahmet Cengiz, Bahe’nin Mardin’in sembolü olduğunu belirterek, ölümünden büyük üzüntü duyduğunu dile getirdi.

HAYATI BELGESEL OLMUŞTU

Mardinli yönetmen Haydar Demirbaş, geçen yıl Bahe’nin yaşamını anlatan ’Misafir’ adlı belgesel film çekmişti. Yönetmen Haydar Demirtaş, annesinin Bahe’yi 6 yaşındayken 70 yıl önce ekonomik sıkıntılardan dolayı manastıra bıraktığını belirterek şunları anlatmıştı:

“Annesi iki kız kardeşi ile birlikte Suriye’ye gitmek zorunda kalıyor. Ve ona ’Bu manastırda bekle seni almaya geleceğim’ dedikten sonra gidiyor. Belgesel, Bahe’nin o günden bugüne 70 yıl boyunca manastırda büyük bir özlem ve umutla annesini beklediği hayat hikayesini içeriyor. Belgesel filmimizi yaparken, Bahe üzerinden Süryani’lerin kültürünü, dilini, tarihini de anlattık. Bahe’nin çocukluktan bugüne manastıra emek verme sürecini anlattık.”

 
Yorum yapın

Yazan: 28 Ağustos 2025 in Genel Kültür

 

Etiketler: , , , , , , ,

LANETLİ EKMEK OLAYI

21.08.2025-By Serpil Erkul /https://math-trip.com

Fransa’nın Grad bölgesinde küçük bir köy olarak bilinen Pont-Saint Esprit, kendi halinde yaşayan insanlardan kurulu, sessiz ve sakın bir yerleşim alanıydı. İnsanların günlük ihtiyaçlarını karşılamak için işinde gücünde olduğu kasaba 16 Ağustos 1951 günü tarihi bir olaya uyandı. O gün sanki herkes aklını yitirmiş gibiydi. Bazıları halüsinasyonlar görüp akıl almaz hareketler yaparken bazıları sadece mide bulantısından, baş ağrısından ve günlerce süren uyuyamama probleminden şikayet ediyordu. Fakat şu bir gerçekti ki herkeste bir anormallik vardı.

Aynı gün evinden çıkan bir kadın ise kendisine kaplanların saldırdığını söylemekteydi. Köydeki herkes hayal görüyordu. Yaratıklar, ejderhalar, kaplanlar, yılanlar ve daha niceleri köylüleri çıldırtıyordu.

İlginç yaratıklar gördüğünü söyleyen yaklaşık 300 insan incelenmeye başlandı. 50’si ise kontrol edilemediği için akıl hastanesine yatırıldı.

Hastaneye yatırılmaları da durumun kontrol edilmesini sağlayamadı. Doktorlara kalbinin yerinden çıktığını ve onu yerine koymaları gerektiğini söyleyenler bile vardı.

Uzun süredir kasabayı delirten ve toplamda 7 kişinin ölümüyle sonuçlanan olayların sorumlusu olarak ise köyün fırıncısı gösterilmekteydi.

Olayları araştıran Dr. Gabbai, Dr. Lisbonne ve Dr. Pourquier makalesinde şu ifadelere yer verdi:

“Olayın bir başlangıç noktası herkes bir fırından dağıtılan ekmekleri yedikten sonra bir hallere giriyordu. Ekmekten yenilen miktar ise insanların akli dengesini belirleyen etken oluyordu. Az yiyenlerde 6 ile 48 saat arasında mide bulantısı, kuvvetli baş ağrısı, uyuyamama gibi semptomlar görünüyordu. Çok yiyenler ise kontrol altına alınamıyordu. Az şekilde etkilenenlerde insomnia (uyuyamama) geçtiği zaman hastalığın da geçtiğini anlıyorduk fakat ciddi boyutta olanlar hatta ölümcül boyutta olanlar da vardı. Bunlar 10-12 gün sonra delirmeye başlayabilenlerdi. Tüm köy zehirlenmişti ve bazı insanlar deliyordu. Buna neden olan ise ortaya atılan iddialara göre ekmeğin içerisine karıştırılan “ergottu”. Yapılan araştırmalar sonrasında köylülerin ekmeklerine ergot isimli bitki mantarı veya mantarın içindeki kimyasalların karıştığı tespit edildi.

LSD’nin ana maddesi olarak bilinen ergot mantarı, dünya üzerindeki en güçlü halüsinojen maddelerden bir tanesi olarak biliniyordu.

Kasabadaki garipliğin nedeni ergot mantarı ile çözülmüş gibi dursa da, üzerinde birtakım soru işaretleri her zaman bulunmaktaydı. Çünkü akıllarda hala “ergot mantarı ekmeğin içine karıştırılsa bile işlenmemiş halde bu kadar güçlü etki yaratabilir mi? gibi sorular vardı. Ergot mantarının işlenmeden unun içine karıştırılması, bu kadar güçlü bir halüsinasyon dalgası yaratabilir miydi? Ayrıca yüksek fırın ısısının mantarın içindeki etkileri yok edip edemeyeceği konusunda araştırmalar yapılmamıştı. Bu da ortaya belki de direk LSD’nin ekmeklere karıştırılmış olabileceği teorisini ortaya çıkardı.

Kasabanın toplu halde delirmesinden 2 yıl sonra yaşanan intihar vakası ise kasabada yaşananlar hakkında farklı tezlerin ortaya çıkmasını sağladı.

Soğuk savaş döneminde zihin kontrolü konusuna oldukça fazla önem veren CIA, zihin kontrolünü sağlamak için LSD’yi kullanarak çeşitli gizli deneyler yapıyordu“LSD zihin kontrolünü sağlayabilir mi?” sorusuna cevap aramak için onlarca çalışma yapmıştı. Bu da CIA’in fırıncıya talimatı verip farklı miktarlardaki LSD’nin insan zihni üzerindeki etkisini analiz etmesini sağlamış olabilirdi.

CIA’nın MK-Ultra adını verdiği ve zihin kontrolünü amaçladığı deneylerde, belirli miktarda LSD verilerek zihni kontrol edilmeye çalışılan kobay Frank Olson kaldığı otelin 13. katından atlayarak intihar etti. Olson’un bilincini kaybettiği ve yapılan deneyi tüm dünyaya duyurma isteği duyduğu düşünülüyordu. İntiharla ilgili yapılan araştırmalar sırasında ulaşılan belgede, bir ilaç firması ile bir CIA ajanı arasında geçen görüşmelerde, kasabada yaşananların tamamen LSD nedeniyle olduğu iddia edilmeye başlandı. LSD tıp literatüründe en güçlü halüsinojen olarak bilinirken, fazla miktarlarda alınması halinde insanın aklını kaybetmesini sağlayabiliyordu. 

O dönemde Avrupa’da LSD üretimi yapan tek ilaç firması olma özelliğini elinde bulunduran firmanın kasabaya 100 km yakınlıkta üretim tesisinin bulunması ise bu iddiaların gerçek olabileceğini düşündürürken, CIA ile ilaç firmasının MK-Ultra projesi için birlikte çalıştığı biliniyordu.

Bu olay hakkındaki en güçlü teori ise CIA’in tüm köyü kobay olarak kullanarak farklı LSD miktarlarının insan zihnini nasıl etkilediğini görüp, LSD’nin insan zihnini kontrol edip edemeyeceğini keşfetmek olduğu düşünülmekle birlikte hiçbir teori hala kanıtlanmış değil.

Toplamda 300 köylünün uzun süre hayal gördüğü, 50 köylünün uzun süreler tımarhanelerde tedavi altına alındığı ve 7 köylünün de hayatını kaybettiği ‘Lanetli Ekmek’ olayı halen daha aydınlatılmış değil.

300 Kişilik Köyün Aynı Anda Delirdiği ve 7 Kişinin Ölümüyle Sonuçlanan ‘Lanetli Ekmek’ Olayı Tarih: 15 Ağustos 1951 Olay Yeri: Pont-Saint Esprit köyü, Fransa Olay: Köyde yaşayan 300 kişinin bir anda delirip, halüsinasyonlar görmeye başlaması. Suç Aracı: Ekmek Fransa’da küçük bir köy olan Pont-Saint Esprit, 15 Ağustos 1951 günü tarihi bir olaya uyandı. O gün sanki herkes aklını yitirmiş gibiydi. Bazıları halüsinasyonlar görüp akıl almaz hareketler yaparken bazıları sadece mide bulantısından, baş ağrısından ve günlerce süren uyuyamama probleminden şikayet ediyordu. Fakat şu bir gerçekti ki herkeste bir anormallik vardı. Bazı köylüler ejderha gördüklerini iddia ediyorlar, bazıları yılanların kendilerine saldırdığını söylüyordu. O dönem 11 yaşında olan Charles Granjhon evinden çıkıp büyük annesini boğmaya çalışıyor, bir işçi olan Gabriel Validire ise kendisinin öldüğünü iddia ediyordu. Validire’ye göre hem kendisinin hem de arkadaşının kafası bakırdan yapılmıştı ve karınlarını yılanlar yemişti. Bir başka kadın ise kaplanların kendisini yediğini iddia ediyordu. Köy tam bir tımarhaneye dönmüştü. Yaşanan bu akıl almaz olaylar artınca yetkililer ve doktorlar olayı araştırmaya başladılar. 250’den fazla kişi takip altına alındı ve 50 kişi kontrol edilemediğinden akıl hastanesine yatırıldı. Akıl hastanesine yatırılanlar orada da boş durmadı, kalbinin yerinden çıktığını iddia edip yerine koyulmasını talep edenler bile vardı. Hatta olaylardan 8 gün sonra akıl hastanesindeki bir kadın çığlıklarla kendisini 2. kattan aşağı attı ve düştükren sonra koşmaya başladı. Kendisinin bir uçak olduğunu iddia ediyordu. Olay neticesinde 50 kişi akıl hastası oldu, 7 kişi ise öldü. Olayın sorumlusu olarak ise fırıncı Roch Briand gösteriliyordu. Herşey o lanetli ekmeklerden sonra ortaya çıkmıştı. Yapılan araştırmalar gösterdi ki fırıncı ekmeklerin arasına LSD’nin ana maddesi olan ergot mantarını karıştırmıştı. Bilindiği üzere LSD dünyadaki en güçlü halüsinojen etkenidir.

Alıntıdır

 
Yorum yapın

Yazan: 21 Ağustos 2025 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , , , ,

KÜÇÜK ADAM

17.08.2025- Şafak Gündüz SARIKAYA

Küçük çocuk, küçük adam dedi.

Hemen, “Küçük adam derken kısa boylu, ufak tefek bir adamı kastetti.”, dediler.

Biri hayır dedi, aslında bir çocuk ama adam olacak çocuk.

Başka biri fantastik bir anlatım yaptı aslında, yok küçük adam dedi.

Herkes bir şey söyledi ama hiç biri değildi aslında.

Zeytin ağaçları arasından heyecanla koşarak indi taş merdivenlerden. Büyülü bir atmosferde masmavi deniz karşınızdaydı. Küçük bir koy içinde çocukların neşe dolu sesleri uzaktan da işitiliyordu. Denize dalınca bile o sesler yine duyuluyordu.

İşte o esnada birbirine yakın 2 kayalık göründü. Alelade kayaydı. Ama bulunduğunuz ortamı diğerlerinden farklı, kalıcı kalan gözünüzle gördüğünüz mü, yoksa belleğinizde kalıcı olarak yer etmesi mi?

Bu kayalık yer çok sıradan dediler. “Hiçbir özelliği yok, neresini beğendin. “

Çocuk burası çok farklı, çok özel dedi. Burası onun için kayadan çok bir ada gibi görünüyordu. Kayanın üzerine çıkıyor, denizin ortasında bir adada gibi hissediyordu. Burası benim adam dedi, burası Küçük Ada’m.

Küçük Adam buydu, aslında.

Çok konuşulmuştu, çok yorum yapılmıştı ama küçük olan bir adam değil, bir adaydı, aslında ada bile değildi, bir kayalıktı.

Her bir obje, her bir şey insanın belleğinde nasıl yer ederse o kadar özeldi, herkes kendi bakış açısına göre yorum yapıyordu.

Demek Küçük Ada’yı Küçük Adam anlamışlardı Büyük Adamlar.

Olsun adası bile küçük oluversin, hayal etmesi bile güzeldi, hayallerine de mi engel olacaklardı?

Önemli olan küçük şeylerle mutlu olmasını bilmekti. Yoksa herkes zaten eleştiriyordu doğası gereğince.

Dünyanın herhangi bir anında, hiç kimse aynı noktada değildir. Hepimiz farklı yerlerdeyiz ve bu yüzden dünyaya farklı açılardan bakıyoruz.

Masmavi deniz…

Zeytin ağaçları geçince…

Sonra,

Küçük Adam, benim adam.

ŞGS

 
Yorum yapın

Yazan: 17 Ağustos 2025 in ŞAFAK SARIKAYA ANILAR

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , , ,

DİKİLİ BİR AĞAÇ

07.08.2025-Şafak Gündüz SARIKAYA

Dikili bir ağacı olmalı insanın.

Uzmanlar diyor ki; ağaçlar dışarı çıkmak, yürüyüş yapmak için harika bir motivasyon kaynağı.

Hayatımda yer alan ve tesirini de yıllarca hissettirmiş çok ağaç var.

Yıllar önce doğduğum evin hemen bitişiğinde sırtını eve dayamış harika kirazları olan bir ağaç vardı. O kiraz ağacına çıkıp, o çatpat kirazlarını yemeye bayılırdım. O ağaca tırmanıp evin üstüne çıkardım. Katran karası renkli zeminde 3 tekerlekli bisikletimin seslerini duyar gibiyim hala.

3 tekerlekli bisikletle evin bahçesinde dut ağaçlarının, şeftali ağacının, erik ağacının arasında gezinirdim. Dut ağaçları bahçenin bir köşesinde yan yana dururlardı. Aslında Kuruçeşme Sokak’tan oraya kadar birçok farklı bahçede farklı dutlar, erik ağaçları, hünnap, incir aklınıza gelebilecek çok farklı meyve ağaçları vardı.

Ama kiraz ağacı farklıydı. Kökü evin temelindeydi. İki adımda hadi bilemediniz üç adımda evin tepesine çıkardım ve hemen karşıda Yesari Baba Türbesi gözükür, kazara elimle gösterirsem, yapma büyük günah deyince, bu türbe daha korkulur bir hal alırdı küçük bir çocuğun gözünde.

Arkamı döndüğümde iskele uzaktan bizi selamlar, hatta şileplerin gürültülü sesi bu selamı uzaktan size iletirdi. Sol tarafta zeytin ağaçları Zeytinlik’ten seslenirdi martılara.

Oranın bir büyülü havası vardı. Birbirine yakın yerlerde ne çok hatıra bırakmışız. Dönüş yolunda taş merdivenden inerken Tarzan Kemal bahçesinde çalışırdı her zamanki gibi, zaten tembellik ona göre değildi.

Şimdi ağaçlar şöyleymiş diyesi geliyor insanın, ama boş verin, her şeye rağmen, bence dikili bir ağacı olmalı insanın.

Uzun zamandır kiraz yemedim, her yerde erik var ama erik te çok az yedim. Bırakın meyveyi bu sene çok canımız yandı, çok ağaç gitti, ormanlarımız gitti, içindeki canlılar gitti, hatta canla başla çalışan işçiler, gönüllüler de gitti.

Uzmanlar diyor ki;

“Bitkiler stresi, öfkeyi, acıyı azaltmaya yardımcı olur ve refah duygusu yaratır. Bitkileri evinize veya iş ortamınıza yerleştirmek, yaşamınızda olumlu değişikliklere yol açabilir. Araştırmalar, hastanelerde bulunan ve doğaya bakan odalarda kalan hastaların daha hızlı düzeldiğini göstermiştir.”

“Bitkilerin bizimkilere benzeyen duyu organları, dokuları ya da sinir sistemleri olmayabilir, ama buna rağmen onlar gene de hisseder ve çevrelerinde olup bitenleri algılar. Tıpkı bizler gibi onlar da görür ve koklar. Hatta duyar, tat alır, teması hisseder, iletişim kurar, mutlu olur ve dans ederler.”

Altay Mitoloji’sinde kutsal ağaç kavramı vardır. Ağaç yaşamın devamlılığını ve kozmik düzeni temsil eder.

Yanan yerleri yeşertelim tekrar.

Unutulmasın her şeyin çabuk unutulduğu gibi.

Ağaçlara kıymayın, ormanlara kıymayın!

Umutlarımız yeşersin, bütün kötülüklere inat.

ŞGS

 
Yorum yapın

Yazan: 07 Ağustos 2025 in ŞAFAK SARIKAYA ANILAR

 

Etiketler: , , , , , , , , , , ,

SENİ ÇOK SEVİYORUM

05.08.2025- Suat ÖZGE

~OĞLUM ~

Adı Jiro’ydu. Japoncada ikinci çocuk anlamına gelen bu isimden dahi anlardı babasının ona olan sevgisini. Ağabeyi babasından bir tokat dahi yememişken, Jiro en küçük hatasında yaşının kaldıramayacağı dayakları yer ve sonrada ceza olarak aç acına kömürlüğe kilitlenirdi…

Daha o yaşlarda yüzü çirkin ve gözleri şaşı olduğu için babasından gördüğü bu muamele yüreğine işlemişti Jiro’nun. Anneleri onlar daha çok küçükken ölmüştü. Babasının sevgisizliğini ise hiç anlayamadı küçük çocuk. Daha o yaşında ona iyi hissettiren şeye robot yapmaya adamıştı kendini. Kim sorsa, neden böylesine robotlarla uğraşmayı sevdiğini de anlatmıyor, bu soruya hep sessiz kalıyordu…

Yıllar yılları kovaladı. Babası Jiro’ya vir kez olsun iyi davranmadı. Çirkin görüntüsünden dolayı hep hor gördü. Dövdü ve aşağıladı… Teselliyi ise hep yarım yamalak yaptığı robotlarında aradı Jiro…Gözyaşlarıyla uğraşıp durdu robotunun başında. Uzun yıllar sonra evlendiği eşi ise canından çok sevdi Jiro’yu. Ama onun yüreğinin bir tarafı hep kanayıp durmuştu. Ve bir fabrika da işci olarak çalışsa da hayalindeki robotu yapma isteğinden hiç vazgeçmedi…

Eşi Naomi ise hep destek oldu Jiro’ya. Hayalindeki robotu yapabilmesi için inandı, güç verdi eşine. Ve tam yedi yılın sonunda, büyük uğraşlarının sonucunda dünyada büyük yankı uyandıran konuşan oyuncak bir robot yaptı Jiro. Daha piyasaya sürülmeden, birçok ülkeden milyonlarca şipariş alınmıştı. Çünkü dünyada bir ilkti konuşan robot. Robotun tanıtılacağı gün binlerce çocuk ve velileri fuar alanında toplanmışlardı büyük bir heyecanla. Oğlunun zengin olacağını öğrenen Jiro nun yaşlı babası da gelmişti alana. Sonra robotun üzerindeki örtü açıldı. Jiro’nun babası gördükleriyle donup kalmıştı o an. Çünkü robot birebir, tıpatıp kendine benziyordu. Jiro robotuypa gözgöze geldi . Gözyaşları yanaklarını ıslatmıştı bile o anda. Ve robotun tuşuna basıldığında konuştuğu ilk cümle ise,şefkatli bir ses tonuyla:

-“Jiro.. Oğlum seni çok seviyorum -” olmuştu… Bir insanı kim severse sevsin, onu dünyaya getirenler sevmediyse bütün sevgileri eksiktir… #Yazar #Suat #Özge

 
1 Yorum

Yazan: 05 Ağustos 2025 in Eğitim

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , ,