Kurak geçen mevsimlerde veya aylarda yağmurun yağması için çoğunlukla “yağmur duası” yapılır. Bu yağmur duası genellikle kalabalık bir cemaat ve din görevlilerinin katılımıyla gerçekleştirilir.
Eskiden şehrimizde de sık sık yağmur duası yapılırdı. İlimizdeki yağmur duası, Ada yöremizdeki Çelik Bahçesi Pınarı’nın üst tarafında bulunan “Yağmur Taşı” etrafında olurdu. Ancak daha sonraki yıllarda bu yağmur taşı Amerikan Radarının tel örgüsünün içinde kaldığından, taşın etrafında yağmur duası yapılamadı.
Şehrimizdeki yağmur taşı yüksek ve kalın bir taş olup, üst tarafı insan kafasını andırıyordu. Ben bu taşın fotoğrafını çekmek için birkaç kez gittim, ancak yoldan yağmur taşı görünmüyor. Belki de Amerikalılar bu taşı kırmış olabilir, bilemiyorum. Ben bu yağmur duasına inananlardanım. Sebebini de sizlerle paylaşmak istiyorum.
İlimizin Saraydüzü İlçesinde ilgililer, bir ay öncesinden yağmur duası töreni düzenlemişlerdi. Bu törene beni de davet ettiler. Günlerden pazar… Saraydüzü yöresi, İstanbul’dan, Boyabat’tan, Durağan’dan gelen davetlilerle dolup taştı. Tam öğle saatlerinde toplanan insanlar birlikte yürüyerek Saraydüzü’nün en yüksek tepesine tırmandılar. Daha sonra törene katılanlar bir daire şeklinde yere oturup, hocaların Kur’an-ı Kerim okumasını dinlediler. Ardından yağmur duası yapıldı. Törenin son bulmasıyla birlikte havanın kararması ve kısa bir süre sonra yağmurun çiselemeye başlaması herkesi heyecanlandırdı.
Her neyse, kalabalık tepeden Saraydüzü Köy Konağı’na hızlı adımlarla geri döndü. Burada hazırlanan yemek bölümüne oturuldu. Henüz yemek tam anlamıyla bitmeden aniden öyle bir yağmur bastırdı ki, yaklaşık iki saat içerisinde her yer sel ve göl haline geldi. Ben bu olayı yaşayan birçok davetliden yalnızca biriyim. Törende gazeteci olarak bulunduğum için yağmur duasını tertipleyen ilgililerle birebir konuştum. Bana şunları söylediler:
“Biz bu törenin gününü bir ay önce belirledik. Bugünkü durumu da hep birlikte yaşadık. İki ay öncesinden bu yana bu yöreye hiç yağmur yağmamıştı. Bu nedenle yağmur duası tertipledik. Daha önceki yıllarda da aynı tepe üzerinde birçok kez yağmur duası yaptık. Her törenimizin ardından yağmur yağdı.
”Gerçekten o gün, hayatımda en fazla etkilendiğim günlerden biriydi. Saraydüzü’nden akşama doğru ayrıldığımda yolda rastladığım bir kurbağanın su birikintisi kenarında yıkandığını ve su içtiğini görünce çok duygulandım. O yıllarda Sinop’ta su kıtlığı hüküm sürüyordu, çünkü Erfelek Barajı henüz devreye girmemişti. Birkaç arkadaşımla konuştum ve şöyle dedim: “Şu Saraydüzü hocalarını biz de Sinop’a davet etsek de, buraya yağmur yağdırıp Sinop’un içme ve kullanma suyuna katkı yapsalar, fena mı olur?”
Mustafa Genç Sinop Gazeteciler Cemiyeti eski Başkanı
Yıl 1969… Sinop her zamanki dingin yazını yaşıyor…
Haziran ayıyla birlikte Sinop’ta pek de keyifli yaşanmayan ilkbahar bitmiş, Sinop’un –gerçek- yazı başlamıştı. Sinoplu gündüz; takalarla taşındığı Bahçeler, Yuvam, Öztürkler, Mobil, Karakum’ plajlarında ; akşam üzerlerinde, iskelede, parkta, aşıklar caddesinde; akşamları da çay bahçeleri ve yazlık sinema bahçelerinde yazın tadını çıkarıyordu.
Sinopludan farklı olarak çocukları da Denizden ve futboldan artakalan zamanlarda popüler oyunlarına / belki de kentteki –radarda görevli- Amerikalıların da etkisiyle ‘ekmek vermece’ oyunu da katmışlardı.
Oyun Amerikalıların beyzbol oyununun yerli versiyonuydu. Yalnızca atıcının elinde sopa, karşılayıcıların elinde eldivenleri yoktu. Oyun için bir sokak, yumruk büyüklüğünde lastik top ile iki iri taş yetiyordu. Çocuklar en az üçer kişilik iki guruba ayrılıyor, ebe olan gurup bir kişiyi ,kale denilen ortasında irice bir taş olan çemberin yanında bırakıyor. Diğerleri kaleden on beş, yirmi metre uzağa konulan iki taşın arasında yer tutuyorlar. Böylece kale ve taşlar bir üçgen oluşturuyor. Ebe elindeki lastik topu havaya atıyor. Rakip oyunculardan sırada olan havaya atılan topu yumruğu ile vurarak ebelerin/taşların olduğu yöne doğru savuruyor. En Çok üç kez vurma hakkı var. Vuruşu yaptıktan sonra mevcut taşlara koşarak ulaşma çabasına girişiyor. Ebe oyuncuları ise rakip taşlara ulaşmadan topu kısa sürede kaledeki arkadaşlarına ulaştırıp kalenin taşına değdirerek taşlara veya kaleye ulaşmadan rakibi elemeye dayalı bir oyundu.
….
Çocuklar mahalle aralarında Amerikan oyunu oynarken Amerikalılar da dünya insanını hayrete düşürecek bir başka oyunu oynuyordu…
Sinemadan sonra Sinop halkının en popüler kültürlenme, haber alma ve eğlence aracı radyolar:16 Temmuz günü Florida’nın Merritt Island kasabasında bulunan Kennedy Uzay Merkezi’nden Saturn V tarafından fırlatılan Apollo 11, NASA’nın Apollo projesinin beşinci insanlı uçuşuyla önce Ay çevresinde uçtuğunu; biri Dünya yörüngesinde olmak üzere Ay’a iniş manevralarını gerçekleştirdiğini : Ayın 21’inde de uzay aracındaki üç astronottan ikisinin Armstrong ve Aldrin’in Ay’ın Dünya’ya bakan tarafında Ay’a ineceklerini duyuruyordu.
Bilim çevrelerinde çok önemli sayılan heyecanla takip edilen bu olay Sinoplunun kendisini çok da ilgilendirmeyen sinema filmi izler gibi izlediği bir olaydı.
Çocuğun çevresinde de ortalama Sinoplunun yaşadığı gibi izleniyordu olay. Çocuk, radyodan izlediği bu durumu arkadaşlarıyla çok tartışmasa da ciddiye alıyordu.
Da… Tekelde muhasebecilik yapan amcasının arkadaşlarıyla konuyu tartışma biçimi ona tuhaf geliyordu. Kısa boylu, şişmanca, her zaman kısa kesili saçları yarı dökük, sempatik, zamanının okumuşlarından sayılan -orta okulu bitirmiş- Mustafa Amcası: Amerikalıların Ay’a gitmelerinin senaryodan ibaret olduğunu, Aya gidilmesinin mümkün olmadığını, çünkü Ay’ın bir nesne değil, bir nur,ışık olduğunu; Kuran’ın bunu böyle yazdığını iddia ediyordu. Bu iddiasını yine de çok yüksek sesle seslendirmiyordu. Yakın çalışma arkadaşları Müdür’ü Orhan (Tokça), Ambar Memuru Hakkı (Sönmez) Mübaya memuru Hasan (Özyürük) de konu ile ilgili net tavırlarını belli etmiyorlar, idare-i maslahat bir politika izliyorlardı. Böyle bir iklimde Mustafa Amca pek taraftar bulmamakla birlikte yine de keskin bir muhalefet ile karşılaşmamasının da rahatını yaşıyordu. Bir istisnası satışa bakan Öcal(Karabey) net tavır koyarak yaşananın insanlığın geldiği bilimsel gelişme olduğunu söylüyordu.
Ancak Artık orta okulda okuyan Çocuk, işittiklerinin doğruluğundan şüphe duymamakla birlikte bu düşüncelerini muhafazakar aile büyükleriyle paylaşmaya cesaret edemiyordu.
Nihayet Apollo’nun astronotları Neil Armstrong ve Buzz Aldrin’in 20 Temmuz 1969 günü saat 20:18’de (EEZ) Ay yüzeyine inmeleri; İnişten altı saat sonra 21 Temmuz günü 01:56’da (EEZ) Armstrong ay yüzeyine adım atamaları radyodan naklen yayımlandı. Ay’a ayak basarken, Armstrong “[bir] insan için küçük, insanlık için büyük bir adım” ifadesini anında Türkçeye çevrildi.
Bilim dünyasında fırlatılan yaratan, insanlığa yeni bir dünyanın yolunu açan bu olay Çocuk’un çevresinde de farklı insanlarda farklı heyecanlar uyandırmıştı. Ancak Mustafa Amca’nın itikadında bir sarsıntı söz konusu değildi. ‘Ay, nurdu ve üzerine inilip, basılamazdı. Tüm bunlar Amerikalıların oyunuydu.
Amerikalılar oyun oynarlar da bizimkiler boş dururlar mı? Parktaki teypte dönen; Hakkı Bulut’un o yıl moda olmuş ‘İkimiz bir fidanın güller açan dalıyız’ şarkısıyla da bizimkiler oynayıp duruyordu…
“hayır pes etmek yok”, dedi, “ne olursan olsun hayallerimi gerçekleştireceğim.”
İşte böyle gelgitlerle kimi zaman deniz kenarında düşüncelere dalar, Gerze’ye bakıp,
“acaba eşimi, oğlumu ve kızımı yanıma alabilecek miyim?”, derdi.
Neden olmasındı, 14 yaşında bile köyden ilk kaçışında adada bir aile yanında hayvanlara bakmıştı. Babası Sinop’a gelip onu köye tekrar götürse de, ikinci kaçışında Bafra ve Ayancık’ta iş bulmuştu. Yorgun ayakları onu Tersane^ye doğru itti ve orada bir hareketlilik gördü. Amerikalılar gelmiş işçi alımı yapıyorlarmış diye duydu. Koşa koşa Kaleyazısında bekleyen askeri araca binmek istedi. Birden kalabalığın içinde buldu kendini,
“beni de alın”, diye bağırıyordu.
Ama ustabaşı gibi görünen bir adam, kalıplı uzun boylu işçi seçiyor; çelimsiz olan genç adamı itekliyordu.
“Sen işimize yaramazsın git” diye.
Kulağında çınlayan bu söz adamı durdurmadı. Vazgeçmiyor, tekrar tekrar deniyordu ama olmadı. Arabanın içinde bir Amerikalı subay, bu genç adamın çabasını fark etmiş ve tebessümle ona bakarak “hadi bir kez daha dene” der gibi adama baktı. O bakış yeni bir umuttu o bakış haydi bir gayret daha göster seni alalım diyordu.
Bir hamle daha yaptı, ustabaşı başka yere bakarken insanların arasından sıyrılarak bindi arabaya. Amerikalı sesinin çıkarmadı ve o günlerde daha yeni kurulan ve sadece çadırlardan ibaret Amerikan Üssüne böyle giriş yapmış oldu. 50’li yıllardı. Emekli oluncaya kadar önce işçilikle başlayan bu süreç dil öğrenme isteğiyle devam etti. Emekli subaydan aldığı birkaç dersle dil öğrenme hevesi pekişti.
Kalem kağıt bulamadığında taşlara yazıyor, kendi kendine kelimeleri tekrar ediyor, dilini geliştirmeye çalışıyordu. Subayların konuşmalarını dinliyor, kelime haznesini geliştiriyordu. Amerikalıların dikkatini çekmeyi başarmıştı ve bir müddet radarda tercümanlık yapmıştı. Eşi de yardım ediyor, gece gündüz çamaşırların ütü ve kolasında eşine yardım ediyordu. Motorpool , İtfaiye bölümlerinde sevk amiri görevlerini başarı ile sürdürdü.
“BENİ DE ALIN” haykırışı, bir motivasyon, özgüven ve hayata bir kafa tutuştu. Diktelerin ve kuralların boyun eğdirdiği bir yaşam içinde, bu dik duruş mücadelesiydi. İtaatkarlık yerine, çalışmak ve sorgulamaktı beni de alın.
Bir oyuncunun, istediği rolü alması yapımcı ve yönetmene; yedek futbolcunun sahaya girmesi antrenöre bağlı olsa da “BENİ DE ALIN” direnişi engelleri yıkacak, hayatın şansını yaratacaktır. Yetenek avcısı ustalar, meslekte başarıyı ölçen uzmanlar, hassas terazili yürekler gerekir bazen.
Beni de alın bireyci bir yaklaşım gibi gözükse de; aradan geçen yıllar genç adama çok şey öğretti. Kendi geçtiği yollardan geçenlerin elinden tuttu hep. Yaşlandığında ve çok ağır hasta olduğunda bile,
“para mı lazım benden de alın” derdi.
Her şey kötü gitse de, ümidimizi kaybetmeyelim ve asla vaz geçmeyelim. Hayaller er ya da geç gerçeğe dönüşür.
Berber Coşkun Atılgan abimin koltuğunda oturuyorum. Coşkun abi; saçlarımı “ kırkarken” , yan koltukta tıraş olan Cemil isimli arkadaş, bir yandan da beni sorguya çekiyor;
-Levent, sen sağlıkta çalışiysin, değil mi?
-Evet..
-Sorması ayıp olmasın, ne kadar maaş alıysin?
Söylüyorum, gülüyor;
-Desene benim ladarda(!) bir haftada aldığımı, sen bir ayda alıyorsun.
“ Ladar “dediği radar..Yani bir başka deyişle Türk-Amerikan ortak savunma tesisleri..Orada işçi olarak çalışıyor Cemil..
Haklı Cemil..Cemil’in babası da onu, benimle aynı okula, Cumhuriyet ilkokuluna göndermişti daha önce. Hiç unutmam, Kabukçu’nun kamyonunun Çukurbağından denize uçtuğu gün, bu kötü haberi, şu anki Meydankapı muhtarı Hasan Koyuncu’dan okul kapısında aldığımız an, Cemil”in babası, başöğretmenimiz Kazım Erdem’e(Allah rahmet eylesin)) yalvarıyordu;
-Okumayacak Hocam, hiç olmazsa ilk mektep şadetnamesini (diplomasını) verin..
Sonuçta, son bir şans tanıyıp sınava aldılar, cevabını önceden ezberlettikleri;
-Türkiye’nin başşehri neresidir?..sorusuna bile; “Moskova” yanıtı vermesine rağmen şadetnameyi yani diplomasını verdiler.
İşte Cemil’le berber koltuğundaki bu muhabettimizin üzerinden bir süre geçti, Sinop’ta, şehre bomba gibi bir haber düştü;
-Radar kapanıyormuş..
Doğruydu. Çünki; Sovyetler Birliği çatırdamış, artık Karadeniz’in en kuzeyindeki Sinop’tan ; Amerikalıların gözüyle Rusların dikizlenmesine gerek kalmamıştı.
Oysa radar..Oysa gözünü sevdiğim Türk-Amerikan Ortak savunma tesisleri Sinop Üssü…Sinop’un kaderinde önemli bir yere oturmuştu..
1950”li yılların ikinci yarısında gelip kent merkezinin en yüksek yerini, kendilerine göre düzenlemiş, adeta kent içinde kent oluşturmuş, radarlarını kurmuşlardı…Yetmezmiş gibi, şehrin 10 kilometre dışında, daha çok nakliye amaçlı havaalanlarını inşa etmiş, inşaat sırasında ölen ve havaalanı sınırları içinde gömülen bir eşek yüzünden, havaalanının adını da “ Eşşek havaalanı” yapmışlardı.
Sinop’ta küçücük bir Amerika yaratmışlardı adeta..1.000”e yakın rütbeli-rütbesiz askerleriyle, bir o kadar Türk işçisiyle Sinop içinde ikinci bir Sinop”tu radar..
Sinop belediyesine su ücretini ve çalıştırdıkları işçilere maaşlarını dolar olarak ödüyorlardı..(Şimdi merak ediyorum da, belediyenin dolar olarak aldığı para ; iyi para mıydı o zamanlar?)
İşçi maaşlarına gelince…Berberimizin yan koltuğunda oturan, tıraş olurken maaşımı soruşturan Cemil arkadaşım sonuna kadar haklıydı. İlkokul mezunu Cemil, lise mezunu bir devlet memuru maaşının en az 2-3 katını alıyordu.
Ve o yıllarda, Amerikalı subay-astsubay ve erler, şehir içinde kiraladığı evlerde kalabiliyorlardı.. Hatta , hiç unutmam, radarda çalışan bir arkadaşım;
-Yahu , bu Amerikalı Askerler, bi manyak, bi manyak, aklın almaz..Yaaa onbaşı, mesaiden sonra ayağını masasının üzerine uzatıyor, birasını yudumluyor,içeri albay bile girse ayağını masadan indirmiyor.. diyordu ve biz de;
-Hadi be, yalanını sevsinler… diyorduk..
O günlerde, Sinop”taki kiralık evlerin pencerelerine “ FOR RENT” yazan kağıtlar asılıyordu…éYabancılar için”..demekmiş meğer kiralık evler..Eeee,dolar veriyordu Amerikalılar..
Türkiye’de doların yeşil rengi, yasal olarak Turgut Özal döneminde bilinmeye başlansa da, biz yasadışı olarak daha önceden doları tanıyorduk. Sinop’ta yarı serbestlik; sigara ve kot pantolon konusunda da aynıydı.
Vatandaş, içinde tütünden çok ağaç olan o dönemin Samsun-Maltepe sigaraları yerine Marlboro sigarası içiyor, çorap içinde gezdiriyor, ABD malı kot pantolonlarını da kıçından esirgemiyordu..
Başta ayakkabı boyacısı kardeşlerimiz olmak üzere esnaflarımızın bir bölümü de Amerikan İngilizcesini “ sökütmüştü.”
Hafta sonları Amerikalı askerler, şehir içinde eşek kiralıyor, eşek turları yapıyor, Teksas bozkırlarına özlemlerini gideriyorlardı.
Çok yıllar sonra , Almanya”da çalışan işçilerimizin getirdiği kocaman teyplerle biz daha önce tanışmış, plajlarda, o kocaman teyplerden yabancı müzik dinlemeye mecbur bırakılmıştık.
Çok iyi biliyorduk ve tecrübeyle sabitti ki; Amerika”lılarla kavga etsek, suçlu biz oluyor, karakollarda tutuluyorduk. Eski tip “babacan polis memuru” amcalarımızın;
-Evlat !..Uymayın bu gavurlara. Sizi adliyeye göndersek, Türkiye’nin bunları yargılama yetkisi yok..Hadi uslu uslu evinize gidin..nasihatıyla evlerimize gönderiliyorduk.
O kadar acı olaylarla da karşılaştık ki, Amerikalıların arabaları altında kalıp kolunu, bacağını yitiren arkadaşlarımız oluyor ama kaza yapanların hiçbiri yargılanmıyordu…Amerikalıların vicdanlarını rahatlatmak için dolarlarla ve oyuncaklarla kandırdıkları kazazedelerimiz de vardı..
Hiç unutmam, şu anki valilik binasının yerinde bulunan spor sahasında top oynuyoruz. Ortaokul öğrencisiyim daha…Bir haber geldi;
-Gidip dövelim anasını satiym..dedik ve gittik..Gittik, gitmesine de biz 13-14 yaşlarında 3-5 çocuğuz, karşımızda siyah, sarışın, beyazlardan oluşan 10 kişilik bir ABD asker grubu var. Sarhoş sarhoş, ağız dolusu gülüyorlar bize…Yine de erkekliğe leke sürdürmeyip diklenince; şu anki noterin karşısında bulunan polis karakoluna götürülmüş, o dönemin ünlü futbol hakemi, polis memuru Selahattin amcanın araya girmesiyle salınmıştık.
Oysa laf aramızda ne Amerikalılara dayak atmış, ne dayak yemiş, sadece biz Türkçe küfür etmiş, onlar Amerikanca gülmüşlerdi..
Haklıydı Selahattin Amca; ikili anlaşmalar gereği, onların bağımsız Türkiye Cumhuriyetinde yargılanmaları mümkün değildi.
İçimi en çok acıtan olaylardan biri de,her yıl şubat ayında, itfaiye karşısı-Şehitlik önünde biz Türkleri cemselere doldurur, radara çıkarır, kiliseyi, lokantayı, pastaneyi gezdirir, kış günü dondurma ikram ederlerdi. Bugün utansam da gitmişliğim var, çocuktuk çünki ve cemselerde yani askeri ABD kamyonlarında çocuklardan çok büyükler olurdu o zamanlar..
Şehrin çöpleri,Meydaneteği”nden, Çukurbağı”ndan denize dökülürken Amerikalılar çöplerini, havaalanı ilerisinde, Martı Tatil köyü karşısındaki yeşil alana dökerler, bizimkiler de çöpler arasında işe yarar malzemeler ararlardı..
Ve itfaiye..
Gözünü sevdiğim Sinop’umuzda; her yılbaşı akşamı mutlaka kar yağar ve her yılbaşı akşamı mutlaka yangın çıkardı. Her defasında taka itfaiye aracımız, yangın söndükten sonra yangın yerine ulaşırdı. Yangın büyükse, bizim itfaiye söndürmekte zorlanıyorsa, izleyen kalabalık arasından biri yüksek sesle bağırırdı;
-Merak etmeyin, radar itfaiyesine haber vermişler,gelir şimdi..
Ve gerçekten de bir süre sonra değişik siren sesleriyle, önde üstü açık askeri jeep, arkada radar itfaiyesi gelir,araçtan inen Amerikalıların işçileri ( bizim vatandaşlarımız, ağabeylerimiz, amcalarımız, ) sistemli bir çalışmayla yangını söndürür, alkışı alır, bizim belediyenin itfaiyecileri de bir köşede alkışsız, gariban bir şekilde kalırdı..Bizim itfaiyecilerin 100 TL, radar itfaiyecilerinin 200-300 TL aldıkları konuşulmaz hatta onlar yanmaz giysilerle yangına müdahale ederken bizimkiler keten pantolonla kendilerini tehlikeye atarlardı.
Tabii radar işçilerinin bu yüksek ücretleri almalarında, o dönemdeki namuslu sendikacıların yiğitçe mücadeleleri önemliydi..Onlardan birincisi Selahattin Gökdağ”dı.
.Nejat Eren ve Hüseyin Keskin de şu anda aklıma ilk gelen ve başarılı sendikacı olarak aklımda kalanlar..
Konuya dönersek; radar deyince Amerikalıların Sinop”a katkılarını da unutmamak gerekir.. Bildiğim kadarıyla Bektaşağa köyümüze bir ilkokul yapmışlardı.Ya da onarmışlardı..
Amerikalı askerlere kız verip akraba olmuşluğumuz da vardı Sinoplular olarak..Ama hiç gelin aldığımızı hatırlamıyorum mesela..
Gelelim hikayenin sonuna..Radar kapandı.Hikayenin başında değindiğim Cemil arkadaşımızın ve işçilerimizin dolar olarak aldıkları maaş bitti..Ancak; iyi paralar kazandıkları için yine de onlar , bizim memurlarımızdan ve işçilerimizden şanslıydı..
Amerikalılar gittiler;
Giderken; asbestli malzemelerini, bilumum zehirlerini; radarın bilmem kaç yüz metre derinine gömdüğü bile söylendi. Yıllar sonra konuyu incelemeye gelen bir TV ekibinin, dayak yemekten beter edildiklerine bizzat tanığım..Çünki,çevre sağlığında çalıştığım için benimle de görüşmüşlerdi..