RSS

Etiket arşivi: anılar bilke

TAYYİP SANDALCI “ANILAR-6-7”

TAYYİP SANDALCI ANILAR -7- BİLKE-29.06.2022

KÖYDEN SİNOPA GÖÇSON BÖLÜM

Önceki bölümlerde bahsettiğim gibi 1969 yılı 24 Temmuz’da Terhis olup önce radara gidip askerliğimin bittiğini işe ihtiyacım olduğunu söyledim. Şu an boş pozisyon yok, biz sana haber veririz demişlerdi, ben de doğru köye gitmiştim, çünkü tam olarak zamanı köyde işler çok yoğundu, köye geldiğimde Sofya’nın hastalığı ilerlemiş idi. O rengi sararmış dişlerinin dibi sararmış cansız bir durumda, üstelik Serap’a hamileydi altı aylık , orak işini bırakıp gitmek cenazeyi ortada bırakıp gitmek gibiydi , şu olarak işi biraz Toparlansaydı Sofya‘yı hemen doktora götürmeliydim. Ben askerdeyken 3-4 ay evvel Sofya’nın babası Gürzüvet’te bir kadın var doktordan daha iyi bilgili, sözlerine istinaden Gürzüvet’e getirmiş, o kadında doktora gitmesi gerektiğini söylemişti. daha sonra Dikmen‘deki abisi koca Âli ile Bafra‘ya doktora göndermişler, dönüşte reçeteyi kaybetmişler oda bir işe yaramamıştı .

Askerlik biteli bir hafta geçmişti, köyde orak tarlasında orak biçiyorduk , Sami eniştem köye geldi, o on yıldan fazla radarda çalışıyordu; radardan beni işe çağırmışlardı, gelsin başlasın demişler eniştem bu haberi vermek için kalkmış köye gelmişti, aynı gün eniştemler orak tarlasından çıktık Sinop’a geldik. En kısa zamanda evraklarını bitir işe başla dediler, bir hafta sonra izin alıp köye gittim Oraklar bitmişti , Sofya’yı alıp köyden ayrılıyordum, ömrümün sonuna kadar unutamayacağım bir ayrılık tablosuydu bu,

Karmaşık bir duyguydu bu aslında, anlatması zor, ayrılık acısı, gelecek korkusu, hastalık ,yoksulluk, sefalet ,umutsuzluk her şey vardı. Karanlığa yürüme, nereden baksan kara bir tablo. Anne baba ve İki çocuğumuzdan birini Şenol’u arkamızda bırakıp çıktık yola; atın bir yanına yarım çuval un diğer yanında azık ve bir de tel süpürgeyi sallaya sallaya düştük yola. Köyden şehre gelirken tel süpürgeyi getirmek sanırım o günün şartlarını anlatmaya yeter, ve bu kare hayatımın sonuna kadar zihnime kazınmış olarak kalacaktır. Ekonomi sıfır, askerden geldim işbaşı yaptım ama henüz maaş alamadım cepte bir şey yok. Köyden verebilecekleri yarım çuval un ve bir tel süpürgeden ibaretti. Sorunların hiçbirisi ötelenecek türden değillerdi. Hemen ev tutulmalı, ev için gerekli zaruri ihtiyaç maddeleri alınmalı, hastalık için doktora gitmeli, ilaç almalıydı. Bunların hiçbirini erteleyemezdik.. Ablamların yanına geldik. Balatlar kilisesi yanında iki katlı eski ahşap konak türü bir bina, ekonomik ömrünü tamamlamış hem şehirden uzak hem de dar gelirli insanların oturabileceği türde bir binaydı. Ahşap duvarların arasında parmak girecek boşluklar vardı, her taraftan rüzgâr girip çıkıyordu, deliklere çaput tıkayarak kapatıyorduk 1-2 ay kadar burada birlikte yaşadık. Ev üstünde ev olmaz derler ya, ev aramaya başladık. Cennet ablayla Ahmet abi’nin evi yakınında bir yer kiraladım, küçük bir mozaik mutfak tezgahı vardı.

İki küçük oda mutfak düz ayak bir yer eviydi, büyükçe bahçesi vardı, bahçede incir üzüm ağaçları vardı

İncedayı mahallesi evleri, deniz manzaralı. Bunları rahmetli Sinop milletvekili Cevdet Kerim İncedayı yaptırmış. 1946 yılında büyük yangında mahallenin tamamı yanmış bunların yerine tek tip dar gelirlilere hitap edecek şekilde bir tür barınma konutları yapılmış. O nedenle mahallenin adını da incedayı mahallesi koymuşlar. Ev tutulmuştu ama kış gelmişti odun kömür soba yok, gerekli zaruri maddelerin hiçbirisi yoktu, ne yatak yorgan, ne çatal kaşık ne de çanak çömlek.

1 kg domates bir ekmek aldık Sofya‘yla oturduk karşılıklı birbirimizin yüzüne bakarak yedik. Böylece tabaksız kaşıksız sofrasız karnımızı doyurduk. Allah rahmet eylesin Ahmet abi soba söndürecek mangal, bir miktar odun kömür alıverdi, onları kurduk ısınmaya çalıştık( Mücadelenin babası, eşi Cennet abla ile dedelerimiz amcazade).

Odunlar önce sobada yakılır ateşleri alınıp söndürülür, sönmüş kömürler daha sonra mantızda yemek pişirmede ya da mangalda odayı ısıtmakta kullanılırdı. Tüp yok, ispirto ocakları vardı, pompalayıp üzerinde çay pişirilirdi.

Bu arada Sofyanın tedavisi devam ediyordu, dispansere her gün gidip iğne yaptırıyorduk, köyün işinden kurtulmuş biraz toparlanmıştı, gerekli eşyalar çatal kaşık tabaktan başlayarak yavaş yavaş aldık. Camlar perde istiyor, gerçi 40 x 50 gibi küçük ölçülerde pencereler vardı, altımıza alacak yatak yok üstümüze örtecek yorgan yok, tek yastığı paylaşırdık. Bazen birimiz kolunu başının altına yastık yapardı.

Bitişik komşumuz deli Cemile vardı, onun kökeni de saray köyünden gelmiş, bize hemşeri yakınlığı gösterdi. Eşi Ömer abi iyi bir insandı, kayığı vardı torunu Erol belediyeden emekli, annesi deli Nuran kendi hallerinde dar gelirli bir aileydi, bize üstümüze örtünün diye yorgana benzer bir şey, birkaç parça tabak çanak gibi şeyler vermişti. Her şeye muhtaçtık, Allah rahmet eylesin.

Burası bizim ailenin ilk eviydi, zaman içinde yavaş yavaş eksikleri tamamlayarak ilerliyorduk. Biraz daha büyükçe bir eve çıkılabilirdik ama büyük ev eşya isterdi. Bizde de hiçbir eşya yoktu, çok fazla kira ödeyecek durumumuz da yoktu. Bir sokak arkada benzer bir evde müzenin karşısından deniz kenarına aşağı inerken, solda küçük bir ev tuttuk, uzun zamandır oturulmamıştı bu evde. Aslında onu da ısıtmak zordu, betonarme muntazam binalar hem az hem de pahalıydı. Eşyalarımızı bir el arabasına doldurup bir evden diğerine taşıdık. Arka sokaktaki yeni tutulan ikinci evin kirası uygun, yine bahçeli bir evdi, bahçeyi elden geçirip biber soğan domates ektik. Soner bu evde doğmuştu, Serap ilk evimizde doğmuştu, yine bu evde benim verem ortaya çıkmıştı. Verem olmak için bütün şartlar mevcut idi, yoksulluk, stres, endişe, zaten askerde Ocak ayında Etimesgut’ta çok soğuk bir gecede nöbet tutarken üşütüp zatürree olmuştum. Ankara’da hava hastanesinde on gün kadar yattım taburcu edildim. Bir akşam 16:24 vardiyasından sonra eve geldim, ani başlayan bir öksürükle ağzımdan dolu dolu kan gelmeye başlamıştı. Sabah doktor Bedri’ye, sonraki günlerde Bafra‘da bir doktor varmış aynası varmış, aynaya sokuyormuş dediler. Tam olarak röntgen denemezdi. Karanlık bir odada bir cihazla bakıyordu. yapılacak iş belliydi, Streptomisin iğne, palto düğmesi büyüklüğünde beyaz haplar, bir de iyi besleneceksin. İki ay rapor alıp gittik köye, bu arada tereyağı, bal yemekten bıkmıştım, tosun gibi kilo aldık, peşinden bir ay daha istirahat derken durumu toparlamıştım. Son bahar doğru Sinop’a döndük, Ünal okuluna, ben işime başlamıştım, bu evi ısıtmak çok zordu, rüzgâr estiği zaman alttan gelen rüzgâr tahtaların arasından üstteki kilimleri havaya kaldırıyordu, üzerine ağırlık koyarak kilimlerin havaya kalkmasını önlüyorduk, fakat bahçe güzel olmuştu, kocaman iki tane de dut ağacı vardı, ortasında yazın çocuklara salıncak kurardık.

Bu yeni taşındığımız evde , metruk bir yerdi eski bir yapıydı. Ucuz ve müstakil diye tutmuştuk burayı. Daha sonra buradan büyük caminin arkasına İcracının evine taşınmıştık. Burada eski bir yapıydı ama nispeten öncekilere göre daha iyi durumda idi . 2- 3 tane odası vardı, arkada geniş bir bahçe, burayı Isıtmak da çok kolay değildi. Bir kış sezonunda bir kamyon odun yakmıştık, Beton binalar yeni binalar az bulunuyordu, hem de kiraları pahalı idi. Yıl 1972 hastalıklar atlatılmış yavaş yavaş her şey yoluna giriyordu. 1973 yılında iş yerimde şirket değişmiş, işçiler tazminat almıştı. radarda 5:10 yılda bir Amerikalı işveren şirket değişir işçiler tazminatlarını alıp yine işlerine devam ederlerdi,

25 yıl boyunca ben böyle üç kez tazminat almıştım.. 1973 de Tumpane Comp şirketi kontratı alamamış onun yerine Boeing Services İnt. İnc. Şirketi gelmişti. Bizim tazminatlar ödendi ,herkes yine işine devam etti. Bu parayla bugünkü yüksek kaldırımdaki evin arsasını aldık, aslında paramız yetmiyordu arsayı almak için, köyde ve Sinop’ta ne kadar çevremiz varsa hepsinden borç para aldık, borç aldığımız insanların sayısı 15, 20 kişi vardı.

Büyük caminin arkasında Kuru Sokaktaki bu evde unutulmayan bir anım daha vardı. Onu atlamak mümkün değil. 1973 bir gün bir baktık annem Zülfiye, Şenol karşımıza çıkıverdiler. Babamla tartışmışlar, babamı köyde yalnız bırakıp Sinop’a gelmişlerdi. Fahri İstanbul’daydı, Şenol da köyde okula başlamıştı. Babam köyde yalnız kalmıştı. Okullarda açılmıştı Şenol’u bizimle getirmemiştik, annemleri yalnız bırakmayalım diye köyde bırakmıştık. O yıl köyde okula gidecekti. Ama şimdi Sinop’a gelmişti nasıl olsa, hemen Cumhuriyet okuluna kaydını yaptırdım. Bir hayli zorlanmıştı aslında köyden gelip şehirdeki okula uyum sağlamak kolay olmamıştı. Bu arada birkaç gün geçmiş annemin öfkesi dinmiş biraz kızgınlığı geçmiştir, derken bir gün banyo yaparken banyo kazanından taze kor halinde ateşi alıp ısınma amaçlı mangala koymuşlar. Karbon monoksit zehirlenmesi olmuşlar banyoda. Zülfüye’nin durumu iyiydi fakat annem baya ciddi şekilde zorlanmıştı doktor Bedri Oral’ı yalvar yakar eve getirebilmiştim. Serumlar takıldı kısa bir sürede atlattık ama çok korkmuştum. Annemi erken yaşta kaybetmekten. Birkaç gün sonra annemle Zülfiye’yi köye götürüp bırakmıştım. Bu arada evin arsasını 16 milyon ödeyerek almıştık(1972). Aslında bir hayli zorlanmıştık, ancak farklı bir duyguydu. Sinop’tan arsa almak, ailenin ikameti Dudaş’tan Sinop’a taşınacaktı. Bir adresimiz olacaktı Sinop’ta, bu bir sınıf atlama, sosyal bir aşama idi. Bu değişim İsmail dedemin bir asır Önce Dudaş’tan İstanbul’a gidip Unkapanı’nda ev alması gibi bir şeydi benim için. Hani tarih tekerrürden ibarettir derler ya, ancak dedemin İstanbul’a yerleşme İstanbullu olma planı o günün zor koşullarında savaş ve salgın hastalıklar nedeniyle gerçekleşmemiş hüsranla bitmişti. Bizimkinin ne olacağını kim bilebilir ki, kader ağını nasıl örerse öyle olur, elbette her şeyin bir sonu olacaktır.

Nihayet 1977 yılında İnşaata başladık ve 1978 Mayıs gibi kendi evimize taşındık. Farklı bir duyguydu insanın 30 yaşında dört çocukla kendi evine taşınması, yorgunluk bitkinlik ekonomik sıkıntılar borçlar vardı, ama olsun mutluluktan uyuyamıyorduk geceleri.

İlk orta lise dört çocuğun dördü de çeşitli sınıflarda okuyorlardı. Her biri ayrı bir mutluluk kaynağımız yaşam sevincimizdi. Bazen onu çok seviyorsun, beni az seviyorsun gibi tatlı diyaloglar olurdu çocuklarla aramızda, dengeyi korumak pek kolay olmazdı. Binanın zemin katını iskelet olarak boş bıraktık, birinci katı tamamlayıp oraya taşındık. Altı boş, üstünde çatı yok, böyle bir daireydi, ama olsun sonuçta kendi evimizdi. O zamanlar balkona oturunca iskele ve iskeleye gelen haftada iki gün gemiler vardı yolcu gemileri, onları izlerdik çay eşliğinde. Çok güzel komşuluklarımız olmuştu bu mahallede; mesela sağdaki binada Feridun abimiz İlknur yengemiz vardı, emekli denizci Astsubay Karamürsel‘den gelmiş radarda itfaiye ekip şefi idiler, uzun yıllar bunlarla komşuluk yaptık. Buradaki evler hemen hemen aynı yıllarda yapılmıştır.1975 ile 80 yılları arasında. Doktor Rızanur hatıralarında bu mahallenin Rum mahallesi olduğunu, hiç Türk yaşamadığını anlatır ve devamında tek başımıza bu mahalleden geçemezdik, köpekler yabancılara saldırır, o nedenle bir kaç arkadaş bir araya gelirdik öyle gezmeye giderdik der. Bu mahallelere daha sonra çeşitli tarihlerde toplu mübadele yapılarak Bulgaristan ve Yunanistan’dan gelen muhacirler, giden Rumların yerine yerleştirilmiş bu nedenle asıl adı Kefevi mahallesi fakat pratikte Rum, muhacir mahallesi olarak geçiyor. Ben evin arsasını İhsan Günal’dan aldım, keresteci ihsan derlerdi , demir çimento satardı tuzcular caddesinde. Babalarına ait bir yer olduğunu, yangında evlerinin yandığını, ondan sonra boş kaldığını söylemişti. Binalar ahşap olduğu için en büyük felaket yangın, yangınlarda evler sık sık kaybolur yanar gidermiş. Benim evin bulunduğu yerde ön cepheyle arka cephenin arasında 6 metre kot farkı vardır, bu toprağı o zaman buradan kaldırıp burayı yol seviyesine indirmek hiç de kolay olmadı, o yıllarda kepçe kamyon gibi ekipmanları temin etmek zor ve çok pahalı idi. Ekipmanlardan az da olsa faydalanmıştık. Radardan aldığımız kamyon ve kepçeyle hafriyatı yapmıştık. Evimizin üzerinde çatı yok ama çardak ve üzerinde üzüm asmamız vardı, arka bahçede her türlü sebze yetiştiriyorduk, üzüm çardağı ve ceviz ağaçları vardı, nar ağacı Rumlardan kalmaydı halen yaşatıyoruz onu.

Acı tatlı hayatımızda yer alan önemli olaylar yaşandı bu evde. Soner’in sünnet düğünü , Serap’ın ve şenol un evlenmeleri, hepsi burada , bu binada yaşandı. Ne ayrılıklar ne mutluluklar ne acılar yaşanmıştı bu daire de, sadece mutluluklarla bezenmiş bir hayat olmadığı için acılar kederler de beraberinde yaşandı bu binada.

7 Ocak 1983 saat 17:30 gibi akşamla yatsı arası kaybetmiştim anacığım bu dairede. Temmuz 1982’de hastalanarak köyü bıraktı İstanbul’a götürdük Zülfüye’nin yanına , o zaman Zülfiye eşinden boşanmamıştı. Eşi de kendisi de çok ilgilenmişlerdir annemle, şimdi eşi vefat etti. Allah rahmet eylesin ve daha sonraki yıllarda zülfiye de eşinden ayrıldı. Bir kaç hastaneye götürdük, daha sonra Cerrahpaşa tıp fakültesinde anneme Pankreas kanseri demişlerdi. Kasım 1982’de cerrahi müdahalede bulunuldu bir şey yapılamaz dendi, Kasım veya aralık ayıydı gemiyle Sinop’a getirdim önce Zülfinaz ablamın evine yatırdık, bir hafta sonra benim eve aldım ve nihayet yedi ocak 83’te kaybettik, Allah rahmet eylesin.

Annemin vefatından sonra babam köyü bıraktı, hep bizimle oldu. Altı ay bir yıl kadar İstanbul’da Zülfiye ile Fahrinin yanında kaldı, onun dışında Sinop’ta hep beraber yaşadık.

18 Haz. 2000 de barsak yapışması sonucu 19 mayıs Tıp a kaldırdık orada yapılan cerrahi müdahalede 21 haziranda masada kaybettik. Böylece annem 70 ine girmeden, babamı da 89 yaşında kaybetmiş olduk. Bir başka erken kaybımız Hacer ablam; 1998 de beyindeki tümör ameliyatı için Şişli Etfal hastanesine yatırdık, ameliyat sonrası 16 gün yaşam destek ünitesi ne bağlı kaldıktan sonra beyin ölümü gerçekleşmişti, onu da erken kaybetmiş olduk. Daha sonra 2016 Ağustos ayında büyük ablam Zülfinaz’ı akciğer kanserinden 79 yaşında kaybettik..

ÇALIŞMA YAŞAMIM

Daha önce bahsettiğim gibi Haziran 1966’da oteldeki resepsiyon memurluğundan Amerikan radarına girdim, girişim çok kolay olmuştu. Birkaç ay iki işi bir yürüttüm hem otelde hem de radardaki işime devam ettim, bu arada atladığım bir şeyi hatırladım turist otelden önce birkaç ay Kaptanoğlu Palas‘ta, bugünkü meydan kapıda bankaların bulunduğu binanın olduğu yerdeki kaptan oğluna ait otelde , otel katipliği yapmıştım. Aynı dönemde İngilizce kursu da devam ediyordu. Bu dönemde artık ağır amelelik işleri yoktu. otelde 8-10 odanın kömür sobalarının her sabah külleri alınıp tekrar yakılırdı. Bu otel o zaman Sinop’un en lüks oteliydi , daha turist otel inşaat halindeydi, radarda görevli bir grup İngiliz 15:20 kişi NBC nükleer biyolojik kimyasal Türk İngiliz Amerikan üçlü anlaşması kapsamında görev yapıyorlardı . Bunların adanın sonunda sis düdüğüne yakın bir yerde İngiliz radarı denen siteleri vardı. bu otelde kalıyorlardı. Daha sonra turist TOLEYİS otel açılınca oraya taşındılar. onlarla İngilizce pratik yapmam da iyi oluyordu, gece caddeler boşken bisiklet öğrenmeye çalışıyordum, İngilizler yardım ederdi. Ama o dönem öğrenemedim bisiklet binmeyi. Daha sonra Akliman’da yazlığımızda 2000’li yıllarda öğrendim. Komşulardan biri beni bisiklet çalışırken görünce Tayyip abi acele etme daha yaşın genç öğrenirsin demişti. En sonunda bisiklet binmeyi öğrenmiştim altmışlı yaşlarımda ondan beri de hayatımın sonuna kadar en sevdiğim spor olarak kalacaktı yaşam boyu. Yaz kış fırsat bulduğumda, on kilometrelik bir rotam var, yazlıktan Dibekli altı, Ayancık Yolu, Erfelek kavşağı , Cezaevi, Havaalanının başı, dönüp daireyi kapatıyordum. Yaklaşık45-60 dakikada tamamlardım bu parkuru, ayrıca 2010’lara kadar yazları her sabah sahilde yalı yalı çıplak ayakla beş 6 km koşardım. Biz yine esas konumuza, iş yaşamımıza dönelim. Radardaki askere gitmeden önce ilk yılım öğrenme yılı idi, her ne kadar kurslardan İngilizcemin teorik olarak yazma, cümle kurma ,temelleri iyi olsa da pratiğim, kulak alışkanlığım çok eksikti, ilk gittiğim gün bana burada bir hemşehrin var , o da Tilkilikli demişlerdi. Cafer Sarıkaya abiyle tanışmıştım, bayağı kıdemliydi, Allah rahmet eylesin bu satırları yazarken o doksanlı yaşlarında rahmetli oldu. Bana çok yardımcı olmuştu , aslında onun yaşam çizgisi de benimki gibi bir takım zorluklardan geçerek oralara ulaşmıştı, erken yaşta ceketini alıp çıkmış köyden , amelelik fırıncılık derken radara girebilmişti .

Askerden sonra radara girişimde etken olan güzel bir tesadüf var şöyle:

Askerden izinli geldim izin sonu askere dönüyorum Ağustos 1968 dikmenden Gerzeye , Bafra‘ya sabah erkenden birer minibüs kalkar , onlara yetiştin yetiştin yetişemedin ertesi günün sabahına kadar bir daha araba bulma şansın yok, ya da makasa kadar yürüyüp otostop çekeceksin, o nedenle bizim köyden Dikmene gelmek ayrı bir macera idi. Dolmuşları yakalayabilmek için sabah olmadan karanlıkta yola koyulmuştum , benim izin dönüşü de böyle olmuştu, sabaha bilmem ne kadar kala karanlıkta sevdiklerimle vedalaşıp ayrıldım köyden, henüz sabah olmamıştı alaca karanlıkta dikmene bir 2 km kala ne göreyim küçük bir Amerikan arabası scout yolda mahsur kalmış, içinde iki kişi uyuyor, bu araba benim iyi bildiğim bir arabaydı, gece vardiyalarında bu arabayla direksiyon çalışması yapardım, askere gitmeden ehliyet almaya çalışmış alamamıştım. Yazılıları bir gün bir girişte en yüksek puanla geçmiştim, direksiyona bir kez girdim kazanamadım ondan sonra askere gittim; radarda Çalıştıklarımı bildikleri için viski sigara beklemişlerdi ben de böyle bir eylem içine girmedim , o nedenle ehliyette alamamıştım konuyu değiştirmeyelim, o gün ani bir yaz yağmuru yağmış sel yolu yıkmuş , araba derenin kıyısında kalmıştı, Sinop’tan gelecek kurtarıcı bekliyordu. arabanın camını tıklayarak içindekileri uyandırdım, içindekiler biri Türk biri Amerikalı iki kişiydiler , önce kendimi tanıttım, arabayı tanidigimi, askere gitmeden geçen yıl radarda dispatcher olarak çalıştığımı söyledim. Amerikalı radara benden sonra gelmişti , tanışmıyorduk . Motor pool süpervizörü olarak gelmiş , yani benim çalıştığım yerin amiri pozisyonunda idi. yapabileceğim bir şey var mı diye sordum, sırtımdaki çantadan bir de yufka ekmek katlama çıkardım, bunu bana anam azık yaptı dedim. Ava gelmişlerdi , dönüşte sel yolu almış , mahsur kalmışlardı. İyi bir tesadüf, iyi bir yatırım olmuştu benim adıma. Askerlik dönüşü işe girişimde bu tesadüf çok işe yaramıştı. Mr Inmon beni ofisine daktilografi olarak almıştı. Askerlikte on parmak daktilo öğrenmiştim. O yıllarda her şeyi manuel daktiloyla oluyordu, brother, IBM hatırımda kalan daktilo markaları. Bir yıl kadar daktilografi olarak çalıştıktan sonra ertesi yıl eski işimde pozisyon boşanmıştı, tekrar dispatcher , araç sevk memuru, tercüman olarak olarak başladım ,iki yıl kadar burada çalıştım. Aslında bu vardiya 16:24 vardiyası en çok sevdiğim vardiyaydı, hem sakin olduğu için lise derslerine çalışıyordum , hem de ertesi gün saat 16:00’ya kadar gündüzden de istifade ediyordum, o nedenle Bu vardiya benim favorimdi.

1973 yılında şirket değişikliği olmuştu, Tumpane co inc. Contract ı kaybetmiş, onun yerine Boring serv. İnt. İnc. gelmişti. Bu arada benim iş yerimde değişmişti , motorlu araçlar bölümünden mühendislik bölümüne, servis call Clerk , iş talep kayıt katibi pozisyonuna atadılar, iki yıl sonraReal property demirbaş memuru , 2-3 yıl sonra maliyet muhasebecisi, daha sonra bulunduğum bölümün şefi Hasan Güdükoğlu emekli olmuş, onun yerini almıştım . Peş peşe gelen bu pozisyon değişikliklerinde her defasında zam alarak ücretim iyi bir duruma gelmişti, chief production kontrol ya da iş emirleri amiri benim pozisyonun adı idi, hem ücret olarak hem de pozisyon olarak Türk personelinin yükselebileceği en son pozisyondu. 12 yıl kadar bu pozisyonda çalıştıktan sonra 1993’te radarın kapanması ile ben de emekli olarak Sinop’ta yaşamıma başladım. Annemin vefat ettiği yıla kadar köyün yükü hep sırtımda idi her yıl okul kapanınca Sofya’yı ve çocukları haziran gibi önden gönderirim kendim de 15 Temmuz 15 Ağustos gibi yıllık iznimi alıp köye giderdik. Bu takvim hiç değişmedi, köyden ayrıldığımız 1970’ten başlayıp ta ki annemin vefat yılı olan 1983’e kadar hep böyle devam etti. Zaman zaman Sofya ve çocuklar isyan ederdi, neden hep tatilimizi köyde geçiriyoruz, bizim gezme eğlenme hakkımız yok mu derlerdi. Köyde her yaştaki çocuğa yapacak iş vardı, hayvan otlatmak , sığır için ayrı , manda için ayrı, çoban lazım, ev ve tarla işleri gibi herkesin yaşına göre yapacağı bir iş vardı. Haklıydılar aslında, neden onlarda diğer arkadaşları gibi tatilde ebeveynleri ile birlikte tatile gitmesinler ya da Sinop’un güzel denizinden faydalanmasınlar , ancak bir tarafta okulun kapanmasını iple çeken annem babam, diğer tarafta tatil yapmak isteyen çocuklarım, tam anlamıyla iki ara bir deredeydim. Vicdanım yaşlı anne babadan yana emrediyordu. Başından sonundan çocuklara da hak veriyordum. Sinop’ta geçirecekleri zamanı ayırarak dengeyi korumaya çalışıyordum. Önemli olan gerçekten yardıma ihtiyacı olan anne babamın imdadına koşmaktı, bu konuda eşim ve çocuklarım sonraki yıllarda konu açıldığı zaman yaşam boyu hep beni eleştireceklerdi. Yapacak bir şey yoktu , o günün koşulları onu gerektiriyordu, o insanlar neler yaşamıştı neler, bugünkü çekirdek aileyi meydana getirene kadar açlık , yetimlik , Öksüzlük, salgın hastalıklar vs bizim yaptıklarımızın onların çektikleri yanında lafı bile olamazdı.

Diğer taraftan iş yerinde de her yıl orak zamanı izin almak sıkıntı yaratıyordu; şöyle ki Sinop’un yaz mevsiminin en güzel günleri 15Temmuz 15 Ağustos tarihleri arasıdır, bu tarihler aynı zamanda orak biçme zamanına denk gelmektedir, çalıştığımız bölümde 5-6 kişi idik, yönetmeliğe göre izinler dönerli , ya da anlaşmalı , değiştirilerek yapılırdı. benim iznim de ne yaptığımı bildikleri için, her yıl bana orak zamanı izin verilirdi, ama sitem etmekten de geri kalmazlardı , bıktık senin otundan orağından derlerdi. Haklıydılar ekonomik durumları müsaitti, neden istedikleri gibi tatil yapmasınlar Dudaş’ın otundan uğrağından onlara neydi. Ama, Allah razı olsun ,hep anlayış göstermişlerdi, aynı anlayışı Ankara’ya sınavlara gittiğim yıllarda da göstermişlerdi 2-3 yıl sınav zamanları bazen haftada iki kez Ankara’ya gittiğim olurdu yıllarca idari izinle idare ettiler.

ANILAR 6

07.06.2022-BİLKE

6 gün oldu seni toprağa vereli. Çocukların, torunların, yeğenlerin ve eşin sensiz kaldılar. Anıların, şimdi eskisinden daha çok değer kazandı. Sözcükler, yazarken taşıdığın ruh halini yansıtıyor. Ölmeden önce, anılarını bana bırakarak sorumluluk yükledin Ağabey. İşte dünya hayatı, doğar- büyür- gidersin. Ne mutlu hayatının her anını senin gibi artı değerlerle dolduranlara.

Yeğenin buldu beni, mesajlaştık. “Meslek sahibi oldum, beni dayım okuttu” dedi. Annem, “boylu poslu Tayyip, ablam demeden konuşmazdın, seni de mi toprağa verdik” diye ağladı. Babam yaşasaydı, sanırım o da hüngür hüngür ağlardı. Babamla aynı yollardan geçmişsiniz, askerde o da muhabereci imiş. Yaşamınız tam bir film senaryosu olur.

Yazdıkların, toplum aydınlanmasında, kent- köy kültürleri konusunda gelecek nesillere sosyolojik bir kaynak olacak. Siyaset arenasının, bu gün yaptığı yanlışlarını görebileceği bir ayna.

Saygı değer komşumuz, baba dostu, kıymetli ağabeyim, sen yazılarında yaşayacaksın. Ben de paylaşmaya devam edeceğim. Ruhun ŞAD, mekanın NUR olsun…Yaşar SARIKAYA

Anne tarafından 120-130 yıl (annemin annesinin babası Hasan Kalfa 1850-1880 arası İstanbul’ dan köye 9 katırla zengın bır dönüş yapar.( halen kullandıgımız bakır eşyaların bır cogu Hasan kalfaya aıttı,) kendisi oldukca zengın ama Emıne (annemin nenesi) neneme gore yaslı ama zengın bır adammıs aradaki yaş farkına ragmen evlenmışlerdi. Bu evlılıkten annemın annesı Hacer doğmus, Hacer Azız le evlenmış, kendısı Canakkale savasına gıdıp donmeyecek,esı Hacer de 20yaslarında ılk cocugu olan annemı dogurup verem hastalıgına yakalanarak 20 yaslarında vefat edecekti.

Annemden kucuk bır anekdot: “Annem 2-3 yaslarında ımıs, annesının nerede oldugunu soranlara elıne aldıgı kucuk bır calı parcası ıle yerı kazarak boyle gomduler annemı dermıs.

Annemle babam amca çocuklarıdır. Kuzundayı Mehmetin 3 oğlu, bir kızı vardır: yaş sırasıyle : İsmail(babamın babası),Ahmet (çakır Ahmet dedem,cocuğu yok) ve Aziz dedem(annemin babası. Tek kız olan Havva Pehlivanın Nuri ile evlenir,3 oğul (Rıza,Mevlüt,İsmail) ikide kızı olur(sıdıka,Fatma) Fatma ,halam oğlu Salih Ermişle evlenir.

Annem ve babam her ikisi de yetımdırler. Babamın babası 3-4 yaşındayken vefat eder İstanbulda (1331). Annem ıse hem babadan hem anadan yetimdir. Aziz dedem Çanakkale savaşına gider dönmez.Eşi Hacer anneme hamiledir, annem 2 – 3 yaşındayken annesi Hacer de ince hastalıktan ölür.

Çakır Ahmet dedem ailenin tek erkeğidir. Sorumluluğu çoktur tıpkı Atatürk 25 Mayıs1919 da Samsundan Havzaya giderken küçük tarlasında çift süren bir köylüye:

Efendi düşman Samsuna çıkarma yapacak buraları işgal edecek. Sense sakin sakin çift sürüyorsun” der, köylü dönüp“ paşa paşa der sen ne diyorsun biz 2 kardeştik 3 de oğul vardı, Yemen’de Kafkaslar’da Çanakkale’de hepsi gitti bir ben kaldım ben de yarımım. Evde 8 yetim üç dul karı var hepsi bu sabanın ucuna bakar. Şimdi benim vatanımda yurdumda aha bu tarlanın ucu, düşman oraya gelmeyince benden fayda yok” der.

Ben Çakırdedemin durumunu tıpkı bu adama benzetirim. Evde iki dul 4 yetim vardır. Annem babam ve iki halalarım Saide ve Binnaz, dedem bu nedenle zaman zaman askerden kurtulmanın yollarını aramış ama pek basarılı olamamıs. Babasının (kuzundayı) gözleri amadır, hep dua edermiş oğlum gelsin de canımı öyle al diye Saide halam gözleri görmeyen Kuzundayı dedesının ellerınden tutup gezdırırmıs. Duası kabul olmus olacak kı dedem babasının ölümünden cok kısa bir süre once eve gelır ve babası vefat eder.

Bu yıllar Kırım, Balkan, Kafkas Çanakkale ve Kurtuluş Savaşları peş peşe bitmek bilmeyen savaşlardır. Herkes askerlıkten kurtulmanın yollarını arar. Kimse can güvenliği ve sağlık sorunlarından dolayı toprağı işleyemez, Havva nenem öküz ile eşeği eşleyip nasıl çift sürdüğünü kıtlık yıllarını nasıl atlattıklarını ağlayarak anlatırdı. Kısacası bu yıllar Anadolu topraklarının yakın tarihlerde gecırdıgı en kotu gunlerdır.

Burada bıraz Çakır Dedemi tasvir etmeye çalışayım. Çakır dede uzun iri yapılıca, güler yüzlü, neşeli, hoş sohbet kimseyi kırmayan beyaz sakallı noel baba gibi, aynı zamanda pehlivan hem eski hem yeni Türkce bilir. Yeni Türkce’yi askerde öğrenmıştir. Askerliğini jandarma karakol çavuşu olarak yapmıştır. Çok güzel sesi vardır kıraeti kahir denen hüzzama benzer bir makam ile çok iyi kuran okur, dınleyenler ağlardı. Aynı zamanda çok iyi bir dua ve mevlüthan idi. İnsanları kıramazdı gelip muska yazdıranlar ve hastalarına okutanlar çok olurdu. Bir kaç donem muhtarlık yapmıştı. Çalışkandı, hayatı severdi pipo içerdi, yaşamının sonuna kadar da içti. iki evlilik yapmıştı ikisinin adı da Havva idi, hiç birbirlerini kıskanmazlardı çok iyi geçinirlerdi ,birisi şekercinin İzzet’in kızı, Kadir hoca İbrahim’in kız kardeşi yani Şuayıp, Mahmut ve Mevlüt’ün halaları, diğeri ise Usta köyünden amcası bekçinin kızı Havva idi. İkisinden de çocuğu olmamış. O nedenle annemle babama öz evlat, bizlere de öz torunundan daha iyi ilgilendiler.

Baba tarafından Ismaıl dedem ıse Istanbul’da Unkapanın’da evı varmıs daha sonra yanan evın arsasını Kuzuboğ satıp parasını dedeme göndermıs, gelen parayla bir at heybesı alınmış, ayrıca daha sonra elıme gecen bır belgedende anlasıldıgına gore İsmail dedem birinden yer almıs. Bu belgede dedemın ıkametının Unkapanında” beylık ahuru”,meslegı de” arabacı başı” olarak gecıyor. Yıne babamdan ve halamdan dınledıgıme gore : Ismaıl dedem, babam ve halalarımı (saıde ve Bınnaz halalar)3-4 yaslarındayken alıp koye getırıp bırakır kendısı Istanbul’a döner oradan cepheye gider, askerden hastalanıp tebdil hava ile yani hasta raporlu istanbul’a doner ve orada vefat eder.

Takrıben 1915-1916. Yıne babamların Istanbul’dan koye donusu ıle ılgılı bır anektot:”Hayrıye ebem(babamın annesı) 3 cocuk kendısının babam,ve ıkı halalarım bırde annem 4 yetımle yoksul erkeksız savas yıllrında zor yasamını surdururken Bınnaz halamı cocuk yaslarda (10-15) ıken Gerzeye gelıp gıderken yolda konakladıkları bır tanış evı olan Gerdeme köyünden kör Kazımlara bogaz tokluguna bırakır. Halamı buyutup daha sonra evın bekar kör oglu ıle evlendırırler.20-25 yaslarında ıken vereme yakalanıp vefat eder

1972 yılında Kefevi Yüksekkaldırımda bir arsa aldım. Yüksekkaldırım sokaktaki bu arsanın alınmasıyle yaklasık bır asırdır(benim bilebidiğim kadarı) yoksulluk, öksüzlük, öy yaşamına ve eğitimsizliğe mahkum olmuş bir ailenin kaderi değişmeye, çark tersine dönmeye başlayacaktı.

Ailenin şehirli olabilmesi, çocuklarımın şehirde eğitim ve ikametlerini sürdürebilecekleri bir mekanı oluşturacak olan arsa, şehırde okula gıdebılmelerı,benım çalısırken dısardan devam ettığım eğitimim azda olsa bildğim İngilizce, guvenlı olmasada bir işimin oluşu tutunma noktalarını sağlamlaştırmış modern aılenın temellerı atılmıstı.

Ne var ki ailenın tümünü köyden kurtaramadım,annem babam köyde yalnız kalmışlardı.Önce kardeşim Fahri daha sonrada kız kardesim Zülfiye ilerlemiş yaşıyle (28gıbı) 1976 de karşısına çıkan Metin Dogantuğ ıle evlenir. Bu evlılıkten Meral ve Zühal doğar(daha sonra 2005 lerde eşinden ayrılır kızlarıyle yaşamını sürdürür.).

Kardeşlerim Fahri ve Zülfıye’nın evlenerek koyden ayrılmasıyle annem babam köyde yalnızdırlar, Annem gelmek ister, fakat babam köyden ayrılmak istemez taki 1982 de annemin pankreas kanserine yakalanarak köyü bırakması ile babamın da köy mücadelesi bitmiş olur.

Babam annemın vefatı ıle yanıma geldı 2001 de vefat edinceye kadar yanımda kaldı (belki bir yıl İstanbul’da kardeşlerimin yanında (daha çok Zülfiyede) birkaç ayda ablamın yanında kaldı bunun dışında hep birlikte yaşadık, ilerde yeri gelince bahsedeceğim. Yaklaşık 18 yıl babamla birlikte oturduk keşke bir o kadar daha birlikte olabilseydik. Bu arada babam ve annemle ilgili olarak Zülfıye’nin yardımlarını da göz ardı etmek mümkün değil. Özellikle annemin hastalığında bakımı hep onun sırtındaydı.

Babam, hiç ele düşmedi desem yanlış olmaz.3 gün gibi kısa bir sürede hastalanıp vefat etti. Barsak yapışması oldu. Samsun Tıp fakültesine götürdük, acil ameliyata alındı, maalesef masadan kalkamadı.

20 Haziran 2000 de 89 yaşında hakkın rahmetine kavuştu. Babam az konuşan, kimseyi eleştirmeyen oldukça sakin yapılı çok az sinirlenen yediğini içtiğini hesaplı ve sabırlı yapabilen işini yavaş ama iyi yapan bir insandı.

İsmail dedemden az da olsa bahsettik ama onun eşi yani babamın annesi Hayriye hanımdan hiç bahsetmedik. Hayriye hanım evde dikiş diker, kocası İsmail dede Unkapanı beylik ahurda arabacı başı Sandalcıoğlu İsmail Ağa’dır. İsmail Ağa savaşa gitmeden önce 3 çocukla eşi Hayriye hanımı(Kuzalan koyünden Hamitin kızı) köye bırakıp gider. Çanakkale savaşında hastalanıp tebdil-i hava ile İstanbul’da Unkapanı’ndaki 4 katlı evine döner . Kısa süre sonra da vefat eder. Mezarının nerede olduğu bilinmemekle beraber, Ortaköy’de Yahya efendi türbesinin yanındaki mezarlıkta olduğu söylenir (kaynak Salih Ermiş o da pehlivanın Rıza dan duymuş babam oraya gidip mezar ziyareti yaparmış.)

Hayriye hanım bir süre sonra aklını yitirir. Ablamın Havva nenemden duyduğu bir anekdot; “Hayriye hanım aşağı köyden pınardan güğümü doldurup başının üzerinde ezgiler söyleyerek su taşır getirdiği suyu “Ahmet le İsmailim susamış su isterler” deyip suyu yere boşaltır, su taşırken:

“Unkapanı dönüm dönüm

Gelin dostlar halimi görün” diyerek ezgiler söylermiş. Eşi ölmüş, Un kapanındaki 4 katlı evi yanmış, üç çocukla kıtlık ve sefalet içinde Dudaş köyünde yaşam mücadelesi vermiş.

Babamdan duyduğum bir anı: İsmail dedem savaşa giderken Hayriye hanım eşini uğurlamak için çocuklarını da yanına alıp beş çamlara (köyün tepesi yayla) kadar çıkar İsmail ağa bir müddet uzaklaşınca geri dönüp seslenir “ Hayriye, tavanda bir davul gönü vardı çocuklar yalın ayak gezmesin çarık diktir” der. Babam bunu çok iyi hatırlardı ve anasının sırtında olduğunu bu tabloyu hiç unutamadığını kendisinde derin iz bıraktığını söyler ve her anlatışında gözlerinden yaşlar akardı.

Kurs yavaş yavaş yoluna giriyordu. Ancak bu işin bir de ekonomik boyutu vardı, çalışmak para kazanmak gerekiyordu. Ablamlarla birlikte onların yanında kalıyordum ekonomik katkıda bulunmam gerekiyordu. O yıllarda her iş insan gücüyle oluyordu, bütün inşaat ve hafriyat işleri hep kas gücüyle yapılıyordu. Amelelik yapmaya başladım. İş seçmiyordum ne bulursam koşuyordum. Kum çakıl yükleme boşaltma iskeleden gemilerden Çimento, demir boşaltma kosterlere gemilere tomruk yükleme ne bulursan her işi yapıyordum. Gündüzleri pek vaktim yoktu gece tuvalet için uyandığımda baş ucumdaki gaz lambasını açıp kitabıma göz atar bir süre okuyup tekrar uyurdum. Boş vakitlerimde küçük fişlere bir tarafında İngilizce bir tarafını Türkçe yazar cebime koyardım. Kazma kürek çalışırken arada bir cebime elimi atıp bir fiş şifalartır İngilizcesini ve Türkçesini bakıp tekrar diğer cebime atardım böylece hem çalışıyor hem de kelime ezberliyordum. Bu arada kursdaki diğer arkadaşlarla diyaloglarım oluştu. Bazıları yüksek öğrenimini tamamlamış bazıları lise mezunu idi. Bir çoğu gramer biliyor pratik öğrenmek için geliyorlardı. Mesela Özer Gürbüz, hakimlik sıtajı yapıyordu. Özer Gürbüz daha sonra hakim savcılık ve milletvekillik yaptı. Kısa bir süre sonra kursta en başarılı öğrenci oldum. Başarım mecburiyetten kaynaklanıyordu, başka hiçbir tutunacak dalım yok, mutlaka başarmalıydım. Bir başka yolum daha vardı gidip köyün birinde köy imamı olabilirdim. O yıllarda yeterince imam hatip mezunları yoktu. Bizim köyde yetişen hocalar Bafra taraflarına gidip yıllık İmamlık yaparlardı , Bu da çok muteber bir meslekti, ben ise bu işi çok fazla sevmiyordum, onun için ne yapıp yapıp başarmalıydım İngilizce işini..

Kitaplarımızı Robert hoca Amerika’dan Getirtmişti. Let’s learnEnglish diye tamamen ingilizce bir kitaptı. Haziran 1965’te okullar kurslar kapandı ben de köye gittim, hasat orak harman işlerini bitirip Ekim ayında Kurs başladı ben de Sinop’a döndüm. Bu arada Robert hoca ya Kuran okumayı öğrettim ondan sonra kuranın tercümesini yani Arapça öğrenmek istediğini söyledi, ben Arapça bilmediğimi söyledim kendisini müftüyle tanıştırdım, müftü bir süre Arapça dersi verdi. Bazen Robert’in evine gidip Kuran okumayı öğretiyordum o da bana İngilizce öğretiyordu, bazen bana derdi sen çok güzel kuran okuyorsun, melodi li bir oku da dinleyelim derdi, ben de 1 sayfa kuran okurdum dinlerdi ama Müslüman olma gibi bir eğilimi yoktu, kuran okumayı ve Arapçasını öğrenmişti. Colombia Üniversitesi edebiyat bölümü mezunuydu , Amerika’ya dönünce Harvard’da araştırmalar yaptı daha sonra Chicago Üniversitesi’nde Türk ve İslam araştırma profesörü olarak görev yaptı Türk edebiyatına önemli eserler kazandırdı, Kaşgarlı Mahmud’un Divan’ı lugatı Türkü’nü revize etti , Evliya Çelebi sözlüğü ve Seyyah-ı Alem Evliya Çelebi’nin dünyaya bakışı kitaplarını yazdı. Daha sonra emekli olup Philadelphia‘ya yerleşti. Konferans için Türkiye İstanbul’a geldi. Birkaç kez de Sinop’a beni ziyarete geldi; ben Amerika’ya gittiğimde 2014 yılında evini aradım eşi bir konferans için Hollanda’ya gittiğini söyledi, görüşemedik .

Yıl 1965 son baharı idi başlangıç için pek fena sayılamayacak kadar Çat pat İngilizce konuşabiliyordum , TOLEYİS Türkiye otel lokanta eğlence yerleri işletmesi Sendikası pilot uygulama olarak sigortanın inşa ettiği lüks oteli, turistik otel de denir, Amerikalılar yeni otel derlerdi, işletmeye açıldı, TOLEYİS Sendikasının turizm okulu da vardı, okuldan mevzun olan öğrenciler bu otelde uygulama yapıyorlardı, denize sıfır, şehir kulübünün ve Atatürk Anıtı’nın karşısında beş yıldızlı oteli aratmayan donanımı vardı. Yeni açılmıştı 1965 yılında; otele müracaat ettim İngilizcemden dolayı beni resepsiyona aldılar ama yeterli deneyimim olmadığı için önce gece vardiyesina verdiler daha sonra birkaç ay sonra gündüze geçebildim. Otele gireli 5-6 ay olmuştu 1966Haziran‘da her şey iyi gidiyordu, işimi de sevmeye başlamıştım , bir gün otelde kalan fotör şapkalı Teksaslı bir Amerikalı resepsiyona gelip bana good morning how are you‘den sonra do you want to work radar dedi ben de düşünmeden evet dedim, o zaman hadi gidelim dedi aldı götürdü beni. iş için gerekli evrakları yaptırıp gel dediler, motorlu araçlar bölümünde Dispatcher yani araç sevk memuru pozisyonu boşmuş, orada çalışanın askere gitmesi ile boşanan pozisyona aldılar beni. Şimdi geriye doğru bakınca şöyle düşünüyorum: dede ile torun farklı zaman ve mekanda benzer bir kaderi yaşıyorlardı, 1905 tarihli Osmanlıca Türkçe yazılmış bir noter senedinde İsmail dedemden(babamın babası) bahsederken, kapan-i dakıyk da mükim arabacıbaşı Sandalcıoğlu İsmail ağa diye bahseder(kapani dakik=unkapanı demektir). Bu belgeleri tercüme etmek için Osmanlıca Türkçe sözlük aldım biraz uğraşmıştım. Yani demek istediğim dedem o dönemde bir tür arabacılık yapmış 60 yıl sonra torunun da yaptığı benzer bir işti. Tabi Amerika’nın gelişmiş sistematiği uygulanarak. Araç istemeye yetkisi olan Amerikalı telefon edip araba istiyor ben de görev kağıdını imzalayıp şoföre verip arabayı sevk ediyordum, bu pozisyonun İngilizcesi dispatcher pratikte tercüman derlerdi. İngilizce okuma yazma iyiydi fakat pratik kulak dolgunluğu yoktu, bu yüzden bazen ilginç şeyler yaşıyordum .

Bir anekdot : Amerikalı postanenin önünden telefon etti : I have a dead battery dedi bunun türkçesi arabanın aküsü bitmiş arabanın aküsü ölmüş demek ti, ben bunu arabada bir ölü var şeklinde anladım, bu iki cümlenin söylenişi birbirine çok benziyordu. şoförlere böyle tercüme ettim; bekleme salonunda ne kadar şoför varsa hepsi postanenin önüne gitti, döndüklerinde bana : “senin bileceğin İngilizce diye saydırdılar” bu tür olaylar beni motive ediyordu aslında, daha çok çalışmalı bir an evvel İngilizce öğrenmeliydim sadece kulak alışkanlığı kazanmam gerekiyordu. 1966 Haziran 1967 Haziran 1 yıl böyle geçti, bir yıl sonra Temmuz 67’de askere gittim

69 Temmuz’da askerlik bitti Sinop’a geldim, radara iş yerime çıkıp askerliğimin bittiğini işe ihtiyacım olduğunu söyledim. Şu anda boş pozisyon yok dediler biz sana haber veririz dediler. Orak zamanı idi orak biçiyorduk köyde daha orak bitmemişti askerlik biteli henüz biray olmamıştı. Sami eniştem Sinop’tan bana haber vermek için köye geldi, telefon yok mektup yazsan 10-15 günde ulaşır başka yolu yoktu. Radardan işe çağırdılar seni dedi, tarlada orağı bıraktım aynı gün çıkıp geldim Sinop’a , evrakları tamamlayıp işe basladım. Aynı bölümde farklı bir pozisyondu o bir tür katiplik idi.

70 – 71 yılları ailenin zor yıllarıydı, ben de Sofya da, karı koca ikimiz vereme yakalanmıştık, Sofia köyde üşütme ve zor şartlar sonucu zatürreye vereme çevirmiş ben de aynı şekilde askerde Etimesut da nöbette üşütmüş on gün Ankara’da hava hastanesinde zatürree tedavisi görmüştüm daha sonra Sinop’a gelince buna bir de sefalet ve üzüntü eklenince ben de vereme dönmüştü .

Dört çocukla 6 nüfuslu bir ailenin sorumluluğu vardı sırtımda , köydeki anne baba da işin cabasıydı , Bir akşam gece yarısı nöbetten eve geldim bir öksürükle beraber boğazımdan bol miktarda kan gelmeye başladı. Sofya ile birlikte moralimiz dibe vurmuştu. O yıllarda devlet hastanesinde iki veya üç doktor vardı, dahiliye hariciye belki bir de doğum. Rahmetli deli Bedri dahiliyeciydi evinde özel muayene yapardı, ancak dürbünden bakar, seni tanırsa o gün de iyi günü ise kapıyı açar, muayene esnasında bir şey söylersen hemen kızar muayeneyi yarıda bırakır ya da reçete yazmazdı . Eşimle ikimiz gittik muayene olduk, bizi Kastamonu’ya verem Senatoryumuna göndermek istedi. Biz gidemeyiz dört tane çocuğumuz var dedik, reçete yazdı verem savaş dispanserinden İlaçları iğneleri aldık, ben de hastalık iznini yani rapor alıp köye gittik. iki üç ay kadar köyde kaldık düzelmeye başladık, aylarca hap kullandık biraz toparlandım .

Askerden kalan sadece kötü hatıralar değildi, iyi şeyler de olmuştu o asker ocağında. İngilizce bildiğim için şubeden askere gitmeden sınıfım belirlenmişti telsiz Tanol mors öğrenip telsiz operatörü olacaktım . Telsiz oparatörlüğü iyi geçerli meslekti , aslında gemilerde iş bulunabilirdi , deniz yollarında devlet demir yollarında iş imkanları vardı. 1967 yılının 20 Haziranı gibi iş yeri ile ilişkimi kesip ayrıldım, bir ay sonra askere gidecektim, askere giderken gidene kadar köyde işlere yardım etmeliydim, yakında Temmuz başı gibi orak dere kışlada başlar sonra köyün çevresi daha sonra yayla, en zoru da Derekışla’dan sap taşımak, hasat edilen ekinleri taşımak. Derekışla ile köyün arasındaki yol oldukça dik %50 eğimli , belki daha fazla, bu yüzden kağnı arabası Çalışmaz at eşek ve sırtınızda taşıyacaksınız Bazıları harmanı Derekışla da döver Samanlığa samanı koyar mahsülü köye getirir, samanı gerektikçe köye taşır, fakat bizim Derekışla da harmanımız ve samanlığımız yoktu.

Askere gitmeden bir ay önce iş yerinden ayrıldım Amacım köyde ota orağa yardım etmek idi. Askere gitmeden önce bu sapları köye taşımalıydım. Temmuz ayı dere kışlanın dik yokuş yolu at ve sırtıma yüklenerek iki gün gel git sapları köye çıkardım. Hayatımda yaptığım en zor işlerden biri idi, köydeki tanıdıklar anneme kızmışlardı ertesi gün askere gidecek çocuğa bu iş yaptırılır mı dediler. Başka seçenek yoktu. Herneyse sülüsümü gidiş biletimi şubeden aldım Samsun’dan trene bindik Kütahya ya gideceğiz , tren Sivas da arıza yaptı, oradan bazıları bekledi biz bir kaç arkadaş otobüsle gitmeyi tercih ettik Kütahya’ya, O gece Kütahya’da bir otelde konakladık ertesi gün saçları kestirip birliğe gidip teslim olacaktık , berberde saçları kestirirken iki inzibat geldi kapıya dayandı, bizi götürüp birliğe kurbanlık koç gibi teslim ettiler, böylece askerliğe başlamış olduk. Bir hafta eğitim yapmıştık ki, bir gün bölük komutanımız Üsteğmen, aranızda İngilizce bilen var mı dedi Ben ve bir kişi daha çıktık, bizim geçmişimizi sordu, Amerikan üssünde alıştım dedim sen dedi her şeyi techizatı nöbetçi çavuşuna teslim et bölükte postam olacaksın dedi. Çok iyi bir haberdi bu benim için, bir gün eğitimden yırtmak nelere değmezdi , İki ay kalacaktık burada. bölük Komutanı Kurmay sınavlarına hazırlanıyormuş İngilizcesi de yetersizdi. Sinop dan İngilizce kitaplarımı istedim boş zamanlarında İngilizce çalışıyorduk, askerlik kolaylaşmıştı benim için, yaklaşık bir ay geçmişti, bir gün bütün birlikleri alayın önünde topladılar, önemli bir açıklama yapıldı, İngilizce bilen varsa ayrılsın şöyle geçsin. Bütün bölüklerden İngilizce bilenler ayrıldılar ben de ayrıldım. 100 150 kişi vardık, daha sonra bizi hızlı bir şekilde ön elemeye tabi tuttular, 7 kişi seçildi ben de vardım bunların içinde , bize bölüğünüzle ilişkinizi kesin en kısa zamanda ilk trenle Ankara’ya gidin dediler. Aynı akşam trene bindik ertesi gün Ankara’da idik, nereye gittiğimizi niçin gittiğimizi bilmiyorduk, Hava Kuvvetleri Komutanlığına teslim olduk.

Brüksel’e her birlikten bir kişi gidecekmiş kara deniz ve hava birliklerinden birer kişi, kısa süre sonra genelkurmay karargah binasında hava deniz kara birliklerinden gelen yaklaşık 20 kişi sınava tabi tutulduk, birkaç gün sonra sınava giren subaylardan birini gördüm komutanım ne oldu sonuçlar belli oldu mu dedim; bana senin İngilizcen iyi ama tahsilin yok ilkokul mezunusun, kolej mezunu birini göndereceğiz Brüksel’e Nato karargahına dedi. Ne yapalım dedim içimden Dudaş’ da kolej vardı da gitmedik mi, kısmet değilmiş dedik. 10-15 gün hava kuvvetleri Komutanlığı nda kaldık, daha sonra , Sinop askerlik şubesinin belirlediği telsiz kursuna katılmam için İzmir Gaziemir muhabere eğitim tugayına gönderildim.

1967’nin son baharı Eylül sonu Ekim başı gibi İzmir’e ilk gelişimdir, Basmane’de otogarda otobüsten inip Gaziemiri buldum Devrelerime yetiştim, henüz kurs başlamamıştı kısa süre içinde mors kursu başladı. 20 kişiydik kursta. Tam dört ay mors kursu gördük, kurs sonunda sınav yapıldı, sınavı geçemeyenler geri hizmetlerde kullanılacak telsizci olamayacaktı , kurs birincisine Çavuş rütbesi takıldı, o bendim , ikinci de onbaşı oldu. Gaziemir‘de işimiz bitmiş bizi Etimesgut’a gönderdiler, dört ay da orada on parmak daktilo öğrettiler, klavyeye bakmadan kulağına gelen mors harflerini daktiloyla ortalama dakika 100 harf veya rakam olarak kaydedebilir duruma geldik, telsiz operatörü olmuştuk sonunda biz sekiz on kişi, Ankara Gölbaşında o günlerde Amerikalılardan yeni devir alınan bayrak garnizonuna gönderdiler bizi.

Bayrak Garnizonu Haymana ovasının ortasında yüksekçe bir mevkide kurulmuş küçük pırıl pırıl bir küçük Amerikan şehri gibiydi, Sinop’taki radarın benzeriydi, biraz daha büyük ve teşkilatlı idi, üssün kuruluş amacı dinleme yapmaktı, bir tane bina vardı adına operasyon binası denirdi, orada bir sürü birimler vardı morskripto telem Teleks faks vs . biz telsizcilere nöbet yoktu sadece 8 saat operasyon binasında çalışıyorduk . Ekibin yarısı Astsubay yarısı biz erlerden oluşuyordu , aramızda as üs ayırımı yoktu arkadaş gibiydik onlarla. Hep beraber Çevrim istasyonlarını dinliyorduk. GES genelkurmay elektronik Servis Komutanlığına bağlı bir birlik, diğer birliklerinden ayrıcalıklı, yemekhanemiz koğuşumuz ayrı idi. operasyon binasındaki bilgiler kimseyle paylaşılmayacaktır. Bu bilgileri paylaşmak askeri suç sayılırdı telsizciler operasyon binasına girmeden önce memleketinde güvenlik tahkikatı yapıldıktan sonra GES kartı çıkarılıp ondan sonra operasyon binasındaki göreve başlayabiliyorduk. Arkadaşımızın bir tanesi İzmirli Melih, güvenlik soruşturma raporu bozuk geldi , anneannesi Rum imiş , çocuk boşuna kurs görmüş oldu, görev vermediler, geri hizmetlerde görevlendirildi. Ben Yunanistan’da Kavala diye bilinen bir yerde bulunan Yunanlılara ait telsiz istasyonunu dinliyordum; bazen şifreli beşli gruplar halinde rakamlar, bazen İngilizce açık metin ama gerçek anlamından farklı, 8 saatte kaydettiklerimizi toparlayıp kripto odasına teslim edip nöbeti devredip çıkardık ertesi gün nöbet saatine kadar uyku istirahat gazinoda çay kahve kibrit kutusu Çevirme oyunu, güzel geçiyordu günlerimiz. Sekiz on kişilik bir grubumuz vardı, kurs başından İzmir’den beri beraberdik. Hepsi de lise mezunu veya yüksek okul terk idi, hukuk iktisadi ticari ilimler akademisi işletme vs . İçlerinde bir tek ilkokul mezunu ben vardım ve çavuş rütbem vardı. Bu grupla birlikte olmam benim hayatımda çok olumlu etkiler yaptı. Bana, senin gibi adam nasıl ilkokul mezunu kalır, sen orta liseyi rahat bitirirsin sen de o kapasite var, burada zamanda var biz sana yardım ederiz dediler. Bu teşvik üzerine Ankara’ya şehir iznine çıkıp ortaokul kitapları aldım, doğru söylemişti arkadaşlarım, onların da yardımıyla bir yılda askerlik bitmeden Mamak ortaokulundan ortaokul diploması almıştım. Askerlik sonrası yakalandığımız verem hastalığı ve Sinop’ta sıfırdan yuva kurma mücadeleleri biraz yoluna girmişti. Kesintiye uğrayan lise bitirme derslerine başlamanın zamanı gelmişti artık. Ortaokula göre biraz daha zordu geometri üslü kemiyetler vs. bunlar benim için yeni kavramlardı, yardım almak gerekiyordu. Liseye giden arkadaşlar edindim, çoğu Gürcü idi. Meydan kapı. Kıbrıs caddesinin köşede terzi Ekrem Ercan’ın dükkanı vardı Gürcü öğrenciler çok gelirdi dükkana, hepsi liseye gidiyorlardı, onlarla tanışıp onlardan yardım alıyordum. Terzi Ekrem’in abisi Eyüp’ün oğlu Ali Ercan benim asker arkadaşımdı, bu vesileyle Ekrem’i tanımıştım, devamında ömrümüzün sonuna dek arkadaşlık ve diyaloğumuz devam etti onlarla.

1975 yılı baharında liseyi bitirmiş aynı yıl üniversite sınavlarına girmiştim. 417 puan almıştım iyi bir puandı, Ankara hukuk dahil bir çok üniversitelere girilebilirdi bu puanla. Ama hepsinde devam mecburiyeti vardı, yaşım henüz 29 idi, ama dört çocukla altı nüfuslu bir ailenin sorumluluğu vardı. Ayrıca iyi de bir işim vardı kaybedemezdim , bırakamazdım işimi Yoksa ailenin geleceği karanlık olurdu. Çocukların hepsi de okula gidiyordu , bu koşullarda işi gücü bırakıp okula gitmek mümkün değildi benim için. Devam mecburiyeti olmayan okul yoktu o yıllarda. O zamanlar açık öğretim diye bir kavram yoktu. Bir tek Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstütüsü bünyesinde Ecevit Hükümeti’nin 1974 yılında kurduğu sevk ve idare Yüksekokulu vardı. kaymakam müdür gibi mahalli idare yöneticileri burada kursa tabii tutulup görevlendiriyorlardı. Müfredat çok geniş yelpazeli idi anayasa hukuk psİkoloji iş idaresi büro yönetimi ekonomi ,iktisat ,Türkiye’nin toplumsal yapısı, olasılık matematik gibi daha hatırlayamadığım bir çok dersler vardı. Matematik hariç hepsini sevmiştim her birini okurken heyecan duyuyor, sanki yeni bir dünya ile tanışıyordum. Matematik sevmeyişim de temelim olmadığındandı. Yazışmalı öğrenciydi bizim adımız, bir eğitim döneminde 3-4 mektup gelirdi okuldan, kitapları ve kaynakları anlatır sınav tarihleri, yerleri ve sınav sonuçları, bunun dışında okulla aramızda bir iletişimimiz yoktu.

Üçüncü yılın sonunda sınav hakkım dolmuş ve yüksek matematik içeren olasılık dersini verememiştim. Böylece okulla ilişkim kesilmiş oldu. Aradan beş yıl geçti 1983’te parlamentodan bir af çıktı tekrar müracaat ettim ama, yine geçemezdim bu dersi. Yüksek matematik gerektiriyordu, bende hiç birisi yoktu. Tevfik Çavdar hoca giriyordu bu derse, sınavdan iki gün önce Ankara’ya gidip hocanın Yenimahalle’deki bir sitede bulunan evinin kapısını çaldım. Sağ olsun, beni içeri aldılar. Anlattım kısaca hayat hikayemi; Dudaş’tan Ankara’ya uzanan yolda neler yaşayıp neler başardığımı. hikayemden etkilenmiş olmalı ki , hoca üç soru soracağım dostum dedi, ikisini çözümleri ile birlikte verdi. Böylece teşekkür edip ayrıldım. iki yıllık önlisans bölümünü bitirmiştim. Benim yüksek okul macerası da böyle sonlanmış oldu.

DEVAMI VAR………..

 
 

Etiketler: , , , , , , , , , , ,

PRAG’DA SİNOPSPOR ATKISI

11.01.2021-Şafak SARIKAYA

PRAG ve KAFKA

Sinop Spor Atkısı Prag’da

Prag’a daha önce gelmemiştim. Fazla zamanım yoktu, yine bir iş için gelmiş ve kısa zaman ayırmak zorundaydım.Prag, eski Çekoslavakya’nın bugünün Çek Cumhuriyeti ya da Çekya’nın başşehri. Birçok yere de yakın. Prag’da iken eski çalışma arkadaşım olan Gabor’u da görmeyi ihmal etmedim. Ona bir Sinopspor kaşkolu hediye ettim. Hatta farklı ülkelerden çocukların okuduğu okulun etkinliğine bile katıldım(1.resim), Gabor’un çocukları da orada okumaktaydı. Kendi ülkeniz dışında tanıdık bir sima görmek çok iyi gelmişti bana.

Prag’a geri dönersek, ilk görülmesi gereken tarihi Saat Kulesi’nin de yer aldığı Eski Şehir Meydanı yani Old Town Square (Staromestske Namesti (Old Town Square)). Buraya ayak basıp da o turist kalabalığının içine karışana kadar siz kendiniz de Prag’a gelip gelmediğinize emin olamıyorsunuz, o derece. Önce bi’ o Asyalı turistlerin arasında kalıp hepsinin fotoğraf karelerinde ölümsüzleşin, sonra anlarsınız. Eski Şehir Meydanı’nda mutlaka görülmesi gereken yerler, Astronomik Saat ve kule ile Tyn Kilisesi. 15. yüzyıldan kalma işlemeleri, eski meclis salonu, Çıkma Pencere Şapeli gibi bölümlerini görmeden ayrılmamanızı önereceğim yapının en ilgi çekici bölümünü ise 14. yüzyılda yapıya eklenen kulesi ve üzerindeki Astronomik Saat oluşturuyor.

Tyn Kilisesi ise, yapım süreci 14. yüzyılın ortasında başlayıp 16. yüzyılın ilk yıllarında tamamlanan Tyn Kilisesi, Âdem ve Havva adlarını taşıyan 80 metre yüksekliğindeki ikiz kuleleri ve Gotik dış mimarisiyle kentin en görkemli yapılarından biri olarak gösteriliyor. (3. ve 8.resim)Charles Köprüsü (Bridge):Prag’da gezilecek yerler listemizde şehir simgesi olarak kabul edilebilecek yer 516 metre uzunluğundaki Charles Köprüsü.(4.resim) Burası Old Town Meydanı tarafı ile kalenin bulunduğu tarafı bağlayan pek çok açıdan görmeniz gereken bir nokta. 1342’de yaşanan sel felaketi sırasında ağır hasar gören Judith Köprüsü’nün yerine yapı, IV. Charles’ın emriyle 1357-1402 yılları arasında inşa edilmiş. Yapılmasını emredenin adıyla anılmaya 1870’de başlanan köprünün her iki yakasında savunma amaçlı kuleler bulunuyor. Ayrıca üzerinde Hz İsa’nın yanı sıra aziz ve azizelerin betimlendiği 30 heykel yer alıyor (bir tanesi muhtemelen Osmanlı olmalı) hem de kulesine çıkabiliyorsunuz. (5.resim)Köprüden karşıya geçip sağa, Kafka Müzesi’nin olduğu noktaya doğru yürüdüğünüzde aşağı doğru inen bir yol göreceksiniz. Bu nokta tam olarak Vltava Nehri kenarında ve Charles Bridge View Point diye geçiyor. Köprüyü fotoğraflamak ve kaz saldırısına uğramak için iyi bir nokta. Evet kazlar biraz agresif.

Franz Kafka, tuhaf veya sürrealist ön yargılarla ve anlaşılmaz sosyal-bürokratik güçlerle karşı karşıya kalan izole kahramanlara sahip eserlerinde, yabancılaşma, varoluşsal kaygı, suçluluk ve saçmalık temalarını keşfetme olarak yorumlayan, 20. Yüzyılın en önemli edebiyatçılarından biri, Kafka aynı zamanda sigortacı, meslektaşım yani.

40 yaşında veremden ölmüş (03.06.1924)“Dayanılmaz olan aslında yaşam değilmiş, insanlarmış.” Ve “ Her şeyim tastamam. Sadece bir daha kendime ihtiyacım var.” Gibi tanınmış sözler ona ait.Kafka Müzesi:Kafka’nın hayatı ile ilgili daha fazla bilgi almak istiyorsanız doğru adres burası. Kafka’nın yaşamını, Prag’ın Kafka ve yazdıkları üzerindeki etkisini, hatta yazarın kendi el yazısı ile yazılmış notlarını ve çalışmalarını görebilme imkanınız bile var. Kafka müzesi bilindik müzelerden farklı bir müze. İçeride daimi sergi bulunmasına rağmen genellikle Kafka’nın mektupları, kitapları, taslaklar, notlar gibi eşyaları sergilenmekte. İçerisi oldukça karanlık ve kasvetli bir ortam. Tül üzerine yansıyan görüntüler ve ilginç müzikleri ile kendinizi bir Kafka romanının içinde hissetmeniz mümkün.

Müzeye geldiğinizde Milena’ya yazılan mektupların orjinallerini görmek ilginç. Bu ikilinin hikayesi ise şöyle; Kafka, Prag’da bir dost meclisinde gazeteci Milena Jesenska ile tanışıyor ve O’ndan öykülerini Çekçe’ye çevirmesini istiyor. Bu çeviriler sırasında ise Viyana’da yaşayan ve o sıralarda evli olan Milena ve nişanlısı olan Kafka birbirlerinden etkileniyor ve aşık oluyorlar. Daha sonra birbirlerine hem yazdıkları yazıları göndererek hem de aşklarını anlatarak oldukça etkileyici mektuplar yazıyorlar.Müze’de merdivenlerden indiğinizde bambaşka bir bölüm karşılıyor bizi. Burada duran ve arada bir çalan telefon ahizesini kaldırdığımızda muhtemelen Almanca olan bir ses duyuluyor.

Eğer ilginizi çekerse Prag’ın en dar sokağı olan U Luzickeho Seminare adlı sokak o kadar dar ki, sokağın bağında ve sonunda trafik lambası var. Bu şekilde aşağıdan ve yukarıdan aynı anda insanların sokağa girmesinin ve ortada bir yerde kilitlenmesinin önüne geçilmiş.Prag Kalesi:Yürümekten yorulmadıysanız, Kampa Island’da biraz soluklandıktan sonra St. Nicholas Kilisesi’ni de şöyle bir görüp Prag’ın en güzel sokaklarından biri olan (ki bu şehirde bu oldukça iddialı bir laf, düşünün o derece) Nerudova Sokağı üzerinden kaleye doğru yukarı çıkın. Prag Kalesi’ne görüyorsunuz. Burada görmeniz gereken St. Vitus Katedrali, St. George’s Bazilikası, Old Royal Palace gibi pek çok nokta var. Ayrıca aşağıda bahsedeceğimiz Ulusal Galeri’nin 6 lokasyonundan biri de burada yer alıyor. Son olarak Golden Lane’i de gördünüz mü burayı büyük ölçüde keşfetmiş olursunuz. Golden Lane, zamanında Kafka’nın 22 numaralı evde yaşadığı, tarihi oldukça eskilere dayanan pek şirin bir sokak.45 hektarlık alana yayılan ve içerisinde tarihi saraylar, ofisler, askeri yapılar, bahçeler, dini yapılar barındıran arazisi sayesinde dünyanın en büyüklerinden birisi olarak anılan Prag Kalesi, Premysl Hanedanı tarafından 9. yüzyılda inşa ettirilmiş. Geçmişte Bohemya Krallığı’nın ve Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’nun yönetim merkezi olarak kullanılan gösterişli yapının bir bölümü, günümüzde Çekya Cumhurbaşkanı’na tahsis edilmiş.Aziz Vitrus Katedrali, Ülke yönetimini devralan kral ve kraliçelerin taç giyme törenlerine sahne olmuş, bazılarının ebedi istirahatgahı konumundaki Aziz Vitus Katedrali, 1344 yılında inşa edilmeye başlanmış. Yaklaşık 600 yılda tamamlanabilen katedral Neo-Gotik ağırlıklı olmak üzere Rönesans ve Barok tarzları kullanılarak inşa edilmiş.

Petrin Tepesi ve Gözlem Kulesi:15. yüzyılda üzüm bağları ile ünlenen Petrin Tepesi, 1825 yılında halka açılmış. Her yıl 1 Mayıs’ta Pagan ritüelleri ile ilgili kutlamaların gerçekleştirildiği 300 metre rakımlı tepeye yerel halk ve gezginler hem temiz havası hem de manzarası nedeniyle gelmeyi tercih ediyor. (10.resim)1891 yılında hizmete alının füniküler aracılığıyla ulaşabileceğiniz yükseltinin üzerinde Aynalar Labirenti, Strahov Stadyumu, Açlık Duvarı, Karel Hynench Macha Heykeli ve Aziz Laurentius Kilisesi gibi görülmeye değer yapı ve eserler bulunuyor.Tabi ziyaret edilecek birçok yeri barındıran tepeyi manzara izlemek için gelenlerin ilgisini daha çok Petrin Tepesi Gözlem Kulesi çekiyor. (Burada öğrenci değimi için gelen Türk öğrencilerle karşılaştım, biraz sohbet ettik.)Strahov Manastırı ve Strahov Kütüphanesi , Letna Park , Dancing House, Mucha Müzesi, Zizkov Bölgesi, Karlin Bölgesi, Kampa Adası, John Lennon Duvarı, Mala Strana diğer gezilebilecek yerler arasında.Jaroslav hasek’in ünlü roman kahramanı Aslan Asker Şvayk (Svejk) resmini de gördüm.(12.resim) Karlovy Vary’ye gidemedim zamanım olmadı.Gezebileceğimiz nice güzel günlere…Sağlıcakla Kalın!

1- https://gezipgordum.com/prag-gezilecek-yerler/2- https://oitheblog.com/2017/07/17/pragda-gezilecek-yerler/3- https://gezente.com/franz-kafka-muzesi-prag/https://tr.wikipedia.org/wiki/Franz_Kafka

 
 

Etiketler: , , ,

ZEYTİNLİK VE KADINLAR DENİZİ

13.12.2020-Şafak Gündüz SARIKAYA

ZEYTİNLİK

İki arkadaş sahilde yürüyordu. Biri:

-“İstanbul’dan yoruldum, bu telaş, keşmekeş, kalabalıktan sıkıldım. Daha sakin bir yaşam istiyorum. İnsanların bitmek bilmeyen hırsları hepimizi yordu, iş hayatının yoğunluğu da üzerine tuz biber oldu” dedi.. Arkadaşı ise gülümsedi:

 -“Hayrola? “ diye soran gözlerle baktı ona.

-“Ben aslında öyle bir şey istiyorum ki dostum:

Ortasındayım denizin,

Tam ortasında

Ellerim başımın altında

Öyle uzanmışım suya

Başımın üstünde uçuşan martılar

Hep telaş içindeler

Kanat çırpıyorlar mutlulukla

Oh ne rahat

Ne şehrin gürültüsü var

Ne keşmekeşi

Ne bir yere yetişmeye çalışanlar,

Ne de hava kirliliği.

Aklıma hiçbir şey gelmiyor.

Tam ortasındayım denizin

Dalgaların sesi kulağımda,

Ruhuma işliyor melodisi

Ne klakson sesi ne de insanların acelesi,

Hiç biri yok.

Oh ne rahat!

Tam ortasındayım denizin

Tam ortasında

Tam da istediğim bu.”

Arkadaşı:

– “Bugünlerde nefes alabilmemiz bile mucize. Abartmıyor musun, biraz dinlensen iyi gelir, herkes bundan etkileniyor” diye karşılık verdi. 

 “Abartmak mı, çocukluğun memleketimde geçmiş olsa böyle demezdin. Çocuktum, her yaz günü Kadınlar Denizinde yüzerdik. İnanır mısın bilmem, denizin altını ezbere bilirdik. Nerede kaya, nerede kuytu, nerede midye var adımız gibi ezberlemiştik. Sanki haritasını çıkarmıştık”

-“Nerede, güneyde mi? “

-“Hayır, arkadaşım kuzeyde, hatta en kuzeyde Sinop’ta. “

Sonra heyecanla arkadaşına anlatmaya devam etti:

-“O yıllar bilgisayar, cep telefonu yoktu, ama daha mutluyduk. Hayat daha rafine, basit, saf ama güzeldi. Biliyorsun yürümeyi çok severim, Sinop’ta eski Rum evlerinin olduğu tarihi sokaktan yürümeye başlar, Tarzan Kemal’in evinin önünden devam eder ve bir merdivenden zeytin ağaçları ile dolu Zeytinlik mahallesine çıkardım. Bir gün yol üstünde iki çocuğa rastladım. Biri bizim komşumuz diğeri de onun arkadaşıydı. Kahkahaları havada uçuşuyordu. Yanlarında da iki köpek vardı. Gezintiye çıkacağını anlayan yavru köpekler çok heyecanlıydı. Tasmaları, bir ritüel yerine getiriliyormuş gibi törenle takıldı. Çocuklara da sıkı sıkıya tembih edildi. Sakın ha, iplerini bırakmayın!

ESKİ ZEYTİNLİKTEN KALAN “ASIRLIK ZEYTİN AĞACI”

Yürürken yanımdan rüzgar gibi geçtiler. Çocuklardan biri, “bunlar tazı gibi koşuyor” diye bağırıyordu. Diğeri “gibisi fazla, bunlar tazı zaten” diyordu.

Kahkahalar havada uçuşuyor, havaya öyle bir mutluluk yayılıyordu ki, bundan etraftaki herkes etkileniyordu. Dostum o zamanlar böyle küçük olaylardan bile mutlu oluyorduk. Mutluluk havada bir virüs gibi yayılıyordu. Ben ve çevredekilerin saf ve bozulmamış bu mutluluktan etkilenmemesi mümkün müydü?

Sinop zaten mutluluk şehri değil mi? Şehir o zaman dikine mimariden etkilenmemişti.  İçtiğimiz su, yediğimiz meyve sebze daha temizdi. Yüzdüğümüz deniz daha berraktı, insanlar cana yakındı. Şimdi maskesiz dolaşamıyoruz, aramızda da mesafeler var.

Zeytinlik o zaman zeytin doluydu, sevgi doluydu. Yılların bize bıraktığı tarihi mirası koruyamadık; o ağaçların yok olmasını da, engelleyemedik. Zeytinliğe çocukluğumuzu gömdük, masum hayallerimizi sakladık.”

Arkadaşı sıkıldı, itiraz etti:

“Boş ver bunları köpeklerden bahset, ne oldu?”

“Tazılar önde, çocuklar arkada nefes nefese yürekleri ağza gelmiş bir biçimde koşuyorlardı. Papatyalar arasında uzaktan hala kahkahaları işitiliyor, yanlarından geçenler, uçurtma uçuran çocuklar da onların haline gülümsüyordu. Sinop’ta yer inciri denen kaynanadili, Zeytinlik’ te zeytin ağaçlarının arasına sanki özenle serpiştirilmiş gibiydi. Çocuklar nefes almak için mola verdiler. Romalılar döneminden kalan zeytinyağı imalathanesinin tarihi kalıntıları üzerine oturdular. Bu arada Sinop, eskiden dünyaya deniz yoluyla zeytinyağı ticaretini yapan bir şehirdi. Zamanla zeytin ağaçları yok oldu, kültür kayboldu.

Çocuklar tarihi kalıntıların içinde dolandılar ve bir müddet gözden kayboldular. Ben de Kadınlar Denizi’ne doğru yol aldım.”

İki arkadaş bir müddet daha konuştular sonra vedalaşıp ayrıldılar. Aslında her iİkisi de büyük şehir yorgunuydu…

ŞGS

 
2 Yorum

Yazan: 13 Aralık 2020 in ŞAFAK SARIKAYA ANILAR

 

Etiketler: , , , ,

BABAMIN ANILARI

31 Ağustos 2020

Takip edenler için, anılara kaldığımız yerden devam ediyoruz. Bu ülke insanı, savaşlar ve yokluklar dönemini dibine kadar yaşamıştır. Biz bu günlere, bu insanlar sayesinde geldik. Köyde de kentte de yokluklar peşini bırakmadı bu insanların. İnsanca yaşamak herkesin hakkı. 

ANILARA DEVAM

Teskere geldi ben eve döndüm. Ev eski tas eski hamam. Evde karı yok, çocuk yok. Babam bana git karını çocuğunu getir dedi. Çıktım evden, gittim babalığın yanına. Evde bir sakinlik var. Ben kaynanam neden gelmiyor dedim, babalığım bir şeyler mırıldandı, ama ben bir şey anlayamadım. Meğer kaynanam rahmetli olmuş. Haberim yoktu. Hatta kaynanam için askerden izinli gelirken bir ilaç tavsiye edilmişti, almıştım. Ben ilaç fayda etti desinler diye beklerken, babalığım sen bizimle dalgamı geçiyorsun demez mi?

Sonra karım ve çocuğumla eve döndük. Geçmiş ortaya dökülüyor sen haklı ben haklı. Ben bu işe kesin çözüm bulacağım dedim. Karımla konuştum. “Anlaşalım, ben dışarı gideceğim, buralarda durmam. Sen de razı isen tamam”. Hanım için zor olsa da, anlaştık. Ben artık zaman kolluyorum, babamı da düşünüyorum. İşleri kuruluğa alayım, her şeyi bitireyim öyle gideyim diye. Gizli gitsem babam beni fena yapar diye korkuyorum. Korksam da sonucuna razıydım.

Bir gün merdiven başında oğlum 2 yaşlarında var yok, önünde serili bir yaygı var, oğlum bu yaygının başında un gibi ufalanmış kırıntıları topluyor. Varlıklı bir aileyiz, iş çok. Hanım ya tarlada, ya ahırda, ya ağaç tepelerinde. Çocuğun bu hali beni çileden çıkardı.

Bu işin şakası yok dedim, benim buradan gitmem lazım. Yol da bilmem ama, ya Allah Bismillah dedim bu defa kararım Bafra’ya doğru. Yeni cumada asker arkadaşım var, ondan yardım alırım diye düşünüyorum. Düştüm yola, kimseye nereye gittiğimi söylemedim, babam sıkıştırır yerimi öğrenir diye gizli tuttum. Arkadaşımın köyüne ulaştım, gece orada kaldım. Sabah olunca şose yoldan Makas’a gittim. Orada başka birileri de vardı, bir taksi geldi hemen atladım önüne beni götür diye. “Nereye dedi”, “Bafra’ya hiç gitmediğim bir yer”dedim, “neden gidiyorsun” dedi. “Çalışmaya” dedim.

Adam arabasına aldığı gibi hem aş hem de iş verdi. Doğruca beni fırına götürdü, al sana iş dedi, ekmek de var. Yatacak yer de gösterdi. Atalarımız doğruyu söylemiş.

“Düşün deli gönül düşün felakettir işin” misali köyde mizahlı bir amca vardı. Adamın biri kışın kar bastırınca ticaret yapmak için borç harç bir beygir satın alıyor. Düşüyor yollara Vezirköprü’ye geliyor, köy odasında misafir oluyor. Beygiri ahıra bırakıyor. Daha sonra ahıra gidiyor ki beygir ölmüş. Ah vahtan sonra oturup düşünüyor, düşün deli gönül düşün Vezirköprü’de nedir işin. Beygir alınır mı kış ortasında parası peşin” der dururmuş.

Sadık bey benim patronum. Para pul konuşmadan işe başladım. Odun kes, su taşı, her işi yapıyorum. Çok geçmeden beni ekmek satışı yani kasaya verdi. Baktı gördü ki işler iyi gidiyor, başka bir iş yeri daha açtı. Ben gene iş araştırıyorum.patronun gazetelerini okuyorum. Gazetede ilan gözüme çarptı, PTT  imtihanı ama ilk okul diploması lazım. Ben hemen Milli Eğitime gidip durumu müdürlüğe anlattım. Adam da Gerzeli  değil mi? Samsundaki imtihana imkan sağladı, sonucu sonradan bildiririz dedi.

İşime geri döndüm, diplomamı alırım diye bekliyorum. Bir gün iş yerime babalığım çıka geldi. Köy ile irtibatım kesik ne oldu ne bitti bilmiyorum. Bazı fırsatçılar Cafer karısını bırakıp askerlik yaptığı yere gitmiş, karısını köyü terk etmiş demişler. Fırsatçılar Kezban’ın babasının erkek çocuğu yok, malı mülkü için fırsat düştü diyen çok.

Babalık “biz perişanız” demez mi. Beklenmedik bu haber karşısında sarsıldım. Bir kişi değil 3-5 kişi benim köyü ailemi terk ettiğimi söylemişler. O da benim gibi gizlice gideyim derken babama yakalanmış. Babam bana veryansın ederek, babalığıma öfkesini kusmuş.  Babalık babamı alttan alıp sakinleştirmeye çalışmış.

Daha sonra o da Yeni Cuma’da benim taksiye bindiğim yerde aynı insanlarla karşılaşıyor “yahu senin anlattığın kimse burada birisiyle anlaştı adam onu arabasına aldı Bafra’ya fırında çalışmaya götürdü” diyorlar. Kayın peder beni bulunca bana demez mi “ulan baban beni ne hale soktu. Sanki her şeyden haberim var sandı. İnsanlar alacağız kaçıracağız diyorlar, gel karına sahip çık” dedi.

Ben her şeyi yüzüstü bıraktım, Köye döndüm.  Gene Kezban ana evindeydi, onu eve getirdim. Çalışıp gidiyoruz, bir ara Zonguldak’ta çalışan komşum Şükrü izin alarak köye gelmiş ben hep fırsat kolluyorum. Bu sefer kafamda Zonguldak var.

Cafer Sarıkaya -ANILAR

 
Yorum yapın

Yazan: 31 Ağustos 2020 in Cafer Sarıkaya ANILAR

 

Etiketler: , , ,

CAFER SARIKAYA ANILAR

30 TEMMUZ 2020-BİLKE

ASKERLİK

18 yaşımda evlendim, cicim ayların devamında sıra geldi vatani göreve. Asker olup evden ayrıldım. O zamanlar elbiseyi askerlik şubesi veriyordu. Potinler dar geldi ve ayaklarımı yara yaptı. Tam da Gerze’nin panayırı idi. Şube askerleri toplayıp vapurla yol verecekti. Elbiseyi giymeden önce 1-2 gün Gerze’de kaldık. Panayır olduğu için Gerze’nin bütün sokakları plak ve davul zurna sesleri ile yıkılıyordu. Benim isteyip de hiç görmediğim bir manzara. Tam tamamına özgür olmuşum ve kendimi müziğe kaptırmışım, şarkı türkü ne çalarsa söylüyorum. Tanıdıklardan bazıları beni görmüşler ve Cafer’e ne olmuş sanatçı gibi sokaklarda türkü söylüyor diyorlarmış.

Neyse  bu coşkulu hava çok sürmedi, şube bizi Tarı vapuruna bindirdi.  Vapur İstanbul’da askerlerle dolmuş. Trakya, Ege, İstanbul derken askerleri toplayarak Karadeniz’e açılmış ve hep birlikte gidiyorduk. Bütün kamaralarda askerler balık istifiydi. Vapur şehir kasaba geçse de hiç bir iskeleyi geçmiyor. Her yere uğruyorduk. Gel zaman git zaman 3 günlük yolu bir haftada varabildik. Trabzon’a 3. Orduya ait olan askerleri indirdiler. Değirnmendere mevkiinde, 3 gün içtima eğitim ve talim atışlarını yaptık.Eline silah almayan bir kişi olarak hedefi tam vurdum. Çok güzel bir Türkçesi olan bir Amerikalı subay vardı, bana “hedefi tam vurdun aferin ” dedi ve bir paket palmel sigarası verdi. Evde sandığa koy çok güzel kokar dedi. Eğitimin sonunda 45 gün sonra bizi sınıflara ayırdılar. Benim sınıfım aslında piyadeydi. Başarı gösterdiğim için muhabereye aldılar.

Değirmendere’de Boztepe mevkii bambaşka koskoca bir alandı. 143. Piyade alayı,çok kalabalıktı. Yemek ve yatak işleri,temel ihtiyaçlar zordu, tuvaletimiz bile yoktu. Kepçe geliyor, boş bir alana uzunca bir ark yarıyor, gece olunca asker buraya tuvaletini yapıyordu. Asker içine düşmesin diye su matarası misali içi gaz yağı dolu gaz lambası bırakılıyordu. Su yoktu taharet yapılmıyordu. Çamaşırlarımızı tatil günü derelerde yıkıyorduk. Bir gün hiç unutmadığım bir dönüş ve çıkış olayı ile karşılaştım. Tabaklarımız elimizde yemek için kuyruktayız. Elimdeki tabak dörtgen alüminyum, 20-15 cm ve tel saplarını elle tutuyoruz. Kuyrukta beklerken arkadaki biri elindeki dürülü çamaşırlarını benim aşıma attı. Atan kişiyi gördüm. Ben de ona elimdeki tabağı attım. Bir de üzerine çullandım. Çocuk fena halde ağlıyor. Ne de olsa köylü delikanlıyız, ufak tefeğim ama yaptığının altında kalmadım. Çocuk şehirli, anasının kuzusu ben hem tabağı attım, hem de üzerine çullandım. Çocuk ağlıyor da ağlıyor. Sivaslı uzun boylu çavuş beni ve çocuğun ağladığını gördü. İkimizi de koğuşa götürdü, arkadaş ağladığı için bana dönüp “ulan burasını dağ başımı sandın” diyerek destekleme bana bir salladı ama gözlerimde şimşekler çaktı. Askerde yiyip de unutamadığım asker dayağı buydu.

Değirmendere ve Sarıkışladaki eğitim sonrası kalabalık asker grubuna muhabere kursu verdiler. Ne kadar kaldığımı hatırlamıyorum, ama orada da büyük oranda başarı aldım ki kursun sonunda beni Erzurum’daki uzman çavuş kursuna ayırdılar.  Erzurum’a gitmeden önce kaledeki kursumuz esnasında telli telsiz hatlar nedir hiç öğrenmedik. Kuru pil sulu pil öğrenmedik, usta asker bizim gibileri bulunca hiç eğlenmeden durur mu. Usta askerler acemilerin eline mikrofonu veriyor cereyan akımına bağlıyordu. Bu sefer acemi askerin elleri titremeye başlıyor, usta olanlar da gülüşüyorlardı. Ben usta olunca hiç kimseye öyle şaka yapmadım. Ve de takılmadım.

Burada başarı göstermeme rağmen takım komutanımız üsteğmen Ali Rıza İleri hem beni severdi hem de üsteğmen Şevket Kuleli benimle samimi diye sık sık bana tokat atardı ama bana fotoğrafını verdi. “Cafer biliyorum  bu fotoğrafımı sana veriyorum beni sevmen için değil bana küfür etmen için veriyorum demişti”.  Üsteğmen Şevket Kuleli ise Rizeli bir subaydı, adam beni çok severdi. Alayda ün salmıştı, büyük küçük Şevket Bey diye tanınır sevilirdi, hiç kimseyi  de takmayan birisiydi.

Kalede beni hatlı muhaberede başarı gösterince hatsız muhabere yani mors kısmına ayırdılar. Burada öyle ilerledim ki tabur komutanının telsizine verdiler. Manipleyi öyle kullanıyorum ki dakikada 80- 100  üzerinden alma  ve gönderme yapabiliyorum. Bu başarımın sonucu 3. Ordudan tek kişi olarak Erzurum’daki kursa gönderdiler. Erzurum’un kavak denilen yerde yatıyor, yemeği de kursun mareşal hastanesinin  yanındaki kurs binasında görüyorduk. Bir yandan 1. 2. ve 3. Ordulardan seçme gönderilen kursiyerlerin sayısı 50-60 kadar olduk. Kurs hocalarımız çok iyi kimselerdi bizlere şanslı olduğumuzu söylüyorlardı. Kurs tamir atölyesi çok değişik genel anlamda tamirat ve tadilat montaj işlerini yürüten bir yerdi. Kursumuz devam ederken bir gün kurs hocamız bizi topladı, “çocuklar çok üzgünüm atölyeyi Erzincan’a kaldırıyorlar, sizleri de kıtalarınıza  gönderiyorlar” dedi. Kursun istikbalini iyi gördüğüm için ben babama mektubumda o zamanlar Kore’ye asker gönderiliyor gidebilr miyim diye babama sordum. Babamdan gelen cevap görevini bitir ve köye gel oldu. Köyden benim ayrılmamı kesinlikle istemiyordu. Öyle  olunca kurs da dağıldı Kore’ye gitmeme de izin olmadı.

Bulunduğum kıtadan iyi bir telsizci olmam nedeni ile beni Artvin’e göndermek istemediler. Yazı ile durumu bildirdiler. Oradan gelen cevapta ise onbaşı Cafer”in sınır alayına ve sınır alayının dokunulmazlığı olduğu için kıtamda kalamayacağımı bildiren cevaptan sonra beni Artvin’e gönderdiler. Oraya gidince bazı eski arkadaşlarda karşılaştım. Havamız gayet iyi, iyi kötü bir de onbaşı rütbesi var. Bir de bana bonservis vererek, direk santralde görevlendirdiler. Havadaki durum ve rahatımız Trabzon’dan çok daha iyi. Bir ara Rus sınırındaki arkadaşların günleri bitmiş tezkereleri gelmiş. Onlar başkaları ile değiş olacak. 1 asteğmen 1 çavuş ve bir onbaşı 15-20 tane askerin yer değiştirme görevi bizlere verildi. Dağ taş düştük yollara seyyar mutfak var, her türlü ihtiyaç yanımızda. Tam bir askeri disiplin içinde yol alıyorduk. Dağa sapınca gece yolu şaşırdık. Zifiri karanlık, önümüzü zor görüyoruz. Köpek ve horoz sesleri dinliyoruz. O da yok. Nihayet sola doğru bir ev bulduk. Yol soruyoruz Gürcüce biliyorlar, zar zor anlaşabildik. Nihayet karakola varabildik. Rus sınırında Diyaban karakolunda askeri değiştirdik.

Askeri koğuşumuz şehre yakın muhit küçük 211. Sınır alayının tabur bölükleri ve karargahın  tam teşekküllü alayı biz şimdi muhabere bölüğündeyiz. Bölük komutanımız yüzbaşı Cavit Tunç  üsteğmen Şevket Kuleli takım komutanı, üsteğmen Ali Rıza İleri. Ben Ali Rıza üsteğmenin takımındayım. Adamın benimle arası hiç yok. Çok tokadını yedim. Sonradan öğrendik sebep Şevket Kuleli Rizeli ben de Karadenizliyim, adam kopuk mu kopuk efe hiç kimseyi takmıyor, beni de çok seviyor. Diğer subaylar nöbetlerinde hep ders yaparlar, askerler sevmezlerdi. Rizeli komutana gelince çağırır çalgıcıları sabaha kadar vur paylasın çal oynasın askere moral verirdi . Ali rıza ise bu adama çok gıcık olurmuş. Ali Rıza üsteğmen bana fotoğrafını verirken “ikimiz de birbirimiz sevmiyoruz, bu fotoğrafı bana küfür etmen için veriyorum”derken komutana kızdığı için sanki hıncını benden çıkarıyordu.

Trabzon’da da  asker arkadaşı olduğum bir terzi vardı.  Yüzü sanki Zeki Müren’e benziyordu. Arkadaş hem terzi hem de güzel bağlama çalıyordu. Ben Artvin’e gelince gene karşılaştık. Bana da yeni elbise verilmişti,elbise bol geliyordu. Ona elbiseleri düzeltmesi için verdim. Ama düzeltmeyi bırak adeta ilgi çekici bir vaziyette yapmış, beni görenler kıyafetime imreniyordu. Neyse bir sabah eğitimine çıktık, mola verildi ben bir kenarda ayaklarım üstünde çömelmiş vaziyette iken bizim üsteğmen asteğmen ve bir de yüzbaşı bana doğru geliyorlar. Ayağa kalkıp selam durdum. Yüzbaşı başımdan kepi aldı kendi başına koydu. Şevket üsteğmene soruyor nasıl yakışıklı mıyım diye. Biraz eğlendiler ve “sana bu elbiseyi kim dikti “diye sordular. Ben de söyledim, o arkadaşla birlikte onun istediği saatte üsteğmenin huzuruna geldik. Arkadaş çok korktu. “Ulan bu elbiseyi sen mi diktin” dedi, “evet komutanım” dedi. “Derhal aldığın parayı geri ver” dedi Benim de kıçıma dayak vurdu. Biz çıktık. Ama ben de o elbiseyi öylece eskittim. Ama terzi çok güzel diktiği için herkes kıyafetini ona yaptırdı.

Sonra Şevket Bey beni izine gönderdi, izinden önce oğlum Mehmet’in dünyaya gelişini komşumun oğlu Şükrü’den öğrenmiştim. Evde karım çocuğum var biliyorum, eve geldim yoklar. Onlar eve geldiler, benim de iznim bitti. Asker ocağı bana uğurlu geldiği için rahatım  çok iyiydi. Çok kilo aldım, izinden dönünce iskelet gibi geri döndüm. Şevket komutan beni seviyor hediye beklermiş. Tilkilik kaşında ben kotra  nedir nereden bilecem.

 

29 Mayıs için tiyatro hazırlandı. Önemli rol için beni seçtiler, çok mutluydum. Başarı ile tiyatromuzu gerçekleştirdik

Nihayet teskere geldi ve ben eve döndüm. Ev eski tas eski hamam. Evde karı yok çocuk yok. Hanım babasının evine gitmiş. Babam bana git karını çocuğunu getir dedi. C.SARIKAYA

 
 

Etiketler: , , ,

KENDİ GÖÇTÜ NOTLARI KALDI

11 Temmuz 2020- BİLKE

CAFER SARIKAYA ANILAR

Günün birinde baş müfettiş okulunuza gelmişti. Bizim de tam paydos saatimizdi. Topluca paldır küldür dışarı çıkarken  ben müfettiş beyi gördüm. Onun ilgisini çekmek geldi aklıma. Gözüne girmek istiyordum. Çünkü okumam için yardımı olacağını düşünüyordum.

Üzerine tir tir titrediğim yeni çantamı arkadaşın birine uzatarak nazik ve kibarca ”arkadaşım lütfen çantamı tutar mısın” diye çantamı arkadaşa uzattım. Bu hitap karşısında müfettişten beklediğimi almıştım. O da bana “çocuğum kimin oğlusun sen” dedi. Benden önce arkadaşlar “Şuayıp ağanın oğlu” diye cevap verdiler. Bana tekrar tekrar “aferin” dedi, “çocuğum sen akıllı birisin bizler yardımcı olalım seni Kastamonu öğretmen okuluna gönderelim” diye devam etti. Müfettiş, bizim öğretmen ve babamla konuşmuşlar. Ama oracıkta kalmış hatta babam konuşulanları bana da söyledi. Ama ne çare ki ilerisini okumayı bırak, beşi bitirip okul diploması bile alamadım. Yıllar sonra Bafra’da çalışırken diploma gerekti. O zaman Bafra İlköğretim Müdürlüğünden almıştım. Sırası geldiğinde bu konulara değinirim. Çünkü Bafra’ya kaçışım da ayrı bir maceradır.

Bu yazdıklarımın hepsi gerçek, hepsini acısıyla tatlısıyla yaşadım. Yaşım şimdi 70’e gidiyor, bu anılar hala aklımdan çıkmıyor. Maksadım kimseyi suçlamak değil. Zamanla babam da bizleri sevdi ve hepimiz için sevgi doluydu. Rahmetli Mahire kardeşimiz çok küçüktü. Onu kucağına alıp sever ona türküler söylerdi. Benim anam yok, o zamanlar babam beni de sevse ne olur diye içimden geçirmiştim.

Gene hiç unutmadığım bir olay da babamla çifte gitmiştim. Öğle vakti olunca hem hayvanlar hem de biz acıkmıştık. Babamın yiyeceği ayrı olurdu. O yiyeceğini önüne alıp yiyor ben de yiyeceğimi kendi önüme alıp yiyordum. Bir ara bana içimden gülme geldi, kendimi tutamıyorum. Babam “ne var da gülüyorsun” dedi.  Ama ben kendimi tutamıyorum, sürekli gülüyorum.  Oturduğumuz yer biraz yüksekti. Kayadan doğru aşağıya inen soğanı bahane ettim ” soğan yuvarlandı da ona gülüyorum” dedim. Babam beni dövmedi ama çok kötü azarladı.

Değirmen arkası dediğimiz tarlamız vardı. Ben deha çok küçüğüm, babam beni ve  Mehmet abimi tarlaya götürdü. Tarlanın sağında solunda temizlenmesi gereken çalı çırpı  ağaçlık ve ormanlık vardı. Köyde bu işe kökleme deriz. Biz köklenecek olan ağaçları kökler tarlayı temizleriz. Alanlar daha evvelinde temizlenmediğinden,tarlada toprağın içinde bayağı derinde bulunan kayaların temizlenmesi gerekirdi. Bu işleri abim ve ben yapmaya çalışırdık. Bir seferinde hiç  unutmuyorum tarlada bulunan büyükçe bir kayayı çıkarmaya çalışıyoruz . Tarlada biraz bayır büyük küsküler yardımıyla tam yarım gün uğraştık. Bu uğraşıdan sonar kayayı aşağıdaki dereye yuvarlamalıydık. Kayanın büyüklüğü su değirmen taşından da büyüktü. Uğraşa uğraşa küskülerle aşağıya doğru iterken kaya birden yuvarlansın mı. Mehmet abim kayanın üzerinde kaldı, kaya gittikçe süratleniyor. Neredeyse abimi altına alıp ezecek. Ben abim ölecek diye bağırıyorum. Babam ve benim yapabileceğim bir şey yok. Ben ağlıyorum, bağırmaya devam ediyorum. Neyse ki abim bir yolunu bulup atladı.ve kendini kurtardı. Çok şükür deyip tehlikeyi atlattık.

 
 

Etiketler: ,

PANDEMİ VE DOĞANIN SENFONİSİ

28 HAZİRAN 2020- BİLKE

DOĞAŞafak GÜNDÜZ 

Doğa, salgın günlerinde temizlendi, sanki rahat bir nefes aldı. Toprak, su ve deniz kendine geldi. İnsan, sahiplendiği ve kendine ait sandığı bu değerleri ne kadar da hor kullanmış. Pandemi süreci, doğayı insan kirliliğinden biraz da olsa arındırdı. Denizden çıkan maskeler görüyoruz, hala daha akıllanmadığımızı düşünmeden edemiyorum.

  bu güzellik ÇAĞLAYAN KÖYÜ- UZUNÖZ SINIRI ÖRENCİK MEVKİİ

Doğanın senfonisini  duyanlar için, insansız tınılar ne kadar hoş, değil mi?

Bir kumru, sabahın ilk ışıklarında uğultusunu yayar. Doğa’nın senfonisi başlamak üzeredir. Bir karga ağzında ceviz, toprağı eşeler. Koordinatlar hafızasına yerleşir ve işini bitirince uçar gider. Martılar kanat çırpar ve senfoniye eşlik ederler. Yağan yağmur damlaları, değdiği her yerde ritmik sesler çıkarır. Kavak ağaçları, yağmur eşliğinde salınarak bu harmoniye eşlik ederler.  Bu senfoni insansız  ne kadar doğal, insansız bir o kadar da  zararsız sürmektedir. Sular daha berrak, hava insansız daha temizdir. Yunuslar kıyıya yaklaşıp mutluluklarını göstermekte, doğa bizim demektedirler.

Küçük kızını uyutan bir annenin sesi duyulur ve bu senfonid.

“Çamlıbel’den çıktım yayan,

Dayan yüreğim dayan.”

Bir baba, küçük oğlunun saçlarını okşarken,iç duyuşları  ahenkle senfoniyle buluşur.

Herkesin duymadığı bu sesler, işitenler için bir ayrıcalık olmalı. Kim bilir bazıları da hastalıklı bir ruh hali gibi de görebilir.

İnsanlar bir virüsle eve kapanmış ve maske ile sokağa çıkabiliyorken, doğa nefes alıyor ve kendini yenileyebiliyor. Tehlike kapıyı çalmadan önce, insan tedbirini alabilseydi. Doğayı incitmese,  bu senfoni hep keyifle, hep tertemiz akmaya devam etseydi.

“ Doğa bize mi muhtaç yoksa biz doğaya mı?”

Aşık Veysel’e göre, toprak sadık yar.

Gözümüzü, kulağımızı, gönlümüzü açtığımızda etrafımızda daha nice senfoniler olduğunu fark edeceğiz.

Eski bir Kızılderili Atasözü (Şef Seattle) der ki:

“Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık tutulduğunda; beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.”

ŞGS

 
Yorum yapın

Yazan: 28 Haziran 2020 in ŞAFAK SARIKAYA ANILAR

 

Etiketler: , ,

İÇİMİZE KOR DÜŞÜREN BABA NOTLARI

23 HAZİRAN 2020- BİLKE

Babamın geride bıraktığı notlar okurlarımızdan ilgi gördü. Devamı yok mu diyenler için, köyden kaçmayı planladığı bölümün arkasındaki konuya, onun yazdığı gibi aynen yer vereceğim. Bu gün dünya, gerçek hayat yerine sanal öğretilerin ezberini yaşıyor. Alın terinin akmadığı kazançlar, emeğin karşılığını almadığı sonuçlar, kolayca varlık sahibi olanlar o kadar çoğaldı ki.

O nedenle babamın anıları, insanlarda her hangi bir hikaye etkisi mi, yürek yangını mı, yoksa ihmal edilen Türkiye gerçeklerini mi hatırlatıyor burası düşündürücü? Derneğimizin kuruluşuna temel olan ana neden de bu gerçeklerdi. Ülke  yaşamlarının yok sayılan  gerçekleri üstüne vurulan cilalar, insanların gözlerini bürüyen sanal ışık ve  ana ögelerden uzaklaşmak.

Ülkesinin değerlerini korumak, kaybolan kültürüne sahip çıkmak yerine, geçmişini yok saymak, gösteriş dünyasının cafcaflı rengine  aldanmak, sevgiyi saygıyı kaybetmek.

Baba ellerinle yazdığın bu anılar, yeni nesle  ulaşır mı bilmiyorum. Ama çalışmak, mücadele etmek, tek başına ayakta durabilmek üzerine örnek olacaktır ümit ederim… Yaşar SARIKAYA

Cafer SARIKAYA – ANILAR

Uzun zamandır köyden kaçmayı düşünüyordum. Arkadaşım Osman Sinop’ta Ada’da çobanlık yapıyordu. Annesine mektup göndermiş. Annesi mektubu okutmak için bizim eve geldi. Ben hemen alel acele Osman’ın adresini not ettim. Onu çok çalışkan gördüklerinden köyde senin gibi çalışkan varsa gelsin aman bize getir demişler. Benim bundan haberim oldu, bu işi de kafama koymuştum. Sinop’a gitmek için yol bilmem, param yok,bu sefer yanıma bir yoldaş bulup yola çıkmaya karar verdim.

Zaten okul açıldı, 1-2 ay oldu. Benim işten okula gitmeye imkanım yoktu, okula gidenler de hep evin önünden geçerken  hepsi “okula gelmiyorsun öğretmen sana ceza yazıyor” diyorlardı. Babam gene at üstünde başka köylerde, ben İşi bırakıp da okula nasıl giderim. Okulu seviyorum, gidemiyorum. Sinop’ta valiye gidip durumu anlatmak var kafamda. Okumaya çok meraklıyım, köyden kaçarsam çok iyi olacak.

Aynı zamanda öğretmen, ” Cafer’in durumu çok iyi, Kastamonu’ya öğretmen okuluna gönderelim” diye konuşmuş babamla.  Ama babamın cevabı olumsuz olmuş. Babam köyde yokken fırsat bu fırsat, hemen yanıma Osman Karakaya’yı kandırdım. Osman okumak istemiyor, onun durumu benim gibi değil, o macera arıyor. Onun anası babası onun her istediğini yerine getiriyor. Neyse Osman ve ben evden epeyce ekmek aldık yanımıza ve çıktık yola. Yürü yürü, ta Tilkilik köyünden(Gerze’ye 37 km) Sinop’a yürüyoruz. Derken, akşam üzeri Çiftlik köyüne gelmişiz. Rastladığımız bir gence rica ettik, biz yatak istemiyoruz, başımız kurulukta olsun, bize bir yer bul o bizi samanlığa götürdü. Nereden nereye rastlantının bu kadarı.

Bizim Kabaağaç’tan Emin’in  Ahmet çıkmaz mı?. Bize “işte burası samanlık, başınız kurulukta. Yatın bu gece, sakın ha sıgara filan içmeye kalkmayın,  sonra yangın çıkar başıma iş açarsınız” dedi. Sabah oldu, biz gene düştük yollara. Sora, sora bazı kapılardan da ekmek isteye isteye, öğleye yakın Sinop askerlik şubesine geldik. Askerler eğitim yapıyorlar. Biraz onları seyrettik, akşam üzerine doğru Sinop’ta arkadaşım  Osman’ı bulduk. Ee “Osman gardaş biz geldik”;

“Eyi hoş geldiniz, siz oturun bakalım, ben şimdi gelirim” dedi.

Az sonra bir adamla geldi, adam baktı bize “ikisi de iyi, biri diğerinden ala, hangisi gelirse gelsin” dedi.

Gof gof Ali’nin Osman kalktı ve adamla gitti. Sinoplu çoban Osman “hadi şimdi sıra sende, seni de bir yere bırakacağım” dedi. Ben “vali ile görüşeceğim önce ona gidelim” dedim.

Osman “senin okul, öğretmenlik ve vali işini sonra düşünürüz”dedi. böylece beni de yüzü sakallı ve de karanlık birinin yanına götürdü. Beni görünce yaşlı adam “anamı babamı” sordu. Ben de “anam da babam da yok” dedim. Yıllık ne alacağımı sordu. Ben de “siz bilirsiniz, ben de Osman’ın gördüğü işleri görürüm” dedim. Adamın hoşuna gitmiş olacak ki  “hele bak sen Osman kaç senedir burada her şeyi iyi biliyor, sen de öyle olursan görüşürüz” dedi. Ve ben de orada kalmaya karar verdim. Hemen beni soydular, Allah gani gani rahmet eylesin Münire Teyze sırtımı yıkadı. Giyecek verdiler, beni hemen sofralarına aldılar. İhtiyar dediğim kişi yüzü kara ama ruhu güzellerden de güzeldi.

Onu da rahmetle anıyorum. Dürüst mü dürüst, bana bir kaç gün benden ne bekliyorsa gösterdi. Hiç alışıp görmediğim bir ortam, sanki o evde doğup büyümüşüm evdekilerle hep kaynaştık. Evdeki insanlar çok iyi, iş de öyle köye göre hiç yorucu değil. Büyük küçük herkes beni seviyor. Bir akşam dede, “Cafer oğlum, seninle biraz konuşmam lazım. Bak söyleyeceklerimi yüzüne söylüyorum. Sen bana anam da babam da yok dedin, ama ben senin haberin olmadan adeta gölgen oldum, ne yaptın ne gördün seni izledim. Gördüm ki sen çok iyi aile eğitimi görmüşsün. Senin her yaptığın her tuttuğun benim çok hoşuma gidiyor, her şeyi açık seçik yüzüne konuşuyorum. Sakın ha doğruyu söyle, benim de kendi hesabıma yapacaklarım var. Benim 2 tane oğlum var, biri terzi diğeri şimdi askerde ama okumuş gelince memur olur. Şimdi senin bana vereceğin güvence ile ben de sana yardımcı olayım. Okumuşluğun var eski yeni yazı okuyorsun. Seni ister yeni ister eski hangisini istersen okuturum. Çünkü sen akıllı bir çocuksun, bana söz verirsen seni oğlum gibi sever seni ayrıca evlendiririm” dedi. Bu söz ve durum karşısında bense içimdekini söyleyemiyorum.

“Siz nasıl istiyor nasıl uygun görüyorsanız onu yapın efendim” diyebildim. Baba korkusu her an içimde. Bu Hasan dedenin ise 3-5 sığırı var, başkasının elinde 25-30 danası var. Adada da Asmakaya adı altında şahsına ait, kısmen kapalı, içinde ormanı suyu bulunan bir küçücük çiftliği var. Ben buraya sabah gidip akşam dönüyorum. Ben hayatımdan, evin halkı benden razıyız, güle oynaya bir yaşam sürdürüyoruz. Hasan dedenin hanımı Münire Nene çok temiz, çok hanım bir nine. Terzi olan büyük oğlu Mustafa Abi çok terbiyeli efendi biri. Hanımı Fahriye yenge çocukları hepsi bir başka insanlar. Kızları Hatice, Zahide ilk okula gidiyorlar, Melekse yaşında evde öyle kaynaştık ki, vaktimiz bir araya gelince güle oynaya geçiyor. Hasan dedenin asker olan oğlu, Ahmet Abi o da sakin biri. Benimle beraber çiftliğe gidip geliyoruz. Ta ki sonbahar kış geçmiş, ilk bahar gelmişti. Ahmet Abi ile çiftlikte iken ben koyunları sağmak için elimde bakraç ağıla doğru gidiyorum. Baktım uzaktan 2 adam bize doğru geliyorlar. Ben işime döndüm yeni koyunların sağıyorum, bir ara bir ses oldu, “ulan çoban bize doğru baksana” diyor birileri. Elindeki dayakla da ağılın çitine vuruyor, tak- tak. Ben başımı kaldırıp baktım ki, hiç aklımda yokken babam karşımda duruyor. Karşımda bana da seslenen adam babamın asker arkadaşı Demirci köyünden Çakırın Süleyman. Ben babamı karşımda görünce elimdeki süt bakracı yere düştü, süt döküldü. Başladım ağlamaya “eyvah yine köye mi gideceğim” diye ağlıyorum. O gün Ahmet Abi de yanımda idi. O ise olayların gelişmesine şaşırdı kaldı. Çünkü hiç beklemiyordu.

Ama olanlar oldu. Bendeki şaşkınlığı anlatamam. Hele bir de babama desem ki “köye gelmiyorum” asla kabul etmeyeceği için mümkün yok diyemem. Çünkü babama göre benden çektikleri çok fazla. O, koca bir köyün köy ağası,herkes sözünü dinler, saygı  duyar, benim yaptıklarıma ise  babam sabrediyor. Benden bakarsan farklı, babamdan bakarsan farklı. Ben geliyorum da demiyorum, gelmiyorum da diyemiyorum. Çünkü sonucu biliyorum. Babam kesinlikle dinlemez, sözü mutlaka yerine getirilir. Ben bir yandan ağlıyor, bir yandan da peşlerinden gidiyorum. Bu halde eve geldik. Babam ve arkadaşı ise eve uğramak istemiyorlar.

Ben eve gelince kızılca kıyamet koptu. Ben ağlıyordum ya, bu sefer de bağırmaya başladım. Münire Nine ile Bahriye Yengenin halleri görülmeye değerdi. İkisi de birden “yahu ne oldu bu çocuğa, oğlum yavrum söyle kim ne yaptı sana, niçin böyle bağırıp çağırıyorsun”. Ben artık durumu söyledim. Onlar da olanlar karşısında şaşırıp kaldılar. Hasan dede “yaptığını beğendin mi,sana inandım ve güvendim,onun için de 25-30 hayvanımı el üstünden aldım. Ben şimdi ne yapacağım. Bir de durmuş ağlıyorsun. Vay benim başıma gelene” diyerek haklı olarak bana çıkıştı. Gene de babamları eve davet etti. Misafirim olun dedi, babam ise teşekkür etti ve ayrıldık.

Ben köyün yolunu tuttum,babam da atını demirci köyünde bırakmıştı, o da atını almaya oraya gitti. Böylece bu fasıl da burada bitmiş oldu. Vali ile görüşmem hayal oldu, okumak dersen o da öyle. Gene köye gelmiş olduk. Her şey yine eskisi gibi olacaktı.

Cafer SARIKAYA-ANILAR

 

 
Yorum yapın

Yazan: 23 Haziran 2020 in Cafer Sarıkaya ANILAR

 

Etiketler: , , ,

BABAMA MEKTUP

BABAMA 

1934 ile 23 Aralık 2003  arasına sığan yıllar. Ve sensiz geçen kocaman 12 sene.  Babam, sensiz 13. yıla adım attık bugün. Sen bizden gittin gideli, her an aklımızda ve her an kalbimizdesin. Şunu bil ki yokluğun asla dolmuyor, hiç kimse dolduramıyor. Neler yaşadık, neler ve neleri paylaştık ailece…

Birlikte son gecemizdi, anılarımda saklanan. İyi ki baba ocağına gelip seninle konuşmuşuz. Yılbaşında Ankara’ ya gideceğim diye gelmiştim. Bende alışkanlıktı, il dışına gittiğimde mutlaka sana uğrardım. Eğer uğramazsam telefonla hayır dualarınızı alırdım. Sabah annem arkamdan baktı, Kevser sen Ankara ya gideceksin, yılbaşına kadar gelemeyeceksin dedi. Bende gelemem anne dedim. Bakışları bana bir şeyler anlatmak istiyordu ama ben anlamadım.

Daireye geldim, haberin geldi babam; ambulansla hastaneye kaldırılıyor diye. SSK’ya giderken 10 dk yol bitmedi be babam. Gözyaşlarım gözlerimin içine aktı. Hastaneye gittim, Yusuf orada, ama bana bir şey demediler. Sordum hiçbir şey söylemediler. Erfelek’e gidiyoruz dediler. Gerçeği yolda söyledi kardeşim. Dünyam yıkıldı, etraf karardı. İçin için gözyaşlarım, Sinop’tan Erfelek’e yol oldu. Anlatmama kelimeler yetmez, ifadeler kifayetsiz kalır.

Gelemem dedim ama işe geldim, ama geldiğim gibi de geri döndüm. Bu acıyı sadece yaşayan bilir. Ateş düştüğü yeri yakar diye boşuna söylememişler. Ve o ateş bize düştü. Çok sevenin varmış babam, seni sadece biz sevmemişiz. Seni o kadar çok kalabalık uğurladı ki sevdiklerin. Duymayıp gelemeyenlerin, Mustafa’ya sitem edenlerin haddi hesabı yoktu. Seni niye sevmesinler ki, sen hayata pozitif bakan yaşama dört elle sarılan biriydin. Doktorlar, akciğer kanseri teşhisi koyup her tarafına sarmış dediklerinde, 3-5 ay ömrün olduğunu söylediler ve istediğini yapsın dediler. Ve sen babam, tıbba  bile karşı geldin. Ömrüne verilen 3-5 ay  süreyi uzattın, yaşam sevincin ile 10  yıl yaşadın. Bunu bilip, her an babamız elimizden kayıp gidecek duygusu ile yaşamak ne demektir bilir misiniz? Benim içim paramparçaydı babam, sen yoktun ve gitmiştin…

Baban giderse yaslandığın ağaç çöker ve yıkılır derler. Çok doğru. Sen bizim sadece babamız değil yeri geldi arkadaşımız oldun. Çocukla çocuk, büyükle büyük oldun. Seninle il dışına gittiğimizde rehberimiz olurdun. Türkiyeyi adım adım dolaştığın için, çok bilgi sahibiydin. 5 çocuğunun dördü senin izinde, gezip görmeye devam ediyorlar. Kız kardeşimiz  ise anneme çekmiş, evcimen. Bilirsin annemi evden çıkartmak zordur, evinden çıktığında mutlu olmaz. Annem kendi evinde mutlu, bizler gittiğinde mutluluğu daha da artıyor. Dediğin gibi babam, senin maaşın anneme döke-saça yetiyor. ALLAH başımızdan onu eksik etmesin. Onun mutluluğu ile bizler de mutlu oluyoruz. İyi ki bizlerin babasısın. Babam olduğun için, onur ve gurur duymaktayım. Kaç kişinin babası senin gibi ileriyi görür, yerine göre çocuklarıyla arkadaş gibi olur. Biz öyleydik ve doyasıya yaşadık hep birlikte. Keşke aramızda olabilseydin, torunlarını çocuklarını görebilseydin. Çok mutlu olurdun.

İki torunun Boyabat’ta çalışıyor, yanlarına gider gurur duyardın. Biri Uzm Dr, diğeri bankacı. Düğünlerini de   görmek nasip olmadı sana. Babam, 4 torunun evli ve 2 tane de torunlarının çocukları var. Hakan Ankara da Gn Md lükte, eşi Kültür Bakanlığında.  Sen yaşasaydın ziyaretlerini yapardın, onlara hayattan dersler verirdin. Sen bize paylaşmayı öğrettin. Hasetlik, kıskançlık, harislik öğretmedin babam. Bukalemun gibi yanar döner olmayı işlemedin bize. İnsanlar bile değişken olmuş, tanıdım dediklerimi tanıyamaz oldum. Hilmi YALÇIN’ ın iyi ki kızıyım. Evimizden bolluk-bereket eksik değildi. Hele senin gülen yüzün her zaman aynıydı. Vefat ettiğinde bile yüzün mutlu mesuttu. Bizler ağlarken, sen yine gülüyordun… Bizler yalan dünyada, sen ise hak dünyadasın. Yaşam acı bir o kadar riyakarlıklarla dolu. Zaten sen bunu iflas ettiğinde en yakınlarından kazıklar yiyerek öğrendin. Seninle birlikte biz evlatların da öğrendik. İnsanların işine yaradığın müddetçe iyisin , insanların senden menfaatleri, çıkarları varsa sen bir tanesin, sen değerlisin. Alacaklarını aldıktan sonra değerin koskocaman sıfır olur. Ne demişler; Menfaatler çakıştığında DOST, menfaatler çatıştığında DÜŞMAN bile olabiliyorsun. Hayat acı ve o kadar da buruk. Bizler de bu grafikler içinde yürümeye devam ediyoruz. Gururlu onurlu ve şerefli çocukların olarak senin izindeyiz babam. Ahh keşke hiç gitmeseydin, kalsaydın bizimle, paylaşsaydık tatlıyı ve acıyı… Hiçbir zaman kalbimizden çıkamazsın, sen yetiştirdin bizleri. Dile kolay terzilikle, iğnenin ucuyla kazandın hayatını. Abim Gültekin’i İTÜ’de, beni Sinop’ta, Yusuf’u Sivas Cumhuriyet Ünv. okuttun. Bizler de çocuklarımızı okuttuk, zormuş çocuk okutmak. Sen tek başına bunun üstesinden geldin. Mustafa ise senin yerine geçti, Atalık görevini o yapıyor. Mert ise elektrik bölümünde, Mine kızımızın hedefi ise İstanbul Hukuk. Tuğçe ise İşletmeyi bitirdi babam. Sen bizleri terk eyledikten sonra en son torunun Hilmi Ege’miz geldi. Hem senin adını taşıyor, hem de senin gibi yüzü hep gülüyor. Üstüne üstlük çok ta sıcak kanlı, halam diye boynuma sarılışını görmen lazım.  Ezgi ise Gülsel ablası gibi hedefi Dr. olmak. Mine avukat olmak istiyor. Rabbim okuyanların yar ve yardımcısı olsun babam. Sen yoksun ama bunları biliyorsundur, çünkü senin bizleri izlediğini biliyorum babam. Hele torunlarının çocukları NİLSU  ile ELİF çok tatlı baba.  Keşke sende görebilseydin…

Sen ilkokulu 4 yılda bitirmişsin. Babaannem çok zeki olduğunu söylerdi. Bayram ağanın büyük oğlu olduğun için yanmışsın be babam. Sacın ilk ekmeği yanar derler ya, öyle olmuşsun. Seni okutmamışlar amcam ile kız kardeşini okutmuşlar. Sen ne yaptın, kardeşlerine bile kol kanat gerdin. Esnaf olduğun için kasa ile, çuvalla alırdın aldıklarını. Ve derdin ki anneme” Fatma bunları dörde böl. Bize düşen, babaannemlere, anneannemlere ve Sinop’taki kardeşime diye böldürürdün.  Kardeşim tek  maaş  4 çocuk derdin ve elini kimsenin üzerinden çekmedin. Babadan öte herkesin atasıydın. Herkese koşardın, derman olmaya çalışırdın.  Bir kere iflas ettin ve etrafındaki dağlara karlar yağdı. Biz çocukların olarak sende dahil hepimiz bunun da altından gelmesini bildik. Senin sayende, senin iradenle ve yetiştirdiğin çocuklarınla birlikte tek halka olduk.

Yazacak o kadar çok şey var ki, senin anıların hiç biter mi, bitmez tabi ki. Senin gibi babaya sahip olmaktan bizler hep gurur duyduk. Sen bizleri öyle bir asil yetiştirdin ki, halen bizler senin izinden yürüyoruz. Babandan çok çekmişsin, dedem köy ağasıydı. Çocukluğumdan hatırlıyorum, köydeki evimizde  iş yapan kız vardı, çobanlık yapan bir de çoban. Baban sizleri hep tırpanlamış. Sen bizlere hep birlikte paylaşmayı ve dayak-direk olmayı öğrettin. Bazen kardeşler arasında ufak-tefek şeyler oluyor. Sen olsaydın hiç biri olmazdı. Onlar da olgunlaşacak, geriye dönüp baktıklarında; gülüp geçecekler babam.

Senin gibi   babaya sahip olmak bana mutluluk ve yaşam sevinci verdi. Ve her zaman senin çizginde yürüyeceğiz. Ben kendi adıma, seninle yaşamaktan payıma düşeni aldım. Çok vakit geçirdiğim için kendimi hep şanslı gördüm.  Babam mekanın zaten cennettir. Senin yaptığın iyilikleri kim yapmıştır acaba? Kabrine her daim nurlar yağsın… İlerde seninle hak dünyada buluşana kadar hoşça kal babam. Saygıyla önünde eğilir ellerinden ve yanaklarından özlemle öpüyorum. Gülen yüzün ahret de de hep gülüyordur. Bizler gibi evlatlara sahip olduğun için sende bahtiyardın… Annem çok iyi babam merak etme, Rabbim bizi anamızdan mahrum bırakma, sağlıklı yaşamı olsun…Ha unutmadan söyleyeyim, halen her tarafı kırklıyor, titizliğe devam…

                                              Babama özlemle…       23 ARALIK 2015

Kızın

 Kevser YALÇIN KARADAŞ.

 
1 Yorum

Yazan: 25 Şubat 2019 in GEZİ ANILARI

 

Etiketler: , , , ,