Doğduğum şehirde güneş denizden doğardı, denizden batardı. Adadan başlayıp, garajda biten tek işlek caddesi (büyük olarak) vardı. Çoğunluk binalar ahşaptı. Betonarme binalarda çocuk gözümde lükstüler. Sra sıra dükkanlar meydan kapıdan başlar, garaja kadar giderdi. Garip bir ahşap kokusu olan fırınlardan simit, ekmek kokuları gelirdi. Baston ekmek sonradan girdi hayatımıza. Kucağımıza sığmayan koca yuvarlak ekmekler alırdık. Manifaturacılar (o zaman öyle çok hazır giyim yoktu), tüpçüler. En çok da şehre pazara gelen köylülerin satış sonrası alış veriş yaptığı dükkanlar vardı kale yazısında. İğneden ipliğe tencereden tavaya, baltadan küreğe, kazmadan bele akla gelmeyen şeyler bulunurdu. Teneke teneke gaz yağı, zeytin yağı ( aklımda kalan çiçek yağı yaygın değildi. Ananemin evinde, bizim evde hiç görmedim )
Benim için büyülü bir yerdi o dükkanlar. Kendine özgü bir dokusu vardı. Sanki herşey üstüne geliyordu. Karman çorman. İstenilen şeyi de şıp bulurlardı. Alacağını alan garaja gider, köyünün arabasına biner. Satmadan kazandığıyla da eksiklerini almanın sevinciyle mutlu mutlu beklerdi arabanın kalkmasını.
Garaj bir hengame yeridir. Muavinlerin müşteri çekmek için bağrışmaları renkli görüntü yaratırdı. Mesela ananeme eşlik eder ona yardım olsun diye garaja gittiğimde. Sabahtan beri bişey yememiş insanların üçü beşi bir araya gelip, arabanın yanında serip gazetelerini beyaz ekmek, helva, beyaz üzüm olurdu nevaleleri. Çok şaşırırdım ekmek arası yedikleri helvaya. ( Belki de onlardan kaldı helvayla üzümü sevmem. Helvayı severim ama hala ekmekle yemem. ) Araba dediğime bakmayın koca kamyonlar üstü tenteli. Ağır ağır tozu dumana katıp şehri terk ederlerdi gün batımına. Sanki onlar doldurup renk katıyorlarmış gibi sessizleşirdi şehrim. //ayşe’ce//
Annemin “yortamlı yortamlı konuşmak” deyimini gündeme getirdiğimde, YORTANLI sözcüğü karşıma çıkıverdi. Sinop merkez ve yakın köylerinde yaşayanlar, yüksek köylerden gelen yürüklere kaba- görgüsüz anlamında “YORTANLI “derlermiş. İki sözcüğün aynı anlamda olacağını düşünenler oldu.
Vatikan, bizim kültürümüze bizden daha çok mu sahip çıkıyor ne? Kültürümüzle ilgili en eski belgeleri sakladığını görünce gerçekten şaşırdım.
Gelelim YORTANLI sözcüğüne. 1223 tarihinden sonra, SİNOP’A yapılan KIPÇAK(Yortan Boyu) göçü karşıma çıktı. Bildiğimiz gibi, o yıllarda Sinop ve çevresinde fazlaca RUM halkı yaşamakta idi. Sayısını net olarak belgelendiremesek de, 1487 tahrir defterlerinde hane sayısı olarak (M.Ali ÜNAL- Osmanlı Devrinde Sinop) belgelemiştir. (https://sinopbilke.com/2022/01/24/sinop-koylerinde-1487-1600-tarihli-nufus/)
KIPÇAK göçü yapıldığında, Sinop beylikler dönemini yaşamaktadır. O zamanın şehir yaşamı ve görgüsü, göçer yaşama alışmış YORTAN (Kıpçak) boyunu beğenmemiş olmalı ki, boy adını baz alarak YORTANLI ifadesi yakıştırması yapılmıştır. 1223 yıllarından beri bu gelenek bu gün de sürdürülmektedir. Her yüksekten göç edene Yortanlı diyerek.
Aynı topraklarda yaşıyor, aynı havayı soluyor, her birimiz vergimizi ödüyoruz. Toplumda geride kalanlar oldukça, her sorumluluk sahibinin duyarlı olması gerekiyor. Ekonomide, kültürde, görgüde, eğitim ve öğretimde eksikleri gidermek; EŞİTLİK İLKESİNİ yaşatmak iktidarların ve sorumluluk bilinci kazanan tüm bireylerindir. Her basamak atlayan, geride kalanı hor görme geleneğini sürdüreceğine, halkla bağını koparmadan, kent burjuvazisi yaratılmadan, duyarlı olmak düşer bize. Yaşar SARIKAYA
Akademik çalışmadan bölümler ve tamamının linki:
FOTO: Nuray BİLGİLİ -Kıpçak kadın giysisi
KAYNAK:
KIPÇAKLARIN ÇORTAN/ÇORTON/CURTAN/CORDAN/YORTAN/YORDAN BOYU HAKKINDA Mehmet KILDIROĞLU*
…………… Kıpçak Terakimesi olduğu yönündeki rivayeti daha çok Kırım-Karadeniz-Sinop arasında belli dönemlerde kuzeyden güneye yapılan Kıpçak göçlerini ifade ediyor olmalıdır. Esasen Moğolların Kırım bölgesini istilaya başlamaları ve Kıpçak-Rus ordusunu ağır bir yenilgiye uğratmalarından sonra(1223) Kıpçakların bir kısmı Kırım’a sığınmışlar ancak takip edildiklerini anlayınca Suğdak limanı üzerinden deniz yoluyla Sinop’a çıkarak Karadeniz kıyılarına yayılmaya başlamışlardır.
İkinci göç Kastamonu ve çevresini hâkimiyeti altında bulunduran Çobanoğlu beyi Hüsamettin Çoban’ın Sinop üzerinden Kırım’a geçerek gerçekleştirdiği Suğdak Seferi’nden sonra gerçekleşmiştir. Bu sefer Kıpçak ve Ruslar üzeri ne yapılmıştır. Hüsamettin Çoban Ruslar ve Kıpçakların ordusunu yenmiş, dönüşte azımsanmayacak miktarda Kıpçak boy, oymak ve kabilesini Sinop’a nakletmiş ve sahiller başta olmak üzere bunların yörede iskân edilmelerini sağlamıştır. Sinop-Bartın arasına yerleştirilmiş olan bu Kıpçaklar yakın zamana kadar ağız yapılarını korumuşlardır.
……….
Çortan(yortan) boyu bugün bile Gürcistan’da Cordaniya/Jordaniya denilen bölgede varlığını sürdürmektedir. Ancak bugünkü Gürcistan’da topraklarında kalan Çortan veya Jordan boyunun mensupları Gürcüleşmiştir.
Aziz dedemle Hacer Anneannem 1911-12 yıllarında Sinop-Dikmen’in yoksul dağ köylerinin en yoksulu olan Dudaş köyünde evlenirler. Uzaktan akraba ve komşu çocuklarıdır. İlk çocukları Emine(annem) 2,3 yaşlarında iken Aziz dedem (annemin babası) bir çocuğu ve veremli eşini arkasında bırakıp Çanakkale’ye gider(anneannemin annesi de veremden erken ölmüştür). Dedem komşuları ile vedalaşırken eşinin veremden kurtulamayacağını bildiğinden onlardan küçük kızıyla ilgilenmelerini (annem) onu aç bırakmamalarını rica eder. Nitekim dedemin gidişinden kısa bir süre sonra veremli eşi, anneannem genç yaşta (tahminen20-25 yaşlarında)vefat eder. Aziz dedem de (Annemin babası) Çanakkale’den dönmez. Böylece annem, yetim ve öksüz kalır.
Diğer yandan babamın babası İsmail dedem, İstanbul Unkapanı’ndaki kendi evinde eşi ve 3 çocuğuyla yaşamaktadır. Belgelerde dedemin ünvanı “arabacı başı Sandalcıoğlu İsmail ağa” diye geçer.
Çanakkale , peşinden 1. Dünya savaşı, İstanbul her bakımdan güvenli değildir.
Diğer tarafdan İstanbul salgın hastalıkların merkezi durumundadır . Aynı şekilde anadoluya da yayılmış durumdadır, kolera, tifus, veba, frengi, dizanteri, sıtma, verem; hepsi de bulaşıcı, salgın ve ölümcül.
Ayrıca İsmail dedem, seferberliğe çağrılmayı beklemektedir. Bu nedenlerden dolayı olacak ki; 3 çocuğu
( babam ve iki ablası 4-10 yaşlarında)ve eşini alıp Dudaş köyü’ne 3. Kardeş Ahmet dedemin yanına bırakıp kendisi İstanbul’a döner ve kısa süre sonra da seferberliğe çağrılır.
Bu yıllarda , köylerde yaşam koşulları hiç de iç açıcı değildir. İşe yarayan erkekler seferberlikte, kadınlar ekip biçme işini yapabildikleri kadar yapmaktadır; koşacak öküz yok, can güvenliği yok , köylerde eşkıya baskınları göz açtırmıyor, devlet otoriteyi sağlayamıyor.
Kıtlık yıllarına ait acı hatıralarını, nenem bazen şöyle anlatırdı: “ atla , eşşekle Gerze’ye gidip sıraya girip bir çuval kepek alırdık (35-40 km ) köye gelip mısır somağı ve ceviz kabuğu kırıp değirmende öğütülerek bunu kepeğin içine katarak çoğaltıp yazın kulağını tutmaya çalışırdık” derdi . Yaz geldiğinde kıtlıkla mücadele biraz daha kolaydı. Yeni ürün çıkana kadar her türlü ot yenebilirdi ( sivri uzun kara çayır hariç)
İsmail dedem seferberlikte( hangi cepheye gittiği bilinmiyor) hastalanıp tebdil-i hava gelir, Unkapanı’ndaki evinde tek başına ishalli bir salgın hastalığa yakalanarak vefat eder. Ortaköy mezarlığına defin edildiği söylenir ama mezarı bilinmez .
(Bir kaynak, Birinci dünya savaşında Osmanlı ordusunda sadece veremden ölen askerlerin sayısı 20,000 civarındadır der; Bir başka kaynak ta ise hastane kayıtlarında hastaların % 75-80 ‘i salgın ve bulaşıcı hastalık, sadece % 20-25’i kurşun ve yaralanma vakasıdır der.)
Dedemin Unkapanı’ndaki evi de, dedemin ölümünden sonra yangında yanar, geriye kalan arsa bir tanıdık aracılığıyla satılıp parası köye gönderilir. Bu paranın çok küçük bir meblağ olduğu söylenir.
Her iki kardeş de ölünce , geriye kalan 4 yetimle, köydeki 3. Kardeş (çakır Ahmet dedem) ilgilenir. Dedem ve eşi Havva’nın çocukları olmaz. Ama , bu dört yetime anne-babalık yaparlar , bize de büyük baba büyük annelik.
Bu yetimlerden ikisi: İhsan ve Emine, (annem-babam )amca çocuklarıdır, evlendirilirler Ve biz beş kardeş dünyaya geliriz bu evlilikten.
Annem 2,3 babam 4,5 yaşlarında hem anadan hem babadan yetim ve öksüz kalırlar . Çocuk belleğinin gücü oranında silik bir şekilde çok önemli bir kaç anıdan başka bir şey hatırlayamazlar anne-babaya ait.
Annem babasına ait hiç bir şey hatırlamaz , annen nerede diye soranlara ise : eliyle toprağı tırmalayarak böyle yaptılar “gömdüler” dermiş.
Babamın ise hatırladığı bir iki anısı vardı: bir tanesi annesi dikiş dikermiş diğeri ise babası onları köye bırakıp İstanbul’a dönerken annesi onu da yanına alıp eşini uğurlamak için tepeye kadar( tuzla ) çıkarlar. Babası biraz uzaklaşınca geri dönüp eşine seslenir “ Hayriyeee tavanda bir davul deri var ondan çocuklara çarık dikersin demiş.
Aziz dedemin Çanakkalede nasıl öldüğü bilinmediği ve künyesi gelmediği için annemin 68 yıllık ömrü , bir gün babasının bir yerlerden çıkıp gelivereceği umuduyla geçti.
Kasabadan gelen herkesten bir haber, bir umut bekler , sonrada oturur ağlardı.
Köyümüz, çevresi yüksek tepelerle çevrilmiş bir vadi içindedir. Köye gelen insanlar önce uzaktan bu tepelerden görünür. Herkes gelenin kim olduğunu, nereden geldiğini , ne havadis getirdiğini merak eder, askerde çocuğu , eşi olan gurbette yakını olan heyecanlanır bir haber, bir mektup bekler. Dudaş köyü Gerze’ye 35-40 km, yürüyüş süresi 8-10 saattir . O yıllarda yolda yok vasıta da.
Annem , bu tepelerde görünen her silüeti gördüğünde heyecanlanır, bir haber bir mucize bekler, bazan bana “ git öğren bakalım bir haber varmı” derdi .
Son yıllarında artık tepe sokağındaki ağaçlarla insan silüetlerini ayırt edemez olunca ağaçlara söylenir sitem eder kızardı . İşte böyle ; savaş , salgın hastalıklar, yetimlik, öksüzlük ve yosulluk yaşanacak acıların hepsini yaşayarak geçtiler kendilerine ayrılan zaman diliminden ..!
Nur içinde yatsınlar, mekanları cennet olsun inşaallah… Tayyip SANDALCI
Fotoğraf: 125. Piyade Tümenine bağlı Türk askerleri Osmanlı İmparatorluğu, Almanya’nın Rusya’ya savaş ilan ettiğı 1 Ağustos 1914’ün hemen ertesi günü
GİRİŞ: İnsan oğlu var oluşundan bu yana , nereden gelip nereye gittiğini merak eden tek canlı türüdür.. Ancak insanlık tarihinde yaşanan savaşlar, yakıp yıkmalar , aynı zamanda insanlığın geçmişine ait belgeleri, arşivleri de yok ede gelmiştir. Buna birde Eski Türkçe okuma yazma zorluğu, harf devrimi gibi ülkemiz gerçekleri de eklendiğinde belge/arşiv temini iyice zorlaşmıştır. Çünkü harf devriminden sonra Eski Türkçe belgeler yeterince yeni döneme taşınamamış yaygınlaştırılamamıştır.
Elbette harf devrimi gerekliydi, çünkü devrim öncesi okuma yazma oranı %5 ler düzeyindeydi. Ancak harf devrimi ile bir çok arşiv bilgi ve belgelerin duvarın öbür tarafında kaldığı, bu tarafa taşınamadığı kanısındayım. Türkiye’de bu donanıma sahip çok az bilim adamının olduğunu düşünmekteyim. Hasbel kader Eski Türkçe okur yazarım. Kitabe, levha okumaya olan ilgimden dolayı şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, eski Türkçe okuma yazma farklı bir şey, kaligrafik / tezyin özellikli yazıları okumak bambaşka bir şey. Bunun için farklı bir eğitim gerek. Burada bir anekdotumu anlatmadan geçemeyeceğim. Kaligrafik sanatla yazılmış bir kitabeyi çözebilmek için yaşlı genç sayısız din görevlileri ile görüştüm fakat faydalanamadım. Her neyse biz konumuza dönelim. Eminim benim gibi sizler de merak ediyorsunuzdur doğup büyüdüğünüz köyün tarihini, ilk göçün nereden ne zaman geldiği, hangi ırk ve boydan olduğu, etnik yapısı gibi geçmişimize ait bilgileri.
Bu konuyla ilgili yaptığım araştırmalar da bölgesel göç hareketlerine ait somut bilgi/belge edinemedim, ancak Anadolu tarihi ile ilgili yazılanlardan yola çıkarak genel bir yaklaşım sağlamaya çalıştım . Bu konu tartışmaya ve katkıya açık bir konudur, isteyen herkes (kaynak/ belge göstererek) katkıda bulunabilir. Amacım sadece bir başlık açmaktır.
1071 Malazgirt savaşında Selçukluların Bizanslıları yenmesi sonucu Türkler Asya’dan Anadolu’ya göç etmeye başladı. Türk beyleri savunmasız Anadolu’da ordularıyla ilerlerken Türk göçleri Hazar denizinden, Kafkaslardan, yoğun bir şekilde devam ediyordu, bu göç hareketi bir kaç yüz yıl sürdü. 13. Yüz yılın sonuna doğru Oğuz Türklerinin Bozok kolu olan 12 oğuz boyu Anadolu’nun kuzey bölümüne göç etti. Bunlardan yaklaşık 100,000 kişilik bölümü Kastamonu bölgesine yerleştirildi.
Yaşar Kemal, Binboğalar Efsanesi (göçebe yörükler)adlı eserinde şöyle der: ‘ Horasan dan gelmişler, uzun boylu ala gözlü uzun adamlar, omuzlarında tay derisinden sırmalı abalar, uzun keçe külahlar, uzun kargılar, 72 direkli, 72 göbekli, keçi kılından kara çadırları var, semah dönerler’ der. Sinop idari teşkilat olarak merkezi Samsun olan Canik livasına, daha sonra da tanzimatın ilanından sonra Kastamonu’ya sancak olmuş, Cumhuriyetin ilanından sonra ise 1924 de Kastamonu’dan ayrılıp il olmuştur. 1520-1530 yıllarında hemen hemen Anadolu’nun tamamı Anadolu vilayeti diye tek vilayetti ve Kastamonu’da Anadolu vilayetine bağlı bir liva idi.1214 yılı ekim ya da kasım ayında, Selçuklu hükümdarı İzzettin Keykavus , Sinop tekfurunu esir alarak kaleye girip , Sinop’u Trabzon Rum İmparatorluğundan aldı. Sinop , 1294-1461 yılları arasında Candaroğulları yönetiminde kalmıştır. Daha sonra 1462 yılında , Fatih Sultan Mehmet Trabzon Rum imparatorluğunu ortadan kaldırmaya giderken Sinop’u da Osmanlı topraklarına katmıştır. Yukarda yazılanların ışığında bir tahminde bulunmak istersek, Dudaş köyünün tarihi 12. 13. Yüz yıla kadar gidebilmektedir. Bir yerleşim yerinde en iyi korunan eski ve kalıcı izin mezarlıklar olduğunu düşünürsek, bu tarihlere uygun izler bulmak mümkün olabilmektedir. Dudaş mezarlığında 1960-1970 yıllarına kadar kurumuş fakat ayakta durarak zamana direnen meşe ağaçları var idı. Bu ağaçlar için köyün yaşlıları farklı tahminlerde bulunurlardı. Daha sonra anadolunun çeşitli yerlerinde gördüğüm ve arkeologlarca tarihlendirilmiş ağaçlarla yaptığım kıyaslamalarda bizim mezarlıktaki ağaçların yaklaşık 600- 700 yaş civarında olabileceğini düşünmekteyim. Bu tarihler ise oğuz göçlerinin yoğun olduğu 12. 13. Yüz yıllarla örtüşmektedir. Mezarlığın hemen karşısında , güney doğusunda ise , islami nizamda olmayan mezarlık varmış. 1960 – 1970 li yıllarda buraları işlerken iskeletler çıkardı. Bu da bize göstermektedir ki tüm Anadolu’da olduğu gibi bizim köyde de bizden önce gayri müslimler yaşamaktaymış.
KÖYÜN ADI VE DİĞER YERLEŞKE ADLARI: Dudaş ismi anadolunun çeşitli yerlerinde mevcuttur. Eskişehir de , kütahya Tavşanlıda ve Ankara’nın bir köyünde Dudaş ismi bulunmaktadır. En yakın sözlük anlamı ise du~daş olmak, karşılaşmak ( TDK de yok). Ankara bölgesindeki köyün muhtarı ve yaşlıları ile yaptığım tel görüşmesinde ; onlara köyün adının nereden geldiğini sorduğumda bana : …”savaşan iki ordu burada karşılaşmışlar onun için karşılaşma, kucaklaşma anlamında Dudaş demişler” dediler. (Duygu daş , Dudaş olmak ).Sosyal bilimciler araştırmalarında yer adlarını inceleyerek o yerin tarihi ve etnik yapısı hakkında (toponomy) yaklaşım elde etmeye çalışırlar. Bizde aynı metod dan faydalanarak bir çıkarım yapmak istersek;Örneğin: Ahad köyü, Galaççayı, gülek , kınık, kızık, bunlar oğuzların kullandığı isimlerdir.Ahad köyü : Dudaştan derekışla ya inerken çaya yakın bir arazi ve aynı yerde halen kalıntıları bulunan islami nizamda mezarlar mevcuttur. Galaç çayı ise, Göktepe- Bedireden sırtlarındanbaşlayıp , Bağırdaş mahallesinin güneyinden akıp giden çaya verilen addır. Gülek , kınık, kızık ise Anadolunun çeşitli yerlerinde çok rastlanan yer adlarıdır. Bu yer adları Oğuz boylarına ait yer adlarıdır. Sonuç olarak , bütün bunlardan şöyle bir yaklaşım elde etmek mümkün :Dudaş köyü’nün tarihininin Oğuz göçlerinin yoğun olduğu 12. 13. yüz yıllara uzanabileceğini ve yer adlarından da anlaşıldığı gibi buraları oğuz boylarının yurt edindiği, Yerleşkelerin seçim özelliklerine bakıldığında ise , hayvancılığa dayalı bir yaşam biçimlerinin olduğu anlaşılmaktadır (göçebe yörükler), yayla , yaklaşık 1100 rakım, kışla 700-800 rakım, derekışla 400-500 rakım ( rakımlar yaklaşık dır), mevsime göre hayvanlarının barınabileceği , doğayla uyumlu yerleşkeleri seçmiş atalarımız. Bu yerleşim yerleri neredeyse günümüze kadar işlevini sürdürmektedir.
İsimler, eşyalar ve coğrafya bizimle o kadar çok şey konuşur ki. Kendilerine dokunan kişilerin duygularını, gezip dolaştıkları yerleri, sevdaları ve acıları içinde taşır ve yansıtırlar.
Köylerimiz ve isimleri ezgiler, nakışlar, yemekler gibi gezgindirler. Cevdet TÜRKAY, Osmanlı Arşivinde yıllarca çalışmış ve oradan emekli olmuştur. Bilgiler ve belgeler ışığında yazdığı kitaptan sadece iki köy adına dikkat çekmek istiyoruz. Boyabat’a bağlı OSMAN KÖYÜ:
“Osmanköy Osman-bükü, Osman Sofu Zaviyesi: Hürrem-şah Tekkesine bağlı bir yerleşim yeridir.“(kaynak:VİKİPEDİ)
Sinop Erfelek ilçesine bağlı HÜRREMŞAH köyü vardır. Beylikler ve Osmanlı dönemlerinde DİVAN başlığı altında anılan köyler olduğunu biliyoruz. Divan isimleri sürekli değişiklik göstermektedir. Osman köyün Hürremşah’a bağlı yerleşim yeri olduğu belirtilmiştir. Kaynaklar incelenecek ve konuya tekrar değinilecektir.
MELİKŞAH KÖYÜ:
Aynı ismin, Siirt ve Van bölgelerinde olması bize tarih konusunda ip ucu vermektedir. Selçuklu dönemi hatırasını taşımaktadır.
Kentler ve köyler, ücra köşeler hepsinin dilini konuşmak için başka bir araştırmada buluşmak ümidiyle.
Köy ve kırsallarımıza yapılan yerleşimler, toplum içindeki davranış biçimlerinin temelini oluşturuyor. Geçmişin ve ailenin birikimlerine zamanla eklenen kişisel kazanımlar da sosyal yaşama yansıyor.
Bu günlere nasıl geldiğimizi ve bu yurdun ne emeklerle kazanıldığını unutmamak için, köylerimiz ve yerleşimlere değer veriyor ve sıklıkla yerleşimler hakkında yayımlanan akademik eserleri kaynak gösteriyoruz.
Toplumda uyum sağlamak, aile içindeki bireylerin uyumuyla başlar. Komşuluk, mahalle, köy ve kent uyumları uygarlığın sonuçlarıdır. Köyden kente göçler, uyumu kaybetmesin.
Yaşım 19, Ordu ili Fatsa ilçesi Yeniköy-Sarıyakup Mahallesinde öğretmenim. Okul mevcudu 90, yeni öğretmen atanana kadar tek öğretmenim. Okul iki derslikli olduğu için, öğrencileri sabahçı öğlenci yaptım. 1-2-3 sabah, 4-5 öğleden sonra devam ediyoruz. Eğitim öğretime sabah 8.30 başlıyoruz ve akşam 17.00′ de bitiriyoruz. Öğle arası da bayram için koro, halkoyunları çalışmaları yapıyoruz.
Gönlümde, öğretme aşkının ışığı yanıyor. Bu ışığın sorumluluğu omuzlarımda kendimce çalışıyor, çabalıyorum. Ev sahibimin kızı Gülsüm evlenecek. O zamanlar köylerde gelinlik adeti yok. Nasıl cesaret ettim bilmiyorum, ona gelinlik diktim. Maaş günü ayda bir Fatsa’ya iniyorum. ÇAMAŞ henüz nahiye, yürüyerek Çamaş’a oradan da jeep ile Fatsa’ya gidiyorum. O zaman bu günün yolcu minibüsleri yok, 5 kişilik jeepe 9- 10 kişi biniyoruz.
gelinlik dikmek için Manifaturacıdan gerekli malzemeleri aldım. Dikiş makinesi buldum, teyel, prova derken makinada diktim. Köyde ilk defa bir kız, düğününde gelinlik giymiş oldu. İlçeden etamin de almıştım, genç kızlara etamin üzerine kanava işlemesini öğrettim. Sabahtan akşama kadar okuldayım, akşamı da boş geçirmiyorum. Okulda tiyatro, koro, halk oyunları çalışmayı da sürdürüyoruz. Köylünün ilgi ile katılım sağladığı çok güzel 23 Nisan Bayram kutlaması yaptık.
4. sınıfta gözleri şimşek gibi pırıl, pırıl parlayan Ali ve tatlı kız kardeşi Ayşe, bu gün de gözlerimin önünde. Ayşe’ye bayram için prenses giysisi dikmiştim. Ali, sobaların yanmasında, odunların kesilmesinde, okul nöbetlerinde, bir yerden alınması gereken ihtiyaçlarda en yakın yardımcımdı.
Bir gün biz sınıfta ders yaparken, dışarıdan sesler geldi. Dışarı çıktım ve baktım. Köyün adamları, hep beraber hasta taşıyorlardı. Ali ve Ayşe’nin annesi fındık bahçelerken kaza geçirdiğini öğrendim. Dere tarafında bir tarlada fındık diplerini kazarken, tepeden üstüne kocaman bir kaya yuvarlanmış. Tarladan alınıp dereden köye gelene kadar aradan 2 saat geçmiş. İlçeye götürülecek, köyün ileri gelenleri, sen de bizimle gel dediler. Bindik cipe gidiyoruz. İlk hastaneye gidene kadar 1 saat daha geçti, yani 3 saat zaman kaybedildi. Hastada hareket yok, sadece nefes alıp veriyor. Çocuklar gözümün önüne geliyor, ne yapsam da anneleri kurtulur, kime gitsem ne yapsam diye düşünüyorum. Hastaneye geldik, atladım hemen acili harekete geçirdim, sedye geldi, hastayı içeri aldılar. Hastayı röntgene, gerekli tahlillere hazırladım. Hayatımın ilk deneyimlerini yaşıyordum. Sonra doktor, ameliyata alacağız, üstündekileri çıkar ameliyat giysisini giydir dedi. Ameliyata hazırlarken hastanın yarasını çok yakından gördüm, yüzünde kocaman bir yarık vardı. Giysisini çıkarırken yarık açıldı. Çok etkilendim, daha ok gençtim. İyi olmasını umut ederek hazırladım. Hastanın eşi, annesi ve ev sahibimle birlikte sonucu bekliyorduk. 15-20 dakika sonra çıkardılar. Bize tam teşekküllü bir hastaneye götürün dediler. Artık anlaşılmıştı, hasta beyin kanaması geçiriyordu. Hastayı tekrar giydirdim ve hazırladım.
Eşi hastayı doktorun tavsiyesi üzerine Samsun Hastanesine götürdü, ben akşam köye döndüm. Ali ve Ayşe’ye ne diyecektim. İçim sızlıyor, yüreğim dayanmıyordu. Onlar benden iyi haber bekliyordu. Eve gittim, gözlerimin içine bakıyordu çocuklar.
Çocuklar, anneniz güzel bir hastaneye gitti, baban ilgileniyor, bize haber verecek. Bekleyelim, dua edelim iyi haber gelsin dedim. Hayatımın en zor anıydı. Sanıyorum hepsi 6 kardeştiler. Çocuklarla göz göze geldikçe içim yanıyordu.
Ertesi günü köye cenaze geldi……….
Ali ve Ayşe ile bu gün karşılaşsam, zaman sıfırlanır ve ben o günlere geri dönerim eminim. Ali şimdi İstanbul’da iyi bir işte çalışıyor. Telefonla bana ulaştı, konuştuk. O beni unutmamış, ben de onu unutmamıştım. Öğretmenim sizi unutmadım dediğinde sesi, eski acı anıları saklayamıyordu. Yaşadığımız olay, ikimizde de derin izler bırakmıştı.