RSS

Etiket arşivi: bilke sinop anılar

//ayşe’ce// GÜNAYDINNNN…!!

15.06.2022- Ayşe EKŞİ ELMACI

Serin ve geceden yağmış, pencereyi açtığında bahçeden gelen buram buram toprak kokusu. Yaşam gailesinden ve her tarafın betonlaşmasıyla unuttuğumuz dokular. Kendi ellerimizle yok ettiğimiz doğa ve mutsuz insanlar.

Komşunun bahçesinden gelen çilek kokusu. Annem geliyor aklıma geceden şekerlediği çilekleri biz uyurken sabah erkenden, ayaklarına dolanmayalım diye mutfakta kaynatmaya koyuluyor. Evi mis gibi çilek kokusu sarıyor. Oysa ben reçel sevmem, ama annemin bütün attığı çilekleri reçelin içinden toplar suda yıkar yerdim😅.

Bugün günlerden cumartesi , gemiler geçiyor boğazdan sabahı yaran düdüklerini çalarak. Daha dün çocuk sesleriyle doluyken bu ev, bugün sessiz sedasız. Çay demliyorum , kaynıyor kaynıyor kalkasım yok yerimden. Kahvaltı yapasımda yok. Ben reçel sevmem ama özledim annemin çilek reçelini . Çocukken varlıklarına inandığım periler gelse tutsa elimden o Rum evimize , o yıllara götürse beni . Annemin o güzel sesiyle söylediği şarkı mutfaktan gelen tıkırtılar, kardeşlerimle paylaştığım yer yatağı, yorgan çekiştirmelerimiz.

Bu sabah toprak kokusuyla uyandım. Çok uzun zamandır farkına varamadığım şeyler dans etti usumda. Ah!…biz insanoğlu ne çok şeyi kaçırıyoruz yaşarken. Haziran yağmuru ince ince inerken yeryüzüne, unuttuğum ne varsa hatırlatıyor bana …Bugün de böyle bir yazı çıktı umarım birilerinin yüreğine dokunmuşumdur.

Mutlu haftalar diliyorum.//ayşe’ce// 11. HAZİRAN.2022

 
Yorum yapın

Yazan: 15 Haziran 2022 in KONUK YAZARLAR

 

Etiketler: , , , , , , , , ,

//ayşe’ce//

13.01.2022- Ayşe EKŞİ ELMACI

HEYBETLİ GÜR KAŞLI ATATÜRK BAKIŞLI DEDEM

Doğduğum ev Zeytinlik yolu diye geçerdi sokağım. Eski Rum eviydi, aslında yanındaki evin bir parçasıymış.1924’te Kavala Sarışaban’dan Türkiye’ye geldiklerinde, önce İstanbul oradan aktarma Sinop’a gelmişler. Boşalan Rum evlerine yerleştirilmişler. Dedem, babası, kardeşleri gelinler torunlar kalabalık olduğu için (şimdi Üçüncüoğullarına ait )yandaki evle beraber iki eve yerleşmişler.

Dedemin babası İstanbul’a gitme hayaliyle yandaki evi şimdiki sahipleri Hüseyin Üçüncüoğlu’na satıyor. Dedem eşi ve üç oğluyla doğduğum evde yaşadığı için bizim evi sattırmıyor. Nedendir bilinmez İstanbul’a da gidemiyor. Seyit Bilal caminin yan tarafında mezarları(Sanırım kaybolmuş hele son haliyle üzerine evler yapılmış)😞

Dedemi hayal meyal hatırlıyorum. Heybetli gür kaşlı Atatürk bakışlıydı. Bastonuyla bastığı yer titrer tahta döşemeler gıcırdardı. Evimiz kalabalıktı. İki elti, onbir çocuk. İki elti kardeş gibi geçinir , mutlu Mesut yaşanırdı. Yengem Nurlar içinde uyusun)doğa ana gibiydi ömrü adada geçerdi . Bütün otları tanır, hangisinin hangi hastalığa iyi geldiğini bilirdi. Ayhan abim balığa gider balıkçı tekneleriyle gece yarısı küfeyle balık getirirdi. Mantuz ocağı yakılır annem balıkları ayıklar, yıkar tuzlar bol maydanozlu soğan piyaz yapar, yengem ocakta ızgara başında büyük çocuklar Bora’nın fırından bi çuval ekmek alır, kapı ardına kadar açık kokuyu duyan gelir bi ekmek kapar, arasına balık soğan piyaz koyar kapı önüne çıkarlardı. Bazı geceler cümbüşü patlatırdık. Yengem tepsiden def yapar, abilerimden biri saz çalar bir diğeri kaşıklarla ritim tutar. Hep bir ağızdan şarkılar türküler söylenirdi.

Bu ev benim doğduğum ev yokluğun mutluluğa mani olamadığı , sevgi dolu bir evdi. Sokağım yağmurda çamurlu olurdu. Bilal abinin yarım yamalak ördüğü sürekli ürken duvarı. Sabah uyandığında anneme “kim yıktı bu duvarı “ diye soran söylene söylene yeniden örüp sabaha yine yıkılan bir duvar. Doğduğum ev zamana yenildi, iki katlı bir ev oldu. Bilal abinin duvarı da yok artık. Sokağımın adı bile değişmiş Yakamoz skk olmuş . ( fotoğraf için Zeynel Zeki Özcanoğlu’na teşekkürler) //ayşe’ce//

 
Yorum yapın

Yazan: 13 Ocak 2022 in KONUK YAZARLAR

 

Etiketler: , , , , , , , ,

SOKAĞIN SESLERİ

Şafak Gündüz SARIKAYA- 30 HAZİRAN 2019

Ne güzel insanlar geçerdi kapımızın önünden

Kimi elinde davulu,

Kimi akordeonu.

Yanından eksik olmazdı köpeği kiminin,

Kiminin de gülümsemesi yüzünden.

Tarzan Kemal’den önce,

Davulunun sesi gelirdi kulaklarımıza,

Sonra adımlarını duyardık.

Köpekler de ardı ardına

Yürürlerdi hep birlikte yeşile doğru dostça….

Deli Emin küçük davuluyla gelirdi sokağa. Sessiz, sessiz gelip sessiz, sessiz giderdi. Önce utanarak boğazını hafifçe temizler, sonra aynı hafiflikle başını kaldırırdı. Etrafına mahcupça bir bakış fırlatır, sonra başını öne eğerdi. Hele bir de karnını doyurdu mu? Sevine sevine, geldiği gibi sessizce giderdi.

Rahmetli teyzem, her geçişlerinde onlarla sessiz bir iletişim kurardı. Teyzem sezgileri çok güçlü, sadece mecbur kaldığın zaman çok az konuşan, insanlarla iletişim kurmayan biriydi. Etrafında olan biten hiçbir ayrıntıyı kaçırmadığını görürdük. O, bizim için çok değerliydi. Bu insanların her geçişinde yüzünde hafif bir tebessüm belirir ve için, için sevgisini gülümsemesine yansıtırdı.

Neydi bu insanların sırrı? Kaygısız, içten, menfaatten uzak, hakiki, dingin bir gülümsemenin bedeli. İnsanlara, imbikten süzülmüşçesine bir rahatlık bırakan; dersle, terbiyeyle öğretilmesi zor, doğal hal ve tavırlardı.

Tarzan Kemal’in, Deli Emin’in davul sesi, iç dünyalarının bir yansıması gibiydi. Hayata bakışlarını, davulun ritmi ile anlatıyorlardı. Dinlediğim zaman, o ses sanki bir kitabın sayfalarını teker teker aralıyor, okumak da insanı hiç yormuyordu.   Tarzan ve Deli Emin’in giyimleri kendilerine hastı. Deli Emin, camilere gider namaz vakitlerini kaçırmazdı. Tarzan, sadece kışın giyinir, yaz ve baharlarda doğanın güneşinden faydalanırdı. Biz onları unutamıyoruz, çünkü üst giysilerinden çok, içlerinde sakladıkları güzellikler aklımızdan çıkmıyordu. Tarzan’da kıyafet yoktu, ama kifayet çoktu.

Bir de her daim gülen ama aynı zamanda şık olan Şenol belirirdi sokakta. Şenol, sürekli iyi giyinirdi. Takım elbisesini bazen bir papyonla ya da kravatla tamamlar, elleri arkaya bağlar, mahalleyi teftişe gelmiş edasıyla hacıyatmaz gibi ağır ağır yürürdü. Başında bir kasketi olur havalı olsun diye onu biraz yan takar ve ağır ağır konuşurdu. Çocuklar onunla dalga geçmeye çalışırlar, muzip ve çokbilmiş bir tavırla ironi yaparak cevaplar verir çocukların kafasını karıştırırdı. Şenol bir anlamda biz kaçın kurasıyız der gibi bir kaşını hafifçe yukarı kaldırır, bu birkaç saniye sürerdi, siz kiminle dans ediyorsunuz der gibi yüzünde bir mimik belirirdi. Ama bir yandan da sabrın, tevazunun güçlü bir örneğiydi. Mutlu ve gülen Sinop’un o zamanlar kuvvetli bir timsaliydi, yüzünden gülümseme hiç eksik olmazdı. Demek ki, şehrin havasında, suyunda tılsımlı bir etki vardı. Bu da havayı kapsıyor insanları etkiliyor, mutlu ve güler yüzlü Sinop oluyordu.

20190701_092659

foto, Eczacı Seyhun ÜSTÜN’den alınmıştır, üst köşedeki küçük foto, Sinoplu Kore Gazi’sine aittir

Ramazanları ellerinde süslenmiş kayıkları ile helesa (1) manileri söyleyen çocuklar gelirdi sokağa. Seslerini sokağın ötesinden duyardık. “Heyamola”, diyerek mani başlar, çok sevdiğim “ayva varsa taşlama” kısmı gelirdi. sonra maninin içinde bana çok komik gelen “dan dili dandan kuyruğu yandan” mısralarına sıra gelirdi. Sanıyorum bu ifadeyle anlatılmak istenen fareydi. Helesa kelimesi Yunanca deniz anlamında kullanılıyordu.  Kelimenin kökeninin deniz sözcüğünden gelmiş olması, Helesa’nın gemici ezgisi olarak Trabzon Rize illerinde de söylenmesi, kültürlerin nasıl da yayıldığını ve her ilde farklı yerel motiflerle doldurulduğunu gösteriyordu.

Gerek Ramazan gerekse Kurban Bayramında Davuli, sokağımıza konuk olurdu. Kendinden emin ifadesi ile ve eşsiz tekerlemeleri ile sesi, sokağımızda yankılanırdı. Yanında yardımcısı olur, elinde uzunca bir sopa ve ucunda bir bayrak bulunurdu. Bu sopa rengarenk süslenmiş bir flamaya benziyordu. Davuli, ritmik çalan davulcusu ile birlikte maniler söyler, ciddiyetini asla yitirmezdi. Tiyatral yeteneğini de ustaca konuşturan Davuli her geldiğinde, babam bu eşsiz gösteriyi hiçbir zaman karşılıksız bırakmaz bahşişi çıkarır  bana verir, ben de Davuli!nin yanındaki asistanına uzatırdım. Davuli, mani sonunda “bahşişi aldım, giderim” der, giderdi. Ne güzeldi eski bayramlar.

not: fotoğraf Zeynel.Z.ÖZCAN’IN fotoğraf sergisinden fotoğraflanmıştır

Bunun yanı sıra, üzülen suratlar da vardı. Sokaktan her geçen mutlu değildi. Herkesin dalga geçtiği, down sendromlu olduğunu tahmin ettiğim bir genç vardı. Genç olmasına karşın minyondu, tipi nedeniyle çocuk zannedilirdi. Kimi zaman bariton sesiyle irkilip ne dediğini anlamaya çalışırdık, o buna gülerdi, peşinden biz de gülerdik. Bu sebeple çocuklar kendisiyle dalga geçerler, özellikle kızdırır, ergenliğe adım atan bariton sesini duymak isterlerdi. Bir gün hastaneden geldiğini ve annesine başını yasladığını gördüm, çok hastaydı, gülen halinden eser yoktu. Annesi için zor olmalıydı ama acı içinde annesine sarıldığını ve kadıncağızın çaresizliğini, ümitsizliğini yüzünde görmüştüm. Daha sonra annesiyle birlikte, kömür zehirlenmesinden hayatlarını kaybettiklerini öğrendim. Annesi ona o kadar çok şefkatliydi ki, kader onu annesinin arkasına bırakmadı.

Evet, ne güzel insanlar geçerdi ama ne çaresiz insanlar da geçerdi sokaktan. Hemen bir aşağı sokakta, ağzından köpükler saçan ufak bir çocuk aniden karşınıza çıkardı. Zeka yaşı ne kadardı bilmiyorum ama giyimi, kuşamı hali hareketi insanları kaçırırdı.  Bir gün annesi ile beraber sokakta görüldü. Anne çocuğuna ne güzel ilgi gösteriyordu. İnsanlar ona ve çocuğuna garip ve utançla bakarken o, çocuğuna daha fazla, daha da fazla sevgi sunarak eksiği tamamlamaya çalışıyordu. Hayat ne garipti, herkes kendi penceresinden bakıp duruyor, kimse birbirini anlamıyordu.

Ne güzel insanlar geldi ve geçti bu sokaktan.  Şimdi bu sokaklarda ne davullarının sesi, ne de onların sesleri kalmadı ve tebessümleri de.

Ama o bilgelik, o tevazu, o güler yüzlülük asla unutulmadı. O sabır, o annelik o şefkat unutulmadı. Tılsım devam ettiği sürece yeni Tarzan’lar, yeni Şenol’lar, yeni Emin’ler, yeni Davuli’ler, yeni anneler gelmiştir belki.

Kibirden uzak, güler yüzlü Sinop’un yüz gülümseten müşfik insanlarına saygı ve rahmetle.

 

ŞGS

 

1-Helesa, Ramazan ayında iftardan sonra çocukların ev ev dolaşıp maniler söyleyerek ve bahşiş toplayarak yaptıkları tören. Sinop’un yanı sıra, İnebolu’da da benzer törenler yapılmakta.

 
Yorum yapın

Yazan: 30 Haziran 2019 in ŞAFAK SARIKAYA ANILAR

 

Etiketler: , , ,

ŞAFAK GÜNDÜZ SARIKAYA SİNOP VE BEN

Yazıda anlatılan yer Kuruçeşme Sokak köşe başı, şimdi yerinde apartman var 

KİRAZ AĞACI

Yağmur damlaları cama değerken,

-Toprağın kokusunu duyuyor musun dedi arkadaşı?

– Evet, yağmurdan sonra topraktan yayılan bu kokuya bayılıyorum. Bana dinginlik ve ferahlık veriyor.

İki arkadaş ne zaman böyle konuşsa, konu geçmişe giderdi. Yağan yağmur şiddetini azaltmıştı ama, toprak kokusu etrafa yayılırken onlar yıllar öncesine yolculuk yapmıştı.

“Yıllar önce Sinop’ta, evimizin önünde bir kavak ağacı vardı. Yaprakları rüzgarla hışırdar, üç katlı evin çatısını aşan uzun boyu ile nazlı nazlı sallanırdı. Ağacın hemen karşısında eski bir Rum evinin kalıntıları vardı. Evin sağlam kalan taş merdivenleri, çocukların oyun alanı haline gelmişti. Çocuklar oynarken, buraların bir zamanlar başka birilerinin yaşam alanı olduğunu düşünmeden bir o yana bir bu yana merdivende koştururlardı. Yakın civarda ağaçlar da vardı; incir, erik, yenidünya, portakal, sarmaşıklar ve otlar arasında kalan bu yıkıntılar çocukların şen kahkahaları ile dolardı.  Çocukların oynadığı merdivenin hemen kenarında köşede kalmış, bodur bir töngel ağacı vardı. (Töngel adı, Karadeniz civarında yaygın bir isimdir. Bazı yerlerde ise döngel veya muşmula ismiyle bilinir.)

Bu çifte merdivenli kalıntı ve biraz ilerisinde eski ahşap evlerin yan yana sıralandığı muhite, Muhacir Mahallesi denirdi.1923’te s mübadele ile Selanik’ten gelen göçmen Türkler, giden Rumların yerine bu mahalleye gelmiş ve buraya yerleşmişlerdi. Mahallenin otantik dokusu zamanla doğal bir film platosu halini almıştı. Rustik bir stille yapılandırılmış gibi, sıra sıra dizilmiş evler, tarihin esintilerini ve gizemini, belki de sitemini bu sessiz sokakta saklıyordu. İlginç ahşap evlerin olduğu bu yer, bazı filmlere set olmuştu. Kıvrıla kıvırıla devam eden bu sokak, Tarzan Kemal’in evinin önüne gelmeden son bulurdu.

Tarzan Kemal’in evinin sırasında olan taş basamaklı bir merdiven, Ada Mahalesi’ne çıkar ve yolun devamında salaç olan bir alana ulaşırdı. O salacın kenarında bir bahçe ve içinde tek katlı bir ev vardı. Evin bahçesi özenle çitlerle çevrilmişti. Evin sahibi, emekliydi sabah akşam toprakla uğraşır, uğraşmak ne kelime toprakla dertleşirdi sanki. İnsanlarla konuşamadığını toprağa anlatır gibiydi. Dostu toprak da, iyi bir dinleyici, iyi bir arkadaştı. Hep yardımseverdi toprak, onca eşelenmesine, dürtülmesine ses çıkarmadığı gibi hep karşılıksız ödüller verirdi ona. Havasından mıdır, suyundan mı, yoksa toprağından mıdır, bu civardaki insanlar toprağı çok severlerdi. Yani toprağın çok arkadaşı vardı.

Bahçeye ahşap küçük bir kapıdan girilirdi. İki adet Kanada kavağı heybeti ile sizi karşılar ve evin balkonunu gören daracık bir yolu, rengarenk çiçekler çevrelerdi. Evin sahibi, o çiçeklere çocuğu gibi bakar, konuşur, sevgisini esirgemezdi. Tıpkı “Kemal Abi”diye seslendiği Tarzan Kemal, gibi. Kanada kavaklarının arkasına gizlenmiş hanımeli, sardunya, kasımpatı, gül, lale gibi rengarenk çiçekler bahçeyi şenlendirirdi. Kahramanımız, kendini bir konçertoyu yöneten maestro gibi hissederdi. Meyve ağaçları da birer enstrüman virtüözüydüler ve orkestrası çok değerliydi onun gözünde. Bu halet-i ruhiyeyi sadece yaşayan anlayacak, diğerleri duymayacak ve hissedemeyecekti.

Bahçedeki tek katlı evin ön tarafa bakan kısımda ise meyve ağaçları vardı. Benim en çok sevdiğim kısım burasıydı. İki dut ağacı yan yana, şeftali tam onların karşısında, hemen yan taraftaki arsaya kaymış ekşimsi bir erik ağacı bulunurdu. Şeftalinin komşusu, Ordu’dan fidesi getirilmiş ve büyümüş fındık ağacıydı. Meyveyi dalından yemek inanılmazdı. Kirazı, dutu, eriği, şeftaliyi ağacında yemek ayrı bir keyif veriyordu insana. Ben, bu bahçeye senelerce gidip geldim ve bu meyvelerden sürekli tattım. Her gidişim bir seremoni olur, ağaçları teker teker ziyaret ederdim. Aralarında en sevdiğim ağaç, kiraz ağacıydı. Dallarından yandaki evin terasına çıkmak mümkündü. Orada zaman dururdu sanki. Aynı hissi, İsviçre’de Lugano gölünü gören San Salvatore Tepesi’nde de hissedersiniz. Kiraz ağacı sizi alıp bugünün gürültüsünden, karmaşasından, stresinden uzaklaştırır farklı bir yere çekerdi ve dallarından yan taraftaki binanın üstüne kolayca çıkılır, zift gibi kapkara çatısından iskeleyi, denizi görmek mümkün olurdu.

Aslında ne manzara ne de ağaçlardı farklı kılan burayı. Buradaki huzurdu belki de farklı gelen ve bana hissettirdikleriydi. Bu görüntüyü sol taraftaki zeytin ağaçları süslerdi. Kiraz ağacının kirazları da lezzetliydi, ne tam kırmızı ne de beyazdı ve bir yerde okumuştum, Gerze’nin adı da kiraz ağaçlarının çokluğundan gelmekteydi.

Ev sahibi, tüm zamanını sabahtan akşama kadar toprakla geçirirdi. Eker, diker, sular hiç boş durmazdı. Diğer emekliler gibi kahveye gitmek, oyun oynamak ona göre değildi. Toprak, evet toprak, iyi bir dinleyiciydi, her daim insanın ihtiyaç duyduğu mineralleri ve organik maddeleri barındırır ve insana güç verirdi, sabırsızlığı törpüler, duygu karmaşasını kontrol ederdi ve bunları karşılıksız ama karşılıksız yapardı. Aşık Veysel’in dediği gibi tam bir sadık yardı kara toprak.

Tarzan Kemal ile iki toprak dostu bir gün beraber bir ağaç dikme töreni için Karakum Tatil Köyü’ne gitmişler ve daha sonra gölet halini alacak o alanda ağaç dikmeye başlamışlardı. Tören bitince herkes alanı koşarcasına terk ederken, Tarzan her zamanki hicvini kullanmış ve ağaç dikerken birdenbire alanı terk edenleri eleştirip:

“ Ağaç dikmeye geldiler,

Hepsi kaçıp gittiler”, demişti.

İnsanlar gitmiş ama onlar kalmış ve beraber ağaç dikmeye devam etmişlerdi. Öyle ya, amaç ağaç dikmekse, sadece ağaç dikmiş gibi görünmek ve şov yapmak için oraya gelinmemeliydi. Protokoller, törenler Tarzan’a göre değildi. O gösterişten hiç hoşlanmazdı. İkisi de her bir fide ile küçük bir bebek gibi ilgilendiler.

Daha sonra Tarzan, orada kaldı ve işine her zamanki gibi titiz ve itina ile devam etti.  Oradan ayrılan en son kişi olmuştu. Göletin civarındaki ağaçların büyümesinde Tarzan Kemal’in imzası vardı. (Sinop’un birçok farklı köşesinde de) Tarzan, her zaman bizi şaşırtırdı. Bir gün yaptığı Fransızca çeviriye bizzat şahit olmuştum. Aniden, Panait Istrati romanından fırlayan bir Mihail karakteri gibi beni çok şaşırtmıştı. Şaşırtmak onun işiydi.

Toprakla uğraşanlar diri kalırlar, enerjik olurlar tıpkı bu iki kişi gibi. Şimdi bakıyorum da ne eski binalar kalmış, ne zeytin ağaçları, geçmişe dair değerler yok olmuş gitmiş. Geçmişe ait kalanların yerinde soğuk, estetiksiz, bahçesiz ruhsuz bina yığınları dolmuş. Belki de insanlar buna duyarsız kalmışlar…

İşte öyle sevgili dostum, galiba çok konuştum arkadaşım dedi ve pencereden baktı:

Yağmur her cama vurduğunda

Kavak ağacı konuşur hışır hışır.

Çocukların sesi yükselir taş merdivenden

Kiraz ağacı hayalimde canlanır.

Ve

Toprak kokusu yayılır havaya

İnsandan toprağa, topraktan insana özlemle

Ne meyveler, ne de eski binalar yok artık.

Ama toprak,

Değmeyin bari toprak kalsın.”

 

ŞGS

 
Yorum yapın

Yazan: 23 Ocak 2019 in İz Bırakanlar

 

Etiketler: , , , ,