RSS

Etiket arşivi: dudaş köyü

TAYYİP SANDALCI’NIN SON EMANETLERİ

24.06.2022- BİLKE

Paylaşacağım 05. Nisan 2022 tarihli bir fotoğraf, sonlu dünyanın acı gerçekliği ile yüzleştirecek hepimizi. Neden derseniz, hayatının son evrelerini yaşayan bir kişinin, dünyadan göçeceğinin farkındalığıyla, bilinçli bir selfi çekip yazıları ile birlikte bana göndermesi ve “uygun yerlerde kullanırsın” notunu düşmesi. Ailesinin bu fotoğraftan haberi var mı bilmiyorum ama bana yüklediği sorumluluğun, sırtımda kat kat arttığının farkındayım. Yaptığım çalışmaların özünü kavraması, araştırmasına sahip çıkacağımdan emin olması da ayrıca hüzünlendirdi beni.

Gönderdiği 7 dosyanın hepsini açmamıştım, tarih sırasına göre yayınlıyordum. Dünyaya veda etmeden önce yazılarının 3 bölümünü kendisi de okumuştu. Bu gün postanın içindeki son dosyadan çıkan fotoğrafı sanki ” işte gidiyorum kalanlara selam olsun” diyordu sevenlerine. Son 4 postadan biri foto, diğeri kitabe, üçüncüsü kitabenin çevirisi, dördüncüsü de biyografidir. Bu alemden göçse de sözü kendisine bırakıyorum: Ayşe Yaşar SARIKAYA

Tayyip SANDALCI-

Selam sevgi saygılarımla –TAYYIP SANDALCI – 12/01/2022

Cami girişindeki hitabenin okuyamadığım bir iki kelime dışında tercümesini yapamaya çalıştım, küçük eksikler olabilir ama kitabenin özü anlaşılmaktadır .

“Ayasofya hatibi Ebu Bekir Lütfü efendiniğ ulvi himmeti kıldı bu camii inşa

Vekili Azam’ı ecmein Abdülhamit Hana 

Düa ihvan eyledi mü’e minler

Ol amiri minel ilah

Didiler…….ser askeri muhbaresi

Yapıldı cami Lailaheillallh…….

1317 (1901)”

Dudaş Köyü Camii Hitabesi-foto-Tayyip SANDALCI

    BİYOGRAFİSİ            

1947 yılında Dikmen Dudaş köyünde doğdu. 16 yaşına kadar eski Türkçe okuma yazma ve kuran okumayı öğrendi, çobanlık ,çiftçilik, Ramazan imamlığı yaptı. Bu arada yeni Türkçe okuma yazmayı öğrenerek dışardan ilkokul diploması aldı(Dudaş köyünde ilköğretim 1970 den sonra başladı).
16 yaşında köyden ayrılıp Sinop’a geldi. Halk Eğitim Merkezinin düzenlediği, Amerikalı Barış Gönüllüsü , Robert Dankoff’un ingilizce kurslarına katılarak ingilizce öğrendi, gündüzleri iş seçmeden her tür amelelik yaparak harçlığını kazandı.
1965 yılında, Mülkiyeti Sosyal Sigortalar kurumuna ait olan, Türkiye Otel Lokanta ve  Eğlence yerleri işçileri (TOLEYİS) Sendikasının uygulama oteli olarak açtığı , daha sonra el değiştirerek  özel kişiler tarafından işletilen,  halk arasında Turist otel olarak bilinen otelde resepsiyonist olarak işe başladı.
1966 yılında Amerikan üssünde(RADAR) Araç Sevk ve Harekat memuru olarak çalışmaya başladı.
1967-69 yıllarında İzmir ve Ankarada hava muhabere , Mors Operatörü olarak 2 yıllık askerlik görevini yaptı.
Askerlik dönüşü Amerikan üssündeki işine döndü. 1973 yılında Amerikan Üssünde İstihkam mühendisliği bölümüne transfer olarak, Demirbaş malzeme memurluğu, iş programlayıcılığı (scheduler), maliyet muhasebeciliği, plan bütçe yapım ve uygulaması, ve nihayet Üretim Kontrol şefliği (Chief Production Control) yaptı.

Bu arada hiç okula gitmeden (o yıllarda açık öğretim de yoktu), ilk ,orta, lise ve Türkiye Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsüne bağlı Sevk ve İdare Yüksek okulunu (TODAİE-SİYO)dışardan bitirdi.
1993 yılında Üssün kapanmasıyla Sinop’ta yaşamaya devam etti. 14 Mar 2022- Tayyip SANDALCI

NOT: TAMAMI

https://sinopbilke.com/category/tayyip-sandalci-anilar/

Tayyip SANDALCI ANILAR “KATEGORİSİNDE bulabilirsiniz

 
2 Yorum

Yazan: 24 Haziran 2022 in Tayyip Sandalcı anılar

 

Etiketler: , , , , , , , , ,

TAYYİP SANDALCI ANILAR 4. BÖLÜM

25.04.2022- BİZİM ÇİLELİ AİLEMİZ- TAYYİP SANDALCI

Mart ayı geldiğinde artık yavaş yavaş ağaçlar ve koyunlar doğurmaya başlar.. Ağaçlar tomurcuklanır (civirdükler açar) çevrede kuzu melemeleri duyulur, bunlar ağır kış şartlarının atlatıldığını müjdelerler çobanın kulağına. Bu mevsim aynı zamanda dere kışlayı kapatıp köy merkezine göçme Zamanıdır. Anlatılmaz bir duygudur köye göçme. Artık zor kış şartları atlatılmış bahar gelmiş, çiçekler çiğdemler açmış, çorba çörek yapmaktan kurtulmuşsunuz, uzunca bir süredir ayrı kaldığınız ailenize, ocağınıza kavuşursunuz, önünüze hazır sıcak yemek gelir. Şimdi hayat hayvanlar içinde sizin içinde çok daha rahattır artık.

Aynı göç heyecanı birkaç ay sonra Mayıs sonu Haziran başı gibi yine yaşanacaktır. Bu defa köyden yaylaya çıkılacaktır. Çoban koyun kuzu sürüyü alıp yaylaya giderken aynı gün öküz arabasına (kanı) yaklaşık 4 ay kalınacak (Haziran-Eylül) yaylada gerekli minimum eşyalar yüklenir , yola çıkılır aynı heyecan bir kez daha son baharda yayladan kışlaya göçerken yaşanır. Bu defa sevincin yerini hüzün almıştır sevgiliden ayrılmak gibidir sanki. Güzel günler geride kalmış ,zor günlere yaklaşmıştır. Yayla zamanı, güzel günler demek, ayran yoğurt bol soğuk suları serince havası ile yazın sıcağından etkilenmezsiniz.

Çoban için yine zordur yaşam, çobanın gecesi ile gündüzü yer değiştirir yaylada; gündüzleri sıcakdan koyunlar otlamaz, gün batımına yakın başını kaldırıp otlamaz , gece yarısından önce koyunlar gelmez ağıla, aynı şekilde sabaha 1-2 saat kala erkenden otlatmaya çıkarırsın koyunu. Geceleri en fazla 1-2 saat uyuyabilir çoban. O nedenle gündüzleri hep uyur çoban, uyuyabilirse tabi, boş bir ağaç gölgesi bulacak , kara sineklere de aldırmayacaksın. Ben bu işi pek beceremezdim, çobanlığı sevmediğim için iyi bir çoban olamadım. Şayet orak zamanı ise bazen çobanın gündüz uyuma hakkı da askıya alınır. Gece uyuduğu 1-2 saatle yetinmek zorundadır. Orak başladı, bu kelime hala beni heyecanlandırır, sanki seferberlik gibidir orak, genç yaşlı herkes bu seferberliğe katılır, orak köy olarak hep birlikte başlanır ve biter , geri kalan salmalığa kalır; yani orak bittiğinde herkes hayvanları çobansız başıboş salıverir, buna salmalık denir. Salmalığa kaldınsa bir taraftan ekinleri hayvandan korurken diğer yandan orak biçersin ki, bu bir adamın başına gelebilecek en kötü iştir.

Orak biter sap çekme eylemi başlar, bu da en zor işlerden biridir; biçilen , toplanan saplar 5-6 km mesafedeki araziden berbat bir “off road” gib %i 40-45 derece eğimli rampalardan aşağı hayvanın direnmesi ile oluşan fren ile paldır küldür ağustos ayının 30-40 derece sıcağı altında kanı ile yayladan köy merkezine taşınır sap..

Bitmeyen bu çile, harmanla devam eder, bu da ayrı bir çiledir. Sabah erken kalkıp harman temizlenir hazırlanır ekinler harmana saçılır, daha sonra öküz veya mandaya koşulan düven ile sıcak altında gün boyu dolap beygiri gibi döner dönersin taa ki saplar iyice parçalanıp daneler ayrılıncaya kadar. Genelde ikindiye kadar sürer sapların parçalanıp harmanı toplama zamanı. Harman toplandıktan sonra som savurma işi başlar, yaklaşık 8-10 m3 hacminde bir som savura savura içindeki daneler ayrılır. Şansın yaver gidip de rüzgar iyi eserse hani bir iki turda bu işi bitirirsin. Yok eğer rüzgar esmez ise Allah bilir ne zaman biteceğini, bizim harmanın yeri hiç de uygun değildi rüzgar açısından, çok zorlanırdık som savurma işinde çoğu zaman gece geç vakitte yarı karanlıkta tamamlayabilirdik işi. Hatta bazen ertesi güne kaldığı bile olurdu, bazen de yağmur yağar birkaç gün kalır som ıslanır dane saman zarara uğrardı. Her yıl değilse bile 1-2 yılda bir böyle şeyler yaşanırdı bizim harmanda. Som savrulup daneler ayrılınca önce gözerden geçer çec, daha sora daha sık gözenekli kalburdan geçirilir . ayıklanan ekinler çuvallanıp sırtlayarak ambara taşırsın bu bölümü genelde kadınlar yapardı bizde, erkek de samanı samanlığa koyar .Bu işlem yaklaşık bir ay kadar sürer, taa ki harmanın kaşındaki sap yığınları bitinceye kadar.

Harman işi eylül ayının bir yerlerinde biter. Bu arada kışa hazırlıklar yapılır bağ bahçe hasat edilir,elma armut, şeker pancarı, kızılcık gibi meyvelerin pekmez pestili yapılır. Artan zamanda derekışladan at eşek ve sırtında kış için ve pestil pekmez işi için odun taşırsın. Dere kışladan odun taşımak hiç de kolay bir iş değildir. 5-6 km mesafe çok kötü bir at eşek ve yaya yolu dimdik iniş dönüşte hayvanın sırtında yük % 60-70 eğimli yokuş yukarı çıkarsınız. Günde ortalama bir sefer yaparsınız ikinci sefere ne zaman yeter nede enerji.

Ekim kasım ayları çevre kasabalarda, Gerze, Durağan ve Boyabat’ta panayırlar kurulur. Bu panayırlarda hayvan pazarları kurulurdu, insanlar hayvanlarını alır satar takas ederdi. Aynı zamanda eğlence çadırları kurulurdu bu panayırlarda , bizim yaşlar için ve bizim gibi köy de yaşayanlar için heyecanlı eğlenceli olurdu panayırlar. Bu boşluk çok da uzun sürmeyecek hava şartlarına bağlı olarak ekim sonu kasım başı gibi çift sürme zamanı başlayacak ve yine kış gelecek yine derekışla yine çobanlık, bu döngü böyle devam edip gider.

Bu döneme ait duyguları kendimce şu dizelerle anlatmaya çalıştım:

DUDAŞTA ÇOBAN OLMAK

Çamurdan çitten yaptığı kulübede barınmak

Kuş ekmeği toplayıp akşama çorba yapmak

Çöpür döşekte uyuyup sınırlı hayaller kurmak

Zor olur Dere kışlada kışı geçirmek.

Civirdüklerden ( yaprak açmadan önce ağacın uyanma belirtis) baharın müjdesini almak

Menekşe çiğdemden takvimi okumak

İlk doğan kuzu sesiyle baharı yakalamak

Hoş olur dere kışlada baharı karşılamak.

Kışı unutup kışın yaşattıklarını unutup kuzularla bahara alışmak

Sonra köye taşınma hazırlıkları yapmak

Yatağını döşeğini yüklenip sürüyü köye sürmek

Buruk olur çobanın Derekışladan ayrılışı.

Yaylaya çıkmak için ülkeri saymak

Evi ağılı elden geçirip yeniden hazırlamak

Sonra sürüyü alıp yaylaya çıkmak

Yaman olur Dudaş’ta yaylaya göçmek

Bahar yağmurları ile sırılsıklam olmak

Peşinden güneşle kebeyi kurutmak

Sonra bağrını güneşe verip uyumak

Güzel olur çobanın baharı yaşaması

Çam dan yayı çıkarıp avuz pişirmek

Düet yapan gugukların bülbüllerin arasından geçmek

Kuzu oğlak seslerini müzik gibi dinlemek

Başka olur çobanın baharı yaşaması

Kayan yıldızlara bakarak dilek tutmak

Saman yolunda turlayıp aya konmak

Dolunayda oturup kitap okumak

Farklı olur çobanın mehtap anlayışı.

Gece yarısı sürüyü kırlara sürmek

Yıldızlardan saati okumak

Sonra sürüyü alıp kuşluğu gelmek

Böyledir çobanın yazı yaşaması.

devamı gelecek……..

 
 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , , ,

“TAYYİP SANDALCI”- ANILAR 3. BÖLÜM

11.04.2022- Tayyip SANDALCI

Dernek binamızın 20 metre yakınlarında oturuyor Tayyip SANDALCI. Değerli komşularımızdan. Yaşamını ne güzel kaleme almış Tayyip Ağabeyimiz. anılarının her satırı gelecek kuşaklar için örnek olacak ve iz bırakacak nitelikte. O şimdi hasta yatağında; yazdığı anıları bizimle paylaştığı için teşekkür ediyor, kendisine acil şifa diliyoruz.

Kent ve köy kültürlerinden yaşama yansıyanlar arasındaki farklılıkların uyuma dönüşme örneklerini yayınlamaya devam edeceğiz. Yaşam içindeki karşıtlıklar, bilinç ışığında değerlendirildikçe, her birimizin bilinç potansiyeli arttıkça, uygarlığa yol alacağız. BİLKE”

BİZİM ÇİLELİ AİLEMİZ -3-TAYYİP SANDALCI

3-4 yıl böyle geçmişti…………..

Bu yıllarda babam İstanbul’da çalışıyor, köyün bütün işleri benim sırtımda idi. Çiftçiliğe dair ne varsa her şeyi yapmaktaydım. Yaptığım işler yaşıma göre ağır işlerdi (13-15) .

Köyün yaşlısı Hayri hoca şöyle demişti:

” bu köyde iki çalışkan adam var, birisi Tayyıp, diğeri de Bilolun dayama” demişti. Dayama iç güveyiye denir, askerliğini yapmış iri yarı aslan gibi adamdı dayama. Her yetişkin öküz arabasına sapı yığıp yayladan kışlaya gelemezdi. Yollar 3-4 km ama kötü bir off-road gibiydi, eğer sapı arabaya sağlam yığamazsanız sap inişlerde bir yerde dağılır arabadan düşer yeniden yamada sıcağın altında sap yığmak mecburiyetinde kalırsın ki bu bir adamın başına gelebilecek en kötü durumdu.

En zoru da çift sürmekti benim için. Kara sabanla çift sürmek belli bir enerji gerektiriyordu, koştuğun öküz güçlü ve eğitilmiş olmalıydı. Hiç unutamayacağım böyle bir yıl yaşamıştım. Kömüşlerimiz yaşlanmış çok ağırlaşmışlardı, gençleştirmek gerekiyordu. Son baharda Gerze’de panayır kurulur, genelde hayvan pazarı hareketli geçerdi. Diğer çadır eğlenceleri de kurulurdu. Yaşlı mandalarımızı getirip, gençlerle üste para vererek takas ettik. Genç güzel, uyumlu bir çift malak alıp döndük köye. Ancak, ben acemi malaklar acemi, kocaman bir çiftlik sürülecekti, malaklar boyunduruk görmemiş güçleri yetmiyor sabanın peşinde benim de gücüm yeterli değil. Kabaçam denen mevkide büyükçe bir tarlamız vardı, killi topraklı, toprak jiklet gibi sabana sarar sabanı kabul etmezdi. Bir hafta boyunca bu tarlayla uğraşmıştık. Aslında normal şartlarda yetişkin bir adam iyi bir öküzle bir günde sürebilirdi bu tarlayı. Zaman zaman dışkımdan kan geliyordu, sabanı karnımla bastırmaktan. Gücüm yetmedikçe hayvanlara ve önünde yürüyen eşime vurduğum bile olmuştur. Allah afetsin.

Arazimizin bir bölümü 1 saatlik %40 eğimli bir yolla çıkılan yayla mevkiinde , bir bölümü ise 1,5-2 saatlik mesafede usta köyünde bulunuyordu. Ekim-nisan ayları arasında hava müsait olduğu hergün mutlaka çift sürme işi devam ederdi.

Bir de çobanlık vardı bu yaşamın içinde: kış gelip kar oturduğunda köy merkezi ve yaylalar artık uzunca bir süre kar altında kalacaktır, çobanlıktan başka yapılacak iş yoktur, bu günlerde koyun keçileri alıp kardan etkiyi azaltmak, hayvanların yiyecek kökçe bulabildiği Derekışla’ya inilirdi. Dere kışla, köy merkezinden yaklaşık 300m düşük rakımlı vadinin tam da tabanında, tepelerden bakıldığında denizden (doğu-batı) dağlara yukarı yavaş yavaş belli bir eğimle uzayıp giden bir kanyon bir vadiyi andırır. Ağacın dalları gibi kollara ayrılarak zikzaklarla Göktepe ormanına çıkar bu vadi. Koyun keçi sahiplerinin Derekışla’da ilkel bir mandırası ve çoban kulübesi bulunurdu. Bizimde burada bir mandıramız vardı hayvan kışlatmak için . Mandıra iki katlı idi, keçiler bir katına koyunlar diğer kata konur yada karışık konurdu. Mandıra çobanın kaldığı kulübeye oranla daha muntazamdı. Bizim kulübenin bir cephesi mandırayla ortak duvara, arka cephe toprağa dayalı, ön cephe kapı ve hemen kapının bitişiğinde ocak, diğer sağ cephede 2-4 cm çapında yaşken 3-5 cm çapında,  meşe ve çitri dallarından sepet zembil örgüsü gibi örülmüş arası sarı toprak saman karışımı ile sıvanıp doldurulmuş, yaklaşık 2×2 ve ya 2×3 ölçüsünde bir kulübe idi. Altında keçi çöpüründen dokunmuş döşeğin içinde ince bir yün veya keçi çöpürü, üstünde yine birkaç tane keçi çöpüründen dokunmuş döşek. Bu örtülerle gecenin soğuğuna karşı koymak çok zor olurdu. Mecburen ocağı sürekli yakmak durumundaydınız, gündüzleri hem hayvanları otlatırken diğer taraftan gece yakılacak odunu temin etmek işin önemli bir bölümü idi. Neyse ki yakın çevrede odun boldu gece sık sık kalkıp ocağın ateşini canlı tutmalısınız. Genelde gündüz kıyafetleri ile yatılır ki üşütüp hasta olmayasın. Çobanın günlük kıyafeti; yünden dokunmuş aba ve pantolon başında da yine yünden dokunmuş başlık bulunurdu.

Ayva’da ramazan imamlığı yaptığım zaman teravihi kıldırıp mandıraya geldiğm oluyordu bazen.

Beyaz bir köpeğim vardı Çatalkaya’dan ıslık çalardım vadinin karşı yakasından çaya iner çaydan geçip ters denilen yerden yukarı ormanın içinden sadece yaya ve at eşek le geçilebilecek yamalardan yukarı önüme gelirdi. Bütün bunlar 15-20 koyun bir o kadar da keçi için yapılırdı. 2000’li yıllarda Acun Ilıcanın Survivor programını izlerken hep dere kışladaki yaşam koşullarını hatırlardım. Köpeğin koyunların ve sen birde Allah. Akşam geldiğinde kendine çorba, köpeğine yal yapacaksın su dereden elektrik çam çırası…

Ekmek birkaç günde bir köyden gelir. Ekmek katığı (ekşi pekmez gibi dayanıklı ekmek katığı, şansın varsa evde pişen yemekten yemek de gelebilir) ama bu her gün değil. Hava şartları elverişli değilse gelen giden olmaz, başının çaresine bakmak zorundasın.

Çok uzun sürmezdi bu serüven ama sert ve zor geçerdi. Doğayla uyum içinde olacaksın. Hayvanları doğanın bu zor şartlarından daha az etkilenmesi için biraz deneyimli olmalısın. Rüzgarın yönüne göre daha az rüzgar alan, daha çok güneş alan yerleri bileceksin günlük hava koşullarına göre hareket edeceksin böylece Aralık-mart ayları arası oldukça zor geçen kötü hava koşullarından daha az etkilenerek ilk baharın kuyruğunu yakakalamaya çalışırsın.

 
 

Etiketler: , , , , , , , ,

“ÇANAKKALE” ANNEM HEM YETİM HEM ÖKSÜZ KALDI

18.03.2022- Tayyip SANDALCI

BİZİM ÇİLELİ AİLEMİZ

Aziz dedemle Hacer Anneannem 1911-12 yıllarında Sinop-Dikmen’in yoksul dağ köylerinin en yoksulu olan Dudaş köyünde evlenirler. Uzaktan akraba ve komşu çocuklarıdır. İlk çocukları Emine(annem) 2,3 yaşlarında iken Aziz dedem (annemin babası) bir çocuğu ve veremli eşini arkasında bırakıp Çanakkale’ye gider(anneannemin annesi de veremden erken ölmüştür). Dedem komşuları ile vedalaşırken eşinin veremden kurtulamayacağını bildiğinden onlardan küçük kızıyla ilgilenmelerini (annem) onu aç bırakmamalarını rica eder. Nitekim dedemin gidişinden kısa bir süre sonra veremli eşi, anneannem genç yaşta (tahminen20-25 yaşlarında)vefat eder. Aziz dedem de (Annemin babası) Çanakkale’den dönmez. Böylece annem, yetim ve öksüz kalır.

Diğer yandan babamın babası İsmail dedem, İstanbul Unkapanı’ndaki kendi evinde eşi ve 3 çocuğuyla yaşamaktadır. Belgelerde dedemin ünvanı “arabacı başı Sandalcıoğlu İsmail ağa” diye geçer.

Çanakkale , peşinden 1. Dünya savaşı, İstanbul her bakımdan güvenli değildir.

Diğer tarafdan İstanbul salgın hastalıkların merkezi durumundadır . Aynı şekilde anadoluya da yayılmış durumdadır, kolera, tifus, veba, frengi, dizanteri, sıtma, verem; hepsi de bulaşıcı, salgın ve ölümcül.

Ayrıca İsmail dedem, seferberliğe çağrılmayı beklemektedir. Bu nedenlerden dolayı olacak ki; 3 çocuğu

( babam ve iki ablası 4-10 yaşlarında)ve eşini alıp Dudaş köyü’ne 3. Kardeş Ahmet dedemin yanına bırakıp kendisi İstanbul’a döner ve kısa süre sonra da seferberliğe çağrılır.

Bu yıllarda , köylerde yaşam koşulları hiç de iç açıcı değildir. İşe yarayan erkekler seferberlikte, kadınlar ekip biçme işini yapabildikleri kadar yapmaktadır; koşacak öküz yok, can güvenliği yok , köylerde eşkıya baskınları göz açtırmıyor, devlet otoriteyi sağlayamıyor.

Kıtlık yıllarına ait acı hatıralarını, nenem bazen şöyle anlatırdı: “ atla , eşşekle Gerze’ye gidip sıraya girip bir çuval kepek alırdık (35-40 km ) köye gelip mısır somağı ve ceviz kabuğu kırıp değirmende öğütülerek bunu kepeğin içine katarak çoğaltıp yazın kulağını tutmaya çalışırdık” derdi . Yaz geldiğinde kıtlıkla mücadele biraz daha kolaydı. Yeni ürün çıkana kadar her türlü ot yenebilirdi ( sivri uzun kara çayır hariç)

İsmail dedem seferberlikte( hangi cepheye gittiği bilinmiyor) hastalanıp tebdil-i hava gelir, Unkapanı’ndaki evinde tek başına ishalli bir salgın hastalığa yakalanarak vefat eder. Ortaköy mezarlığına defin edildiği söylenir ama mezarı bilinmez .

(Bir kaynak, Birinci dünya savaşında Osmanlı ordusunda sadece veremden ölen askerlerin sayısı 20,000 civarındadır der; Bir başka kaynak ta ise hastane kayıtlarında hastaların % 75-80 ‘i salgın ve bulaşıcı hastalık, sadece % 20-25’i kurşun ve yaralanma vakasıdır der.)

Dedemin Unkapanı’ndaki evi de, dedemin ölümünden sonra yangında yanar, geriye kalan arsa bir tanıdık aracılığıyla satılıp parası köye gönderilir. Bu paranın çok küçük bir meblağ olduğu söylenir.

Her iki kardeş de ölünce , geriye kalan 4 yetimle, köydeki 3. Kardeş (çakır Ahmet dedem) ilgilenir. Dedem ve eşi Havva’nın çocukları olmaz. Ama , bu dört yetime anne-babalık yaparlar , bize de büyük baba büyük annelik.

Bu yetimlerden ikisi: İhsan ve Emine, (annem-babam )amca çocuklarıdır, evlendirilirler Ve biz beş kardeş dünyaya geliriz bu evlilikten.

Annem 2,3 babam 4,5 yaşlarında hem anadan hem babadan yetim ve öksüz kalırlar . Çocuk belleğinin gücü oranında silik bir şekilde çok önemli bir kaç anıdan başka bir şey hatırlayamazlar anne-babaya ait.

Annem babasına ait hiç bir şey hatırlamaz , annen nerede diye soranlara ise : eliyle toprağı tırmalayarak böyle yaptılar “gömdüler” dermiş.

Babamın ise hatırladığı bir iki anısı vardı: bir tanesi annesi dikiş dikermiş diğeri ise babası onları köye bırakıp İstanbul’a dönerken annesi onu da yanına alıp eşini uğurlamak için tepeye kadar( tuzla ) çıkarlar. Babası biraz uzaklaşınca geri dönüp eşine seslenir “ Hayriyeee tavanda bir davul deri var ondan çocuklara çarık dikersin demiş.

Aziz dedemin Çanakkalede nasıl öldüğü bilinmediği ve künyesi gelmediği için annemin 68 yıllık ömrü , bir gün babasının bir yerlerden çıkıp gelivereceği umuduyla geçti.

Kasabadan gelen herkesten bir haber, bir umut bekler , sonrada oturur ağlardı.

Köyümüz, çevresi yüksek tepelerle çevrilmiş bir vadi içindedir. Köye gelen insanlar önce uzaktan bu tepelerden görünür. Herkes gelenin kim olduğunu, nereden geldiğini , ne havadis getirdiğini merak eder, askerde çocuğu , eşi olan gurbette yakını olan heyecanlanır bir haber, bir mektup bekler. Dudaş köyü Gerze’ye 35-40 km, yürüyüş süresi 8-10 saattir . O yıllarda yolda yok vasıta da.

Annem , bu tepelerde görünen her silüeti gördüğünde heyecanlanır, bir haber bir mucize bekler, bazan bana “ git öğren bakalım bir haber varmı” derdi .

Son yıllarında artık tepe sokağındaki ağaçlarla insan silüetlerini ayırt edemez olunca ağaçlara söylenir sitem eder kızardı . İşte böyle ; savaş , salgın hastalıklar, yetimlik, öksüzlük ve yosulluk yaşanacak acıların hepsini yaşayarak geçtiler kendilerine ayrılan zaman diliminden ..!

Nur içinde yatsınlar, mekanları cennet olsun inşaallah… Tayyip SANDALCI

Fotoğraf: 125. Piyade Tümenine bağlı Türk askerleri Osmanlı İmparatorluğu, Almanya’nın Rusya’ya savaş ilan ettiğı 1 Ağustos 1914’ün hemen ertesi günü
 

Etiketler: , , , , , , , , , ,

DUDAŞ KÖYÜ HAKKINDA-Tayyip SANDALCI

19.01.2022-Dikmen Dudaş Köyü-Tayyip SANDALCI

GİRİŞ: İnsan oğlu var oluşundan bu yana , nereden gelip nereye gittiğini merak eden tek canlı türüdür.. Ancak insanlık tarihinde yaşanan savaşlar, yakıp yıkmalar , aynı zamanda insanlığın geçmişine ait belgeleri, arşivleri de yok ede gelmiştir. Buna birde Eski Türkçe okuma yazma zorluğu, harf devrimi gibi ülkemiz gerçekleri de eklendiğinde belge/arşiv temini iyice zorlaşmıştır. Çünkü harf devriminden sonra Eski Türkçe belgeler yeterince yeni döneme taşınamamış yaygınlaştırılamamıştır.

Elbette harf devrimi gerekliydi, çünkü devrim öncesi okuma yazma oranı %5 ler düzeyindeydi. Ancak harf devrimi ile bir çok arşiv bilgi ve belgelerin duvarın öbür tarafında kaldığı, bu tarafa taşınamadığı kanısındayım. Türkiye’de bu donanıma sahip çok az bilim adamının olduğunu düşünmekteyim. Hasbel kader Eski Türkçe okur yazarım. Kitabe, levha okumaya olan ilgimden dolayı şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, eski Türkçe okuma yazma farklı bir şey, kaligrafik / tezyin özellikli yazıları okumak bambaşka bir şey. Bunun için farklı bir eğitim gerek. Burada bir anekdotumu anlatmadan geçemeyeceğim. Kaligrafik sanatla yazılmış bir kitabeyi çözebilmek için yaşlı genç sayısız din görevlileri ile görüştüm fakat faydalanamadım. Her neyse biz konumuza dönelim. Eminim benim gibi sizler de merak ediyorsunuzdur doğup büyüdüğünüz köyün tarihini, ilk göçün nereden ne zaman geldiği, hangi ırk ve boydan olduğu, etnik yapısı gibi geçmişimize ait bilgileri.

Bu konuyla ilgili yaptığım araştırmalar da bölgesel göç hareketlerine ait somut bilgi/belge edinemedim, ancak Anadolu tarihi ile ilgili yazılanlardan yola çıkarak genel bir yaklaşım sağlamaya çalıştım . Bu konu tartışmaya ve katkıya açık bir konudur, isteyen herkes (kaynak/ belge göstererek) katkıda bulunabilir. Amacım sadece bir başlık açmaktır.

1071 Malazgirt savaşında Selçukluların Bizanslıları yenmesi sonucu Türkler Asya’dan Anadolu’ya göç etmeye başladı. Türk beyleri savunmasız Anadolu’da ordularıyla ilerlerken Türk göçleri Hazar denizinden, Kafkaslardan, yoğun bir şekilde devam ediyordu, bu göç hareketi bir kaç yüz yıl sürdü. 13. Yüz yılın sonuna doğru Oğuz Türklerinin Bozok kolu olan 12 oğuz boyu Anadolu’nun kuzey bölümüne göç etti. Bunlardan yaklaşık 100,000 kişilik bölümü Kastamonu bölgesine yerleştirildi.

Yaşar Kemal, Binboğalar Efsanesi (göçebe yörükler)adlı eserinde şöyle der: ‘ Horasan dan gelmişler, uzun boylu ala gözlü uzun adamlar, omuzlarında tay derisinden sırmalı abalar, uzun keçe külahlar, uzun kargılar, 72 direkli, 72 göbekli, keçi kılından kara çadırları var, semah dönerler’ der. Sinop idari teşkilat olarak merkezi Samsun olan Canik livasına, daha sonra da tanzimatın ilanından sonra Kastamonu’ya sancak olmuş, Cumhuriyetin ilanından sonra ise 1924 de Kastamonu’dan ayrılıp il olmuştur. 1520-1530 yıllarında hemen hemen Anadolu’nun tamamı Anadolu vilayeti diye tek vilayetti ve Kastamonu’da Anadolu vilayetine bağlı bir liva idi.1214 yılı ekim ya da kasım ayında, Selçuklu hükümdarı İzzettin Keykavus , Sinop tekfurunu esir alarak kaleye girip , Sinop’u Trabzon Rum İmparatorluğundan aldı. Sinop , 1294-1461 yılları arasında Candaroğulları yönetiminde kalmıştır. Daha sonra 1462 yılında , Fatih Sultan Mehmet Trabzon Rum imparatorluğunu ortadan kaldırmaya giderken Sinop’u da Osmanlı topraklarına katmıştır. Yukarda yazılanların ışığında bir tahminde bulunmak istersek, Dudaş köyünün tarihi 12. 13. Yüz yıla kadar gidebilmektedir. Bir yerleşim yerinde en iyi korunan eski ve kalıcı izin mezarlıklar olduğunu düşünürsek, bu tarihlere uygun izler bulmak mümkün olabilmektedir. Dudaş mezarlığında 1960-1970 yıllarına kadar kurumuş fakat ayakta durarak zamana direnen meşe ağaçları var idı. Bu ağaçlar için köyün yaşlıları farklı tahminlerde bulunurlardı. Daha sonra anadolunun çeşitli yerlerinde gördüğüm ve arkeologlarca tarihlendirilmiş ağaçlarla yaptığım kıyaslamalarda bizim mezarlıktaki ağaçların yaklaşık 600- 700 yaş civarında olabileceğini düşünmekteyim. Bu tarihler ise oğuz göçlerinin yoğun olduğu 12. 13. Yüz yıllarla örtüşmektedir. Mezarlığın hemen karşısında , güney doğusunda ise , islami nizamda olmayan mezarlık varmış. 1960 – 1970 li yıllarda buraları işlerken iskeletler çıkardı. Bu da bize göstermektedir ki tüm Anadolu’da olduğu gibi bizim köyde de bizden önce gayri müslimler yaşamaktaymış.

KÖYÜN ADI VE DİĞER YERLEŞKE ADLARI: Dudaş ismi anadolunun çeşitli yerlerinde mevcuttur. Eskişehir de , kütahya Tavşanlıda ve Ankara’nın bir köyünde Dudaş ismi bulunmaktadır. En yakın sözlük anlamı ise du~daş olmak, karşılaşmak ( TDK de yok). Ankara bölgesindeki köyün muhtarı ve yaşlıları ile yaptığım tel görüşmesinde ; onlara köyün adının nereden geldiğini sorduğumda bana : …”savaşan iki ordu burada karşılaşmışlar onun için karşılaşma, kucaklaşma anlamında Dudaş demişler” dediler. (Duygu daş , Dudaş olmak ).Sosyal bilimciler araştırmalarında yer adlarını inceleyerek o yerin tarihi ve etnik yapısı hakkında (toponomy) yaklaşım elde etmeye çalışırlar. Bizde aynı metod dan faydalanarak bir çıkarım yapmak istersek;Örneğin: Ahad köyü, Galaççayı, gülek , kınık, kızık, bunlar oğuzların kullandığı isimlerdir.Ahad köyü : Dudaştan derekışla ya inerken çaya yakın bir arazi ve aynı yerde halen kalıntıları bulunan islami nizamda mezarlar mevcuttur. Galaç çayı ise, Göktepe- Bedireden sırtlarındanbaşlayıp , Bağırdaş mahallesinin güneyinden akıp giden çaya verilen addır. Gülek , kınık, kızık ise Anadolunun çeşitli yerlerinde çok rastlanan yer adlarıdır. Bu yer adları Oğuz boylarına ait yer adlarıdır. Sonuç olarak , bütün bunlardan şöyle bir yaklaşım elde etmek mümkün :Dudaş köyü’nün tarihininin Oğuz göçlerinin yoğun olduğu 12. 13. yüz yıllara uzanabileceğini ve yer adlarından da anlaşıldığı gibi buraları oğuz boylarının yurt edindiği, Yerleşkelerin seçim özelliklerine bakıldığında ise , hayvancılığa dayalı bir yaşam biçimlerinin olduğu anlaşılmaktadır (göçebe yörükler), yayla , yaklaşık 1100 rakım, kışla 700-800 rakım, derekışla 400-500 rakım ( rakımlar yaklaşık dır), mevsime göre hayvanlarının barınabileceği , doğayla uyumlu yerleşkeleri seçmiş atalarımız. Bu yerleşim yerleri neredeyse günümüze kadar işlevini sürdürmektedir.

12/01/2022- TAYYIP SANDALCI

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , , ,