RSS

Etiket arşivi: hikaye

ANDAVAL KÖYÜNÜN HİKAYESİ

28.11.2024- Ali PEKER

Reşat Nuri Güntekin Anadolu Notları kitabında, Andaval köyünün hikayesini anlatır. Vaktiyle Kayseri ile Niğde arasında atlı sürücülerin gelip geçtiği, ara durak şeklinde bir tepe köyüymüş, Andaval. İnsanları çok misafirpervermiş .Yolda kalan ,dinlenmek isteyen her yolcuya kapılarını ve sofralarını açarlarmış.

O kadar çok izzet ve ikramda bulunurlarmış ki sadece Kayseri değil, civar illerden gelen bir çok insan buraya uğrar olmuş. Hatta işi abartıp hastalık bahanesiyle günlerce yatıya kalanlar günden güne artmaya başlamış.

Andavallılar iyi niyetlerinden dolayı kimseye hayır diyemedikleri için artık bu yükü kaldıramaz olmuşlar. Sonunda kendi köylerini terk edip, dağ köylerine kaçıp, göç etmişler.

Paylaşım metni ;Meydan -Larousse ‘dan alınmıştır.

Ansiklopedi ‘nin gösterdiği kaynak ; Reşat Nuri Güntekin /Anadolu Notları. Anadolu Notları ;Yazarımızın Milli Eğitim Müfettişliği döneminde (1927-1939) yaptığı yurt gezilerindeki izlenimlerinden oluşmaktadır.

***

NOT: Andaval Kilisesi, Niğde‘ye bağlı Aktaş beldesinde bulunan ve M.Ö. 8. yy’ın başlarına tarihlenen kilisedir.

Geç-Hitit yerleşimi olan ve aynı zamanda Roma döneminde de önemli bir merkez olan Antik Tyana kentinin uzantısı olarak düşünülen bu yapı yakın zamanda restore edilerek ziyarete açılmıştır.[1]

Tarihi kaynaklarda adı Andavilis, Addaualis, Ambavalis olarak geçen yerleşim Geç antik dönemde, İstanbul’dan Kilikya’ya giden yol üzerinde bir istasyon görevi üstlenmiştir. Bizans dönemine ait kilise ilk olarak W. J. Hamilton’ın 1842 yılında basılan seyahatnamesinde kısaca anlatılmaktadır. Seyyah, Eski Andavaldaki kilisenin Konstantinos’un annesi Helena’ya adanmış bir kilise olduğunu belirtmektedir.[2]

1977`ye kadar sağlam ve ayakta olduğu belirtilmektedir.[3] O zamana kadar büyük olasılıkla köylülerin depo olarak kullandığı bu yapı 1977`li yıllarda tescil edilmiştir. Ancak bir süre sonra kilisede patlama olmuştur. Patlamadan sonra uzun süre bakımsız kalan kilisede 1996 yılında Niğde Müzesi ile Hacettepe Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümünden Prof. Dr. Sacit Pekak işbirliğiyle ilk kazı ve restorasyon çalışmaları yapıldı.[4]

Andaval anlamı nedir?

i. (Yun. andalavus, göçüşme ile andavalus > andavallus > andavallı) argo. Görgüsüz, bön, aptal kimse, ahmak: Ulan andavallı, dolap beygiri misin? (Hüseyin R. Gürpınar).

(Vikipedi)

Kaynakça

[değiştir | kaynağı değiştir]

  1. ^ “Tarihi Andaval Kilisesi turizme kazandırıldı”. hurriyet.com.tr. 16 Nisan 2019. 18 Kasım 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 18 Kasım 2022.
  2. ^ “Andaval Kilisesi”nigde.ktb.gov.tr. Nğde İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü. 14 Eylül 2020 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 18 Kasım 2022.
  3. ^ “Niğde Andaval Kilisesi”arkeolojikhaber.com. 18 Kasım 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 18 Kasım 2022.
  4. ^ Pekak, Sacit (1998). “Niğde-Andaval (Aktaş)’daki Konstantin- Helena Kilisesi”Sanat Tarihi Dergisi9 (9). ss. 103-117. 18 Kasım 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 18 Kasım 2022.
 
Yorum yapın

Yazan: 28 Kasım 2024 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , ,

TEFECİ BORÇLU BABANIN KIZINA AŞIK OLURSA

27.11.2024- Gülümse

Yüzlerce yıl önce bir kasabada, küçük bir işletme sahibinin bir tefeciye yüklü miktarda borcu vardı. Tefeci çok yaşlı ve itici görünümü olan bir adamdı. Kadere bakın ki, bu çirkin görünüşlü tefeci alacaklı olduğu işletme sahibinin kızından hoşlanıyordu.

Tefeci işletme sahibine, kızıyla evlenme karşılığında borcunu tamamen silecek bir anlaşma teklif etmeye karar verdi. Söylemeye gerek yok, bu teklif işletme sahibinin tiksinti dolu bir bakışıyla karşılandı. Ancak çaresiz kalan işletme sahibi nefret etse de tefecinin bu teklifini kabul etti.

Scrap gold jewelry is worth lots of money.

Bunun üzerine tefeci, bir torbaya biri beyaz biri siyah iki çakıl taşı koyacağını söyledi. Kızın daha sonra torbaya uzanması ve iki taştan birini alması gerekecekti. Kızın çektiği taş siyah çıkarsa borç silinecek, ama tefeci de kızla evlenecekti. Taş beyaz çıkarsa, borç silinecek ama kız tefeciyle evlenmek zorunda kalmayacaktı.

İşletme sahibinin bahçesinde, tefeci yerden iki çakıl taşı aldı. Ancak hile yapıyordu. Siyah çıkmasını garantilemek için hızla iki çakıl taşını da siyah olarak aldı. Onları alırken işletme sahibinin kızı tefecinin bu hilesini, yani iki siyah çakıl taşı aldığını, beyaz taş almadığını ve ikisini de torbaya koyduğunu fark etti. Daha sonra tefeci kızdan çantaya uzanmasını ve bir tane seçmesini istedi. Kızın ne yapabileceği konusunda doğal olarak üç seçeneği vardı:

Çantadan bir çakıl taşı almayı reddedecekti.

Her iki çakıl taşını da çantadan çıkarıp, tefeciyi hile yaptığı için ifşa edecekti.

Siyah olduğunu bile bile çantadan bir çakıl taşı alıp, babasının özgürlüğü için, kendini feda edecekti.

Kız torbadan bir çakıl taşı çıkardı ve bakmadan önce ‘yanlışlıkla’ diye diğer çakılların ortasına düşürdü. Tefeciye dedi ki; “Ah, ne kadar beceriksizim. Neyse ki, kalanın rengine bakarak düşürdüğüm taşın hangi renkte olduğunu anlarız.”

Torbada kalan çakılın siyah olduğu belliydi; tefeci yalanı açığa çıkmaması için kızın düşürdüğü çakılın beyaz olduğunu kabul etmek zorunda kaldığı gibi, kızın babasının borcunu da silmek zorunda kaldı.

 
Yorum yapın

Yazan: 27 Kasım 2024 in Eğitim

 

Etiketler: , , , , , , , , , ,

İKİ YAKAYI YASA BOĞAN UMAR ALİ TÜRKÜSÜ

19.11.2024-Sedat KAYA

ALİ VE ELENİ.. YASA BOĞAN AŞK HİKAYESİ

Akdeniz’in mavi sularında, bir zamanlar Datça ile Simi(Sömbeki) Adası arasında kopmaz bağlarla örülü bir yaşam sürerdi.

Bahar rüzgarlarının çiçekleri kucakladığı bu topraklarda, deniz kenarında şarkılar söyleyen gençlerin sesleri yankılanırdı.

O günlerin birinde, Datçalı bir zeybek olan Umar Ali, kalbini karşı kıyıdaki Simi’nin zeytin gözlü kızı Eleni’ye kaptırmıştı.

Onların aşkı, deniz kadar derin, dağların zirvesine kar düşüren rüzgar kadar özgürdü.

Her sabah, güneş ilk ışıklarıyla denizi öperken, Ali sahilde durur, ufukta görünen Simi’nin beyaz evlerine gözlerini dikerdi. Eleni ise adanın en yüksek noktasından, elinde sardunya dallarıyla, Ali’yi izlerdi. Gözleri uzakları tarar, kalpleri bir kuşun kanat çırpışları gibi titrerdi.

Bir gece Ali, ay ışığının altın bir yol gibi denize döküldüğü anı kolladı. Rüzgarın sakin, denizin huzurlu olduğu o vakit, sevdasına kavuşmak için ufka doğru kürek çekti. Fakat aşkın kaderle dans ettiği bu denizler, her zaman yumuşak mavi bir örtüyle sarmazdı sevdalıları. Aniden patlayan bir fırtına, denizi öfkeli devlere dönüştürdü. Ali’nin kolları yoruldukça, kalbindeki ateş daha da büyüdü. Her bir dalga onu kıyıdan biraz daha uzaklaştırdı, her bir rüzgar uğultusu Eleni’nin sesini bir masal gibi kulağına fısıldadı.

Simi’nin tepesindeki çanlar, şafağın ilk ışıklarıyla birlikte sessizliğe gömülmüştü. Eleni, gözleri kızarmış, kalbi ürpermiş halde sahilde bir iz, bir gemi parçası aradı. Ama Akdeniz, Ali’yi sonsuzluğuna saklamıştı. Eleni’nin yanaklarından süzülen tuzlu damlalar, denizin acısını bile dindiriyordu. O günden sonra, Simi’de güneş doğduğunda, denizin mırıltısında Ali’nin adını fısıldardı rüzgar.

Datça’da ise, Ali’nin annesi Ilıca sahilinde, belki döner diye yıllarca bekledi. Her dalganın sahile vuruşunda yüreği umutla atar, her sessizlikte içi titrerdi. Ama Akdeniz, sevdayı alan, saklayan ve sonsuzluğa taşıyan olarak sırlarını kimseye söylemedi.

Umar Ali’nin öyküsü, zamanla köyün zeybek türkülerine, mendirekte yankılanan nağmelere dönüştü. İnsanlar Ali’yi, Eleni’yi ve aşkla örülü o hüzünlü hikayeyi dillerinde taşıdılar.

Rüzgar ne zaman Datça’nın yamaçlarından denize esecek olsa, o eski aşkın izleri duyulur, deniz kenarındaki çakıl taşları hıçkırık gibi bir sesle türküye eşlik eder.

“Ilıca’ya varalım

Kumlara sarılalım

Umar Ali’m gelmedi.

Dalgalara soralım

Gemi geliyor gemi

Topan adadan dön beri

Ben yavruma doymadım

Bunca zamandan beri

Efem efem efem

Datçalı Efem”

Umar Ali Türküsü Datça’nın tescilli tek zeybek türküsüdür. Her dinleyen Akdeniz’in kardeş kıyılarında doğan ama karanlık sularında kaybolan bu hüzünlü aşk hikayesini hatırlar. Türküyü ataları Datça’dan Simi’ye göç etmiş, Yunanlı sanatçı Nikoletta Oikonomou‘nun sesinden dinleyebilirsiniz. Kendisine besteyi yapan Datçalı Sayıl Günay sazıyla eşlik ediyor.

 
Yorum yapın

Yazan: 19 Kasım 2024 in Eğitim

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , , ,

AKDENİZ KIYILARI “BABAAA” HAYKIRIŞI İLE YANKILANDI

17.11.2024- Turgut ÜNSAL(İki yaka bir deniz hikayesinden) – Yusuf Ziya ÖZALP

60 yıl öncesiydi. Kış, Simi Adası’na beyaz bir yorgan gibi serilmişti o sabah. Balıkçı Aristo, oğlu Vasili’yi usulca omzundan tutarak kayığa yönlendirdi. Deniz, sanki yüzlerce yıllık bir efsanenin sırrını mırıldanıyordu. Aristo, bu sesleri dinleyerek büyümüştü. Babasından ve onun babasından kalan bilgiyi şimdi oğluna aktaracaktı.

Her dalga, her fırtına, her yıldız, onun için birer harf, birer kelimeydi. Vasili’ye öğretilecek çok şey vardı. Balıkçılık, yalnızca bir meslek değil, yüzyılların deniz kokulu mirasıydı. Kayık usulca Simi limanından ayrıldığında sabahın serin rüzgarı yüzlerini yaladı. Gökyüzü gri ve öfkeli bulutlarla kaplanmaya başlamıştı. Aristo, bu değişimi bir denizcinin sezgisiyle fark etti. Daha güçlü küreklere asıldı ama rüzgar oyunbozan bir çocuk gibi kayığın etrafında dolandı, büyüdü ve lodosun hırçın kollarına dönüştü. Kayık, devasa dalgalarla savrulurken Vasili’nin minicik bedeni, korkunun soğuk elleri tarafından esir alınmıştı. Parmakları, kayığın kenarına sıkıca yapıştı, gözleri kocaman açıldı, sessiz bir dua gibi babasına baktı.

“Vasili, korkma!” diye bağırdı Aristo, sesinin titremesine engel olmaya çalışarak. Oğlunun gözlerindeki korkuyu yok etmek istiyordu ama deniz, bu küçük balıkçı ailesini acımasızca sınamaya kararlıydı. Poseidon çıldırmıştı adeta. Deniz beşik, kayık beşikte ağlayan bebek gibiydi. Sicim gibi inen yağmur, hız rekoruna soyunan fırtına onları tanıdıkları sulardan koparıp Datça’ya doğru sürüklüyordu.

O sırada Datça’nın sularında, Süleyman Badal ve kardeşi Mehmet de avdan dönüyordu. Onlar da, çocukluklarından beri denizin şarkılarını dinleyerek büyümüş, hayatlarını onun cömertliğine bağlamışlardı. Rüzgarın tuhaf bir uğultuyla konuştuğunu duyduğunda Süleyman, bir kayığın dev dalgalar arasında yalpaladığını gördü. Hemen küreklere asıldı, kararan denizin ortasında yardım çağrısına kulak verdi. Aristo ve Vasili’nin çaresiz kayığını kendi sandalı Kara Mehmet’e yanaştırdı.

Gün kararıyordu. Simi’ye geri dönülecek gibi değildi hava. “Misafirimiz olursunuz,” dedi Süleyman, sesi gür ama güven vericiydi. “Hava düzelince geri dönersiniz.” Kargı koyuna doğru yol aldıklarında, aniden sahil koruma botunun acı sireni havayı yardı. Aristo’nun yüreği bir anlık umutla çarptı, sonra o umut, tutuklanma anının soğuk gerçekliğine dönüştü. Çünkü izinsiz Türk karasularına girmişti, casusluk şüphesiyle tutuklandı, Kavakdibindeki hapishaneye kapatıldı. Küçük Vasili, babasının kolundan koparılışını gözyaşlarıyla izledi.

“Baba!” diye haykırdı, sesi rüzgarın hırçınlığa karıştı.

Süleyman Badal, gözlerindeki acıyı saklamaya çalışarak Vasili’ye yaklaştı.

“Ağlama, küçük,” dedi, o kocaman ve nasırlı ellerini çocuğun omuzlarına koyarak.

“Baban yoksa ben varım. O özgür kalana kadar birlikteyiz.”

Bu sözler, denizin iç çekişine, fırtınanın iniltisine bir cevap gibiydi. Vasili, Süleyman’ın evinde ikinci bir yuvaya, sıcak bir aileye kavuştu. Her sabah, annesi gibi onu seven Süleyman’ın eşi, masanın başında bir tabak sıcak çorba ile karşıladı onu. Mehmet, yeni bir kardeş gibi koluna girip sokaklarda gezdirdi. Yıllar birbirini kovaladı, fırtınalar dindi, deniz sakinleşti. İki yıl aradan sonra bir gün, Aristo özgürlüğüne kavuştu. Baba-oğulun gözyaşlarıyla kucaklaştığı o an, Datça’da hayat bir an durdu.

Vasili, yeni ailesine minnetle veda etti, Aristo ile birlikte Simi’ye geri döndü. Yıllar yıllar sonra, genç bir adam olan Vasili, Datça’dan gelen bir haberle sarsıldı. Süleyman Badal, onu hayata bağlayan adam, son nefesini vermişti. O an Vasili’nin yüreği, onca zaman denizin bağrında birikmiş tüm acılarıyla yankılandı. “Babaaa!” diye haykırdı, sesi Simi’nin kayalıklarından denize savruldu. Lodos, sanki o feryadı alıp Datça’nın kıyılarına götürdü. Orada, kayaların arasında, rüzgar hâlâ o kelimeyi taşıyor gibiydi; bir babanın yerine geçen, bir çocuğun kalbine kök salan o adamın anısını. (Datça’da yaşanmış olan ve dilden dile dolaşan bu hikaye, Turgut Ünsal’ın “İki yaka bir deniz” isimli çalışmasından ve Yusuf Ziya Özalp ‘in yazılarından kurgulanmıştır.”

 
Yorum yapın

Yazan: 17 Kasım 2024 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , , , , ,

KEMAL TAHİR’İN “MAPUS”ADLI KEDİSİNİN İÇGÜDÜSÜ

04.11.2024-Mehmet Ünal TAŞPINAR

1940’lı yıllarda Çorum Cezaevi’nde yaşayan “Mapus” adlı kedinin hikayesini anlatacağım. Mapus’un fotoğrafı olmadığı için bizim sitedeki bir kedinin fotoğrafını koydum çünkü fotoğrafsız yazı dikkat çekmiyor, kimse okumuyor.

Türk Edebiyatı’nın ünlü yazarlarından Kemâl Tahir 1940’lı yıllarda Çorum Cezaevi’nde yatıyordu, suçu kitap yazmak…

O yıllar, İkinci Dünya Savaşı yılları, Türkiye savaşa katılmamış ama dolaylı yoldan etkilenmiş, memlekette kıtlık başlamış, halk temel ihtiyaç maddelerini temin etmekte zorlanıyor. Yokluğun olduğu yerde suç oranı artar, cezaevleri dolup taşıyor.

Çorum Cezaevi Müdürü kitap okumayı seven entellektüel bir adam, Kemâl Tahir de o dönemin en ünlü yazarı; hâl böyle olunca Müdür Bey Kemâl Tahir’e birtakım imtiyazlar veriyor, tek kişilik koğuşta kalmasını sağlıyor ve bir daktilo getirtiyor.

O yıllarda toplumun eğitim düzeyi bugünkü gibi değil, cezaevlerindeki mahkumların belki de yarısı okuma yazma bilmiyor.

Mahkumun evrak işi hiç bitmez, cezaevinde Kemâl Tahir’den başka düzgün yazı yazabilen kişi yok; mahkumlar savunma ve temyiz dilekçeleri yazdırabilmek için O’nun koğuşunun önünde sıraya giriyorlar.

O günlerde Kemâl Tahir, Cezaevi Müdürü’nden bir kedi yavrusu istiyor. Cezaevinde kuş harici hayvan beslemek yasaktır ama Müdür Bey çok değer verdiği ünlü yazarı kırmıyor, sokaktan aldığı bir yavruyu O’na hediye ediyor.

Kemâl Tahir, romanlarında sıkça bahsettiği kedisine işte böyle kavuşuyor ve adını Mapus koyuyor. Öyle ya, cezaevinde yaşayan kedi de aslında bir mahkum, diğer deyişle bir mapus.

Mahkumların dilekçe yazdırmak için koğuşunun önünde sıraya girdiklerini belirtmiştim fakat herkes için dilekçe yazmaz Kemâl Tahir, sadece kader mahkumları için yazar.

Bir gün Çorum Cezaevi’ne Malatya Cezaevi’nden sevk edilen bir tutuklu geliyor, üç kişiyi öldürdüğü gerekçesiyle idam cezasına mahkum edilmiş ama dosyasına kesinleşme şerhi konulmamış, temyizde bekliyor… Lâkabı “İdamlık Yusuf”…

Okuma yazma bilmeyen Yusuf’un kendini savunabilecek durumu yok, O da namını çok işittiği Kemâl Tahir’den yardım istiyor fakat sadece kader mahkumları için dilekçe yazan Kemâl Tahir, üç kişiyi öldürdüğü iddia edilen Yusuf’u öyle görmediği için ilgilenmiyor.

Aradan biraz zaman geçiyor.

Bir sabah Kemâl Tahir avluya çıkmış, çayını ve sigarasını içerken, biraz ilerideki duvarın dibinde kedi Mapus’un başını okşayan Yusuf’a gözü takılıyor. Çağırıyor yanına…

Yusuf geliyor, “Buyur Beyim, bir isteğin mi var?”

“Sen gerçekten üç kişiyi öldürdün mü?”

“Onları ağanın oğlu öldürdü, ben gariban bir marabayım, suçu üstüme yıktılar Beyim.”

“İkindi vakti koğuşuma gel de konuşalım.”

“Sağol Beyim… Lâkin daha önce benimle ilgilenmemiştin, sorduğum için af buyur ama şimdi ne oldu?”

“Bu kedi herkese yanaşmaz, senin kalbinin temiz olduğunu hissetmiş ki yanına gelmiş… Katil olmadığını anladım, sana yardım edeceğim.”

Fazla uzatmayalım… Kemâl Tahir, Cezaevi Müdürü’nün de yardımı sayesinde Yusuf’a verilen idam cezasının temyizde bozulmasını sağladı, Yusuf tekrar yargılandı. Bu süre içerisinde Yusuf’un köyünde başka cinayetler de işlendi ve yürütülen soruşturma neticesinde tüm cinayetlerin köy ağasının oğlu tarafından işlendiği ortaya çıktı.

İdamlık Yusuf beraat etti… Bir kedinin içgüdüsü ve ona güvenen sahibinin iyi niyeti sayesinde adalet yerini buldu.

Kemâl Tahir, cezaevinden çıkarken Mapus’u da beraberinde götürdü… Sonraki yıllarda, Türk Edebiyatı’nın klasikleri arasında yer alan romanlarını yazarken, çok sevdiği kedisi de yanı başında uyuyordu.

 
Yorum yapın

Yazan: 04 Kasım 2024 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , ,

BİR YOL VE BİR YÖRÜK HİKAYESİ

25.10.2024-Erkan YILMAZER

Zaman 1970 li yılların sonları .

İş :Batı Toroslarda Burdur/ Antalya arasında, çetinliğinden dolayı adına türküler yakılan (Yol ver bana Çubuk beli geçeyim!), yılan gibi kıvrım kıvrım dolanan Çubuk Boğazı yolunun yeni bir güzergah ile yenilenmesi işi.

İşin Yüklenicisi yabancı bir şirket. Sabahın ilk mesai saatleri.. Yabancı şirket bünyesinde çalışan Türk harita teknisyenleri Çubuk boğazının başlangıç mevkiinde topoğrafya cihazları ile birtakım ölçümler, çalışmalar yapmaktadır. Bunları dağın karşı yamacındaki çadırından izlemekte olan bir Yörük, ne yaptıklarını merak ederek yanlarına gider.

-Merhaba ağalar, kolay gelsin. Ne işlersiniz?

-Merhaba dayı. Arazide durum tespiti, eğim ölçümü gibi çalışmalar yapıyoruz. Çubuk boğazında yapılacak yeni kara yolunun güzergahını belirlemek için gerekli çalışmalar bunlar. Dağ çok yaman, boğaz da uzun. Şirket mühendisleri kaç gündür bunun için kafa yoruyor.

-Eee, nahal (nasıl) bellikleceniz (işaretleyeceksiniz) yeni yolu? Boğazın hangı yanından yol açmak niyetindesiniz ? Harita teknikeri yabancıları kastederek :

– Ona şirket mühendisleri karar verecek, birazdan gelirler ama kolay olmayacak.

-Duroon (duradurun) dayım; ben size bi möhendiz getireen. Bi de onun dediine bakın. Soonacıma gine bildiniz gibi yaparsınız.

Yörük bu sözü söyleyip ayrıldıktan bir iki saat sonra bir eşekle tekrar bulunur gelir. Bu arada yabancı mühendisler de sahaya gelmişler, sahadaki Türk teknisyenler yörüğün gelişini ve söylediklerini yabancı şefe aktarmışlardır. Yabancı şirketin Şantiye şefi işlerine karışılmasından canı sıkılır ama Türk köylüsünü merak ettiğinden ve kendisi için eğlenceli olacağını da düşündüğünden onu dinlemeye itiraz etmez. Şef’in sözlerini Yörük Osman’a Türk çalışanlar tercüme ederek aktarır:

-Merhaba. (Piposundan bir nefes çektikten sonra, dumanını üflerken eşeği işaret ederek , dudaklarında müstehzi bir ifadeyle) Bana senden söz ettiler. Buradakilere bir mühendis getireceğini söylemişsin ama sen arkadaşınla gelmişsin.

-Merhaba beyim. Heye, söylediydim. Hemi de getirdim. (Eşeği göstererek) İşte getirdiğim möhendiz. İşittim ki boğazı nerden, nahal geçeriz diye kafa yorarmışsınız. Sizler helbet daha eyisini bilirsiniz emme bi de bu fukara möhendize kulak verin isterseniz. Eşeğin iki yanında ağzına kadar dolu birer saman hararı (büyük çuval) yüklüdür. Yörük Osman cebinden çıkardığı çakı bıçağıyla çuvalların altında birer ikişer çentik açar. “Dehh kızım !”diyerek eşeğe yol verir. Yolun, boğazın zaten yabancısı olmayan eşek ağır ağır, tıkır tıkır Çubuk Boğazı’ndan iniş aşağı bir yol tutturur. Osman, yabancı şef’e ve diğerlerine dönerek “Takip edin !” der.

Başta yabancılar olmak üzere bütün saha ekibi ”bir eşekten mi akıl alacağız!” düşüncesiyle önce bozulurlar, aralarında sinirlenenler olur. Eşek, tatlı bir eğimle dura, döne yamaç aşağı Çubuk boğazının vadisine doğru ilerledikçe iki yanındaki çuvallardan yavaş yavaş dökülen samanlar geriden gelenlere iki şeritli bir yol işareti bırakmaktadır. Gördükleri karşısında şaşkınlıktan şaşkınlığa, hayretten hayrete düşen yabancı, yerli uzmanların fikri değişmeye başlar. Büyük bir yükten kurtulmanın rahatlığı ile Yörük Osman’a teşekkür ederler. Hemen, saman izlerine kalıcı işaretler koymaya başlarlar. Güzergah kaba taslak ortaya çıkmaktadır. Boğaz içinde, bir dere kenarında kurmuş oldukları günlük kamp/şantiye çadırında Osman’a kahve, çay, kek vs ikram ederler. Osman, tercüman vasıtasıyla yabancılara “Bu çadırı yanlış yere kurmuşsunuz. Bunu burdan kaldırın; daaha şu yamaca kurun” diye yüz elli , iki yüz metre uzaklıkta ama emniyetli bir yeri işaret eder.

Yabancılar “Neden ki?”diye sorarlar.

“Çünkü burayı su basar. Akşama kalmaz yağmur var. “ der.

Hava gayet açıktır ve gökyüzünde yaprak kadar olsun bir bulut yoktur. Bunun üzerine yabancı şirketin Şantiye şefi olan mühendis bir bizim yörüğe, bir havaya bakarak, kendinden emin bir tavırla,

“ Mühendisine lafım yok ama Meteroloji’de zayıfsın. Biz o işi iyi biliriz. Bugün, yarın yağmur filan yok. Zaten kampı yarın başka yere taşıyacağız. Çadırı toplamamıza hiç gerek yok” der. “Pekey beyim, siz bilirsiniz…” der yörük; keçilerini toplamak üzere yanlarından ayrılır. Öğleden sonra gökte bir küçük bulut görünür ve gitgide büyür. Büyüdükçe kararır, karadıkça büyür. Kırk beş dakika, bir saat içinde bardaktan boşanırcasına bir yağmur iner. Masum bir kuzu gibi sakin sakin yayılıp akan dere birden azgın bir sele döner. Arazide çalışmakta olan yerli, yabancı mühendisler, işçiler kamp çadırına zor yetişirler. Eşyaların, önemli cihazların bir kısmını kurtarırlar, bir kısmı çadırla beraber sele kapılıp gider. O sırada, olacakları önceden sezen, onları tepeden izlemekte olan Yörük Osman koşarak yardımlarına yetişmiştir. Rüzgar dinip, yağmur geçtikten sonra yabancı şef ( yine tercümanlar vasıtasıyla) bizim Yörük Osman’a sorar:

-Hava açık ve gökyüzünde bir küçük bulut bile yokken, yağmur yağacağını, üstelik ”akşama kalmaz” diyerek nasıl bilebildin ?

-Çünkü yağmur yağacağı zaman benim hayalarım üşümeye, ince ince ağrımaya başlar. Ordan bildim. Yörüğün bu sözü kendisine tercüme edilen yabancı şirketin şantiye şefi, bir kahkaha patlatacak ve bugün bile dilden dile dolaşan şu meşhur sözünü söyleyecektir:

“Mühendisi eşeğinden, Meteorolojisi ..şağından olan bu millete akıl ermez, bunlarla uğraşılmaz! ” Alıntı erkan yılmazer

 
Yorum yapın

Yazan: 25 Ekim 2024 in Eğitim

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , , ,

EŞEĞİN TÜRKÜSÜ

18.10.2024- Şafak Layiç

Yabancı bir adam, yolu üzerindeki bir kasabanın hanında gecelemeye karar verir. Eşeğini hancının çırağına teslim edip odasına çekilir. Bir süre sonra, o gece orada konaklayan diğer müşterilerin neşeli seslerini duyar. Ne olup bittiğini anlamak için kapıya çıktığında, diğer müşterilerden yemek daveti alır. Çok sevinir. Hemen aşağıya iner ve masaya kurulur.

Sofradaki herkes neşe içindedir. Çünkü yabancı, bedava bir ziyafete çağrıldığından, diğerleri ise yabancının eşeğini satıp para bulabildiklerinden dolayı mutludurlar. Yemekler gelir, büyük bir iştahla yenir. Tatlılardan sonra saz çalıp eğlenmeye başlarlar. Yabancı, bu saz faslını çok sever. Özellikle “Eşek gitti” türküsüne bayılmıştır.

Bu arada hancının çırağı yabancının yanına birkaç kez gelip gider. Amacı, eşeğinin kendisinden habersiz yürütüldüğünü bildirmektir. Ancak bu haberi vermeye bir türlü fırsat bulamaz. Gecenin ilerleyen saatinde tüm müşteriler yavaş yavaş odalarına çekilirler.

Sabah olur, yabancı kahvaltısını yapar. Ancak yola çıkmak için eşeğini almaya gittiğinde, zavallının yerinde yeller estiğini görür. Öfkeyle hancının çırağını sorguya çeker. Çırak:

– Diğer müşteriler birlik olup üzerime saldırdı. Onlarla başa çıkamadım.

Yabancı bu cevabı inandırıcı bulmaz:

– Diyelim ki eşeğimi, biricik varlığımı senden çaldılar ve benim gibi bir yoksulun kanına girdiler. Peki, sen niçin yanıma gelip “Ey zavallı, eşeğini sattılar, korkunç bir zulme uğradın.” demedin! Eğer söyleseydin eşeğimi olmasa da, parasını onlardan geri alırdım. Ama şimdi hangi birini bulayım? Her biri bir tarafa dağıldı. Seni şimdi kadıya götüreyim de cezanı çek!

Çırak:

– Vallahi kaç kere geldim; sana bu işleri anlatmak istedim. Fakat sen de, neşe içinde “Eşek gitti, eşek gitti!” deyip duruyordun. Hatta bu nameyi hepsinden daha zevkli söylemekteydin. Ben de “Demek ki o da eşeğin satıldığını biliyor, bu işe razı; arif bir adam” deyip geri döndüm.

NOT: Birilerinin türkülerine eşlik ederken artık dikkat ediyor, eşeğimi yürüttüler mi, diye kontrol ediyorum.

Hoşça kalın…

 
Yorum yapın

Yazan: 18 Ekim 2024 in Eğitim

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , ,

MELİH CEVDET ANDAY’IN YOKSULLUK GÜNLERİ

20.06.2024- M. Cevdet ANDAY

13 yaşındaydım.

Ortaokula gidiyordum.

Babam öleli 2 yıl olmuştu.

Yoksul düşmüştük.

Annem terzilik yapıyordu, zar zor geçiniyorduk.

Büyük bir evin iki odasında oturuyorduk.

Kitaplarımın çoğu noksandı, okul çantam bile yoktu…

Bayram geldi.

Annem ne yaptı etti, bana bir ayakkabı aldı.

Bir pantolonla bir gömlek dikti.

Sabah erkenden kalkıp giyindim.

Bir gün önceden sözleşmiştik.

İki arkadaşım beni evden alacaklar, birlikte bayram yerine gidecektik.

Atlıkarıncaya, kiralık bisikletlere binecek, tatlıcıda tatlı yiyecektik.

Belki sinemaya da gidecektik…

Annemden para istedim.

“Paramız yok oğlum,” dedi.

Çılgına dönmüştüm, arkadaşlarım neredeyse geleceklerdi.

Onlara ne diyebilirdim?

Parasız olduğumuzu,

Bu yüzden bayram yerine gidemeyeceğimi söyleyemezdim ya…

Hırçınlaşmıştım, üstümdekileri çıkarıp duvarlara atmaya başladım.

Beni üzgün üzgün seyreden annem, o zaman dolaptan çantasını çıkardı, para aradı.

Bula bula bir lira buldu.

Kadıncağızın bir lirası kalmıştı yalnız, bütün parası oydu.

O bir lirayı bana uzattı:

“Haydi giyin,” dedi,

“Bir lira yetmez mi?”

Bir lira o zaman büyük paraydı.

Oraya buraya attığım elbiselerimi ayakkabılarımı topladım.

Yeniden giyindim.

Paramı cebime koyup arkadaşlarımı beklemeye başladım…

Geldiler.

Biraz oturdular.

Annem onlara şeker ikram etti, ikisini de okşadı, öptü.

Sonra: “Haydi artık gidin!” dedi.

“Güzel güzel eğlenin!”

Sokağa çıktık.

Çok neşeliydim, kabıma sığamıyordum.

Fakat köşeyi dönerken evimize baktım.

Annem pencereden uzanmış, gülümseyerek bana el sallıyordu.

O zaman içimden bir ağlamadır geldi, gözlerim dolu dolu oldu.

Tıkanıyordum.

Ağladığımı belli etmemeye çalışarak arkadaşlarıma:

“Ben gelmeyeceğim” dedim.

Neden olduğunu anlamadılar.

Biri: “Paran yok ondan gelmiyorsun.” dedi, alay ederek.

Elimi cebime attım ve bir lirayı çıkarıp gösterdim:

“İşte para!” dedim.

Beni orada bırakıp gittiler…

Bir süre sokaklarda sersem sersem dolaştım.

Kimseye göstermeden hıçkıra hıçkıra ağladım.

Sonra gözlerimi sildim.

Elimden geldiği kadar neşeli olmaya çalışarak eve döndüm.

Annem beni görünce:

“Neden döndün?” diye sordu.

“Canım istemedi” dedim ve cebimden bir lirayı çıkarıp anneme uzattım…

Zavallı kadıncağız, çok şaşırdı.

Parayı elimden alıp masanın üstüne koydu.

Sonra beni kucakladı, göğsüne bastırdı.

O da hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

Ben ağlamıyordum artık.

Annemin yüzünü öptüm ağlamamasını söyledim.

Artık üzüntülü değildim…

Bayram yerine gidemediği için üzülmek;

Benim gibi koca bir çocuğa,

Bir ortaokul öğrencisine yakışmazdı…

Olgun bir adam olmuştum birdenbire 🙏🙏💖💖

Melih Cevdet ANDAY

GÜLÜMSE BLOG- ALINTI

 
Yorum yapın

Yazan: 20 Haziran 2024 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , , , ,

YANGIN VAAAAAAAAR!

04.05.2021-A. Yaşar SARIKAYA

MAHALLENİN DELİSİ

İki katlı evin alt katı tutuşmuş yanıyor. Herkes panik içinde, yangın gittikçe büyüyor. Mahalleli ayakta, itfaiye aranmış merakla bekleniyor. Bağıran, çağıran, dedikodu yapan, üzülen, her çeşitten var.

Anne temizlik işine gitmiş, 3 çocuğunu evde bırakmış. Başlarında12 yaşında abla varmış. Çocuklar birlikte oynarken sobaya odun atmış. Sobanın üstünde çamaşır asılıymış. Sonra balkona geçmişler orada kalmışlar bir süre. Sobanın üstündeki çamaşırlar aniden tutuşmuş, yere düşmüş önce halı derken bütün eşyalar alev almış. Dışarı çıkmak için alevlerden geçmek gerekiyormuş. Abla, bir yol bulup kardeşlerini kurtarıp alevlerden çıkarmış, ama kendisi içeride kalmış.

Yangın gittikçe büyüyor, üst katta oturan evime sıçrayacak diye korku içinde, feryat figan yangını seyrediyor. İtfaiye sesi geldi, ama itfaiye ortada yok. Neyse birazdan göründü. Ama o da ne, itfaiye park eden özel araçlardan geçemiyor. Yangın aldı başını gidiyor. Herkes tedirgin. Kalabalık gittikçe arttı. Elinde çekirdek çıt çıt çitleyip,  bir taraftan da yangını sinema seyreder gibi izleyen de var, slogan atan da.

yan- gın bu-ra-da dev- let- ne-re- de

Yangın burada devlet nerede” diye bağırıyorlar.

12 yaşındaki kız içeride, yahu hiç mi vicdanlı biri yok. Etmeyin eylemeyin. Çekirdek çitleyenler, elinde telefonla videoya alanlar, bağıranlar, 3 çocuk evde bırakılır mı yuh kadına diyenler var. Var da var yani, ama bir tek yardım eden yok.

Neyse mahallenin delisi dedikleri biri var. Aslında adamda, mahallelinin toplam aklından  fazlası var eksiği yok. Adam baktı seyreden seyredene, komşulardan battaniye istedi. Yalvar yakar buldu, bir kova da su istedi. Isladı battaniyeyi kafasından başlayarak doladı vücuduna. Daldı içeri, herkes heyecan içinde. İtfaiye acı acı siren çalıyor, araç sahipleri yok meydanda. Artık itfaiyeciler uzaktan seslendi kalabalığa

“ yahu yok mu yardım eden, gelin şu arabaları kaldırıma alalım”.

3 araba, az da değil. Ha gayret, tuttular arabayı zar zor çektiler kaldırımın üstüne. Yol açıldı, itfaiye arabası geçti. Su sıkmaya başladı, o sırada mahallenin delisi dedikleri var ya, abla kucağında çıktı alevler arasından.

İtfaiye yangını söndürdü. Çocuklar ambulansla hastaneye gitti. Vizyondaki sinemanın seyircileri dağıldı. Yerde çekirdek kabukları kaldı…

 
 

Etiketler: , , , , ,

17 YAŞIMDA YAZDIĞIM BİR HİKAYE

07.03.2021-Ayşe Yaşar SARIKAYA

EMEK başlığını attığım ve duygularımı sözcüklerle buluşturmak için çabaladığım hikayemi, sakladığım anılar arasında buldum. Okuduğumda, eskiden de toplumun kanayan yaralarının hep aynı olduğunu gördüm. Bireyin aklını, mantığını kullanabilecek seviyeye getirecek bir eğitim sistemi. Taraftarlık, gruplaşma, yandaşlık olmadan, ÖZGÜR birey yetiştirme eğitimi. Kişisel farklılıkları ortaya çıkaran ve üretici bireyler yetiştiren bir sistem.

Köy ve kırsallardan, kentlere okumak amaçlı gelen gençlerin sorunlarını bu gün de çözemedik. Hikayede, bu durumun açtığı sorunları konu etmek istemişim. 1974 yılı, Öğretmen Okulu 7. sınıf kompozisyon ödevimdi. Ailelerinden uzak olan yatılı arkadaşlarımız, meslek sahibi olabilmek için çok emek veriyorlardı. Diğer liselerde de okuyanların yaşamlarına tanık oluyorduk. Bir oda kiralayan, sobası odunu olmayan, battaniyeye sarılıp derslerine çalışan örnekler vardı.

Ben gündüzlü okuyordum, sosyolojik yapıyı o zaman da inceliyordum. Babam, annem bu konuda çok duyarlıydılar. Köyden gelen öğrenciler, hastanede işi olanlar, resmi dairelerde evrak takip edenler hep evimizde konuk edilirdi. Gördüğüm sosyal dengesizlikleri kapatacak bir eğitim sistemi olmalıydı diye düşünüyordum. Bu düşünce o zaman da kafamı fazlasıyla meşgul ediyordu. Bu sorunlar, lokal tedavilerle nereye kadar giderdi?

Bu gün, üniversite sayısı çoğalmış olmasına rağmen, öğrencilerin yurt ihtiyacı karşılanamamaktadır. Yurtlar ihtiyaca cevap vermeyince, çocuklar ve gençler sığınacak bir yer ve bir lokma ekmek için örgütlerin kucağına düşmektedir. Yurttaş olarak bu duruma seyirci kalmak ve bir şey yapamamak çok üzücü. Eğitime yatırım yapılması için hep beklemede mi kalacağız?

Hikayemin ilk sayfası:

EMEK

Her günün hazin bitiminde topraklar, taşlar, ağaçlar yanıyor; yerdeki küçük su birikintileri üzerine serpiştirilmiş elmas kristalleri, ışınını yolladığı yeri büyülüyor ve insanlar bitkinleşiyordu.

Issız arazi üzerine kurulmuş çorak topraklarla çevrili değirmen de akşam kızıllıklarını üzerinde taşıyordu. Kah perişan çatısı, kah kırık dökük duvarları sonsuzdan gelen kızıllıklarla eriyor, eriyordu. Eşsiz enerji kaynağımızın akislerinde eriyen değirmen de, kulakları değirmenin çağlayan suyuna, tahta kapısının gıcırtısına, küçük buğday tanelerini öğütürken çıkardığı uğultuya alışılmış ihtiyaç hisseden değirmenciyi, akıntısıyla sürüklüyor, götürüyordu.

Tan ağarmaya başladığında, değirmenin yanında bulunan küçük kulübesindeki yatağından kalkar, un çuvallarını oradan oraya taşır, boşaltır….öğütürdü.

Tepesi dökülmüş saçları, iki üç kıvrım olmuş ensesine doğru uzanıyor; renginde çileli hayatının acı dolu yıllarının izlenimleri okunuyordu. Bu izlenimleri aynen bembeyaz, güneşin ışıkları ile parlayan sakallarında görmek mümkündü. Kendi gibi çileli, yüzü buruşuklarla dolu karısı ile hayat yolunda el ele yürüyorlardı. Nasıl ihtiyar değirmencinin sırtı un çuvallarının zalim yaraları ile dolu ise, karısının da eli çorak toprakların kazmanın, orağın yaraları ile dolu idi.

Bir çocukları vardı.23 yaşını doldurmuş ve İstanbul’ da okuyordu. Bütün çabaları, çalışmaları onun içindi. Oğulları için çalışıyorlardı. Çilekeş hayatlarının bir parçasıydı o. Kendilerini yıpratarak,  ezerek kazandıklarını ona yolluyorlardı. Bu para değil de sanki vücutlarından koparılan et parçasıydı. Çünkü o derece acı çekerek kazanıyorlardı. Çocukları okuyacak, büyük adam olacak, onlara bakacaktı. O zaman, bu acıların hepsi dinecekti.

Acaba insanlar her zaman düşündüklerini elde edebiliyorlar mıydı? Mutlaka hayır. Çünkü insanlar her zaman dünyayı kendi gözleri ile görürler, tek yönlü düşünerek olayları yorumlarlardı. İşte bu ihtiyar da öyleydi.

O sırada radyolar, gazeteler, üniversitede çıkan öğrenci olaylarından bahsediyor, aranan öğrencilerin isimlerini anons ediyorlardı.

………………………………………………………

Vicdan sahibi insanlar yetiştirecek bir EĞİTİM SİSTEMİ beklentisiyle… A. Yaşar SARIKAYA

 
Yorum yapın

Yazan: 07 Mart 2021 in Genel Kültür

 

Etiketler: , , , , ,