RSS

Etiket arşivi: mitoloji

CENNETTEN KOVULMA MOTİFİNİN SEMAVÎ DİNLERLE BAZI MİTOLOJİLERDEKİ GÖRÜNÜMÜ. Nihangül DAŞTAN

23.07.2024-Nihangül DANIŞTAN- MAKALE

ÖZ: “Neden ve nasıl yaratıldık?, Dünyaya nasıl geldik?” gibi sorular, insanlık tarihinin belki de en eski merak konularından olmuştur.
Mitoloji, din ve felsefe çağlar boyunca bu ve benzer mistik soruların tatmin edici yanıtlarını bulmaya çalışmıştır. Mit ve din, felsefeden farklı olarak kutsal olan ile bağlantılı bir şekilde durumu izah eder. Yapılan
açıklamalar dikkate alındığında birbirine çok uzak kültür coğrafyalarında yaşayan toplumların metinlerinde benzer sahnelerin yer aldığı göze çarpmaktadır.

“Yapılan bir hata sonucu altın çağdan uzaklaştırılma” bu konuyla ilgili dikkat çeken en mühim noktayı oluşturmaktadır. Her metinde farklı sembollerle karşımıza çıkan bu nokta, aslında söz konusu
bütün metinlerin iskeletini meydana getirmektedir. Bu çalışmada semavi dinlerden Hristiyanlık ve İslamiyet ile bazı mitik metinlerde göze çarpan ortak motiflerden “cennetten kovulma”,
karşılaştırmalı inceleme yöntemi ile ele alınacaktır. Çalışma giriş, metinlerin karşılaştırılması ve incelemede kullanılan metinler olmak üzere üç kısımdan oluşmaktadır.

…………………………

SÜMER, TÜRK VE YUNAN MİTOLOJİSİNDE YASAK MEYVE

Kuran-ı Kerim’de tek bir ayette (Taha/120) “ebedilik ağacı”olarak adı geçen bu ağacın meyvesi hakkında bilgi verilmez. Çeşitli İslami anlatılarda ise bu meyvenin elma (Ergun, 2004: 102), buğday,
incir, üzüm, sünbüle, zeytin, hurma, kâfur, şarap gibi farklı türleri dikkat
çekmektedir (Aydemir 1979: 256-257).
Tevrat’ta ise yasaklanan nesne “iyilik ve kötülüğü bilme ağacı” (Tekvin Bab2/9, 17) olarak anılmaktadır. Burada da ağacın meyvesinin ne olduğu hakkında bilgi verilmez. Tevrat’ın bazı yorumlarında bu
meyvenin, cinsi münasebet olduğu hakkında bir bilgi varsa da Tevrat’ta bulunmadığı için incelemeye dâhil edilmeyecektir.
Sümer mitolojisinde yenmemesi gereken sekiz bitkiden söz edilir. Bunu tanrıça Ninhursag, Dilmun’da filizlendirmiştir. Bu metinde bitkiler ağaç-bitkisi, bal-bitkisi, yabani yol otu, su bitkisi, diken bitkisi, kebere
otu, hıyarşember’dir. Bunlara ek olarak bir bitki daha olduğundan bahsedilmekle birlikte adı yazıtlarda okunamamıştır.
Altay mitolojisinde ise dokuz dallı ağacın yalnızca güneşe doğru olan beş dalındaki meyvelerin yenilebileceği(2), diğer yanındaki dört dalın meyvesinin yasaklanmış olduğu bilgisi yer alır. Ancak bu ağaç ve meyvelerinin ne olduğu hakkında ayrıntı bulunmaz. Tanrı, bu dört dalın yenmesini önleyebilmek için de başına yılan ve köpeği bekçilik yapsınlar diye görevlendirmiştir.
Yunan mitolojisinde ise yasak meyveyi temsilen Pandora’ya verilen kutu yer almaktadır. İçi her türlü kötülüklerle dolu olan bu kutunun açılması Zeus tarafından yasaklanmıştır.

Semavi dinler ve mitlerde ilk insanların uyması gereken yasağın ne olduğu çeşitlilik göstermektedir. Yasaklanan maddenin/bitkinin ne olduğuyla ilgili açıklama her zaman yer almamaktadır. Bazı metinlerde
ise bu soyut bir nesnedir. Yasak nesne, yukarıdaki tüm metinlerin ortak motiflerinden biri olmakla birlikte bunun ne olduğu ile ilgili bir fikir birliği bulunmamaktadır. Ancak yasaklanan şey her ne olursa olsun
insanoğlunun ilk sınaması ve ilk başarısızlığı/iradesizliğiydi. Konuyla ilgili yapılacak diğer bir yorumlama da yasak nesnenin kötüyü, çirkini, utancı, ayıp olanı göstermede bir araç olarak kullanılmış olmasıdır. Zira
yasak meyve ile birlikte altın çağ sona erer ve madalyonun diğer yüzü ortaya çıkar. Yani insanoğlu cennetten veya altın çağdan uzaklaştırılır.

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/157189

2-Türklerde güneş doğunun sembolüdür ve son derece önemlidir.

 
Yorum yapın

Yazan: 23 Temmuz 2024 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , , , , ,

DESTAN KAHRAMANLARI VE ANTİK DÖNEM TANRILARI

03.04.2024- Dr. İbrahim ONAY

TÜRK KÜLTÜR TARİHİ BAKIMINDAN OĞUZ KAĞAN DESTANI VE ÖNEMİ

ÖZET
Türk kültür tarihi bakımından Oğuz Kağan Destanı önemli bir yere sahiptir.
Zira Oğuz Kağan, cihan hâkimiyeti fikrinin ortaya konulması ve bunun gerçekleştirilmesi
noktasında bir takım kurallar ve gereklilikler ortaya koymuştur.
Oğuz Kağan’ın tarihi kişiliği ve kimliği noktasında temel iki görüş bulunmaktadır.
Bunlardan birincisi Büyük Hun Hakanı Mete olduğuna dair görüştür. İkincisi destanda anlatılan fetih hareketlerinden yola çıkarak, daha eski bir döneme yani İskitler dönemine ait olduğu düşüncesidir. Kanaatimizce Uygurca Oğuz Kağan destanı, içerisinde bir takım tarihi katmanlar barındırmaktadır ve başlangıç dönemi olarak Hun döneminden daha eski bir tarihi dönemi işaret eder.
Bu dönem büyük Türk fatihi Alp Er Tunga’nın, İranlıların tabiriyle Afrasyab’ın yaşadığı dönemlere tekabül etmektedir. Bu nedenle Türk düşünce hayatında ve Türk devlet geleneğinde Oğuz Kağan ile Alp Er Tunga arasında bir ilişki kurulabilmiştir.

Oğuz Kağan Destanını Anlatan Kaynaklar
Oğuz Kağan destanını anlatan başlıca iki kaynak bulunmaktadır. Bunlardan birincisi yazarı bilinmeyen ve bir Uygur tarafından yazıldığı anlaşılan Uygurca Oğuz Kağan destanıdır. Uygurca yazılmış olan bu eser W.Bang ve G.R. Arat tarafından 1936 yılında Türkçeye çevrilmiştir. Uygurca eserin tam olarak
ne zaman yazıldığı bilinmemektedir. Pelliot yaptığı araştırmalar sonucu vardığı kanaatle eserin 1300 yıllarına doğru Turfan‘da kaleme alındığını ve bu metnin XV. yüzyılda bir Kırgız bölgesinde hemen hemen hiç değiştirilmeden yeniden düzenlendiği sonucuna varmaktadır. (Pelliot, 1995: 103). İlk bölümü eksik olan
bu eser bugün Paris Milli kütüphanesinde bulunmaktadır. Diğer kaynak ise XIV. yüzyılın başlarında İlhanlı sarayında yaşamış Reşideddin’in yazıya geçirdiği eserdir. XV. yüzyılda yaşamış Yazıcıoğlu ve XVII. yüzyılda yaşamış Ebu-l Gazi Bahadır Han, Reşideddin’in rivayetlerini Batı ve Doğu Türkçesine çevirmişlerdir.
Faruk Sümer, Reşideddin’in bu rivayetleri doğrudan doğruya sözlü kaynaklardan aldığını söylediği halde Zeki Velidi Togan, Reşideddin’in yazılı kaynaklardan faydalandığını söyler. (Kaplan, 2006: 110-111). Kaplan’a göre; Reşideddin, Uygurca Oğuz Kağan destanından istifade etmemiştir. Zira ikisi arasında büyük
farklar vardır. (Kaplan 2006: 110-111). Uygurca Oğuz Kağan Destanını, Reşideddin ve Ebu-l Gazi’nin eserleriyle mukayese eden Pelliot ise ikisi arasındaki temel farklara işaret eder; Uygurca metinde ne İslam dinine, ne de Budizm, Nasturilik, Manicilik gibi başka bir dine ait bir unsur bulunmadığını, destanın
eski Türk dinine ve Türk niteliklerine daha uygun olduğunu bu nedenle daha eski olduğunu belirtir. Ayrıca Türklerin ve Moğolların kökeniyle ilgili en eski metinlerde birinci derecede önemi olan “boz kurt” öyküsü de aynı şekilde bir eskilik kanıtıdır, ama ne Reşideddin, ne de Ebulgazi, Oğuz’la ilgili olarak
bundan bahsetmemektedir. (Pelliot, 1995: 95). Gömeç de Oğuznameler değerlendirilirken
İslam öncesi unsurları bünyesinde barındıran Uygur Türkçesiyle yazılmış nüshanın esas alınması gerektiği kanaatindedir.( Gömeç, 2004: 121)
Oğuz Kağan destanının dini hayata dair öğeler barındırması, Oğuz Kağan’ın
misyonuyla ilgili farklı düşüncelerinde ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu konuyla ilgili görüşünü belirten Gömeç: “Tarihte, Oguz adıyla gelen bir peygamber ve onun dinini yaymak için üyesi olduğu milletle beraber yapmış olduğu mücadele, belki de zamanla bir kahramanlık destanına da dönmüş olabilir!
Nasıl ki, Hz. Muhammed’in İslamiyeti yayarken yapmış olduğu savaşlar ve başından geçen hadiseler, kahramanlık hikâyeleri şeklinde süslenerek aktarılıyor ise, Oguz için de aynı şeyleri neden düşünmeyelim?” (Gömeç, 2004: 116) görüşündedir.

TAMAMI:

https://dergipark.org.tr/tr/pub/tsadergisi/issue/21497/230487

BİLKE YORUM: Mitolojide, tanrılar ve tanrıçaların hikayeleri vardır. Bu mitolojik hikayeler, evrenin yaratılması, tanrılar ve kahramanların yaşadıkları olayları aktaran öykülerden oluşur. Bizim de destanlarımız vardır. M.Ö. var olan destanlar da mitolojik hikayelerle doludur. Kültürel zenginliğimizdir.

“ÇULLU GÖRDÜN DEĞİRMENCİ Mİ SANDIN” atasözü Anadolu’da yaygındır. Atalar neden söyler bu sözü?. Giyimi kuşamı, makamı ve zenginliği ile yükseklerde uçan ve kendini yüksek görenlere söyler. Göçer kültürünün, sebep ve sonuçları anlaşılmalı, uyumlanma sorunları irdelenmelidir. Türk Kültürünü taşıyan bu insanların diline, kültür değerlerine aşağılayıcı bakışlar sorgulanmalıdır.

 

Etiketler: , , , , , , , ,

Hz. İbrahim’in Hikayesi Hangi Mitolojik Hikayeye Benziyor?

26.06.2023- Leman ALTUNTAŞ- https://arkeonews.com

Mitolojik hikayelerdeki genel karakterlerin bir çoğu günümüz dinsel hikayelere de kaynaklık etmektedir. Hatta o kadar fazla benzeyenler vardır ki insanlarda şüphe ve şaşkınlık uyandırmaktadır.

Hurri kökenli olan mitoslardan biri olan Appu ve İki Oğlunun hikayesi de bunlardan biridir. Hitit tabletlerinden okunan kısmı ile anlatacağımız hikayedeki benzerliklere sizlerde şaşıracaksınız.

APPU VE İKİ OĞLU

Lulluwa ülkesinde Şudul isimli bir şehir vardır. Orada Appu isminde çok sengin bir adam yaşardı. Onun çok fazla sığırı ve koyunları sayılamayacak kadar çok altını vardı. Onun hiçbir şeye ihtiyacı yoktu, fakat tek bir  şeye ihtiyacı vardı Onun ne erkek ne de kız çocuğu vardı. Appu’nun hizmetçileri kendi aralarında konuşuyorlardı “O daha önce hiç başarılı olamadı! Şimdi mi olacağını düşünüyorsunuz?

Appu konuşulanları işitmişti. Kendi kendine söylenmeye başladı Tanrılar bana sığırlar verdi bir sürü altın verdi ama neden bir çocuğu esirgedi benden? Bunu duyan Güneş Tanrısı cevap verdi ona “şimdi git ve eşinle birlikte yat “Tanrılar sana bir erkek çocuk verecek”

Appu denileni yaptı. Karısı hamile kalmıştı ve aylar sonra ona bir erkek çocuk verdi. O’na uygun bir isim koydu. O’nun ismi “Kötü” oldu. Çoktan beri baba Tanrılar O’nu doğru yolda tutmadılar, fakat kötü bir yolu seçtiler. O’nun ismi “Kötü” olsun!

Tekrar ikinci defa Appu’nun karısı gebe kalmaya başladı. [Onuncu] ay geldi ve kadın bir erkek çocuk doğurdu. Dadı çocuğu kaldırdı ve O na “İyi” ismini koydu. O’nu “İyi” olarak çağırsınlar.

Çocuklar büyüyüp yiğit bir erkek haline gelince baba evinden ayrılmaya karar verirler. Bundan Kötü’nün ‘dağların ayrı ayrı yerlerde bulunduğu, şehirlerin ayrı ayrı yerlere aktığı ve pek çok tanrının ayrı yerlerde oturduğu gibi biz de farklı yerlerde oturalım,’ telkinleri etkili olur. Bu arada iki kardeş malı da kendi aralarında bölüşmeye başlar.

Ancak malın iyisini Kötü alır, tüm kötü malı ise İyi’ye verir. Bu mal paylaşımının adaletsiz olduğuna inanan İyi durumu mahkemeye taşır.” Ancak tabletin bundan sonraki bölümü kırık olduğundan mahkemenin sonucunu öğrenemiyoruz.

Hz. İbrahim ile eşinin hikayesini de Tevrat’ta yazan haliyle bir hatırlayalım.

Hz. İBRAHİM VE EŞİ

Abram ve Nahor kendilerine karılar aldılar. Abram’ın karısının adı Sara, … idi. Ve Sara kısır idi. (Tekvin, 11: 29,30)

Ve Abram dedi: Ya RAB Yehova, bana ne vereceksin? Ben çocuksuz gidiyorum, ve evimin sahibi bu Şamlı Eliezer olacaktır. Ve Abram dedi: İşte bana zürriyet vermedin; ve işte, evimde doğan (Eliezer) benim (mirasçım) olacaktır. … Ve kendisine RABBİN şu sözü geldi: Bu senin mirasçın olmayacak; ancak senin sulbünden çıkacak olan senin mirasçın olacaktır. (Tekvin, 15:2, 4) Ve dedi: Ya RAB Yehova, onu mirasçı alacağımı ne ile bileceğim? (karşılığı ne olacak?) Ve ona dedi: Bana üç yıllık bir inek, ve üç yıllık bir keçi, ve üç yıllık bir koç, ve bir kumru, ve bir güvercin yavrusu al. Ve bütün bunları ona aldı, ve onları ortadan yardı, … fakat kuşları yarmadı. (Tekvin, 15: 8,10)

KURAN ayetlerinde Hz İbrahim:

“Biz İbrâhîm’e daha önce rüşdünü vermiştik…” (el-Enbiyâ, 51) 

İbrâhîm -aleyhisselâm- “Allâh’tan başka ilâh yoktur, O benim Rabbimdir, O her şeyin Rabbidir.” dedikçe annesi ve babası Nemrûd’dan korkarak ağlarlar ve İbrâhîm’i ihtâr ederlerdi. Onların bu endişelerine karşılık Hazret-i İbrâhîm:

“Gecenin karanlığı O’nu (İbrâhîm’i) kaplayınca O bir yıldız gördü. «Rabbim budur!» dedi. Yıldız batınca «Ben batanları sevmem!» dedi. (Daha sonra) Ay’ı doğarken görünce (yine) «Rabbim budur!” dedi. O da ba­tınca «Rabbim bana doğru yolu göstermezse, elbette yoldan sapanlardan olurum.» dedi. Güneş’i doğarken görünce de «Rabbim budur! Zîrâ bu daha büyük.» dedi. O da batınca dedi ki: «Ey kavmim! Ben sizin (Allâh’a) ortak koştuğunuz şey­lerden uzağım! Benim Rabbim, bütün noksan sıfatlardan münezzeh olan Allâh’tır! Ben hanîf[2] olarak yüzümü, gökleri ve yeri yaratan Allâh’a çevirdim ve ben müşriklerden değilim.»” (el-En’âm, 76-79)

“–Babacığım! İşitemeyen, göremeyen ve sana hiçbir faydası olmayan şeylere ni­çin tapıyorsun? Babacığım! Bana, sana verilmeyen bir ilim verildi. Bana tâbî ol; seni sırat-ı müstakîme ulaştırayım. Babacığım, şeytana tapma! Çünkü şeytan, Rahmân’a isyân etmiştir. Ey babacığım! Doğrusu ben sana Rahmân’dan bir azap dokunup da şeytana dost olmandan korkuyorum!” (Meryem, 42-45)

Âzer ise kızarak:

“«–Ey İbrâhîm! Sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer (onlara dil uzatmaktan) vazgeçmezsen, and olsun seni taşlarım. Uzun süre benden ayrıl; git!» dedi.” (Meryem, 46)

Fakat İbrâhîm -aleyhisselâm-, Âzer’e yine yumuşak bir üslûbla mukâbele etti:

“İbrâhîm: «Sana selâm olsun! Rabbimden senin için mağfiret dileyeceğim. Çünkü O, bana karşı çok lutufkârdır.» dedi.” (Meryem, 47)

Ve babasının affı için duâ etti. Ancak duâsı kabûl edilmedi. Çünkü babası Allâh düşmanıydı. İbrâhîm -aleyhisselâm- bunu iyice anladığında duâ etmekten hemen vazgeçti. Zîrâ kâfirlerin affı için değil, ancak hidâyetleri için duâ edilirdi. Kur’ân-ı Kerîm bu husûsu şöyle bildirir:

“Cehennem ehli oldukları açıkça belli olduktan sonra, akrabâ dahî olsalar, (Allâh’a) ortak koşanlar için af dilemek, ne peygambere yaraşır, ne de mü’min­lere! İbrâhîm’in babası için af dilemesi (ise), sadece ona verdiği sözden dolayı idi. Onun Allâh düşmanı olduğu kendisine belli olunca, ondan (hemen) uzaklaştı. Şüphesiz ki İbrâhîm, çok yumuşak huylu ve pek sabırlı idi. (et-Tevbe, 113-114)

“O, babasına ve kavmine: «–Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller de ne oluyor?» dedi. Onlar: «–Biz, babalarımızı bunlara tapan kimseler olarak bulduk.» dediler. (İbrâhîm:) «–Doğrusu siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesi­niz.» dedi. Kavmi ise: «–Bize gerçeği mi getirdin, yoksa oyunbazlardan biri misin?» dediler. (Bunun üzerine İbrâhîm): «–Hayır, sizin Rabbiniz, yarattığı göklerin ve yerin de Rabbidir ve ben buna şâhidlik edenlerdenim.» dedi.” (el-Enbiyâ, 52-56)

“O (İbrâhîm), gizlice onların tanrılarına sokuldu: «Yemez misiniz?» dedi. (Cevap gelmeyince) «Neyiniz var ki konuşmuyorsunuz?» dedi ve gizlice üzerlerine yürüyüp sağ eliyle onlara kuvvetli bir darbe indirdi.” (es-Sâffât, 91-93)

“Sonunda (İbrâhîm) onları paramparça etti. Yalnız en büyüğünü, belki ona mürâcaat ederler diye bıraktı. (Putları kırılmış gören halk:) «–Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Muhakkak ki o, zâlimlerden biridir.» dediler. (Bir kısmı:) «–Bunları diline dolayan bir genç duyduk; kendisine İbrâhîm denilirmiş.» dediler. «–O hâlde O’nu hemen insanların gözü önüne getirin; belki şâhidlik ederler.» dediler. (Sonra İbrâhîm’i oraya getirtip:) «–Bunu ilâhlarımıza sen mi yaptın ey İbrâhîm?» dediler. (O da:) «–Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır. Hadi eğer konuşuyorlarsa onlara sorun!» dedi. Bunun üzerine, kendi vicdanlarına dönüp (kendi kendilerine) «–Zâlimler, siz­lersiniz sizler!»[3] dediler. Sonra tekrar eski inanç ve tartışmalarına döndüler: «–Sen bunların konuş­madığını pek âlâ biliyorsun!» dediler. İbrâhîm: «–Öyleyse, Allâh’ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar veremeyen bir şeye hâlâ tapacak mısınız?» dedi. Size de, Allâh’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere de yuh olsun! Siz akıl­lanmaz mısınız?” (el-Enbiyâ, 58-67)

“Allâh’ın kendisine mülk (hükümdarlık ve zenginlik) vermesi sebebiyle şıma­rıp Rabbi hakkında İbrâhîm ile tartışmaya gireni (Nemrûd’u) görmedin mi! İşte o zaman İbrâhîm: «Rabbim hayat veren ve öldürendir!» demişti. O da: «Ben de hayat ve­rir ve öldürürüm.» demişti. İbrâhîm: «Allâh güneşi doğudan getirmektedir. Haydi sen de onu batıdan getir!» dedi. Bunun üzerine kâfir şaşırıp cevap veremez hâle geldi. Allâh zâ­limler topluluğunu hidâyete erdirmez.” (el-Bakara, 258)

“İşte o zaman, biz O’na hilim sâhibi bir oğul müjdeledik. Babasıyla beraber yürüyüp gezecek çağa erişince (babası): «Yavrucuğum, rüyâda seni kurban ettiğimi görüyorum; bir düşün, ne dersin?» dedi. O da cevâben: «Babacığım, sen emrolunduğun şeyi yap! İnşâallâh beni sabredenlerden bulur­sun!» dedi. Her ikisi de teslîm olup, (İbrâhîm) onu alnı üzerine yatırınca: «Ey İbrâhîm, rüyâyı gerçekleştirdin. Biz ihsân sâhiplerini böyle mükâfatlandırırız. Bu gerçekten çok ağır bir imtihandır.» diye seslendik. Biz oğluna bedel O’na büyük bir kurban verdik. Geriden gelecekler arasında O’na (iyi bir nam) bıraktık: «İbrâhîm’e selâm olsun!» dedik. (İşte) Biz ihsân sâhiplerini böyle mükâ­fâtlandırırız. Çünkü O, bizim mü’min kullarımızdandı.” (es-Sâffât, 101-111)

NOT: Okumak, yazılı kaynaklardan faydalanmak, bilgilerimizi güçlendirir. Sebep sonuç ilişkileri konusunda ufkumuzu açar, netleştirir.

İYİ BAYRAMLAR-BİLKE

 
Yorum yapın

Yazan: 26 Haziran 2023 in Bilinmeyenler

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , ,

“HANGİ ŞİİR ONARIR BU TAŞ KÜREYİ” 

30.01.2023-A. Yaşar SARIKAYA

Bu ad, al beni oku diye frekans ötesi seslenen kitaplardan birinin adı. Bu düşündürücü soru cümlesi,  herkesi düşündürdü mü bilmiyorum. Ah taş küre sen,  “SER KÜRE” mi yoksa “YER KÜRE” misin dedim içimden. Biraz geç kalsam da, kitabı Sinop Kitapevinden aldım ve okudum. 

Okudum ki, format atılmamış özgür şiirler, özgün algoritması içinde dizelere dökülüyor; evrensel matematiği yadsımıyor ve analitik düşün boyutunda akıp gidiyor. 

Var yoktan doğmadan, evren evirilmeden önceye sürüklüyor insanı. Anlam doygunluğu, sizi takyon kanatlarında uçuruveriyor zamandan, zamana. Varoluş evrelerinin kesitlerinde konaklıyor, milyarca yılın hafızası içinde gezgin gibi geziyorsunuz. Zaman bükülüyor, şiir sizi kara delik gibi içine çekiyor. Sorgulamalar, yeni sorgulamalara açılıyor ve şiir şimdiki zamanın açıkta saklı gerçekleri ile okuru yüz yüze bırakıyor.

Sancılar içinde doğan şiirin ağlayışını duyuyorsunuz, mutluluğunu da. Duyargalar aktifleşiyor, çoklu duyunun kapıları açılıyor.  Uyaklar ve noktalama işaretleri anlam derinliğine şapka çıkarıyor, yok oluyorlar.  Yol mitolojiye açılıyor, nesneler varlıklar dizelerde can buluyor.

   İlyas TUÇ’un dizelerini okudukça, çocukluğuma döndüm. O zamanlar, anlam giymemiş çıplak sözcüklere, herkesin kendi anlamını yüklemesi ilgimi çekerdi. Doğru hangisi diye düşünür dururdum. Düşün değirmenimde, sorular döner ben yorulurdum.

Örneğin,“uyku gelir” diyoruz ya. Uykunun ayakları mı vardı da geliyordu? O geliyorsa ben onu neden görmüyordum? Ah, uykuyu görmek için uykusuz kaldığım geceler. İncitici söz mü yoksa iğne batması mı daha acıydı ki? Yani ten acısı mı can acısı mıydı fazla olan. İğneyi elime batırıp, test ettiğim günler ah. Sorular, sorgulamalar, yine sorular tekrar sorgulamalar. Ah çocukluğum.

İlyas Hocam, şiirlerinizle beni geçmişe götürdüğünüz gibi, çocukluğuma da götürdünüz. Kemal Koca kitabını ne güzel isimlendirmiştiniz. “HERKES İŞİNDE GÜCÜNDEYDİ”. Yazanlar yaza dursun, söyleyenler söylesin, herkes işinde gücünde ya İlyas Hocam. Okurlar bu kitapla buluşmalı ve okumalı.

 

Etiketler: , , , , , , , , , ,