RSS

Etiket arşivi: şafak bilke

BENİ DE ALIN

16.11.2022-Safak Gündüz SARIKAYA

Umutsuzluktan çöktüğü bir andı.

“Olmuyor işte, olmuyor”, dedi genç adam.

İçindeki ses susmuyordu,

“hayır pes etmek yok”, dedi, “ne olursan olsun hayallerimi gerçekleştireceğim.”

İşte böyle gelgitlerle kimi zaman deniz kenarında düşüncelere dalar, Gerze’ye bakıp,

“acaba eşimi, oğlumu ve kızımı yanıma alabilecek miyim?”, derdi.

Neden olmasındı, 14 yaşında bile köyden ilk kaçışında adada bir aile yanında hayvanlara bakmıştı. Babası Sinop’a gelip onu köye tekrar götürse de, ikinci kaçışında Bafra ve Ayancık’ta iş bulmuştu. Yorgun ayakları onu Tersane^ye doğru itti ve orada bir hareketlilik gördü. Amerikalılar gelmiş işçi alımı yapıyorlarmış diye duydu. Koşa koşa Kaleyazısında bekleyen askeri araca binmek istedi. Birden kalabalığın içinde buldu kendini,

“beni de alın”, diye bağırıyordu.

Ama ustabaşı gibi görünen bir adam, kalıplı uzun boylu işçi seçiyor; çelimsiz olan genç adamı itekliyordu.

“Sen işimize yaramazsın git” diye.

Kulağında çınlayan bu söz adamı durdurmadı. Vazgeçmiyor, tekrar tekrar deniyordu ama olmadı. Arabanın içinde bir Amerikalı subay, bu genç adamın çabasını fark etmiş ve tebessümle ona bakarak “hadi bir kez daha dene” der gibi adama baktı. O bakış yeni bir umuttu o bakış haydi bir gayret daha göster seni alalım diyordu.

Bir hamle daha yaptı, ustabaşı başka yere bakarken insanların arasından sıyrılarak bindi arabaya. Amerikalı sesinin çıkarmadı ve o günlerde daha yeni kurulan ve sadece çadırlardan ibaret Amerikan Üssüne böyle giriş yapmış oldu. 50’li yıllardı. Emekli oluncaya kadar önce işçilikle başlayan bu süreç dil öğrenme isteğiyle devam etti. Emekli subaydan aldığı birkaç dersle dil öğrenme hevesi pekişti.

Kalem kağıt bulamadığında taşlara yazıyor, kendi kendine kelimeleri tekrar ediyor, dilini geliştirmeye çalışıyordu. Subayların konuşmalarını dinliyor, kelime haznesini geliştiriyordu. Amerikalıların dikkatini çekmeyi başarmıştı ve bir müddet radarda tercümanlık yapmıştı. Eşi de yardım ediyor, gece gündüz çamaşırların ütü ve kolasında eşine yardım ediyordu. Motorpool , İtfaiye bölümlerinde sevk amiri görevlerini başarı ile sürdürdü.

“BENİ DE ALIN” haykırışı, bir motivasyon, özgüven ve hayata bir kafa tutuştu. Diktelerin ve kuralların boyun eğdirdiği bir yaşam içinde, bu dik duruş mücadelesiydi. İtaatkarlık yerine, çalışmak ve sorgulamaktı beni de alın.

Bir oyuncunun, istediği rolü alması yapımcı ve yönetmene; yedek futbolcunun sahaya girmesi antrenöre bağlı olsa da “BENİ DE ALIN” direnişi engelleri yıkacak, hayatın şansını yaratacaktır. Yetenek avcısı ustalar, meslekte başarıyı ölçen uzmanlar, hassas terazili yürekler gerekir bazen.

Beni de alın bireyci bir yaklaşım gibi gözükse de; aradan geçen yıllar genç adama çok şey öğretti. Kendi geçtiği yollardan geçenlerin elinden tuttu hep. Yaşlandığında ve çok ağır hasta olduğunda bile,

“para mı lazım benden de alın” derdi.

Her şey kötü gitse de, ümidimizi kaybetmeyelim ve asla vaz geçmeyelim. Hayaller er ya da geç gerçeğe dönüşür.

Kim bu adam, işte o adam benim babamdı.

ŞGS

 

Etiketler: , , , , , , , , , ,

BİR LİSAN BİN İNSAN

23 eylül 2019 Şafak Gündüz SARIKAYA

Üniversite hazırlık sınıfında okurken, hemen İngilizce konuşacağımı düşünürdüm. Ama düşündüğüm gibi olmadı. David adında bir İngiliz Hocamız vardı. Onu her gördüğümde, İngilizce pratik yapmak için konuşmak isterdim ama başaramazdım. Sorularına kısa cevaplar verince dediğini anlamadığımı fark ederdi. Bu yüzden hoca, Kayseri sokaklarında beni görünce elini başına götürür, yine mi bu derdi sanki. Anlamama rağmen ısrarla David ile konuşmaktan vazgeçmedim.

Bir gün yanımda babam vardı.  Kayseri’nin meşhur Sivas Caddesi’nde hocama rastladık. Yine yanına gittim ve her zamanki gibi,

-“Not again “ dedi ve elini alnına götürdü.

Ben umursamadım, bu babam diye tanıştırdım. David,

-“Memnun oldum” dedi.

Babam, başladı Amerikan aksanı ile konuşmaya. Bizim David şaşırdı, kekelemeye başladı. “Baban, çok güzel İngilizce konuşuyor” dedi bana dönerek. Ben de biliyorum tarzında başımı salladım. David’in fiyakasının sarsılması çok hoşuma gitmişti. Not again!

Rahmetli babam, David yanımızdan ayrıldıktan sonra çok gülmüştü. Hatta ne zaman aklına gelse, David’in kekelemesinden ziyade şaşkınlığına güldüğünü söylerdi. David’e göre, babamın görüntüsü iyi İngilizce konuşacak birine benzemiyordu. Sebebi her neyse, aklımda kalan bu anıya ikimizin de çok gülmesiydi.

O yıl babamla beraber Kayseri’den Ürgüp’e geçmiş ve onun sayesinde karşılaştığımız turistle konuşmuştuk, bu işin sanıldığı kadar zor olmadığını göstermişti bana. Ürgüp’te rastladığımız 2 Amerikalı ile uzun bir konuşma yapmış ve bu işi başarabileceğimi ilk orada düşünmüştüm. Ama hala eksiklerim vardı, bu sebeple 1 yıl sonra Sinop’ta nerede turist görsem konuşmaya başlıyor ve konuşarak İngilizcemi geliştirmeye çalışıyordum. Babamın cesaret verişi, teşviki ise çok önemliydi.

Aradan bir ya da iki yıl geçmişti. Bir yaz günü babam yanında 2 sırt çantalı turistle Sinop’taki evimize geldi. Annemin tepkisi hazırdı.

-“Nereden buldun bu bitli turistleri?”  diye.

Babam, Büyük Cami (Alaaddin Cami’nin )avlusunda gördüğü ve hiç tanımadığı turistleri hiç düşünmeden evimize getirmişti.

– “Turistler otel arıyorlardı, arkeoloji okuyorlarmış. Benim oğlum da arkeolog bizim eve gelin dedim”  diye sakince anneme cevap verdi.

O gün hayatımın bir dönüm noktasıydı benim için. Avusturya’dan kalkıp gelen arkeoloji öğrencisi bir erkek bir kız 2 turist Türkiye’yi gezmeye gelmişlerdi. Sinop’u gezi rehberinden bulmuşlardı. Annemin söylenmelerine karşın birkaç gün misafir ettik onları. Ben de Sinop’u gezdirmeye başladım. Arka deniz denilen Kumkapı Sahili’nde bir kaya parçasına rastladık. Turistler Avusturya’da arkeoloji okuyorlardı. Benden birkaç yaş daha büyüktüler. İkisi de Roma dönemine ait bir sütün başlığını bulmanın sevinci ile adeta bana yalvardılar:

– “Bunu müzeye götürelim, ama mutlaka, lütfen” dediler.

Beraber müzeye gidip abimin arkadaşı olan Müdür Akif Bey’den ricada bulunup sütun başının müzeye getirtilmesi için bir araç temin ettik. Bu hareketimle, bir yıl sonra Turizm Danışma Bürosu’nda kendimi gönüllü rehber olarak bulacaktım ve bu işi resmi olarak yapacaktım.

Turistlere ulaşım, konaklama ile ilgili birçok bilgi aktarıyordum. Büroda posterlerini gördüğüm yerleri aslında hiç görmemiştim. Bu yerleri görmek ve dolaşmak isteğim o zamanlar kafamda canlandı. Artık turistlerle ve hatta Sinopluların adlandırdığı biçimde Radar’daki yani Türk Amerikan Ortak Savunma Tesislerindeki Amerikalılarla rahat konuşabiliyordum.

Babam, 50’li yılların ortasında işçi hatta, amele olarak girdiği bu tesiste, kendi kendine İngilizce öğrenmiş ve hatta tercüman bile olmuştu. Çok başarılı çalışmalara imza atmış ve birçok kişinin İngilizce öğrenmesine ve iş bulmasına da vesile olmuştu. Emekli oluncaya kadar orada çalışmıştı. Aradan geçen onca zamana karşın, cenazesine katılan eski Radar çalışanları saygıyı ve hürmeti esirgemediler ve onu son yolculuğunda yalnız bırakmadılar.

Geçmişe döndüğümüzde görüyorum ki, babam bize kişilerin kimliğine, kılığına bakmadan misafir edecek kadar konukseverliğini, cömertliğini bırakmış. Onun gibi köyde zor şartlarda yetişmiş ve kendi kendini yetiştirmiş biri için bu özellikler insanlığa bir mesaj niteliğindeydi.

Toprağı bol, ruhu şad olsun!

 

ŞGS

 
 

Etiketler: , , ,

17 AĞUSTOS

17 Ağustos 2019- Şafak Gündüz SARIKAYA

 

Sıcak bir Ağustos günüydü.

Bir bilardo salonu…

Kimse yok içeride, masanın üstünde toplar duruyor, hiç kımıldamadan.

Hemen biraz ileride sakin, kendi halinde bir ev…

Nem kokuyor, rutubet kokuyor, öyle tuhaf kokuyor ki, burun deliklerinden giren koku genzi yakıyor. Evden bir siyah beyaz fotoğraf düşmüş, rüzgarla bir o yana bir bu yana savruluyor.

Sıcak bir Ağustos günüydü.

İnsanlar sağa sola koşturuyordu. Bir sis perdesi arasında duyulan siren sesleri, acele acele yürüyen, koşturan insanlar.

Hafif bir toz bulutu, beyaz önlüklü doktorlar, sağlık görevlileri, hepsi telaş içerisinde.

Babamla beraber yürüyoruz. Bize maske veriyorlar, “takın bunları”, diye. Elimizde kumanya dar bir yokuşu tırmanıyoruz, ağzımızda bir maske. Önümüze bir çadır çıkıyor ve bizi misafir ediyorlar, ayran veriyorlar.

Sıcak bir Ağustos günüydü………

Gölcük, perişan, Gölcük mahvolmuş.

Binalar kağıt gibi yıkılmış, denizin içine bile kaymış. Bilardo masası sağlam ama binası yana kaymış, gitti gidecek. Biraz ilerisindeki başka bir bina tamamen yıkılmış, moloz yığını ve tuğlaların arasında elbiseler var, rutubet kokuyor, insan kokuyor insan. Bir siyah beyaz fotoğraf savruluyor duruyor. Kim bilir kimler vardı, kimler yaşadı o binada diyorsunuz.

Babamla şaşkın şaşkın bakışıyoruz. Çadıra giriyoruz bir yokuşu çıkarak. Çadırdakiler Güneydoğu’dan terörden kaçıp, iş için Gölcük’e gelmişler. Adam bir haftadır uykusuz, “çıkardığım ceset sayısını bilmiyorum” diyor. Ama o yorgunluklarını bırakıp bize ayran ikram ediyorlar. Babamla yine şaşkın şaşkın bakışıyoruz.

Gölcük yaralı, Gölcük üzgün. Yüreğimizde sızı ve acı. Babamla sessiz sessiz İstanbul’a geri dönüyoruz. Burada tahminimizden çok fazla yardıma ihtiyaç var, diyoruz. Çadırdaki aileyi 1 ay sonra ablam arıyor yardım göndermek için. Terörden kaçan ailenin bu sefer depremden kaçtığını ve Güneydoğu’ya geri gittiğini öğreniyoruz.

Sıcak bir ağustos günüydü………

Babama bu anıları yeniden hatırlatmak isterdim ama artık bu mümkün değil. O da, “Sen ne güzeldin komşumuzdun Fahriye Abla” dizeleri ile meşhur Ahmet Muhip Dıranas’ın mezarına komşu artık.

Depremler yıkıcıdır, yok edicidir. Acıları da zamanla unutulmaz. İçimizdeki depremler de unutulmuyor.  Bu yıl 17 Ağustos ilk defa babamsız geçiyor. Kimileri doğuyor, kimileri ölüyor. Hayatın dengesi, gizemi, dualitesi, sırrı da burada gizli bir anlamda.

Ölüm sessiz, ölüm teessür edici,ölüm deprem gibi çok acı.

İnsan hayatı, yaşam döngüsü olarak algılanır; bu döngünün sınırları vardır. Ölümün bizdeki şaşırtıcılığı, anlaşılmazlığı bu döngünün dışında gerçekleşiyor.  Algılarımız iflas ediyor, hayat anlamsızlaşıyor ve basit gelmeye başlıyor. Bu aslında yaşam döngüsünün yalın gerçekliği.

Geride kalanlar anılara, değer vermeye başlıyor. Babam, iyi ve güzel anılmak isterdi. 50’li yılların ortasında başladığı Sinop Türk-Amerikan Üssü’ndeki başarıları, anıları, toprağa ve hayvanlara düşkünlüğü, hayata pozitif bakışıyla, iyi anılmak isterdi. ve saygıyla, iyi anılmak isterdi. Biz onu hep tatlı gülümsemesi ve hoşgörüsü ile hatırlayacağız.

Ölüm çok acı, ölümün ardından iyi yad ediliyor olmak, sevilmek, saygı ile anılmak, çok önemli. Herkes öldüğünde, böyle anılmak  ister.

Deprem vurdu ve üzerinden 20 yıl geçti, 17 Ağustos’u ve ölenleri unutmayalım.

Sıcak bir Ağustos günüydü……….

Ama bunda Ağustos’un da bir suçu yoktu.

17 Ağustos’ta ölenlere ve depremlerle yitirdiklerimize Allah’tan rahmet diliyorum. Ruhları şad olsun.

 

ŞGS

 

 

Not: Bu yazıya, babam hayatta iken başlamıştım, onu kaybettik. 17 Ağustos depremini anarken, bizim  içimizde de deprem var.

 
Yorum yapın

Yazan: 17 Ağustos 2019 in ŞAFAK SARIKAYA ANILAR

 

Etiketler: , , , , ,

OYA İP ATLA

Şafak Gündüz SARIKAYA 28 Mayıs 2019

Aamir Khan’ı tanır mısınız bilmiyorum? O, Hindistan ve dünyada tanınan Hint bir oyuncu, yapımcı ve yönetmendir. İstanbul’a geldiğinde sevenleri karşılamış, büyük izdiham olmuştu. Sanatçı, çok sayıda başarılı filme imza atmıştır. “Yerdeki Yıldızlar”, “Her Çocuk Özeldir “(Taare Zamaen) filmleri bunlara örnektir. Eğer Bu filmleri izlemediyseniz, izlemelisiniz.

Ben, Taare Zamaen filmi sayesinde, son birkaç yıl gündemde olan disleksi rahatsızlığını öğrendim. Disleksi, en sık rastlanan öğrenme bozukluklarından biridir. Sorun, hafıza ve dil ile ilgilidir. Disleksi olan kişiler her şeyi unutur ve dil ile ilgili öğrenmelerde sıkıntı çekerler. Bunun yanı sıra disgrafi (el yazısı), diskalkuli (sayı saymada sorun ve rakamları yanlış okuma), dispraksia (Beden hareketlerini planlarken ve koordine ederken güçlük çekme) gibi farklı öğrenim bozuklukları da vardır.

İstiklal İlk Okulu birinci sınıfa gidiyordum.  Öğretmenimiz okuma yazmada geciken 3 öğrenciyi bir kenara ayırmıştı. Tecrit edilen o üç kişiden biri de bendim. Aradan geçen o kadar seneye rağmen, bu zaman dilimi hafızamda tazeliğini korudu. Çünkü insan, yaşanmışlıkların tadını, acısını, hüznünü, sevincini aynı derece, aynı ağırlık, aynı renk ve kokuda belleğinde saklıyordu.

Biz okuma yazmayı öğrenirken, cümle eğitimi vardı, bütünden parçaya gidilirdi.  O günlerden aklımda kalan, “Oya ip atla” cümlesini hiç unutamam. Ben cümleyi “Oya pi totla” olarak yazıyordum. Doğru yazdım diye de ısrarla inatlaşıyordum. Abim o zaman benimle dalga geçer ve gülerdi. O, zamanlı zamansız Oya pi totla der ve beni kızdırırdı. Ben de hayır sen yanlış okuyorsun, ben Oya ip atla yazdım derdim.

İlkokulu bitirdiğimde 1. Sınıf defterimi buldum. Babam, anılara değer verir ve defterlerimizi saklardı. Defterimde cümleyi” Oya pi totla” diye yazdığımı gördüm ve güldüm. O zaman, defter sayfaları kırışmasın diye kenarlarına mandal tuttururduk. Çünkü dirseklerimiz, sayfaları kırıştırırdı. Kalem tutuşumuza öğretmen çok müdahale ederdi.  Bu da öğrenme isteğimizi olumsuz etkilerdi. İşin garibi öğretmenim beğenmese de ben kalemi yine aynı şekilde tutuyorum ve öyle rahat yazıyorum. Okumaya geçince ilk Çizmeli Kedi hikâyesini okudum.  O nedenle bu karakteri çok severim.

Okuma- yazma öğrenirken yaşadığım güçlüğü, resim dersinde de yaşadım. Ortaokulda tüm derslerde başarılı iyi bir öğrenciydim. Ama resim çalışması dersinden bütünlemeye kalmaktan kıl payı kurtulmuştum. Babam ve ablam resme yetenekliydiler, ama ben değildim. Daha sonraları, çok başarılı olduğum farklı alanları keşfettim ve o alanlarda yoluma devam ettim.

Aamir Khan’ın “Her Çocuk Özeldir” filmini izleyince bu anılar gözümün önünde canlanıverdi. Mohammed Aamir Hussain Khan,  usta dokunuşları olan bir sanatçıdır.  Başarılı sanat kariyeri boyunca, Hint sinema tarihinin en etkileyici ve popüler aktörü olmuştur. Her Çocuk Özeldir filminde, fantastik bir öğretmenin öğrencisine yön veren özel dokunuşlarını anlatıyor. Her çocuğun olduğu gibi, aslında her bireyin de özel dokunuşlara ihtiyacı vardır. Keşke herkesin hayatında, karşısına böyle öğretmenler çıkabilse. Disleksi özel öğrenme bozukluğu gibi daha nice güçlükler, tıp dünyası tarafından keşfedilse ve çözülse.

Bir eğiticinin size, sadece okulda değil normal yaşamda da kılavuzluk yaptığını düşünün. Öğrenmek sadece kara tahtaya bağımlı olmamalı. Hayatın içinde okunacak çok motif, sayısız karakter, o kadar olay var ki, anlatmakla, yazmakla bitmez.

Bunları ifade ederken gözümde yine bir anı canlandı. Ablam, uzun yıllar uzak köylerde öğretmenlik yaptı ve hayatı boyunca çok sayıda öğrencisi oldu. Onun öğretmenlik hayatının kesitleri ailemiz içine de yansıyordu. Bir tatilde eve geldi, elleri dikkatimi çekti. Parmaklarının ucu patlak patlaktı. Nedenini sordum, o da “köyde dikiş makinesi yoktu ev sahibinin kızına, ellerimle gelinlik, öğrencilerime ront kıyafeti diktim, iğne elimi parçaladı” dedi. Anladım ki okul dışında da öğretmenlik yapıyordu.

Bir hafta sonu da, köyden bir öğrencisini gezmek için Sinop’a getirmişti.  O gün hava soğuktu. Kuzinede pişen yemeğin kokusu mis gibi etrafa dağılıyor, kavrulan gürgen fıstıkları da ye beni diyordu. Ablam o zaman hafta sonu Sinop’a geliyor, otobüse ulaşmak için 8 km yolu, orman içinden kestirme yürüyordu. Ormandan topladığı gürgen fıstıklarını da bize getiriyordu.

Misafir öğrenci ilkokulda idi ben de ortaokulu bitirmek üzereydim.  Farklı kültürlerde yetişmiş iki ayrı insandık. O bana sessiz sakin biri gibi gelmişti. Oysa kent ortamında bir aile yapısını ilk gördüğünü düşünememiştim galiba. Akşam yemeğini yedikten sonra, sıra gürgen fıstıklarına geldi. Rengi, şekli ve kokusu ilginç fıstıkları afiyetle yedik. Küçüklerdi, kırılması da zaman alıyordu ama çok lezzetliydi.

Ablam ertesi günü, misafirimize denizi göstermemi istedi. Denizi göstermek olayını anlayamamıştım. Ben, 3 tarafı denizle çevrilmiş Sinop’ta doğup, büyüdüğüm için “denizi göstermek” bana garip gelmişti. Sonra birlikte iskeleye gittik. İskeleye kadar sessiz, sessiz yürüdük. İskeleden denizi seyrederken öyle bir tepki verdi ki, sanki annesini yıllardır arayıp bulamayan ve en sonunda kavuşan bir çocuğun hasreti gibiydi. Gözlerini elleriyle kapatıyor, bağırma, haykırma sesleri çıkarıyordu. Çocuğun tepkilerine o kadar şaşırmıştım ki, ne yapacağımı bilemedim, şaşkın şaşkın onu izledim. Nasıl yani hiç deniz görmedi mi, köyde televizyon var, televizyonda da mı görmedi derken, çocuğun ritüeli devam ediyordu. Elleriyle gözünü kapatıyor, Gerze istikametindeki dağlara bakıp, hayır olamaz dercesine şaşkınlık ifadelerini haykırıyordu. Bir iki adım atıyor geri çekiliyor, yüzünü kapatıyor, tekrar bakıyor, olmaz ya olamaz der gibisinden kendi kendine gülümsüyordu. Ben de bu davranışı başkası görüyor mu diye çaktırmadan etrafı kolaçan ediyordum.

Biz onlara, onlar da bize kilometrelerin ötesinde, çok uzaktık belki de. Belki de yakınlık için, zamanı ve yaşamı paylaşmalıydık. Birbirimizi anlamak için onların denizi bizim de dağları yaşamamız gerekiyordu. Toplumda, birbirimizi anlayamama sorununun en dibiydi bu galiba.  Empati kurmalıydık, yaşamımıza girmeliydi küçümsemeden insanca. Herkesin ilgisinin, önceliklerinin, sevdiklerinin ve sevmediklerinin farklı oluşu hayatın gerçeği değil midir?  Birbirimizi anlamak, egoların ördüğü surlarla, duvarlarla mümkün olabilir mi?

Birbirimizden uzaklaşıyoruz zamanla, kendi egomuza hapsolduğumuz gibi mevcut değerleri de yitiriyoruz galiba. Anlamak için topraktan, tarımdan, köyden başlamalı. Yoksa köyler denize biz toprağa hasret kalır gideriz. Kalkınmak için, bu noktalara değmek lazım belki de. Ablam, köylerde yaşadıklarından etkilenmiş olacak ki,  BİLKE 4K (Köy Kent Kültür Köprüsü ) Projesini bu nedenlerle başlattı sanırım.

Yapboz tahtası gibi bir eğitim sistemi mi? Ya da eskiden olduğu gibi köy enstitüleri kurmak mı? Bilmiyorum ama bir öneri de benden gelsin. Telekomünikasyon firmalarının sponsor olduğu bir proje ve bilgisayarsız ya da notebook olmayan köy kalmasın gibi, uzaktan erişimli bir proje neden olmasın. Eğiticiler de atanamayan öğretmenlerden, işsizlerden oluşan gönüllü ya da ücretli bir kadroyla çok da güzel yapılabilir. Sadece çocuklar değil, gençler, yetişkinler, okuma yazma öğrenmek isteyen yaşlılar da bu projeye dahil edilebilir. Olur mu demeyin, neden olmasın?

Belki biraz daha fazla anlasaydık birbirimizi, denizin toprağı, toprağın da denizi anladığı gibi. Belki de duvarlar örülmezdi arada o zaman. Oradaki köy, uzak ta olsa bizim köyümüz ve onlar da bizim köylümüzdür.

Yaşanılır, sevgi ve saygı çerçevesinde üreten güzel bir dünya için.

 

ŞGS

 
 

Etiketler: , , , , ,

BURSA’DA ZAMAN- Şafak SARIKAYA

 

Zaman dediğimizde, aklımıza çok şey gelir. Mesela , “Sen iyi olursan, zaman da iyidir, eğer sen kötü olursan, zaman da kötüdür.” gibi. Bursa’da bir zamanlar karşılaştığım ve sizlere aktarmak istediğim iki karakterden bahsedeceğim.

Bir gün, Bursa’da çok tanınmış bir İskender Kebapçısı’nın önündeki bir banka iki arkadaş oturmuş sohbet ediyorduk. Birden hemen karşımızdaki banka, kirli, hırpani kılıklı, saçı, sakalı birbirine karışmış bir adam elinde bir şey tutarak oturdu. Hafiften sallandığını da fark ettiğim adamın ürkütücü görüntüsü yüzünden hemen yanındaki bankta oturan kadın bir çırpıda oturduğu yerden kalkıp uzaklaştı Adamın eli hafiften titriyordu, bu titreme hareketi nedeniyle İstanbul Salıpazarı’nda, Beyoğlu’nda rastladığım alkoliklerden biridir diye düşündüm. Ama bir diğer yandan, sokakta kendinden bihaber dolaşan, iletişime kapalı bu tarz insanların da, ayrı bir hikayesi olduğu, yanlarından umarsız, küçümseyerek geçip gittiğimizi de, düşünmeden edemedim.

Ben arkadaşımla konuşmaya devam ediyordum ama bir göz ucuyla adamı takip ediyordum. Adam elindeki plastik yoğurt kabından bir kaşık daldırdı, bir kez denedi, ağzına götüremedi, tekrar bir kez daha denedi, olmadı, bir kez daha denedi yine olmadı. Dayanamadım, arkadaşımın gitme demesine rağmen, alkolik, ayyaş görüntülü bu adamın hemen yanına oturdum. Oturur oturmaz burnumun direği kırıldı pis kokudan desem yalan olmaz, kim bilir aylardır yıkanmamış adama sordum, yardım ister misin diye. “Hayır”, dedi, pasaklı adam. Bir müddet sustuk. İstememesine rağmen ona yardım etmeye kararlıydım ve o esnada kolunun sakat olduğunu fark ettim. Bu sefer hep bu insanlara sormayı düşündüğüm ama bir türlü o güne kadar cesaret edemediğim soruyu sordum Çevredekiler de, merakla bizi takip ediyorlardı. Aksiyoner olmak yerine izlemeyi tercih ediyorlardı. Soruya cevap vermedi istememesine rağmen, yoğurdu yemesine yardım ettim ve tekrar sordum:

“Neden sokaklardasın?”

Sanırım yoğurdu yemesine yardımcı olduğum için hafiften bir samimiyeti kurmuştuk ve adının Yavuz olduğunu öğrendim. Hikayesi de, çok ilginçti.
Yavuz Abi, bir zamanlar öğretmenmiş ve kısa bir öğretmenlik yaptıktan sonra, yaklaşık 30 kişinin çalıştığı bir işyerinin sahibi olarak iş hayatına devam etmiş ve o zamanlar iyi de bir kazancı varmış ama bir gün işleri aniden kötü gitmeye başlamış ve akabinde felç geçirmiş ve karısı ve 2 çocuğu olmasına rağmen sokaklarda yaşamaya başlamış. İçimden gerçekten de ilginç dedim ve şaşkınlığımı belli etmemeye çalıştım. Zaman o an benim için durmuştu. Karşımda pasaklı bir insan eğitimli ve hali vakti yerinde (şimdi olmasa bile zamanında) bir iş adamı çıkmıştı. Gayet normal olabilecek bu durumu, o an beynimiz daha önceki tecrübelerimizle mukayese ettiğinden nedense kabullenmekte zorlanıyoruz.
Bu esnada, arkadaşım da yanımıza geldi. Yavuz Hoca, Bursa’da Emir Sultan civarındaki bankları mesken edinmiş hep orada kalıyor ve uyuyordu.

O gün kendisine asla kabul etmemesine rağmen biraz para verdik ve ne istersen getiririz dedik. Bir şey istemez dedi, sağ olsun arkadaşlar, yardım ediyor, bir de cep telefonu vardı, oğlu da zaman zaman ona yardımcı oluyormuş. Daha sonra Yavuz Hoca ile Emir Sultan’da birkaç kez buluştuk, onunla konuşmamızı, gülüşmelerimizi yanımızdan geçen insanlar şaşkınlıkla izliyorlardı. Zaman sanki yine durmuş, ne biz onları görüyorduk, ne de ben onun pis kokusunu duymuyordum artık. Yavuz Hoca içtenliğiyle, esprileri ile karşımdaydı. Bu samimiyetten sonra yine ne istersin diye sordum durdu ve benden kurtulamayacağını anlayarak, şöyle dedi:
“Ne para, ne yiyecek, ne giysi, ne de başka bir şey istemiyorum. Kitap getir sadece bana.”
Gittim ve dünya klasiklerinden istediği kitapları Yavuz Abi’nin mekanına, yani Emir Sultan Park’ındaki banklara götürdüm. Çok mutlu olmuştu.

Yanından ayrıldıktan sonra, Bursa’nın Altıparmak Caddesi’ne doğru yürümeye başladım ve cadde üstünde bir kızın aya doğru baktığını gördüm, gülümsüyor, kafasını sağa sola doğru büküyordu. Bu güzel kızcağızın tuhaf hareketlerine bir anlam veremeden yola koyuldum ertesi gün yine aynı yerde ve sonrasında birkaç kez daha kımıldamadan yukarı bakar halde bu sefer arkadaşımla beraber gördük aynı kızı ve bu işte bir gariplik var diye düşündük. Başka bir gün Altıparmak’ta bir taksi şoförü ile sohbet ederken kız yine aynı yerde gökyüzüne bakıyor, gözlerini kırpıştırıyordu. Taksi şoförüne, “Şu kızı tanıyor musun, niye sabit bir yere bakıyor?” diye sorduk. Keşke sormaz olaydık, kızın çok acı bir hikayesi vardı. Aya bakan kız, üniversite öğrencisiyken bir yandan da fotomodellik yapıyormuş, okulu bitirmeden arka arkaya anne ve babasını talihsiz bir şekilde kaybetmiş. Amcasının oğlu ile zorla evlendirmişler ve bir çocuğu dünyaya gelmiş ve çocuğunu elinden zorla alıp ona göstermediklerini öğrendik. Bu travma, ne acıdır ki, onu bu genç yaşında kişilik bozukluğu yaşayan biri haline getirmişti.
Bursa’dan iki karakter aradan geçen onca zamana rağmen unutamadığım kişiler arasında kaldı. Ama insanları hep kıyafetlerine, görünüşlerine göre değerlendirme alışkanlığımız yok mu, Yavuz Hoca o berbat görüntüsü ve kötü kokusuna rağmen beni çok şaşırtmıştı. Aya baka kızsa, o güzel görüntüsüne rağmen, içinde yaşadıklarıyla bizden başka bir boyutta yaşıyor gibiydi. Moliere’in “Siz zamanınızı kaybetmiyorsunuz, zaman sizi kaybediyor.” sözündeki gibi. Biri pasaklı, diğeri güzel iki kişiden zaman birçok şeyi alıp götürmüş gibiydi. Eğer hala Bursa’da iseler, kesinlikle ikisinin de iyi olmalarını dilerim.

Aslında zamanın bizden alıp götürdüklerinin aksine, zamanın bize kattıkları, ya da bizim zamana kattığımız değerle yaşadığımız hayat mücadelesi anlam kazanıyor. Evrenin genişlemesi, kuantum fiziği gibi derinliklere ise hiç girmeyelim isterseniz.

Zaman, Yavuz Hoca’dan ve bu genç bayandan birçok şey alıp götürmüştü. Yavuz Hoca’dan sağlığını, işini, sosyal statüsünü götürmüş, genç bayandan hayallerini, umutlarını almış, belki de en önemlisi dengesini yitirmişti.
Ama zamanla yapılan bu mücadelede, ayakta kalmayı sağlayacak şey, kişisel kazanımlarla (üretmek, bilmek, anlamak gibi) kendine yetebilmeyi sağlayabilmektir. Zamana fazla yüklenmeyin, o akıp gider. Bir yer mevcutsa, zamanı da, zaten vardır, bir şey olacaksa zaten zamanı gelince olur.
Kim bilir, belki de atalarımızın söylediği gibidir:

“Az gittik uz gittik. Dere tepe düz gittik. Bir de dönüp baktık ki, bir arpa boyu yol gitmişiz.”

ŞGS

 
 

Etiketler: , , ,

ŞAFAK GÜNDÜZ SARIKAYA SİNOP VE BEN

Yazıda anlatılan yer Kuruçeşme Sokak köşe başı, şimdi yerinde apartman var 

KİRAZ AĞACI

Yağmur damlaları cama değerken,

-Toprağın kokusunu duyuyor musun dedi arkadaşı?

– Evet, yağmurdan sonra topraktan yayılan bu kokuya bayılıyorum. Bana dinginlik ve ferahlık veriyor.

İki arkadaş ne zaman böyle konuşsa, konu geçmişe giderdi. Yağan yağmur şiddetini azaltmıştı ama, toprak kokusu etrafa yayılırken onlar yıllar öncesine yolculuk yapmıştı.

“Yıllar önce Sinop’ta, evimizin önünde bir kavak ağacı vardı. Yaprakları rüzgarla hışırdar, üç katlı evin çatısını aşan uzun boyu ile nazlı nazlı sallanırdı. Ağacın hemen karşısında eski bir Rum evinin kalıntıları vardı. Evin sağlam kalan taş merdivenleri, çocukların oyun alanı haline gelmişti. Çocuklar oynarken, buraların bir zamanlar başka birilerinin yaşam alanı olduğunu düşünmeden bir o yana bir bu yana merdivende koştururlardı. Yakın civarda ağaçlar da vardı; incir, erik, yenidünya, portakal, sarmaşıklar ve otlar arasında kalan bu yıkıntılar çocukların şen kahkahaları ile dolardı.  Çocukların oynadığı merdivenin hemen kenarında köşede kalmış, bodur bir töngel ağacı vardı. (Töngel adı, Karadeniz civarında yaygın bir isimdir. Bazı yerlerde ise döngel veya muşmula ismiyle bilinir.)

Bu çifte merdivenli kalıntı ve biraz ilerisinde eski ahşap evlerin yan yana sıralandığı muhite, Muhacir Mahallesi denirdi.1923’te s mübadele ile Selanik’ten gelen göçmen Türkler, giden Rumların yerine bu mahalleye gelmiş ve buraya yerleşmişlerdi. Mahallenin otantik dokusu zamanla doğal bir film platosu halini almıştı. Rustik bir stille yapılandırılmış gibi, sıra sıra dizilmiş evler, tarihin esintilerini ve gizemini, belki de sitemini bu sessiz sokakta saklıyordu. İlginç ahşap evlerin olduğu bu yer, bazı filmlere set olmuştu. Kıvrıla kıvırıla devam eden bu sokak, Tarzan Kemal’in evinin önüne gelmeden son bulurdu.

Tarzan Kemal’in evinin sırasında olan taş basamaklı bir merdiven, Ada Mahalesi’ne çıkar ve yolun devamında salaç olan bir alana ulaşırdı. O salacın kenarında bir bahçe ve içinde tek katlı bir ev vardı. Evin bahçesi özenle çitlerle çevrilmişti. Evin sahibi, emekliydi sabah akşam toprakla uğraşır, uğraşmak ne kelime toprakla dertleşirdi sanki. İnsanlarla konuşamadığını toprağa anlatır gibiydi. Dostu toprak da, iyi bir dinleyici, iyi bir arkadaştı. Hep yardımseverdi toprak, onca eşelenmesine, dürtülmesine ses çıkarmadığı gibi hep karşılıksız ödüller verirdi ona. Havasından mıdır, suyundan mı, yoksa toprağından mıdır, bu civardaki insanlar toprağı çok severlerdi. Yani toprağın çok arkadaşı vardı.

Bahçeye ahşap küçük bir kapıdan girilirdi. İki adet Kanada kavağı heybeti ile sizi karşılar ve evin balkonunu gören daracık bir yolu, rengarenk çiçekler çevrelerdi. Evin sahibi, o çiçeklere çocuğu gibi bakar, konuşur, sevgisini esirgemezdi. Tıpkı “Kemal Abi”diye seslendiği Tarzan Kemal, gibi. Kanada kavaklarının arkasına gizlenmiş hanımeli, sardunya, kasımpatı, gül, lale gibi rengarenk çiçekler bahçeyi şenlendirirdi. Kahramanımız, kendini bir konçertoyu yöneten maestro gibi hissederdi. Meyve ağaçları da birer enstrüman virtüözüydüler ve orkestrası çok değerliydi onun gözünde. Bu halet-i ruhiyeyi sadece yaşayan anlayacak, diğerleri duymayacak ve hissedemeyecekti.

Bahçedeki tek katlı evin ön tarafa bakan kısımda ise meyve ağaçları vardı. Benim en çok sevdiğim kısım burasıydı. İki dut ağacı yan yana, şeftali tam onların karşısında, hemen yan taraftaki arsaya kaymış ekşimsi bir erik ağacı bulunurdu. Şeftalinin komşusu, Ordu’dan fidesi getirilmiş ve büyümüş fındık ağacıydı. Meyveyi dalından yemek inanılmazdı. Kirazı, dutu, eriği, şeftaliyi ağacında yemek ayrı bir keyif veriyordu insana. Ben, bu bahçeye senelerce gidip geldim ve bu meyvelerden sürekli tattım. Her gidişim bir seremoni olur, ağaçları teker teker ziyaret ederdim. Aralarında en sevdiğim ağaç, kiraz ağacıydı. Dallarından yandaki evin terasına çıkmak mümkündü. Orada zaman dururdu sanki. Aynı hissi, İsviçre’de Lugano gölünü gören San Salvatore Tepesi’nde de hissedersiniz. Kiraz ağacı sizi alıp bugünün gürültüsünden, karmaşasından, stresinden uzaklaştırır farklı bir yere çekerdi ve dallarından yan taraftaki binanın üstüne kolayca çıkılır, zift gibi kapkara çatısından iskeleyi, denizi görmek mümkün olurdu.

Aslında ne manzara ne de ağaçlardı farklı kılan burayı. Buradaki huzurdu belki de farklı gelen ve bana hissettirdikleriydi. Bu görüntüyü sol taraftaki zeytin ağaçları süslerdi. Kiraz ağacının kirazları da lezzetliydi, ne tam kırmızı ne de beyazdı ve bir yerde okumuştum, Gerze’nin adı da kiraz ağaçlarının çokluğundan gelmekteydi.

Ev sahibi, tüm zamanını sabahtan akşama kadar toprakla geçirirdi. Eker, diker, sular hiç boş durmazdı. Diğer emekliler gibi kahveye gitmek, oyun oynamak ona göre değildi. Toprak, evet toprak, iyi bir dinleyiciydi, her daim insanın ihtiyaç duyduğu mineralleri ve organik maddeleri barındırır ve insana güç verirdi, sabırsızlığı törpüler, duygu karmaşasını kontrol ederdi ve bunları karşılıksız ama karşılıksız yapardı. Aşık Veysel’in dediği gibi tam bir sadık yardı kara toprak.

Tarzan Kemal ile iki toprak dostu bir gün beraber bir ağaç dikme töreni için Karakum Tatil Köyü’ne gitmişler ve daha sonra gölet halini alacak o alanda ağaç dikmeye başlamışlardı. Tören bitince herkes alanı koşarcasına terk ederken, Tarzan her zamanki hicvini kullanmış ve ağaç dikerken birdenbire alanı terk edenleri eleştirip:

“ Ağaç dikmeye geldiler,

Hepsi kaçıp gittiler”, demişti.

İnsanlar gitmiş ama onlar kalmış ve beraber ağaç dikmeye devam etmişlerdi. Öyle ya, amaç ağaç dikmekse, sadece ağaç dikmiş gibi görünmek ve şov yapmak için oraya gelinmemeliydi. Protokoller, törenler Tarzan’a göre değildi. O gösterişten hiç hoşlanmazdı. İkisi de her bir fide ile küçük bir bebek gibi ilgilendiler.

Daha sonra Tarzan, orada kaldı ve işine her zamanki gibi titiz ve itina ile devam etti.  Oradan ayrılan en son kişi olmuştu. Göletin civarındaki ağaçların büyümesinde Tarzan Kemal’in imzası vardı. (Sinop’un birçok farklı köşesinde de) Tarzan, her zaman bizi şaşırtırdı. Bir gün yaptığı Fransızca çeviriye bizzat şahit olmuştum. Aniden, Panait Istrati romanından fırlayan bir Mihail karakteri gibi beni çok şaşırtmıştı. Şaşırtmak onun işiydi.

Toprakla uğraşanlar diri kalırlar, enerjik olurlar tıpkı bu iki kişi gibi. Şimdi bakıyorum da ne eski binalar kalmış, ne zeytin ağaçları, geçmişe dair değerler yok olmuş gitmiş. Geçmişe ait kalanların yerinde soğuk, estetiksiz, bahçesiz ruhsuz bina yığınları dolmuş. Belki de insanlar buna duyarsız kalmışlar…

İşte öyle sevgili dostum, galiba çok konuştum arkadaşım dedi ve pencereden baktı:

Yağmur her cama vurduğunda

Kavak ağacı konuşur hışır hışır.

Çocukların sesi yükselir taş merdivenden

Kiraz ağacı hayalimde canlanır.

Ve

Toprak kokusu yayılır havaya

İnsandan toprağa, topraktan insana özlemle

Ne meyveler, ne de eski binalar yok artık.

Ama toprak,

Değmeyin bari toprak kalsın.”

 

ŞGS

 
Yorum yapın

Yazan: 23 Ocak 2019 in İz Bırakanlar

 

Etiketler: , , , ,