RSS

Etiket arşivi: ŞAFAK SARIKAYA

YÜZLER ve GÖRMEK

21.10.2025- Şafak Gündüz SARIKAYA

Bakmak, görmek demek mi?

Bakınca yalnız seyrederiz, görünce bir hükme varırız. Bakmanın üst seviyesi tanımak, görmenin ise yaşamaktır. Görmek derinliği ifade eder. Bakan kişi anlatır, gören kişi sorgular ve yorumlar.

Bakmak sadece gözle olur. Görmek, akıl, kalp ve gözün devreye girmesiyle gerçekleşir. Bakmak bir göz hareketi, görmekse bir şuur faaliyetidir.

Simaları görürüz ve zihnimizde yer ederler. Bazı simalar kalıcıdır, hatta hiç görmesiniz de bazen düşünürsünüz sanki bir yerde görmüş gibiyim, daha önce hiç karşılaştık mı diye sorarsınız.

1998 yılıydı galiba, Ataşehir, Ümraniye civarlarında babamla ir emlakçıya gitmiştik, önce ben girdim,“şu evi görebiilr miyiz”, dedim ardımdan babam içeri girdi, adam babamı görünce şaşırdı, “Ah, inanılmaz, dayı sen nerelisin?é dedi, “içimden nereden çıktı bu gereksiz muhabbetler, kim bilir ne gereksiz şeyler söyleyecek”, dedim. Babam , “Sinop’luyum” , diye karşılı verdi adam bu sefer, “neresinden”diye cevap verdi, Gerze mi deyince, çok şaşırdım, hiç böyle bir şeyle karşılaşmamıştım, nokta atışı buna denir, adam da Gerze’nin bir köyündeydi, en azından ailesi oralıydı, emlakçıydı ama konuştukça, ressam olduğunu da öğrendik ve Paris sokaklarında yaptığı resimleri bize gösterdi ve hatta elime bir sürü karakalem çalışmasını verdi, gerçekten yetenekliydi ayrıca çok iyi bir bakış açısı vardı, bizim göremediğimiz ayrıntıları hemen fark etmişti, burun, alın yapısı, gözler, elmacık kemikleri, belki başka detaylar, kaşlar, dudak, saç şekli gibi, ya da bizim baktığımız gibi bakmamıştı, o görmüştü.

Karakalem deyince yine zihnim beni eski siyah beyaz bir fotoğrafın önüne bırakıverdi, Sinop’ta usta karakalem işi yapan biri vardı o zamanlar. Kalenin altında küçük bir işyeri vardı bu adamın. 4 kişiyi kara kalemle bir arada çizilmişti, aslında 3 farklı siyah beyaz fotoğraftaydı 3 kişi. Annemin babası ve kızkardeşi de vardı karakalem çalışmada. (Dedem, teyzem ve halam vardı.) Annemin yüz hatları babasına benzemiyordu, acaba hiç görmediğim anneanneme mi benziyordu. Üçü de annemden çok önce hayata gözlerini yummuştu, şimdi kimse hayatta değildi.

Bir omuzu düşük, hafif kambur başında kasketi olan yaşlı bir adamdı fotoğrafta, başka bir fotoğrafta annem kızkardeşi ile gülümsüyordu, iki kardeşin yüz hatları benziyordu birbirine. Duvarda bir çerçevede asılı zamana meydan okuyan bir karakalem çalışma, usta ellerde bir resmin ötesine çoktan geçmişti, zamana meydan okuyordu, 4 farklı karakter, 4 farklı hayatı anlatıyordu aslında. İşte o yüzde görmesini bilmek gerekiyordu ressam gibi. (içimden bir ses her birinden çok hikaye çıkar diye ama o sesi susturuyorum.)

Akrabalar, yüzler derken Gabriel Marquez Yüzyıllık Yalnızlık romanını düünüyorum. Macondo kasabasında, Buendía ailesinin yedi kuşağı aşk, unutuluş ve geçmişlerinin ve kaderlerinin kaçınılmazlığı arasında yaptığı yolculuk etkiliydi.(1) Kendi ailemde değil, bu insanlık tarihi boyunca, genetik aktarım, kültürel aktarım hep devam etmiştir, devam edecektir de… Usta eller sadece resimde değil her alanda usta eserler ürettiler, iyi gördüler.

Her gören bakmıştır ama her bakan görememiştir çünkü görmek için düzgün bakmak gerekir. Ayrıca herkes bakar ama görebilenler farkı yaratır.(2)

Şimdi söyleyin bakalım, bakmak görmek mi demek?

ŞGS

(1) Wikipedia

(2) Ekşi Sözlük

 
 

Etiketler: , , , , , ,

MUTLU ŞEHİR ve MUTSUZ ANILAR

25.12.2024- Şafak SARIKAYA

19-20 yaşlarında üniversite öğrencisi iken Sinop’ta gönüllü rehberlik yapmıştım. Sinop ile ilgili gezi programlarını izlerken hep aynı rotayı takip ediyorlar. Sinop Cezaevi, Alaaddin Camii, Pervane Medresesi, Müze, Kale, gemi maketi satan dükkanlar, mantıcılar ve şehir dışında İnce Burun, Hamsilos ya da eski adıyla Hamsaros, Tatlıca Şelaleri ile Sinop bitiyor.

Halbuki bence daha fazlası var. Belki ilk olarak Şahin Tepesi’ne çıkıp bu mutlu şehre yukarıdan bakmakla başlamak lazım ve bu manzarayı Sinop’u hiç görmemiş kişilere ilk olarak göstermek nasıl olur. Zira Sinop’un yerini ve konumunu çoğu kişi tam bilmiyor, ya da Artvin ve Rize yakınlarında zannediyorlar. Türkiye’nin en kuzey ucu diye belki de öyle düşünüyorlardır. Daha sonrasında Seyid Bilal Türbesi ve çevresini gösterirdim diye düşünüyorum.

Zira bu mutlu şehir aslında farklı yerlerden gelen insanların acısını barındırıyor. Onların mutsuzluğunu, sonsuz acılarını dindiren bir şehir olmuş Sinop. Dalgaları ile meşhur Karadeniz’de (Dışarıda deli dalgalar, gelir duvarları yalar) bu insanlara bir doğal liman olmuş bu yöre. O insanların yüreğine sıcaklık, huzur vermiş. Sadece Sinoplulara değil olmayanlara da vermiş bu huzur verici ortamını. Neden mi mutlu, belki de bundan.

Kimler var bu kişiler arasında. Yolu Batum’a düşen ya da Batum’dan yola çıkanlar var mesela. Seyid Bilal Cami ve Türbesinin olduğu alanda mesela Ali Paşa’nın türbesi var. (Bu Ali Paşa Van Valisi olup, Kaptan-ı Derya Cezayirli Ali Paşa’dan farklı bir zattır.) Hem Seyid Bilal hem de Ali Paşa Batum’dan İstanbul’a yola çıkmış ama hırçın Karadeniz nedeniyle Sinop, onların plansız bir şekilde ebedi istirahatgahı olmuştur. Ali Paşa’nın ağıtları da meşhurdur (Ali Paşa Ağıtı-Modern Folk Üçlüsü, Arpa ektim biçemedim diye başlayan türkü formundaki ağıt).

Ali Paşa yanı sıra, bu çevre Yozgatlı Çapanoğlu Müşir Ahmet Şakir Paşa’nın mezarı, Sinop limanında Ruslarla çarpışırken Şehid olan Amiral Hüseyin Paşa’nın mezarı ile birlikte “Hanımlar Türbesi” gibi pek çok hikâyeye ev sahipliği yapmakta.

Batum’dan gelen göçmenlerin de TRT repertuarında olan meşhur bilinen “Ben Giderim Batum’a da Batum’un Batağına” Sinop Türküsü olarak yer alır. Kafkaslardan gelenlerin acılı hikayelerin de, bu şehrin hafızasında önemli yeri vardır. Aslında şehir uzun yıllar yaralarını sarmıştır, yaraları kabuk bağlamıştır ve mutlu olmayı hak etmiştir.

Batum’dan gelen yine Yesari Baba Türbesi, benim doğduğum evin karşısında bulunan yatırı, kendi halinde beklemektedir. Yesari Baba’nın eserleri de bulunmakta. (1)

Sinop’a ait acı olaylardan biri de, 30 Kasım 1853’te Sinop Baskını olarak bilinen baskında Sinop’a sadece 180 deniz mili uzaklıkta olan Sivastopol’dan kalkan Rus Donanması sürpriz bir baskınla Osmanlı Donanmasını tamamen tahrip etmesidir. (2)

Sinop’ta baskının acı anısını yaşatan bir şehitlik, bir de şehitlerin üzerinden çıkan paralarla yaptırılan Şehitler Çeşmesi inşa edilmiştir. Bazı Kaynaklara 2.700 bazı kaynaklara göre de; 4.000’in üzerinde şehit verilmiştir.

Paşa Tabyaları da aslında gelen ziyaretçilerin çok sık uğradığı bir yer değil. Burası, Sinop Yarımadası’nın güneydoğusunda olup, ( 1877-1878) Osmanlı-Rus Savaşları sırasında denizden gelen tehlikeleri önlemek amacıyla yapılmıştır. (Karakum Yolu üzerindedir.)

Bu şehir sadece Batum’dan gelenlere değil, başka göç yollarının mağdurlarını da misafirlik etmiştir. Mübadele sonrası gelen Selanik Göçmenleri gibi ve Kuruçeşme Sokak tarihi evleri ile meşhur, sivil mimari ilgi duyanların mutlaka görmesi gereken bir yer.

İtalya’nın Pisa şehrinde bir Sinope Müzesi olduğunu ise, Sinopluların çoğu bilmez muhtemelen. Turlarda konu ediliyor mu bunu da çok bilmiyorum açıkçası.

Amazonlar, Sinope ve hatta kazısı halen devam eden Balatlar Kilisesi (Sinope Koimesis Kilisesi ). Kazı bittiğinde burası da çok ilgi çeken bir yer olacaktır.

Mutlu şehir neden mutlu demek kolay, bir de şehrin kendine sorun, bir konuşabilse neler anlatırdı bu yorgun şehir. Daha çok yaşanmışlık var aktarmadığım.

Yılların verdiği yorgunluğa ve mutsuzluğa rağmen halen mutlu olabiliyorsa ne mutlu ona.

1- https://teis.yesevi.edu.tr/madde-detay/yesari-batumlu-mehmed

2- https://tr.wikipedia.org/wiki/Sinop_Bask%C4%B1n%C4%B1

ŞGS

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , ,

KIRK YIL

15.05.2024-Şafak Gündüz SARIKAYA

Hava oldukça soğuktu. Kuzine sobada yanan odunun sesi odanın sessizliğini bozuyordu. Erfelek’in bir köyünden gelmiş çam fıstıkları kuzine sobada iyice kavrulmuştu. Tadı harikaydı.

Tadı damağımda kalmış ki aslında şimdi fark ediyorum tamı tamına aradan 40 yıl geçmiş, dile kolay tam kırk yıl. Geçmişin tatları daha mı başkaydı? Kim bilir şimdi nerede olduğu bilinmeyen o kuzine sobada neler pişmişti. Belki bir daha yemek nasip olmamış o çam fıstığının tadı damağınızda kalmış, belleğinize kazınmış, 40 yıl unutulmamıştı. Maharet çam fıstığında mı, kuzine sobada bilinmez ama dile kolay bunca geçen zamana rağmen, unutulmaması bence ilginç, sizce de değil mi? Muhtemelen sizlerin de böyle anılarınız vardır.

Nice tatlar nice şahane yemekler yenir de bir ömür boyunca aklınızdan belleğinizden kaybolur gider, bir ömür boyunca nice kişilerle karşılaşırsanız ama çoğu unutulur, bu psikolojik olarak olduğu kadar sosyolojik olarak da öyle, aradan geçen nice siyasetçiyi, insanı, bilim adamını unutturuyor ama bazıları bir ömür hatta insan ömründen daha fazla kalıcı oluyorlar.

Kırk yıl deyince bizde de meşhur sözler vardır çok iyi bilinen hani bir kahvenin 40 yıl hatırı vardır gibi, nasıl bir kahveymiş ki, 40 yıl süren bir hatırı olabiliyormuş. Hz. Ali’nin “bana bir harf öğretenin 40 yıl kölesi olurum.” sözü gibi 40 rakamı özel ve bir nev’i tılsımlı bir yere sahip sanki.

Biraz araştırınca rivayet edildiğine göre; Hazret-i Âdem’in çamurunun mayalanması, kırk gün sürmüş, anne karnında 40 günlük ayrı ayrı sürelere göre insan oluşumunu tamamlıyor diyor kaynaklar. Hz. Musa’nın Tur Dağı’nda yaşadığı 40 gün gibi. Örnekler daha da çoğaltılabiliyor.

Hatta Ali Baba’nın yanındaki haramiler bile 40 kişi. Hatta Dede Korkut Hikayeleri, Manas Destanı, Kırgız Türeyiş Efsanesi’nde Kırk Kız vardır. Dede Korkut Hikayeleri’nde Boğaç Han’ın yarası kırk günde iyileşir. Zaferler ve şenlikler dolayısıyla kırk kul ve kırk esir azad edilir. Kırk satır, kırk katır ve kırk gün ve kırk gece süren düğünler, Kırklar Meclisi gibi.

Antik Mısırlılarda da 40 sayısı sık karşımıza çıkar. Gök varlıklarının kendi yörüngeleri üzerindeki dönüm sürelerini gösterir. Mısır Piramitlerin hepsi Nil’in sol kıyısına kurulmuş ve vadide 40 kilometrelik bir uzunluk içine yer alır. Eski Mısır’da firavunun ölümünden kırk gün sonra cennete gidebilmek için bir boğa ile mücadele etmek zorunda kaldığına inanılır.

Tevrat’ta da 40 insanın yaş dönemlerini belirtir.

40’a ait meşhur sözleri de ekleyelim:

* kırk bir kere maşallah!

* kırk dereden su getirmek

* kırk evin kedisi

* kırk gün günahkâr, bir gün tövbekâr

* kırk kapının ipini çekmek

* kırk tarakta bezi olmak

* kırk yıl kıran olmuş, eceli gelen ölmüş

* kırkı çıkmak

* kırkı (veya kırkları) karışmak

* kırkından sonra at olup da kuyruk mu sallayacak

* kırkından sonra azanı teneşir paklar

* kırkından sonra azmak

* kırkından sonra saz çalmak

* kırkından sonra saza başlayan kıyamette çalar. *

Bazen bize anlamsız ve basitlik ifade eden kelimeler bence akla gelenin çok ötesinde öneme sahipler.

Az gittim uz gittim dere tepe düz gittim bir de dönüp baktım ki bir arpa boyu yol gidememişim.

Ya da masalların başında söylenen evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; pireler berber, develer tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken diyoruz. Annenin beşiği sallanır mı çok saçma derken Terminatör’ün konusu çok ilginç gelmekte (1984 yılında, doğmamış oğlu gelecekte insanlığın kurtuluşu olacak genç bir kadını öldürmek için 2029 yılından yok edilemez bir cyborg yollanır.Bu arada 1984’ten bugüne yine 40 yıl olmuş.)

Bir kuzine soba ve içinde ve üstünde pişenlerden nerelere geldik tam 40 yıl geçmiş, az mı gittik uz mu gittik, bir arpa boyu yol mu gittik, evvel zaman içinde mi bilemiyorum ben bir kahve içeceğim, malum 40 yıl hatırı kalıyormuş.

Sağlıcakla kalın!

ŞGS

kaynak:

 
 

Etiketler: , , , , , , , , ,

HARPUT’TA HUZUR

25.03.2024- Şafak Gündüz SARIKAYA

Gözlerimi kapadım bir an.

Kendimi Harput’ta buldum.

Harput deyince aklıma önce Cevat Fehmi Başkurt’un Harput’ta bir Amerikalı eseri geliyor.

Bu eserin adını duymuştum ama Harput neredeydi? Harput, Elazığ’ın 9 km. kuzeyinde olan antik bir kent. Ulu Cami, Harput Kalesi, Arap Mescidi gibi görülecek yerleri de var ben bundan 7 yıl önce gitmiş ve gezme şansı bulmuştum.

Önce uçakla Bingöl’e gitmiş ama hava muhalefeti nedeniyle dönemeyen pilot Elazığ’a zorunlu iniş yapmıştı. 3 kez pas geçen ve zangır zangır sallanan bir uçağı düşünün, öyle bir hava muhalefetiydi ki; yolculardan kelime-i şehadet getiren, midesi bozulan çoğu kimseyi görünce aslında eyvah diye benim de aklından geçmedi değil o malum telaş. Hostesler de korkmuştu, önce yolcuları rahatlatırken, daha sonra hiç yerlerinden kalkmadılar. Neyse pilot kurallara uygun bir şekilde rotayı Elazığ’a çevirdi ve Elazığ’a sağ salim inmiş ve sonrasında da otobüsle Bingöl’e geçebilmiştim. Bingöl-Van-Doğubeyazıt hattında bir rota takip ettim.

Van’daki yerel bir turla, Van Kedi Evi, Van Kalesi’ni gördükten sonra çocukluktan beri görmeyi hep arzuladığım İshak Paşa Sarayı ‘nı da bu gezi sayesinde görebildim, muhteşem bir yer. Ağrı Dağı’nı hava müsaitse görebiliyorsunuz. Ertesi gün de Akdamar Adası’nı rehberimiz sayesinde görebildik. 2017 Mayıs’ında lapa lapa karla karşılaştık. (Hakkari yolu üstünde)

Doğu Anadolu Bölgesinde görmediğim Muş, Hakkari, Iğdır ve Ardahan illeri kaldı. Her ne kadar Muş’un içinden geçsem de inip bu şehre vakit ayırmadığım için görmemiş sayıyorum kendimi.

Harput’a ise İstanbul’a dönüş yolunda vakit ayırabildim. O kadar gezen biri olarak yorgunluğu bir çayla atmaya çalıştım, hatta birkaç dakikalığına gözlerim kapanmış ve uyumuşum bile, aniden bir sesle uyandım, oturduğum sedirin yan tarafında bir ses düzeneği vardı. Hafiften gelen müzik tanıdıktı:

“Sinemde bir tutuşmuş yanmış ocak olaydı, zülfün karanlığında bezme çerağ olaydı.”

Ne hoştu Harput türküleri. Bir çay bir türkü onca yorgunluğu alıvermişti. Şimdi düşünüyorum ama sebebini bulamıyorum o kadar yer arasında neden bir Harput akılda kaldı, ve o sedirde geçirdiğim kısa zaman uzun bir zaman diliminde kalıcı oldu. Bilemiyorum. Şüphesiz ki sizin de böyle anılarınız vardır.

Belki yeni rotam Iğdır olabilir, kim bilir?

ŞGS

 
 

Etiketler: , , , , , , , , , ,

KUTU KUTU PENSE

12.02.2024- Şafak Gündüz SARIKAYA

“Kutu kutu pense, elmamı yerse,

Arkadaşım Meltem, arkasını dönse!”

Efendim aklıma takıldı, çocukken oynadığımız kutu kutu pense oyunundaki saçma tekerlemenin, Fransızca’dan fonetik olarak alındığı ve gerçek anlamının “dinle, dinle, düşün olduğu (ecoutez ecoutez penzes)” belirtiliyordu.

Keşke düşünme ve dinleme çocukken aşılansa diye de devam ediyordu. Penselerin kutunun içinde ne işi vardı sahiden, ya da bundan çocuklara ne diyen olabilirdi.

Ama tek bir kaynak yerine ikinci bir kaynağa bakınca (ekşi sözlük, ekşi şeyler), bu ifadelerin doğru olmadığını işin aslının ta 1938’lere dayandığını da iddia ediyorlar. Ring a ring roses adlı bir İngiliz çocuk oyunu Çekçe “kolo kolo mlynsky” olarak oynanmış ve 1938’de Naziler o zamanki Çekoslavakya’yı işgal edince ülkeden kaçan çok sayıda Çek Orient Express ile İstanbul’a sığınmış ve savaş bitince ülkelerine dönmüşler.

Cumhuriyetin ilk dönemlerinde Milli Eğitim Bakanlığı yapmış Hasan Ali Yücel, Türkiye’ye sığınan Çekoslavakyalı öğrencileri ziyaret ettiğinde, Çek öğrencilerin bu oyununu görüp çok beğenmiş, daha sonra bu oyun anlamsız cümlelerle Türkçeleştirilip müfredata eklenmiş ve bütün okullarda oynanmış.

İnanın hangisi doğru bilmiyorum, çocukken oynarken sadece oynuyorduk. Yoksa “ördek suya daldı, zil çaldı, Fatma okula geç kaldı” da bir yerden alındı.

Ama Fransızcası da iyiymiş.

İki kez dinle bir kez düşün.

Ecoutez ecoutez pensez!

https://onedio.com/haber/beynimiz-piril-piril-oldu-iste-kutu-kutu-pense-tekerlemesinin-kaynagi-ve-oyunun-kokeni-814034

ŞGS

 

Etiketler: , , , , , , , ,

YABAN MERSİNLİ YOĞURT

02.12.2023-Şafak SARIKAYA

Yoğurdu ağzına aldığında şöyle derin bir oh çekti. “Yaban mersini koymak aklıma geldi, gerçekten harika oldu. Kendimi Moda’da dondurma yiyormuş gibi hissettim. Orada meşhur bir dondurmacı var, biliyor musun? Gözlerini kapadı, tekrar tattı ve işte Moda’dayım.”

Bu kadar ilaç, ağrı, sızı içerisinde yoğurttan dondurma tadı almak ilginçti. Ama ne yapsın insan belki tutunacak bir dal, bir ümit arar ve böyle basit şeyler basit gözükse de bazen çok önemli ve kıymetli olabiliyorlardı. Bir şeyin önemini anlamak ve kavramak onun yokluğu ile çok daha iyi anlaşılır olabiliyordu.

Yoğurt tatlı bir rehavet verdi ve düşünmeye başladı ya da düşündüğünü mü sanıyordu yoksa hayal mi görüyordu emin değildi. Bulutların üstünde gibiydi, üç çocuk Zeytinlik’te çelik çomak oynuyordu. Aslında ikisi oynuyor, üçüncüsü izliyordu. “Çocuklar, buraya gelin.”, dedi. Artık dördü bulutun üstünde birlikte oturuyor ve aşağısını izliyorlardı.

Şöyle bir düşündü: “Bu bahçede asılı çamaşırlar var kokusunu alıyorum”, dedi. Birden bir kadın ve yanında 5-6 yaşlarında küçük bir kız belirdi. Kadın çok sinirliydi ve bağırıyordu. “Bana bak sen! Oraya gelirsem ağzını carrrrt diye ikiye ayırırım.”

Yeri gelmişken cart kelimesini açmak istiyorum, hani öyle kağıdı keser gibi değil, carrrrrt diye yani r harfine vurgu yaparak, anlatımı kuvvetlendiren el hareketleri ile, elini beline koyup, kafasını da hafif sallayıp, kaşlarını ve gözlerini de oynatarak karşısındaki kadına gözdağı veriyordu. Jest ve mimik de tamamdı, büyük oynuyordu. Peşinden o ile başlayıp u ile biten malum ve masum olmayan kelime ile anlatım iyice kuvvetleniyordu. (Efendim sosyal medyada zılgıt yemeyelim siz anladınız ne olduğunu.) Ufak kızcağız da annesinin dedikleri aynen tekrar ediyor ve bazen koro halinde karşısındaki kadına baskın çıkmaya çalışıyorlardı. Aradan geçen zamanda bu ufak kız büyümüş çok başarılı bir öğrenci akabinde hatırı sayılır bir mesleği olmuştu. Ama zihinlere kazınan bu hali ise insanı gülümsetmeden edemiyordu. Bulutun üstündeki 4 kişi de, kah gülüyor kah “bak gördün mü, ne dedi”, diye birbirlerini iterek şakalaşıyorlardı.

Adam çamaşır kokusunu tekrar içine çekti, “yumuşatıcı kokusunu çok iyi duyuyorum, ne güzel”, diye aklından geçirdi. Çamaşır içine dolan rüzgarla dalgalanıyordu. “İşte bu sese de bayılırım.”, dedi.

O esnada “hadi kalk amca, damar yolunu bulacağım, ilaç zamanı”, diye bir sesle irkildi, gelen hemşireydi. O zaman nerede olduğunu fark etti. Acıları, ümitsizliği, çaresizliği aklına geldi.

İyi ki yoğurt var dedi, ama süzme olacak, iyi ki akıl ettim bu yaban mersinlerini üstüne koymayı. Aslında çare ve ümit ne yaban mersininde ne de yoğurttaydı. Ama kimi zaman bir çareye bir ümide bu basit gözüken şeyler vesile olur. Basit gözüken şeyler işte o an inanılmaz olur. Bir çare olur, bir ümit olur.

Hemşire doktor hanım gelecek birazdan dedi. Doktor geldi tetkiklerini yaptı.

“Yahu bu bizim ufak kız değil miydi biraz önce gelen, ağzını cart diye ikiye ayıracağım diyen, nereden nereye. Biraz önce bulutların üstündeydim, çocuklar da gitmiş. Ama olsun yoğurt var, hem de yaban mersinli. Bir oh demek varmış, çok şükür, şimdi bu odada değil de; Moda’da olmak varmış.”

ŞGS

 
Yorum yapın

Yazan: 02 Aralık 2023 in ŞAFAK SARIKAYA ANILAR

 

Etiketler: , , , , , , , ,

4 AĞUSTOS DOĞUM VE ÖLÜM

03.08.2023- Şafak Gündüz SARIKAYA

ERİK DALI

Bir Kızılderili atasözü der ki :

“Bitkilerin canlı olduğunu düşünürüz. Onların suyu, kanlarıdır. Doğar ve büyürler. Aynı gerçek, ağaçlar için de geçerlidir. Her şey ölür. Her şey öldüğüne göre, her şey canlıdır. Her şey canlı olduğu için, her şeye hediyeler vermek, gönüllerini hoş tutmak gerekir.”

Ilık bir rüzgarda dalları nazlı nazlı sallanan bir erik ağacı düşünün. Baharda çiçek açıyor, dalları pencereye kadar uzanıyor, komşunun bahçesinde bu ağaç ve odanıza uzanan dalları var. “Bu erikleri yersem komşuya ayıp olur mu?”, diyorsunuz. Daha sonra o bahçe satılıyor ve o sizin bahçeniz oluyor. Bir gün o canım ağaç kesiliyor, anılar da gidiyor onunla birlikte.

Aslında o bahçe her köşesinde anı biriktirmiş. Rahmetli babam da özellikle bu bahçede çalışmayı çok severdi. Zamanının çoğunu geçirirdi, yoruluncaya kadar çalışırdı. Biz de bu kadar kendisini yormasın diye ona yardım ederdik. Kimi zaman da erik dalının içeri uzandığı odada onu, bağdaş kurmuş eski makaralı teyplerle kayıt yaparken bulabilirdiniz.

Babam o zamanlar uzun yıllar çalıştığı Amerikan Üssü’nden emekli olmuştu. Elektronik aletlere çok meraklıydı. Makaralı teyplerin küçük büyük her çeşidini almıştı. Şimdiki neslin bilmediği eski makaralara o kadar çok kayıt yapardı ki. Her bir makarayı da özenle, ilgiyle, dikkatle fihristlendirirdi. Kaydı yaptığı odadan, yine sevgi dolu erik ağacının pencereye değdiğini, -sanki ben buradayım der gibi- tıkırtısını duyardınız.

Bu makaralarda neler var, neler yoktu ki? Tüm ailemin hayatlarının farklı dönemlerinde söylediği şarkılar, kimi zaman radyodan ve zaman ilerledikçe televizyon kayıtları, ne ararsanız. Benim doğduğum günün anısına ağlama sesim bile vardı. Elbette o zamanlar Google, Youtube ve sosyal medyanın olmadığı zamanlardı. Kayıtları ailecek dinlediğimizde çoğu zaman gülerdik, Sarıkayaların çaldığı bağlama, gitar, elektro bağlama gibi enstrümanlar ile çoğunlukla anneme eşlik edilirdi. Babam bu işten büyük bir keyif alırdı, elbette ki bizler de. O eski seslerde enerji öyle müthişti ki. Dijital olmayan, saf temiz sesler daha mı etkiliydi bilemiyorum.

Nayniya Türküsü’nü ben ilk defa bu makaralardan dinlemiştim. Ben doğmadan yapılan bir kayıttı bu. Annem ve kardeşlerim seslendirmiş, babam da kaydetmişti. Keşke o kaydı bulup sizlere de dinletebilseydim. Ama enerjisini çok beğendiğim için tekrar bunu nasıl yaparız diye düşünmüş ve rap sound’u ile yeğenlerimin altyapısı ile ve becerisi ile biz de yeni teknoloji ile kaydettik.

Babamın o özenle fihristlediği makaralar, zamanla teybin bozulması sonucu koliler içinde çatıya kaldırılmıştı. Tüm kayıtlar ve hatıralar, hep belleğimizde kalacaktı.

Bu keyifle birlikte paylaşılan neşe, eğlence, kahkaha artık yalnızlığımızda içimize doluyor ve bizi o günlere sürüklüyor. Bu da hayatın bir paradoksu ya da insanların hayata bakışıyla ilgili olabilir mi? Tam tersine, İlber Ortaylı da “Yalnız kalamayan insanın düşünce ve gözleme kabiliyeti yarım oluyor. Bu yüzden ben insanlara yalnız kalmayı öğrenmelerini öneriyorum. Yalnız kalmayı bilmek iyidir, önemlidir”, demiş.

Neyse o konu bir yana, rahmetli babam gel arkada (bahçede) 5 dakikalık kısa bir işimiz var derdi, anlayın ki, o işi 2 saatle ter içinde bitireceksiniz ve o zaman içten içe kızardım biraz. Tahtalar, tuğlalar taşınır; üzüm asması onarılır, bahçe sulanır, babamın işi her zaman çoktu. Zamanla bu yorgunluktan keyif alır oldum. Fazla soru sormadan, fazla mantık yürütmeden yardım ederdim, hatta hepimiz ederdik. Hep beraber yapılan iş ona da huzur verirdi, Bu durum bana Gabriel Garcia Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık Romanında yaşanılanları hatırlatıyor. Babamın kayıt yapma hobisi genetik olarak sanki torununa geçmiş gibi.

Zamanla hiçbir şey yok olmuyor aslında, sadece değişiyordu. Dalı gevrek olan erik ağacı kesilmiş ama bahçede köklerinden 2 ağaç ve hatta daha fazlası bitmişti. Erik ağacı yok olmuyordu. İnsanlara inat tüm ağaçlar da yok olmayacaktı.

Babam artık gitmişti, enerjisi, heyecanı, varlığı yoktu, ama her köşede bıraktığı izler kaybolmamıştı. Yok olan sadece bedendi. Kayıtlar da, nemlenen makaralarda kayboldu ama hafızamızdan silinmedi.

Evet, bugün 4 Ağustos, babamın aramızdan ayrılışının 4.yılı ve yine ne tuhafdır ki; 4 Ağustos aynı zamanda ikiz torunlarının da doğum günü.

Kızılderililere göre, “Doğa akarsu gibidir.” Çünkü akarsu her zaman değişir doğa da, akarsu gibi kendini yeniler, bakmışsınız hayat ta yenilemiş kendini.

Bir yerde acı varken, o acı yerini bir umuda ve yenilenmeye bırakmış, o akış içinde kendine yer edinmiş.

Heyecanınız ve enerjiniz hiç dinmesin, umutlar asla yok olmasın!

Babam ve erik ağacını 4 Ağustos’ta anmak istedim. Yakınlarını kaybeden herkese bu vesile rahmet diliyorum,

Kızılderilinin dediği gibi; “Her şey öldüğüne göre, her şey canlıdır.”

ŞGS

 
Yorum yapın

Yazan: 03 Ağustos 2023 in ŞAFAK SARIKAYA ANILAR

 

Etiketler: , , , , , , , , , , ,

BENİ DE ALIN

16.11.2022-Safak Gündüz SARIKAYA

Umutsuzluktan çöktüğü bir andı.

“Olmuyor işte, olmuyor”, dedi genç adam.

İçindeki ses susmuyordu,

“hayır pes etmek yok”, dedi, “ne olursan olsun hayallerimi gerçekleştireceğim.”

İşte böyle gelgitlerle kimi zaman deniz kenarında düşüncelere dalar, Gerze’ye bakıp,

“acaba eşimi, oğlumu ve kızımı yanıma alabilecek miyim?”, derdi.

Neden olmasındı, 14 yaşında bile köyden ilk kaçışında adada bir aile yanında hayvanlara bakmıştı. Babası Sinop’a gelip onu köye tekrar götürse de, ikinci kaçışında Bafra ve Ayancık’ta iş bulmuştu. Yorgun ayakları onu Tersane^ye doğru itti ve orada bir hareketlilik gördü. Amerikalılar gelmiş işçi alımı yapıyorlarmış diye duydu. Koşa koşa Kaleyazısında bekleyen askeri araca binmek istedi. Birden kalabalığın içinde buldu kendini,

“beni de alın”, diye bağırıyordu.

Ama ustabaşı gibi görünen bir adam, kalıplı uzun boylu işçi seçiyor; çelimsiz olan genç adamı itekliyordu.

“Sen işimize yaramazsın git” diye.

Kulağında çınlayan bu söz adamı durdurmadı. Vazgeçmiyor, tekrar tekrar deniyordu ama olmadı. Arabanın içinde bir Amerikalı subay, bu genç adamın çabasını fark etmiş ve tebessümle ona bakarak “hadi bir kez daha dene” der gibi adama baktı. O bakış yeni bir umuttu o bakış haydi bir gayret daha göster seni alalım diyordu.

Bir hamle daha yaptı, ustabaşı başka yere bakarken insanların arasından sıyrılarak bindi arabaya. Amerikalı sesinin çıkarmadı ve o günlerde daha yeni kurulan ve sadece çadırlardan ibaret Amerikan Üssüne böyle giriş yapmış oldu. 50’li yıllardı. Emekli oluncaya kadar önce işçilikle başlayan bu süreç dil öğrenme isteğiyle devam etti. Emekli subaydan aldığı birkaç dersle dil öğrenme hevesi pekişti.

Kalem kağıt bulamadığında taşlara yazıyor, kendi kendine kelimeleri tekrar ediyor, dilini geliştirmeye çalışıyordu. Subayların konuşmalarını dinliyor, kelime haznesini geliştiriyordu. Amerikalıların dikkatini çekmeyi başarmıştı ve bir müddet radarda tercümanlık yapmıştı. Eşi de yardım ediyor, gece gündüz çamaşırların ütü ve kolasında eşine yardım ediyordu. Motorpool , İtfaiye bölümlerinde sevk amiri görevlerini başarı ile sürdürdü.

“BENİ DE ALIN” haykırışı, bir motivasyon, özgüven ve hayata bir kafa tutuştu. Diktelerin ve kuralların boyun eğdirdiği bir yaşam içinde, bu dik duruş mücadelesiydi. İtaatkarlık yerine, çalışmak ve sorgulamaktı beni de alın.

Bir oyuncunun, istediği rolü alması yapımcı ve yönetmene; yedek futbolcunun sahaya girmesi antrenöre bağlı olsa da “BENİ DE ALIN” direnişi engelleri yıkacak, hayatın şansını yaratacaktır. Yetenek avcısı ustalar, meslekte başarıyı ölçen uzmanlar, hassas terazili yürekler gerekir bazen.

Beni de alın bireyci bir yaklaşım gibi gözükse de; aradan geçen yıllar genç adama çok şey öğretti. Kendi geçtiği yollardan geçenlerin elinden tuttu hep. Yaşlandığında ve çok ağır hasta olduğunda bile,

“para mı lazım benden de alın” derdi.

Her şey kötü gitse de, ümidimizi kaybetmeyelim ve asla vaz geçmeyelim. Hayaller er ya da geç gerçeğe dönüşür.

Kim bu adam, işte o adam benim babamdı.

ŞGS

 

Etiketler: , , , , , , , , , ,

TEYZEM

01.07.2021- Şafak Gündüz SARIKAYA

Pencereden bakıyor, gözlerinin içi gülüyordu. “Guguş”, dedi. Guguş, teyzemin güvercinlere ve kumrulara verdiği bir isimdi. Kedileri de PAMUK, YUMAK kedi diyerek severdi. Günün ilk ışıklarıyla uyanırken; özellikle güneş doğduktan sonra, havada tatlı bir serinlik varken hepimizin duyduğu sestir guk-guk. Kumrular çıkartırlar, ve insana huzur verirler.

Teyzem Cemile Demir’in, iç dünyasının kahramanları güvercinler ve kedilerdi. Kendimi bildim bileli teyzem hep bizim yanımızdaydı. Annem onu yalnız bırakmak istemezdi, o yüzden ablamın ilk tayin olduğu Ordu’nun Aybastı ilçesinin Belen Köyü’nden tutun, üniversite yıllarım ve hatta hayata gözlerini yumduğu İstanbul günlerine kadar hep beraberdik.

Teyzem otistikti. Biz ona içe kapanık, kendi halinde derken, Yağmur Adam filmi ile bu kelimenin anlamı hafızamıza iyice yerleşmişti. Teyzemin dünyası çıkarcı, pragmatik ve paraya endeksli, kirli dünyamızın çok çok uzağındaydı. Belki de teyzemin bu yüzden kahramanları kediler ve güvercinlerdi. Hayattan çok bir beklentisi yoktu, karnı doysun, kendisine iyi davranılsın yeterdi.

1992- yeğenlerimden biri teyzemin kucağında

Annem, aslında onun için bir abladan ziyade bir ebeveyn yani bir anne-baba gibiydi. Aslında yalnız yaşayabilirdi ama yalnız yaşamaktan çok, kendisini anlayamayanlara ifade etmek durumunda olmaya katlanamıyordu. Sadece kendi ekseninde dönen insanların, otistik birisine acıyan, küçük gören bakışları, kaçınılmaz olabiliyordu. (Sanki bir ömür insanın sağlıklı olma garantisi varmış gibi!) Anlamaları ise, ileri bir tekamül gösterme süreciydi doğal olarak.

Kendisi ile konuşmaya çalışsanız ağzından 6-7 kelime alabilirseniz, ayrıcalıklısınız demektir. Diğer otistikler gibi göz teması kısıtlıydı ve kesinlikle dokunma, sarılma ve öpme gibi fiziksel temastan asla hoşlanmazdı. Asla!

Bir ambulans geçse ve siren sesi duysa Sinop’taki Yeni Mahalledeki evimizin penceresinden kim geçiyor diye ısrarla ve heyecanla bakardı. Çevresinde olan biten her şeye hakimdi. Hafızasına kaydederdi.

Şimdi düşünüyorum da, annem ona karşı şefkatliydi. İnsan olarak bir çoğumuzda eksik olan bir hasletti bu. Eğer canlılara şefkatiniz yoksa, hatta bırakın canlıları, doğayı görmezden geliyorsanız, umursamıyorsanız, bir insan olarak gelişiminizi tamamlamamışsınız demektir. (Sorun da burada değil mi?)

Teyzem de şefkati bulduğu yerde, korunaklı olduğu ortamda kendini huzurlu hissediyordu. Annem sert görünüşü altında teyzemden şefkatini hiç esirgemedi.

Ölümünden önce de birkaç hastalık tanısı konulmuştu. Vasisi olan ablamla ben bir ambulansta yanındaydık, hemşire “kim o, anneniz mi”, dedi, “hayır teyzemiz”, dedik. Aslında bir ömür süren birliktelikti bizimki. Bizim için teyze ya da başka bir kelime yetersizdi. Onun özel durumu, bizim içimizde çok özel bir sevgiye dönüşmüş ve o sevgiyi büyütmüştü. Gel de bunu hemşireye anlat.

Teyzemin durumu çok ağırdı. Ambulans sirenini duyunca kafasını kaldırdı, işte o zaman boşuna arama teyze, hasta sensin diyesim geldi. (Bunun farkında değildi.)

1998’de vefat eden teyzem, şimdi İstanbul’da Sanayi Mahallesinde bir mezarlıkta, sen, hep bizim kalbimizdesin teyzem. Aile olarak onu her ziyaretimiz, bizi derinliklere sürükleyip götürür. Bu bayram da ziyaretine gideceğim.

O yüzden otistik denince şöyle bir dururum, teyzemin hayatı bir film şeridi gibi akar gözümün önünden. Siyah beyaz bir fotoğrafta dut ağacı önünde gülümseyen bir yüz. Teyzemin kelimeleri dökülür dilimden belli belirsiz, guguş, pamuk kedi. Anlarım ki mutlu ve yüzü güler.

Sabahları bir kumru uyandırır beni, kanat çırpar, “ guguş geldi”, diyesim gelir ve gökyüzüne bakar hafif tebessüm ederim.

Huzur içinde uyu!

ŞGS

 
3 Yorum

Yazan: 01 Temmuz 2021 in ŞAFAK SARIKAYA ANILAR

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , ,

ZEYTİNLİK VE KADINLAR DENİZİ

13.12.2020-Şafak Gündüz SARIKAYA

ZEYTİNLİK

İki arkadaş sahilde yürüyordu. Biri:

-“İstanbul’dan yoruldum, bu telaş, keşmekeş, kalabalıktan sıkıldım. Daha sakin bir yaşam istiyorum. İnsanların bitmek bilmeyen hırsları hepimizi yordu, iş hayatının yoğunluğu da üzerine tuz biber oldu” dedi.. Arkadaşı ise gülümsedi:

 -“Hayrola? “ diye soran gözlerle baktı ona.

-“Ben aslında öyle bir şey istiyorum ki dostum:

Ortasındayım denizin,

Tam ortasında

Ellerim başımın altında

Öyle uzanmışım suya

Başımın üstünde uçuşan martılar

Hep telaş içindeler

Kanat çırpıyorlar mutlulukla

Oh ne rahat

Ne şehrin gürültüsü var

Ne keşmekeşi

Ne bir yere yetişmeye çalışanlar,

Ne de hava kirliliği.

Aklıma hiçbir şey gelmiyor.

Tam ortasındayım denizin

Dalgaların sesi kulağımda,

Ruhuma işliyor melodisi

Ne klakson sesi ne de insanların acelesi,

Hiç biri yok.

Oh ne rahat!

Tam ortasındayım denizin

Tam ortasında

Tam da istediğim bu.”

Arkadaşı:

– “Bugünlerde nefes alabilmemiz bile mucize. Abartmıyor musun, biraz dinlensen iyi gelir, herkes bundan etkileniyor” diye karşılık verdi. 

 “Abartmak mı, çocukluğun memleketimde geçmiş olsa böyle demezdin. Çocuktum, her yaz günü Kadınlar Denizinde yüzerdik. İnanır mısın bilmem, denizin altını ezbere bilirdik. Nerede kaya, nerede kuytu, nerede midye var adımız gibi ezberlemiştik. Sanki haritasını çıkarmıştık”

-“Nerede, güneyde mi? “

-“Hayır, arkadaşım kuzeyde, hatta en kuzeyde Sinop’ta. “

Sonra heyecanla arkadaşına anlatmaya devam etti:

-“O yıllar bilgisayar, cep telefonu yoktu, ama daha mutluyduk. Hayat daha rafine, basit, saf ama güzeldi. Biliyorsun yürümeyi çok severim, Sinop’ta eski Rum evlerinin olduğu tarihi sokaktan yürümeye başlar, Tarzan Kemal’in evinin önünden devam eder ve bir merdivenden zeytin ağaçları ile dolu Zeytinlik mahallesine çıkardım. Bir gün yol üstünde iki çocuğa rastladım. Biri bizim komşumuz diğeri de onun arkadaşıydı. Kahkahaları havada uçuşuyordu. Yanlarında da iki köpek vardı. Gezintiye çıkacağını anlayan yavru köpekler çok heyecanlıydı. Tasmaları, bir ritüel yerine getiriliyormuş gibi törenle takıldı. Çocuklara da sıkı sıkıya tembih edildi. Sakın ha, iplerini bırakmayın!

ESKİ ZEYTİNLİKTEN KALAN “ASIRLIK ZEYTİN AĞACI”

Yürürken yanımdan rüzgar gibi geçtiler. Çocuklardan biri, “bunlar tazı gibi koşuyor” diye bağırıyordu. Diğeri “gibisi fazla, bunlar tazı zaten” diyordu.

Kahkahalar havada uçuşuyor, havaya öyle bir mutluluk yayılıyordu ki, bundan etraftaki herkes etkileniyordu. Dostum o zamanlar böyle küçük olaylardan bile mutlu oluyorduk. Mutluluk havada bir virüs gibi yayılıyordu. Ben ve çevredekilerin saf ve bozulmamış bu mutluluktan etkilenmemesi mümkün müydü?

Sinop zaten mutluluk şehri değil mi? Şehir o zaman dikine mimariden etkilenmemişti.  İçtiğimiz su, yediğimiz meyve sebze daha temizdi. Yüzdüğümüz deniz daha berraktı, insanlar cana yakındı. Şimdi maskesiz dolaşamıyoruz, aramızda da mesafeler var.

Zeytinlik o zaman zeytin doluydu, sevgi doluydu. Yılların bize bıraktığı tarihi mirası koruyamadık; o ağaçların yok olmasını da, engelleyemedik. Zeytinliğe çocukluğumuzu gömdük, masum hayallerimizi sakladık.”

Arkadaşı sıkıldı, itiraz etti:

“Boş ver bunları köpeklerden bahset, ne oldu?”

“Tazılar önde, çocuklar arkada nefes nefese yürekleri ağza gelmiş bir biçimde koşuyorlardı. Papatyalar arasında uzaktan hala kahkahaları işitiliyor, yanlarından geçenler, uçurtma uçuran çocuklar da onların haline gülümsüyordu. Sinop’ta yer inciri denen kaynanadili, Zeytinlik’ te zeytin ağaçlarının arasına sanki özenle serpiştirilmiş gibiydi. Çocuklar nefes almak için mola verdiler. Romalılar döneminden kalan zeytinyağı imalathanesinin tarihi kalıntıları üzerine oturdular. Bu arada Sinop, eskiden dünyaya deniz yoluyla zeytinyağı ticaretini yapan bir şehirdi. Zamanla zeytin ağaçları yok oldu, kültür kayboldu.

Çocuklar tarihi kalıntıların içinde dolandılar ve bir müddet gözden kayboldular. Ben de Kadınlar Denizi’ne doğru yol aldım.”

İki arkadaş bir müddet daha konuştular sonra vedalaşıp ayrıldılar. Aslında her iİkisi de büyük şehir yorgunuydu…

ŞGS

 
2 Yorum

Yazan: 13 Aralık 2020 in ŞAFAK SARIKAYA ANILAR

 

Etiketler: , , , ,