RSS

Etiket arşivi: ŞAFAK SARIKAYA

İÇİMİZDEN BİR HİKAYE

Şafak GÜNDÜZ- 08.09.2020-
KENDİ YOLUNDA
Hüsnü, uzun asırlık çınar ağaçlarının arasından geçerken, “Bugün karnımızı doyurabilecek miyiz acaba”, diye düşünüyordu. Ayakkabısına şöyle bir baktı, altı delinmişti, aylardır yıkamadığı saçları çok uzamıştı, kirliydi, geniş alnı derin çizgilerle dolmuştu, gözleri donuk ve yorgundu. Peşinden hiç ayrılmayan köpeğiyle yoluna devam etti.
İnsanlarla arası iyi değildi, zaten konuşmasını da çok sevmezdi. Sade bir yaşantısı vardı, sadece karnımı doyurayım günümü geçireyim bana yeter derdi. Kimi zaman ona sataşanlar, laf atanlar olurdu, yolunda yürür, kulaklarını tıkar, cevap vermezdi.
Yıllar, Hüsnü’nün belini bükmüştü, aslında sataşanların münasebetsiz şakalarına aldırış etmese de; içten içe üzülmüyor değildi. Bu durum onun insanlardan daha da uzaklaşmasını sağlıyordu.
Köpekle biraz daha yürüdüler, 200 metre aşağıdaki esnaf lokantasının sahibi ve garsonu Mümtaz, Hüsnü’yü çok severdi. Lokantanın uzun boylu, asık suratlı, personele yüzü hiç gülmeyen bu çam yarması gibi sahibi adam nedense Hüsnü’yü her gördüğünde “Mümtaz gel, Hüsnü’ye bir masa ayarla”, der ve Mümtaz da, onu bir masaya oturtur, hiçbir bedel ve karşılık beklemeden karnını doyururdu.
Hüsnü yemeğini yer, bir yandan da, “insanlar acımasız, gaddar ve fazlasıyla benciller, Mümtaz ve patronu gibi istisnalar var” diye düşünürdü.
Kendi bahçesinde kediler, köpeklerle vakit geçirir, hayattan fazla bir beklentisi, hırsı olmadan yaşar giderdi. Geçmişteki pişmanlıklarını, yapamadıklarını hep içinde kurgular ve hiç arkadaşı olmadığı için de yine kendisi ile dertleşirdi. Bu yüzden ona deli, kafadan kontak, meczup, pasaklı ve benzeri her kelimeyi yakıştıranlar az değildi.
Çoğu zaman da dert ortağı gördüğü, genç bir adama içini dökerdi.
Geçen hafta onu gördüğünde, delikanlı her zamanki gibi çok heyecanlıydı. İş için gideceği İzmir’de sevdiğini de görebileceğini söylemişti.
Delikanlı anlatıyor, Hüsnü dinliyordu.
“Hüsnü Abi, bir görsen bukle bukle saçları var, aynı Yüzüklerin Efendisi filmlerinde bir Elf Prensesi gibi, o kadar iyiliksever birisi ki, inanamazsın.”
Hüsnü, çok az konuşurdu, genç adama “Öyle mi, gerçekten mi?”, diye karşılık verebildi ancak.
Delikanlı, devam etti:
“Evet, öyle. Hatta en son buluşmamızda Kordon’da buluştuk. Bir 9 Eylül günüydü, o konuştu ben dinledim, başımızın üstünden jetler geçiyordu, gururluyduk o gün 9 Eylül’dü, bir çay bile içecek zamanımız olmadı, “çok kısa oldu”, dedim ona. O da, Kordon boyunca bana “boş ver, yine geleceksin ya, bir daha geldiğinde beraber çay içeriz, ama söz ver bana”, dedi.
Hüsnü, genç adamı kucakladı, aniden “Ben gidiyorum”, deyip, kalktı. Hüsnü için bir gün böyle geçiyordu. O gün de karnını doyurmuştu, köpeği de aç değildi. Bahçesine gitti, her tarafı yeşillikle doluydu ve birçok meyve ağacı vardı. Bahçeyle uğraşırken vakit akşamı olmuştu, o an delikanlıyı merak etti, “ne yaptı acaba”, dedi.
Birkaç gün sonra sabah, yine her zamanki gibi çınarlı yoldan yürüdü, yanında köpeğiyle. Mümtaz’ı gördü, “Mümtaz, delikanlıyı gördün mü, İzmir’e gidecekti, döndü mü, nerede onu hiç göremiyorum.”
Mümtaz, “görmedim Hüsnü Abi, gel bir çorba vereyim sana”, dedi.
Hüsnü, “Otur, Mümtaz”, dedi ve kendine göre, uzun bir konuşma yaptı.
Bak yine Kordon’dayım.
Jetler yine üstümde.
Bugün 9 Eylül ve yine gururluyum.
Çay içmek istiyorum.
Ama sen yoksun.
Sözümü tutmak istiyorum.
Ama sen yine yoksun.
Günler artık geri gelmiyor.
İlham perim yoksun,
Ve seninle bir çay içmek için bile,
Neleri vermezdim…”
Kalktı gitti Hüsnü, köpeği de peşinden. Mümtaz ve patronu, birbirlerine baktılar sessizce, lokantada yaşlı bir adam fısıltı halinde “o kız öldüğünden beri, Hüsnü hep böyle” dedi.
Mümtaz, belli belirsiz bir şeyler söyledi:
Bir çay içmek için bile…
ŞGS
 
 

Etiketler: , , ,

PANDEMİ VE DOĞANIN SENFONİSİ

28 HAZİRAN 2020- BİLKE

DOĞAŞafak GÜNDÜZ 

Doğa, salgın günlerinde temizlendi, sanki rahat bir nefes aldı. Toprak, su ve deniz kendine geldi. İnsan, sahiplendiği ve kendine ait sandığı bu değerleri ne kadar da hor kullanmış. Pandemi süreci, doğayı insan kirliliğinden biraz da olsa arındırdı. Denizden çıkan maskeler görüyoruz, hala daha akıllanmadığımızı düşünmeden edemiyorum.

  bu güzellik ÇAĞLAYAN KÖYÜ- UZUNÖZ SINIRI ÖRENCİK MEVKİİ

Doğanın senfonisini  duyanlar için, insansız tınılar ne kadar hoş, değil mi?

Bir kumru, sabahın ilk ışıklarında uğultusunu yayar. Doğa’nın senfonisi başlamak üzeredir. Bir karga ağzında ceviz, toprağı eşeler. Koordinatlar hafızasına yerleşir ve işini bitirince uçar gider. Martılar kanat çırpar ve senfoniye eşlik ederler. Yağan yağmur damlaları, değdiği her yerde ritmik sesler çıkarır. Kavak ağaçları, yağmur eşliğinde salınarak bu harmoniye eşlik ederler.  Bu senfoni insansız  ne kadar doğal, insansız bir o kadar da  zararsız sürmektedir. Sular daha berrak, hava insansız daha temizdir. Yunuslar kıyıya yaklaşıp mutluluklarını göstermekte, doğa bizim demektedirler.

Küçük kızını uyutan bir annenin sesi duyulur ve bu senfonid.

“Çamlıbel’den çıktım yayan,

Dayan yüreğim dayan.”

Bir baba, küçük oğlunun saçlarını okşarken,iç duyuşları  ahenkle senfoniyle buluşur.

Herkesin duymadığı bu sesler, işitenler için bir ayrıcalık olmalı. Kim bilir bazıları da hastalıklı bir ruh hali gibi de görebilir.

İnsanlar bir virüsle eve kapanmış ve maske ile sokağa çıkabiliyorken, doğa nefes alıyor ve kendini yenileyebiliyor. Tehlike kapıyı çalmadan önce, insan tedbirini alabilseydi. Doğayı incitmese,  bu senfoni hep keyifle, hep tertemiz akmaya devam etseydi.

“ Doğa bize mi muhtaç yoksa biz doğaya mı?”

Aşık Veysel’e göre, toprak sadık yar.

Gözümüzü, kulağımızı, gönlümüzü açtığımızda etrafımızda daha nice senfoniler olduğunu fark edeceğiz.

Eski bir Kızılderili Atasözü (Şef Seattle) der ki:

“Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık tutulduğunda; beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.”

ŞGS

 
Yorum yapın

Yazan: 28 Haziran 2020 in ŞAFAK SARIKAYA ANILAR

 

Etiketler: , ,

LÜTFİYE HANIM VE BAHÇESİ

16 Mart 2020- Şafak Gündüz SARIKAYA

Bahçenin Sahipleri: 

Önce bir köpek sesi duyulur, martılar buna karşılık verir ve peşinden ağaçlar yaprak sesleri ile şarkı söyler. Yaşlı kadın iki katlı ahşap evinden kafasını uzatır, derin bir of çeker. Pencereden gözü gibi baktığı bahçesine şöyle bir göz gezdirir ve yüzünde hafif bir gülümseme ile eski günlere özlem duyarcasına bir ah çeker. Yan tarafta bir tavuk maydanozların üzerinde gezinmektedir.

Kadın kaşlarını çatar ve tavuğa “kışşttt “,der.

Bahçesini sıra sıra ceviz, kara dut, malta eriği, mürdüm eriği, hurma (Trabzon Hurması), erik, vişne gibi ağaçlar süslemektedir.

İyi bir kadındır aslında, tek başına yaşamaktadır. Sadece bahçesine dokunmayın ve onu yalnızlığıyla baş başa bırakın, şairin dediği gibi “beni benimle bırak”,  havasındadır. Bir de yan taraftaki bahçede top oynayan çocukların gürültüsü olmasa. Plastik top nedense maydanozların üzerine kaçar ve pencerenin sürgüsü bir gıcırtı ile açılır, “aşağı inersem topunuzu keserim (kasıt plastik toptur).

“Kaç kere şakıdım ben size”, nidaları yükselir.

O esnada çocuklar iki incir ağacı arasında kıpırdamadan bekleşirler. Halbuki hemen biraz ileride tarla denilen kocaman bir alan top oynamak için uygunken, çocuklar ısrarla burada oynamayı tercih ederler. Tarlaya giden patika yol Balatlar Kilisesi denilen tarihi bir yere çıkar. Yol üstünde de çok farklı ağaçlar vardır, hünnap (niye hırnap derler bilinmez), dut, kiraz, keçiboynuzu ağaçları taş basamaklı yolda size eşlik eder.

Zaman geçer, martılar uçuşur, ağaçlar rüzgarla hışırdar ve yaşlı kadın gözü gibi baktığı bahçesini bırakır bir gün. Artık pencereden efkarlanmaları işitilmez., Tavuklar ve çocuklar artık rahattır.  Birkaç yıl bahçeye bakılır yaşlı kadının ardından, ağaçlar rüzgar eşliğinde her zamanki gibi salınıp hareket ederler, belki de yaşlı kadını özlemle anarlar. Bahçenin sahibi hayatta olmasa da; bahçe, bu şehrin adına yakışır şekilde mutlu ve huzurludur yine. Kısa bir zaman sonra bahçe ıssızlaşır, iki katlı ev de, terk edilmiş bir hal alır.

Bir sokak köpeği yaklaşır bu ahşap evi ve bahçeyi mesken edinir. Aslında bu dişi köpek karnında taşıdığı yavruları doğuracağı güvenli bir yer aramaktadır. Bu güvenli yer olarak hemen komşu bahçeyi bulur. Bahçede elleri nasırlı kısa boylu bir adam sabah akşam demeden çalışmaktadır. Elinde eldivenlerle üzüm asması ile uğraşır. Kavak ağaçlarına ve eriğe iyice dolanmış üzüm, bahçenin geniş bir alanına uzanmıştır. Köpeğe iyi davranan yaşlı adamda, etrafından bulamadığı şefkati ve güveni bulur köpek. Yan taraftaki binanın bodrum katında yavrularını doğurur.

 hikayedeki köpeğin yavruları bahçede

Artık yaşlı kadının bahçesinin ve çevresinin yeni sahibi bu dişi köpektir ya da sahibi olduğunu zannetmektedir. Aslında toprağın sahibi kimdir, yaşlı kadın mı, ağaçlar mı, yoksa bu sokak köpeği mi? Zaman, bu mülkiyet kavramına farklı yorumlar biçmekte ve atfetmektedir.

hikayenin kahramanı köpek

Eskiden insanlar bahçesiz evlerde oturmuyorlardı, evlerin küçük de olsa büyük de olsa mutlaka bir bahçesi vardı. Zamanla insanlar bahçeleri yerle bir edip apartman bloklarına tıkışmaya başlayınca mülkiyet kavramı ağaçsız, hayvansız, soğuk bloklara yönelen insanların doğadan uzaklaşmalarına geçit verdi. Nedendir insan toprak üzerinde hakimiyet hissi çok uzun yıllar hep var, topraktan yararlanan diğer canlıları yok sayıp insanın kendi malıymış gibi hep hareket etmiyor muyuz aslında?

Gel zaman git zaman dişi köpek yavrularını doğurup komşu bahçede büyütür, minik köpekler kuyruklarını sallaya sallaya annelerinin peşi sıra büyürler ama anne en sonunda sadece bir dişi yavrusu ile yalnız kalır. Diğer erkek yavrular sahiplenilir. Önce dişi yavru, daha sonra bahçedeki yaşlı adam göçer bu dünyadan. Bu bahçe de ıssızlaşır.

Ama dişi köpek hayat mücadelesine devam eder bir gün yaşlı kadının gözü gibi baktığı bahçeye önce iş makineleri girer. O güzelim ağaçlar teker teker gider, yerine bir apartman dikilecektir.

Zavallı köpek bahçe yok olurken havlamaktan sesi kısılır. Artık bahçenin daha doğrusu inşaatın sahibi farklı biridir. Bu da köpeğin hiç hoşuna gitmemiştir. Artık ağaçlar olmasa da, köpek bu alanda rahatça gezinebilir çünkü aradan geçen zamana karşı inşaat ilerlemez. Her yerine kazma vurulan bu memleketin toprağının altı eser kaynamaktadır, bu yüzden inşaatın devam edebilmesi için bazı prosedürler vardır. Bu beklemede, bu alanın tek bir hakimi vardır. O da dişi köpektir. Yarın sahibin kim olacağı bilinmez ama köpek bugün bu alanda rahatça dolaşmaktadır. Buralarda zafer kazanmış bir komutan edasıyla eski bahçenin her yerini karış karış gezer. Ceviz, dut, erik ağaçlarının, kışt denilen tavukların ruhları da belki ona eşlik eder. Belki de yaşlı kadın,  bir yerlerden gülen gözlerle bakıyordur bilinmez.

Eskiden yaşayanların eserleri kendileri gibi toprak olmuştu. Güçleri ve hakimiyetleri de birer birer toprak olmuştu. Zamanla diğer nesillere doğru aktarım yapmak hedefimiz olmalı belki de, yıllar öncesinde zeytin ağaçlarının yok olup gitmesi gibi. Giden sadece ağaçlar olmuyor binlerce yıllık gelenek de yok olup gitmekte.

Tarihi eser olmadan eser bırakmak lazım.

Bir gün zeytinler fidan olur, umutlar yeşerir.

Köpek sevinçle havlar, neşelenir,

Martılar gülüşür,

Umutlar yok olacakken var olur

ve hep var olacaktır…

 

ŞGS

 
 

Etiketler: , , , , , ,

BİR LİSAN BİN İNSAN

23 eylül 2019 Şafak Gündüz SARIKAYA

Üniversite hazırlık sınıfında okurken, hemen İngilizce konuşacağımı düşünürdüm. Ama düşündüğüm gibi olmadı. David adında bir İngiliz Hocamız vardı. Onu her gördüğümde, İngilizce pratik yapmak için konuşmak isterdim ama başaramazdım. Sorularına kısa cevaplar verince dediğini anlamadığımı fark ederdi. Bu yüzden hoca, Kayseri sokaklarında beni görünce elini başına götürür, yine mi bu derdi sanki. Anlamama rağmen ısrarla David ile konuşmaktan vazgeçmedim.

Bir gün yanımda babam vardı.  Kayseri’nin meşhur Sivas Caddesi’nde hocama rastladık. Yine yanına gittim ve her zamanki gibi,

-“Not again “ dedi ve elini alnına götürdü.

Ben umursamadım, bu babam diye tanıştırdım. David,

-“Memnun oldum” dedi.

Babam, başladı Amerikan aksanı ile konuşmaya. Bizim David şaşırdı, kekelemeye başladı. “Baban, çok güzel İngilizce konuşuyor” dedi bana dönerek. Ben de biliyorum tarzında başımı salladım. David’in fiyakasının sarsılması çok hoşuma gitmişti. Not again!

Rahmetli babam, David yanımızdan ayrıldıktan sonra çok gülmüştü. Hatta ne zaman aklına gelse, David’in kekelemesinden ziyade şaşkınlığına güldüğünü söylerdi. David’e göre, babamın görüntüsü iyi İngilizce konuşacak birine benzemiyordu. Sebebi her neyse, aklımda kalan bu anıya ikimizin de çok gülmesiydi.

O yıl babamla beraber Kayseri’den Ürgüp’e geçmiş ve onun sayesinde karşılaştığımız turistle konuşmuştuk, bu işin sanıldığı kadar zor olmadığını göstermişti bana. Ürgüp’te rastladığımız 2 Amerikalı ile uzun bir konuşma yapmış ve bu işi başarabileceğimi ilk orada düşünmüştüm. Ama hala eksiklerim vardı, bu sebeple 1 yıl sonra Sinop’ta nerede turist görsem konuşmaya başlıyor ve konuşarak İngilizcemi geliştirmeye çalışıyordum. Babamın cesaret verişi, teşviki ise çok önemliydi.

Aradan bir ya da iki yıl geçmişti. Bir yaz günü babam yanında 2 sırt çantalı turistle Sinop’taki evimize geldi. Annemin tepkisi hazırdı.

-“Nereden buldun bu bitli turistleri?”  diye.

Babam, Büyük Cami (Alaaddin Cami’nin )avlusunda gördüğü ve hiç tanımadığı turistleri hiç düşünmeden evimize getirmişti.

– “Turistler otel arıyorlardı, arkeoloji okuyorlarmış. Benim oğlum da arkeolog bizim eve gelin dedim”  diye sakince anneme cevap verdi.

O gün hayatımın bir dönüm noktasıydı benim için. Avusturya’dan kalkıp gelen arkeoloji öğrencisi bir erkek bir kız 2 turist Türkiye’yi gezmeye gelmişlerdi. Sinop’u gezi rehberinden bulmuşlardı. Annemin söylenmelerine karşın birkaç gün misafir ettik onları. Ben de Sinop’u gezdirmeye başladım. Arka deniz denilen Kumkapı Sahili’nde bir kaya parçasına rastladık. Turistler Avusturya’da arkeoloji okuyorlardı. Benden birkaç yaş daha büyüktüler. İkisi de Roma dönemine ait bir sütün başlığını bulmanın sevinci ile adeta bana yalvardılar:

– “Bunu müzeye götürelim, ama mutlaka, lütfen” dediler.

Beraber müzeye gidip abimin arkadaşı olan Müdür Akif Bey’den ricada bulunup sütun başının müzeye getirtilmesi için bir araç temin ettik. Bu hareketimle, bir yıl sonra Turizm Danışma Bürosu’nda kendimi gönüllü rehber olarak bulacaktım ve bu işi resmi olarak yapacaktım.

Turistlere ulaşım, konaklama ile ilgili birçok bilgi aktarıyordum. Büroda posterlerini gördüğüm yerleri aslında hiç görmemiştim. Bu yerleri görmek ve dolaşmak isteğim o zamanlar kafamda canlandı. Artık turistlerle ve hatta Sinopluların adlandırdığı biçimde Radar’daki yani Türk Amerikan Ortak Savunma Tesislerindeki Amerikalılarla rahat konuşabiliyordum.

Babam, 50’li yılların ortasında işçi hatta, amele olarak girdiği bu tesiste, kendi kendine İngilizce öğrenmiş ve hatta tercüman bile olmuştu. Çok başarılı çalışmalara imza atmış ve birçok kişinin İngilizce öğrenmesine ve iş bulmasına da vesile olmuştu. Emekli oluncaya kadar orada çalışmıştı. Aradan geçen onca zamana karşın, cenazesine katılan eski Radar çalışanları saygıyı ve hürmeti esirgemediler ve onu son yolculuğunda yalnız bırakmadılar.

Geçmişe döndüğümüzde görüyorum ki, babam bize kişilerin kimliğine, kılığına bakmadan misafir edecek kadar konukseverliğini, cömertliğini bırakmış. Onun gibi köyde zor şartlarda yetişmiş ve kendi kendini yetiştirmiş biri için bu özellikler insanlığa bir mesaj niteliğindeydi.

Toprağı bol, ruhu şad olsun!

 

ŞGS

 
 

Etiketler: , , ,

BERDUŞ- Şafak SARIKAYA

BERDUŞ 

Rüzgar hafifçe esiyordu, Murat Abi’nin kahvesinin önünde, Cemal ile Suat tavla oynuyorlardı. Pulların sesi ileriden çok rahat duyuluyordu. Birden, Suat yüksek sesle güldü ve Murat Abi’yi hafifçe dürttü.

-Bak, Berduş geliyor dedi.

Berduş Rıza her zamanki gibi zil zurna sarhoştu. Yalpalaya yalpalaya geldi, gözlerini hizalamakta güçlük çekiyor, gözleri kayıp gidiyordu. Kirli saçları, hırpani kılığı ile korkunç görünüyordu. Ama o muhitte herkes onu tanır ve zararsız olduğunu bilirdi, bir zararı varsa kendineydi.

-Gençler, ne yapıyorsunuz, dedi.

Cemal gülerek ona seslendi:

-Gel Berduş, otur şöyle.

Suat düşmesin diye kolundan tutup oturmasına yardımcı oldu. Cemal, bağırarak:

-Murat Abi, Berduş’a bir orta kahve diye seslendi.

Murat Abi, sessiz sessiz kafasını salladı. Kahvesi her zaman hazırdı ama Berduş gururluydu, bedava kahve içmezdi hele bir de inadı tutarsa, kalkıp giderdi. Ama bu üçlü istisnaydı. Emekli Öğretmen Hakkı Amca da, Berduş’a sürekli yiyecek verirdi, bazen para verdiği de olurdu. Hakan Abi ile çocukluğu beraber geçmiş çok iyi arkadaştılar ama son 5 yıldır görüşmüyorlardı, küsmüşlerdi.

Mahalleli onu severdi. Berduş da bunun farkındaydı ve suistimal etmek istemezdi. Hem Cemal hem de Suat, Berduş’u çocukluklarından beri tanırdı. Cemal, Berduş’un omzuna dokundu ve sordu:

-“ Abi, nasılsın, bir ihtiyacın var mı?”

-“Yok, dün bir rüya gördüm, rüya mıydı, gerçek miydi anlayamadım” , dedi.

Suat sordu:

-“Hayrola?’”

Berduş devam etti, “Rüyamda ölmüştüm ve kendi cenaze namazımda saftaydım. Kiminin elinde cep telefonu mesajlaşıyor, kimi başka birisi ile sohbet ediyor, cenazede olduğunu unutup gülüşenler bile vardı. Bir köşede Hakan’ı gördüm, görüşmüyoruz biliyorsunuz. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu, Hakkı Amca da, çok üzgündü. Hakan’a başın sağ olsun dedim, dostlar sağ olsun dedi, beni tanıyamadı. Cenaze namazını kılarken hoca sordu nasıl bilirsiniz diye, bir an düşündüm kendimi nasıl bilip bilmediğimi fark ettim.

Cemal gözlerini açmış Berduş’u şaşkınlıkla dinliyordu. Murat Abi kahveyi getirdi:

“Düşünme bunları Berduş”, dedi.

Berduş işte böyleydi, pis kokar, ağzı içki kokar ama o ağızdan şaşırtıcı sözler dökülürdü. Kimin aklına kendi cenaze namazına katılmak gelirdi.

Cemal, Berduş gittikten sonra, Suat’a döndü:

-“2 gün önce Berduş’u bir turist sandala bindirmiş gezdiriyordu. O kadar mutluydu ki, görmeliydin” dedi heyecanla. “Gözlerinin içi gülüyordu, sandaldan inince yanıma geldi, güzel bakan insan güzel görür” dedi ve denize bakarak “bu Hollandalı benim gibi birini sandala alıp, hiçbir menfaat gözetmeden gezdiriyorsa o kişi benim için dünyanın en kıymetlisidir”sözleri döküldü ağzından. Hafif ağlamaklı, dudakları titreyerek:

-“Güzel gören, üstündeki kıyafeti görmez, o kıyafetin, o tenin çirkin kokusunu duymaz, ağızdan çıkan telaffuzlara, çirkin sözlere çok takılmaz.” dedi ve ağır ağır yürüdü, gitti.

Suat:

“Berduş bize her zamanki gibi insanlık dersi verdi, elin Hollandalısı bu garibi böyle sevindirmişse, ne sevaba girmiştir,”  dedi.

Birkaç yıl sonra bir köşede alkol komasında iken ölü bulundu Berduş. Cenaze namazı kılındı nasıl bilirsiniz diye soruldu, Suat, Cemal, Murat Abi, Hakkı Amca hep beraber “iyi biliriz”, dediler. Suat ile Cemal sessizce bakıştılar. Hakan Abi cenazeye bile gelmemişti.

.

Hayat böyle bir şeydi zaten.

Kendi gitmiş kala kala akılda sözleri kalmıştı:

“İnsan güzel bakarsa karşıdakinin ne kılığını ne de kıyafetini görür, insan güzel bakarsa ne pis kokusunu duyar, insan güzel bakarsa ağzından çıkan kelimeleri değil anlamını fark eder ve değer verir” demişti.

Önemli olan güzel bakmak, görmek.

Berduş, kendi gitti, sözleri kaldı yadigar.

 

ŞGS

 
 

Etiketler: , , ,

17 AĞUSTOS

17 Ağustos 2019- Şafak Gündüz SARIKAYA

 

Sıcak bir Ağustos günüydü.

Bir bilardo salonu…

Kimse yok içeride, masanın üstünde toplar duruyor, hiç kımıldamadan.

Hemen biraz ileride sakin, kendi halinde bir ev…

Nem kokuyor, rutubet kokuyor, öyle tuhaf kokuyor ki, burun deliklerinden giren koku genzi yakıyor. Evden bir siyah beyaz fotoğraf düşmüş, rüzgarla bir o yana bir bu yana savruluyor.

Sıcak bir Ağustos günüydü.

İnsanlar sağa sola koşturuyordu. Bir sis perdesi arasında duyulan siren sesleri, acele acele yürüyen, koşturan insanlar.

Hafif bir toz bulutu, beyaz önlüklü doktorlar, sağlık görevlileri, hepsi telaş içerisinde.

Babamla beraber yürüyoruz. Bize maske veriyorlar, “takın bunları”, diye. Elimizde kumanya dar bir yokuşu tırmanıyoruz, ağzımızda bir maske. Önümüze bir çadır çıkıyor ve bizi misafir ediyorlar, ayran veriyorlar.

Sıcak bir Ağustos günüydü………

Gölcük, perişan, Gölcük mahvolmuş.

Binalar kağıt gibi yıkılmış, denizin içine bile kaymış. Bilardo masası sağlam ama binası yana kaymış, gitti gidecek. Biraz ilerisindeki başka bir bina tamamen yıkılmış, moloz yığını ve tuğlaların arasında elbiseler var, rutubet kokuyor, insan kokuyor insan. Bir siyah beyaz fotoğraf savruluyor duruyor. Kim bilir kimler vardı, kimler yaşadı o binada diyorsunuz.

Babamla şaşkın şaşkın bakışıyoruz. Çadıra giriyoruz bir yokuşu çıkarak. Çadırdakiler Güneydoğu’dan terörden kaçıp, iş için Gölcük’e gelmişler. Adam bir haftadır uykusuz, “çıkardığım ceset sayısını bilmiyorum” diyor. Ama o yorgunluklarını bırakıp bize ayran ikram ediyorlar. Babamla yine şaşkın şaşkın bakışıyoruz.

Gölcük yaralı, Gölcük üzgün. Yüreğimizde sızı ve acı. Babamla sessiz sessiz İstanbul’a geri dönüyoruz. Burada tahminimizden çok fazla yardıma ihtiyaç var, diyoruz. Çadırdaki aileyi 1 ay sonra ablam arıyor yardım göndermek için. Terörden kaçan ailenin bu sefer depremden kaçtığını ve Güneydoğu’ya geri gittiğini öğreniyoruz.

Sıcak bir ağustos günüydü………

Babama bu anıları yeniden hatırlatmak isterdim ama artık bu mümkün değil. O da, “Sen ne güzeldin komşumuzdun Fahriye Abla” dizeleri ile meşhur Ahmet Muhip Dıranas’ın mezarına komşu artık.

Depremler yıkıcıdır, yok edicidir. Acıları da zamanla unutulmaz. İçimizdeki depremler de unutulmuyor.  Bu yıl 17 Ağustos ilk defa babamsız geçiyor. Kimileri doğuyor, kimileri ölüyor. Hayatın dengesi, gizemi, dualitesi, sırrı da burada gizli bir anlamda.

Ölüm sessiz, ölüm teessür edici,ölüm deprem gibi çok acı.

İnsan hayatı, yaşam döngüsü olarak algılanır; bu döngünün sınırları vardır. Ölümün bizdeki şaşırtıcılığı, anlaşılmazlığı bu döngünün dışında gerçekleşiyor.  Algılarımız iflas ediyor, hayat anlamsızlaşıyor ve basit gelmeye başlıyor. Bu aslında yaşam döngüsünün yalın gerçekliği.

Geride kalanlar anılara, değer vermeye başlıyor. Babam, iyi ve güzel anılmak isterdi. 50’li yılların ortasında başladığı Sinop Türk-Amerikan Üssü’ndeki başarıları, anıları, toprağa ve hayvanlara düşkünlüğü, hayata pozitif bakışıyla, iyi anılmak isterdi. ve saygıyla, iyi anılmak isterdi. Biz onu hep tatlı gülümsemesi ve hoşgörüsü ile hatırlayacağız.

Ölüm çok acı, ölümün ardından iyi yad ediliyor olmak, sevilmek, saygı ile anılmak, çok önemli. Herkes öldüğünde, böyle anılmak  ister.

Deprem vurdu ve üzerinden 20 yıl geçti, 17 Ağustos’u ve ölenleri unutmayalım.

Sıcak bir Ağustos günüydü……….

Ama bunda Ağustos’un da bir suçu yoktu.

17 Ağustos’ta ölenlere ve depremlerle yitirdiklerimize Allah’tan rahmet diliyorum. Ruhları şad olsun.

 

ŞGS

 

 

Not: Bu yazıya, babam hayatta iken başlamıştım, onu kaybettik. 17 Ağustos depremini anarken, bizim  içimizde de deprem var.

 
Yorum yapın

Yazan: 17 Ağustos 2019 in ŞAFAK SARIKAYA ANILAR

 

Etiketler: , , , , ,

OYA İP ATLA

Şafak Gündüz SARIKAYA 28 Mayıs 2019

Aamir Khan’ı tanır mısınız bilmiyorum? O, Hindistan ve dünyada tanınan Hint bir oyuncu, yapımcı ve yönetmendir. İstanbul’a geldiğinde sevenleri karşılamış, büyük izdiham olmuştu. Sanatçı, çok sayıda başarılı filme imza atmıştır. “Yerdeki Yıldızlar”, “Her Çocuk Özeldir “(Taare Zamaen) filmleri bunlara örnektir. Eğer Bu filmleri izlemediyseniz, izlemelisiniz.

Ben, Taare Zamaen filmi sayesinde, son birkaç yıl gündemde olan disleksi rahatsızlığını öğrendim. Disleksi, en sık rastlanan öğrenme bozukluklarından biridir. Sorun, hafıza ve dil ile ilgilidir. Disleksi olan kişiler her şeyi unutur ve dil ile ilgili öğrenmelerde sıkıntı çekerler. Bunun yanı sıra disgrafi (el yazısı), diskalkuli (sayı saymada sorun ve rakamları yanlış okuma), dispraksia (Beden hareketlerini planlarken ve koordine ederken güçlük çekme) gibi farklı öğrenim bozuklukları da vardır.

İstiklal İlk Okulu birinci sınıfa gidiyordum.  Öğretmenimiz okuma yazmada geciken 3 öğrenciyi bir kenara ayırmıştı. Tecrit edilen o üç kişiden biri de bendim. Aradan geçen o kadar seneye rağmen, bu zaman dilimi hafızamda tazeliğini korudu. Çünkü insan, yaşanmışlıkların tadını, acısını, hüznünü, sevincini aynı derece, aynı ağırlık, aynı renk ve kokuda belleğinde saklıyordu.

Biz okuma yazmayı öğrenirken, cümle eğitimi vardı, bütünden parçaya gidilirdi.  O günlerden aklımda kalan, “Oya ip atla” cümlesini hiç unutamam. Ben cümleyi “Oya pi totla” olarak yazıyordum. Doğru yazdım diye de ısrarla inatlaşıyordum. Abim o zaman benimle dalga geçer ve gülerdi. O, zamanlı zamansız Oya pi totla der ve beni kızdırırdı. Ben de hayır sen yanlış okuyorsun, ben Oya ip atla yazdım derdim.

İlkokulu bitirdiğimde 1. Sınıf defterimi buldum. Babam, anılara değer verir ve defterlerimizi saklardı. Defterimde cümleyi” Oya pi totla” diye yazdığımı gördüm ve güldüm. O zaman, defter sayfaları kırışmasın diye kenarlarına mandal tuttururduk. Çünkü dirseklerimiz, sayfaları kırıştırırdı. Kalem tutuşumuza öğretmen çok müdahale ederdi.  Bu da öğrenme isteğimizi olumsuz etkilerdi. İşin garibi öğretmenim beğenmese de ben kalemi yine aynı şekilde tutuyorum ve öyle rahat yazıyorum. Okumaya geçince ilk Çizmeli Kedi hikâyesini okudum.  O nedenle bu karakteri çok severim.

Okuma- yazma öğrenirken yaşadığım güçlüğü, resim dersinde de yaşadım. Ortaokulda tüm derslerde başarılı iyi bir öğrenciydim. Ama resim çalışması dersinden bütünlemeye kalmaktan kıl payı kurtulmuştum. Babam ve ablam resme yetenekliydiler, ama ben değildim. Daha sonraları, çok başarılı olduğum farklı alanları keşfettim ve o alanlarda yoluma devam ettim.

Aamir Khan’ın “Her Çocuk Özeldir” filmini izleyince bu anılar gözümün önünde canlanıverdi. Mohammed Aamir Hussain Khan,  usta dokunuşları olan bir sanatçıdır.  Başarılı sanat kariyeri boyunca, Hint sinema tarihinin en etkileyici ve popüler aktörü olmuştur. Her Çocuk Özeldir filminde, fantastik bir öğretmenin öğrencisine yön veren özel dokunuşlarını anlatıyor. Her çocuğun olduğu gibi, aslında her bireyin de özel dokunuşlara ihtiyacı vardır. Keşke herkesin hayatında, karşısına böyle öğretmenler çıkabilse. Disleksi özel öğrenme bozukluğu gibi daha nice güçlükler, tıp dünyası tarafından keşfedilse ve çözülse.

Bir eğiticinin size, sadece okulda değil normal yaşamda da kılavuzluk yaptığını düşünün. Öğrenmek sadece kara tahtaya bağımlı olmamalı. Hayatın içinde okunacak çok motif, sayısız karakter, o kadar olay var ki, anlatmakla, yazmakla bitmez.

Bunları ifade ederken gözümde yine bir anı canlandı. Ablam, uzun yıllar uzak köylerde öğretmenlik yaptı ve hayatı boyunca çok sayıda öğrencisi oldu. Onun öğretmenlik hayatının kesitleri ailemiz içine de yansıyordu. Bir tatilde eve geldi, elleri dikkatimi çekti. Parmaklarının ucu patlak patlaktı. Nedenini sordum, o da “köyde dikiş makinesi yoktu ev sahibinin kızına, ellerimle gelinlik, öğrencilerime ront kıyafeti diktim, iğne elimi parçaladı” dedi. Anladım ki okul dışında da öğretmenlik yapıyordu.

Bir hafta sonu da, köyden bir öğrencisini gezmek için Sinop’a getirmişti.  O gün hava soğuktu. Kuzinede pişen yemeğin kokusu mis gibi etrafa dağılıyor, kavrulan gürgen fıstıkları da ye beni diyordu. Ablam o zaman hafta sonu Sinop’a geliyor, otobüse ulaşmak için 8 km yolu, orman içinden kestirme yürüyordu. Ormandan topladığı gürgen fıstıklarını da bize getiriyordu.

Misafir öğrenci ilkokulda idi ben de ortaokulu bitirmek üzereydim.  Farklı kültürlerde yetişmiş iki ayrı insandık. O bana sessiz sakin biri gibi gelmişti. Oysa kent ortamında bir aile yapısını ilk gördüğünü düşünememiştim galiba. Akşam yemeğini yedikten sonra, sıra gürgen fıstıklarına geldi. Rengi, şekli ve kokusu ilginç fıstıkları afiyetle yedik. Küçüklerdi, kırılması da zaman alıyordu ama çok lezzetliydi.

Ablam ertesi günü, misafirimize denizi göstermemi istedi. Denizi göstermek olayını anlayamamıştım. Ben, 3 tarafı denizle çevrilmiş Sinop’ta doğup, büyüdüğüm için “denizi göstermek” bana garip gelmişti. Sonra birlikte iskeleye gittik. İskeleye kadar sessiz, sessiz yürüdük. İskeleden denizi seyrederken öyle bir tepki verdi ki, sanki annesini yıllardır arayıp bulamayan ve en sonunda kavuşan bir çocuğun hasreti gibiydi. Gözlerini elleriyle kapatıyor, bağırma, haykırma sesleri çıkarıyordu. Çocuğun tepkilerine o kadar şaşırmıştım ki, ne yapacağımı bilemedim, şaşkın şaşkın onu izledim. Nasıl yani hiç deniz görmedi mi, köyde televizyon var, televizyonda da mı görmedi derken, çocuğun ritüeli devam ediyordu. Elleriyle gözünü kapatıyor, Gerze istikametindeki dağlara bakıp, hayır olamaz dercesine şaşkınlık ifadelerini haykırıyordu. Bir iki adım atıyor geri çekiliyor, yüzünü kapatıyor, tekrar bakıyor, olmaz ya olamaz der gibisinden kendi kendine gülümsüyordu. Ben de bu davranışı başkası görüyor mu diye çaktırmadan etrafı kolaçan ediyordum.

Biz onlara, onlar da bize kilometrelerin ötesinde, çok uzaktık belki de. Belki de yakınlık için, zamanı ve yaşamı paylaşmalıydık. Birbirimizi anlamak için onların denizi bizim de dağları yaşamamız gerekiyordu. Toplumda, birbirimizi anlayamama sorununun en dibiydi bu galiba.  Empati kurmalıydık, yaşamımıza girmeliydi küçümsemeden insanca. Herkesin ilgisinin, önceliklerinin, sevdiklerinin ve sevmediklerinin farklı oluşu hayatın gerçeği değil midir?  Birbirimizi anlamak, egoların ördüğü surlarla, duvarlarla mümkün olabilir mi?

Birbirimizden uzaklaşıyoruz zamanla, kendi egomuza hapsolduğumuz gibi mevcut değerleri de yitiriyoruz galiba. Anlamak için topraktan, tarımdan, köyden başlamalı. Yoksa köyler denize biz toprağa hasret kalır gideriz. Kalkınmak için, bu noktalara değmek lazım belki de. Ablam, köylerde yaşadıklarından etkilenmiş olacak ki,  BİLKE 4K (Köy Kent Kültür Köprüsü ) Projesini bu nedenlerle başlattı sanırım.

Yapboz tahtası gibi bir eğitim sistemi mi? Ya da eskiden olduğu gibi köy enstitüleri kurmak mı? Bilmiyorum ama bir öneri de benden gelsin. Telekomünikasyon firmalarının sponsor olduğu bir proje ve bilgisayarsız ya da notebook olmayan köy kalmasın gibi, uzaktan erişimli bir proje neden olmasın. Eğiticiler de atanamayan öğretmenlerden, işsizlerden oluşan gönüllü ya da ücretli bir kadroyla çok da güzel yapılabilir. Sadece çocuklar değil, gençler, yetişkinler, okuma yazma öğrenmek isteyen yaşlılar da bu projeye dahil edilebilir. Olur mu demeyin, neden olmasın?

Belki biraz daha fazla anlasaydık birbirimizi, denizin toprağı, toprağın da denizi anladığı gibi. Belki de duvarlar örülmezdi arada o zaman. Oradaki köy, uzak ta olsa bizim köyümüz ve onlar da bizim köylümüzdür.

Yaşanılır, sevgi ve saygı çerçevesinde üreten güzel bir dünya için.

 

ŞGS

 
 

Etiketler: , , , , ,

ALİ PAŞA VE 24 NİSAN

 24 NİSAN 2018- Şafak Gündüz SARIKAYA

ALİ PAŞA AĞITI

Bir gün İstanbul’da bir kitapçıdan “Modern Folk Müziği” şarkılarının olduğu “40 Yılın Öyküsü1” isimli  CD satın aldım. Dinlerken,  müzik kalitesi, çok sesli yorumu ile dinleniyordum. CD’nin ilk şarkısı Ali Paşa Ağıtını dinledim.

“Arpa ektim biçemedim,

Bir düş gördüm seçemedim,

Alışmıştım soğuk suya,

Issız sular içemedim…”  diye devam ediyordu.

Şarkı beni, çocukluk yıllarımın geçtiği memleketim Sinop’a götürdü.Ağıtta adı geçen Ali Paşa Sinop’ta gömülüydü. Bir şekilde yolu oraya düşmüş ve 111 yıldır zorunlu olarak Sinop’u mesken edinmişti.

Rüzgar çok şiddetli esiyordu. Biz  4 arkadaş, Sinop’u keşfetmeye devam ediyor, mahalle ve sokaklarda gülerek koşuyorduk. Birden rüzgarın şiddeti fazlalaştı ve pat diye kapanan kapı sesi ile irkildik, korkuyorduk. Arkadaşımın dikkatini bir mezar taşı çekti. Üstünde” Van İlbayı Ali Paşa, Ermeni Komitacılar tarafından öldürüldü” yazıyordu. Ölüm tarihi 1908’di. Seyit Bilal Türbesi ve Cezayirli Ali Paşa Cami’nin avlusunda başka mezarlar da vardı. Koşarak yokuş aşağı Balatlar Kilisesi tarafına doğru yol aldık. Rüzgar sert esiyor, biz Sinop sokaklarında rüzgarla yarışıyorduk.

Ali Paşa’nın ismini ben, ilk defa o zaman duymuştum. Ama Van Valisi niye Sinop’ta gömülmüştü bilmiyordum. Aradan  yılla geçince, araştırıp öğrendim.

Ali Paşa Osmanlı Devleti‘nin Van İlbayı (valisi) idi. Van havalisinde yaşayan Ermenilerin, Fransız, Rus ve İngiliz siyasetine kanarak giriştikleri kanlı ayrıştırıcı hareketlerin bölgeyi tehdit ettiği sıralarda, Ermeni meselesine vakıf olan Hakkari Mutasarrıfı Ali Rıza Paşa,  kendi talebiyle 18 Mart 1907’de Van vilayetine vali olarak atanmış. Van vilayetinde bitme noktasına gelen devlet hizmetlerini yoluna koyarak, Hristiyanlar ve Müslümanlar arasındaki ihtilafları sulh yoluyla çözmeye başlamış. Van’da özlenen barış ortamını sağlayan Ali Rıza Paşa’nın faaliyetleri, hedefleri Türk-Ermeni çatışması çıkarmak isteyen Rus destekli Ermeni komitacıların hoşuna gitmeyecek;  Van ve kazalarında Müslümanlara karşı katliamlarını artırarak devam ettireceklerdir. Bu arada Ermeni komitacıların istediklerini yapmayan Ermeni vatandaşlar da, Ermeni Komitacıların hedefi haline gelirler. (1)

Ali Rıza Paşa Van’da Ermeni Komitacılara karşı büyük başarılar sağlar. Ali Rıza Paşa’nın faaliyetleri Avrupa devletlerinin hoşuna gitmez ve İstanbul Hükümeti yapılan baskı sonucu Ali Rıza Paşa’yı görevden alır. Yaklaşık bir buçuk yıl canla başla çalışarak hizmet verdiği Van halkıyla vedalaşır. Bu manzarayı hatırlayan yaşlılar bütün Van halkının gözyaşlarını tutamadığını söylerler. 1908’de Ermeni komitacılardan Alev Başyan tarafından Batum iskelesinde öldürülür. Amacı vapurla İstanbul’a geçmektir fakat katledilir. Cenazesi ancak 15 gün sonra Sinop’ta defnedilir. Zira ceset çürümeye başlamıştır. Bu bilgilerden haberdar olanlarımız var mıdır bilmiyorum. Zaman zaman resmi anma törenleri yapıldığını basından izleriz.

Sinop’ta kabir komşusu Seyit Bilal Hazretleri olan Ali Paşa’nın arkasından, Van halkı ağıt yakmıştır. Bu ağıtla yüzyıllardır unutulmamak müthiş bir şey diye düşünüyorum. Demek Van Halkı onu o kadar çok sevmiş ve bu ağıtı yakmışlar.

Türküler, ağıtlar yüzyıllar geçse de, öyle bir tılsımı vardır ki, tınısının etkisini nesilden nesile aktarırlar. Yemen Türküsü, Çanakkale Türküsü gibi…

Kimin yaktığı bilinmez anonim denilir geçilir. Bugün 24 Nisan, ben de bugüne özel Ali Paşa’yı anmak ve hatırlamak istedim. Tanımıyorsanız tanıyın ve Ali Paşa Ağıtı’nı da, bir dinleyin istedim.

 

Ali Paşa Türküsü

Arpa ektim biçemedim

Bir düş gördüm seçemedim

Alışmıştım soğuk suya

Issı sular içemedim

Allı gelin pullu gelin
Bir su ver içeyim gelin
Bu güzellik sende varken
Beşi birlik takan gelin

Ali Paşa geyer kürkü
Yarı sansar yarı tilki
Ali Paşa burdan gitti
Yığılsın Van’ın mülkü

Allı gelin pullu gelin
Bir su ver içeyim gelin
Bu güzellik sende varken
Beşi birlik takan gelin

Üç atım var biri yedek
Arkadaşlar binin gidek
Ali Paşayı vurmuşlar
Yavrusuna haber verek

Allı gelin pullu gelin
Bir su ver içeyim gelin
Bu güzellik sende varken
Beşi birlik takan gelin

Türkünün diğer varyantı

Ali Paşa geyer kürkü
Yarı sansar yarı tilki
Ali Paşayı vurmuşlar
Haram olsun Van mülkü

Üç atım var biri binek
Binin arkadaşlar gidek
Ali Paşayı vurdular
Yavrusuna haber verek

Arpa ektim biçemedim
Bir düş gördüm seçemedim
Alışmıştım soğuk suya
Issız sular içemedim

ŞGS

Şafak Gündüz SARIKAYA

 

1-http://blog.milliyet.com.tr/van-valisi-sehit-ali-riza-pasa-/Blog/?BlogNo=406090

 
 

Etiketler: , , ,

KIŞ GÜNEŞİ

20.04.2019 Şafak Gündüz SARIKAYA

Elindeki kremalı bisküviyi yerken, birden duyduğu sesle irkildi. Tarkan’ın “Kış Güneşi” şarkısı çalıyordu. Türkiye’nin en soğuk yerlerinden birinde, hem de alayın içinde idi. Bu güzel melodiyi duyduğuna şaşırtmıştı. Acemilik döneminde, kulağı sadece askeri marşlar duymaya alışmıştı. Amasya’dan sonra, bu müzik çavuşa farklı duygular hissettirmişti. TRT FM radyosunda KIŞ GÜNEŞİ şarkısı yankılanıyordu. Köşeye geçip, şarkıyı tek başına bitinceye kadar dinledi. Ayaz, iliklerine kadar işliyor, zaman ise geçmek bilmiyordu. Kendini mutlu edecek, basit şeyler arıyordu. Yavaş yavaş yedi bisküvisini. Kremalı bisküvi almak ve yemek ortama göre bir lükstü.  Müzik bitti, bisküvi bitti o da bölüğün yolunu tuttu.

Sarıkamış, bazı anlar ibrenin -40 derece soğuğu gösterdiği bir yerdi. Saçaklardan sarkan buzlar, çok tehlikeliydi. Tümen içinde uzakta, sarıçam ormanında 1896 yılında inşa edilen 2. Katerina’nın Köşkü bile vardı. Çavuş tarihi bir yerde askerdi. Yavaş yavaş yürüdü ve birden sivil hayatta felsefe öğretmeni olan, kendisi gibi kısa dönem olan arkadaşını gördü. Aylardır onu göremiyordu. Alayda konuşulacak ender sayıda insanlardan birisi diye düşündü. Kucaklamak istedi ve hamle yaptı. Arkadaşı, eliyle dur işareti yaptı.

“Bitlendim, önce temizlenelim”, dedi.

Bütün askerler, komutla banyoya girdiler ve kıyafetlerin çıkarılması akabinde yine kıyafetler, komutla yakıldı. Olsun, onu görmek bile yeterliydi,  “daha sonra konuşuruz”, dedi, içinden. İlerledi ve lahmacun fırınının önünden geçerken, Onbaşı Ahmet, fırına vücuduna dayamış duruyordu,

“Ahmet, ne yapıyorsun, ne oldu” dedi.

Onbaşı cevap vermedi, acı çektiği belliydi. Sarıkamış çok soğuktu, “üşümüş belli ama yaptığı çılgınlık” diye düşündü. Bölüğe giderken yolda kendi kendine:

“Acaba hata mı yaptım, ben çavuşum ona nedenini sormalıydım”

Düşünceler beynini kemirmeye başlamıştı, zira Ahmet, onun ranza komşusuydu. Birkaç gün önce gece uyurken inlediğini duymuş, sinirlenmiş ve ses yapma herkes uyuyor diye onu terslemişti. Ama onbaşı her sabah çarşaf, battaniye katlanmasında çavuşa yardım ederdi. Bazen yan ranzadaki futbolcu da onlara katılırdı, üçü battaniyeleri bir uçtan tutup, karşılıklı katlarlardı. O an ne çavuşluk, ne onbaşılık ne de erlik kalırdı. Üstelik çavuşun saçlarını da, yine Ahmet kesiyordu. Futbolcunun ailesi İstanbul Bayrampaşa’daydı ama aslen Karslıydı, yani bir nev’i memleketinde askerdi.

Çavuş, Ahmet’in durumu üzerinde çok durmadı. Zaten kafası karmakarışıktı. Ertesi sabah, güne kahvaltı sonrası sabah sporu ile başlanılmıştı, kocaman göbekli bir subay,  Ahmet’e yüklenirdi.

“Koş Ahmet, o göbeğini eritmesini bilirim, ben” derdi.

Olimpiyat Şampiyonu Yaşar Doğu’nun hemşerisi Ahmet, ailesinin tek çocuğu olarak askere gelmişti. Ufak tefek, vücudu ile elinden geleni yapıyor, minyon vücudundan olsa gerek, ona bölükte herkes “Porti” diyordu. Yapamamasına rağmen, asla koşuyu bırakmıyordu, ama zorlana zorlana bitiriyordu. Askerlik önemliydi, bitirdikten sonra köyüne dönecek belki de evlenecekti.

Birkaç gün sonra çavuş, fırının yanından geçerken Ahmet’i, yine sıcak fırına vücuduna yaslamış gördü, bir yandan da titriyordu. Bu sefer dayanamadı gitti “Ahmet, yarın hemen revire gidiyorsun”, dedi. Ertesi gün içtima (1) alanında takım komutanı Ahmet’e tokat indirdi ve “ben size, benden izinsiz revire gidilmeyecek demedim mi? “ dedi ve sesi alanda yankılandı. Çavuş, hayır dedi isyanla, yerinden fırlamaya çalıştı ama arkadaşları ona engel oldular. Yoksa o da dayak yiyecekti. Kendi kendine:

“Ahmet çok acı çekiyordu, ona revire gitmesini ben söyledim.”, dedi.

Başka bir subay tekrar Ahmet’e yükleniyordu. Çavuş subayın talimatını unutmuştu ama bir yandan ne kadar çok, “ben demedim miler” , “ben bilirimler” havada uçuşuyor diye düşünüyordu. Bir koğuş içinde ağrılar, sızılardan zerre kadar haberiniz yok, hep yıkılmayan otoritelerinizin kazara sekteye uğrayacağı endişesiyle, fillerin çimene basması gibi karar veriyorsunuz diye tepkiliydi. Çimenler eziliyor, günden güne yok olup, gidiyorlardı.

Yanlış anlaşılmasın diye belirtmekte fayda var, çavuşun otoriteyle ilgili düşündükleri askeri kişiliklere ait değildi, zaten göbekli subay da yedek subaydı. Pırıl pırıl nice insanlar vardı askeriyede. Sarıkamış’ta buz üstünde bir atın arkasından kayak yapan yüzbaşı gibi. Çavuş ne zaman görse onu gülümser, yüzbaşı da karşılık verirdi, sempati, saygı, sevgi her zaman sözle, uzun uzun konuşmadan da oluyordu. Ne bir örseleme, küçümseme, öfke belirtisi yoktu. Onun yüzünü görmek bile insanın kalbini rahatlatırdı. Ama toplumun her kesiminde, çalışma hayatında, bürokraside, siyasette, eğitimde normal hayatta görebileceğiniz her alanda otoriteler mevcuttu. Otoritenin, kişisel korku ve kaygılardan ördüğü bir anlayış hakimdi. Yetkilerin, psikoz ve hezeyan içinde kullanabilmesi mümkündü. Toplumsal erozyon ve dejenerasyon ise ayrı bir konuydu.

Bilimsel açıklamak gerekirse; “Weber iktidarı, insanları itaat etmeye ve arzu etmedikleri şeyleri yapmaya zorlayabilme olarak tanımlar. İktidar bir kişinin ya da grubun, diğerlerinin davranışlarını kontrol etmesini ifade eden toplumsal bir ilişkidir diyebiliriz. Buna karşın otorite, kurumsallaşmış ve yönetilenler tarafından benimsenen meşru iktidardır. Sennet, ise, otoriteye hem gereksinim duyduğumuza, hem de ondan korktuğumuza dikkat çeker.”

Ahmet’in yanağına inen tokat ya da kıçına vurulan tekme vücudu bir müddet incitirdi. Peki ya  ömür boyu kıvranan vicdan ve ruhun derinliklerine inen acılar ne olacaktı. Yüze inen bir tokat çok acı vermese de; ruhlarda bıraktığı üzüntü, kalplerdeki acının yıllar boyunca unutulması ve hepsinden de önemlisi aileleri nezdindeki teessürü karşısında umursamazlıklar, ben yaptım oldu demeleri düşündürücü değil mi sizce?

Bana göre yönetmek, liderlik bambaşka bir şeydi. İnsanlar korkularıyla yönetilmemeliydi. Korkunun esir aldığı iradeler, yönettikleri insanların çok uzağında karar alabiliyor ve uygulamaya çalışıyorlardı. Bu kararlar da sistemin ve toplumsal hayatın iyileştirilmesi yerine,  otoritenin başarısına özgülenmiş, kişisel egolarla da çerçevelenmişti. Bu yüzden otorite, kendini hapsettiği fildişi kuleden çıkarak, halkın arasına girmeliydi.  Belki o zaman karşısındakini anlayacak, korku yerine sevgiyle yaklaşacaktı. Toplumun en ince sorunlarından biriydi bu.  Çavuş böyle bir çıkarım yapmıştı kendince.

O gün Ahmet’i son görüşleriydi. Yalpalaya, yalpalaya gitti. Kafası bir yana yıkıktı. Aylar sonra bir mektup geldi ondan. Böbrek yetmezliği teşhisi konmuştu, mektubu durumunun kötüleşmesine neden olanlara sitem doluydu. Çavuş, çok zaman geçse de, vicdanen rahat değildi. Ahmet için üst ranza komşusu için bir şeyler yapabilir miydim diye hep düşünür olmuştu. Ona mektup gönderdiler ve neredeyse tüm bölük mektuba imzalarını attı, ellerinden sadece bu geliyordu.

Yıllar sonra İstanbul’da çavuş ve göbekli subay Tophane’nin meşhur çay bahçelerinde tesadüfen karşılaştılar. İkisi de, birbirini görmezden geldi. Ahmet’in göbeğini eritmekle meşgul subay –ama kendi göbeğini eritmekten aciz- sivil hayatta avukat olmuştu, üstelik çavuşun çalıştığı eski şirkete. Çavuşun elinde değildi, emin de değildi ama Ahmet’e çektirdikleri yüzünden bu adamı hiç affetmiyordu. Bir gün Ahmet’in öldüğü haberini İstanbul Ayazağa’da başka bir asker arkadaşından öğrendi. Üzüntüsü yine depreşmişti. Öfkesi ona askerde iken yaşadıklarını bir kez daha hatırlattı. “Ailesi bin bir ihtimamla askere gönderdikleri tek çocuklarının itilip, kakıldığını ve ağrı içinde kıvranırken en normal hakkı olan sağlık hizmetinden yararlanma hakkının bile engellendiğini  görse ne derdi acaba?” diye düşündü, öfkeliydi.

Yine Ayazağa’da başka bir gün bir televizyon haberiyle irkildi. Tunceli kırsalında çıkan çatışmada 2 er hayatın kaybetti. Ekrana bir fotoğraf yansıdı. Aman Allah’ım bu futbolcuydu. Şoför olarak operasyona gitmiş ve ilk kurşunla hayatını yitirmişti.( Mekanı Cennet olsun, keza Ahmet’in de öyle.) Çavuşun battaniyelerini beraber katladıkları arkadaşlarının ikisini de kaybetmişti. Üst yanı boştu, sağ yanı da yoktu artık.

Çavuş bir sabah uyandığında Sarıkamış’ın -40’lara varan soğuğunu hissediyordu, sobada yanan odunların sesini duyuyordu. Koğuşun camları soğuktan buz tutmuş, sarkıtlar oluşmuştu. Rüya mı bu diyordu. Battaniyesini katlamak istiyordu, bir yanında Ahmet yoktu, öbür yana dönüyordu futbolcu da gitmişti. Kış Güneşi şarkısı silinip gitmiş, çok uzaklarda, soğuk diyarlarda kalmıştı. Artık kremalı bisküvi de tat vermiyordu.

 

ŞGS

Şafak Gündüz SARIKAYA

1-İçtima:Askerlerin silahlı ve donatılmış olarak toplanmaları.(TDK)

 
 

Etiketler: , , ,

BURSA’DA ZAMAN- Şafak SARIKAYA

 

Zaman dediğimizde, aklımıza çok şey gelir. Mesela , “Sen iyi olursan, zaman da iyidir, eğer sen kötü olursan, zaman da kötüdür.” gibi. Bursa’da bir zamanlar karşılaştığım ve sizlere aktarmak istediğim iki karakterden bahsedeceğim.

Bir gün, Bursa’da çok tanınmış bir İskender Kebapçısı’nın önündeki bir banka iki arkadaş oturmuş sohbet ediyorduk. Birden hemen karşımızdaki banka, kirli, hırpani kılıklı, saçı, sakalı birbirine karışmış bir adam elinde bir şey tutarak oturdu. Hafiften sallandığını da fark ettiğim adamın ürkütücü görüntüsü yüzünden hemen yanındaki bankta oturan kadın bir çırpıda oturduğu yerden kalkıp uzaklaştı Adamın eli hafiften titriyordu, bu titreme hareketi nedeniyle İstanbul Salıpazarı’nda, Beyoğlu’nda rastladığım alkoliklerden biridir diye düşündüm. Ama bir diğer yandan, sokakta kendinden bihaber dolaşan, iletişime kapalı bu tarz insanların da, ayrı bir hikayesi olduğu, yanlarından umarsız, küçümseyerek geçip gittiğimizi de, düşünmeden edemedim.

Ben arkadaşımla konuşmaya devam ediyordum ama bir göz ucuyla adamı takip ediyordum. Adam elindeki plastik yoğurt kabından bir kaşık daldırdı, bir kez denedi, ağzına götüremedi, tekrar bir kez daha denedi, olmadı, bir kez daha denedi yine olmadı. Dayanamadım, arkadaşımın gitme demesine rağmen, alkolik, ayyaş görüntülü bu adamın hemen yanına oturdum. Oturur oturmaz burnumun direği kırıldı pis kokudan desem yalan olmaz, kim bilir aylardır yıkanmamış adama sordum, yardım ister misin diye. “Hayır”, dedi, pasaklı adam. Bir müddet sustuk. İstememesine rağmen ona yardım etmeye kararlıydım ve o esnada kolunun sakat olduğunu fark ettim. Bu sefer hep bu insanlara sormayı düşündüğüm ama bir türlü o güne kadar cesaret edemediğim soruyu sordum Çevredekiler de, merakla bizi takip ediyorlardı. Aksiyoner olmak yerine izlemeyi tercih ediyorlardı. Soruya cevap vermedi istememesine rağmen, yoğurdu yemesine yardım ettim ve tekrar sordum:

“Neden sokaklardasın?”

Sanırım yoğurdu yemesine yardımcı olduğum için hafiften bir samimiyeti kurmuştuk ve adının Yavuz olduğunu öğrendim. Hikayesi de, çok ilginçti.
Yavuz Abi, bir zamanlar öğretmenmiş ve kısa bir öğretmenlik yaptıktan sonra, yaklaşık 30 kişinin çalıştığı bir işyerinin sahibi olarak iş hayatına devam etmiş ve o zamanlar iyi de bir kazancı varmış ama bir gün işleri aniden kötü gitmeye başlamış ve akabinde felç geçirmiş ve karısı ve 2 çocuğu olmasına rağmen sokaklarda yaşamaya başlamış. İçimden gerçekten de ilginç dedim ve şaşkınlığımı belli etmemeye çalıştım. Zaman o an benim için durmuştu. Karşımda pasaklı bir insan eğitimli ve hali vakti yerinde (şimdi olmasa bile zamanında) bir iş adamı çıkmıştı. Gayet normal olabilecek bu durumu, o an beynimiz daha önceki tecrübelerimizle mukayese ettiğinden nedense kabullenmekte zorlanıyoruz.
Bu esnada, arkadaşım da yanımıza geldi. Yavuz Hoca, Bursa’da Emir Sultan civarındaki bankları mesken edinmiş hep orada kalıyor ve uyuyordu.

O gün kendisine asla kabul etmemesine rağmen biraz para verdik ve ne istersen getiririz dedik. Bir şey istemez dedi, sağ olsun arkadaşlar, yardım ediyor, bir de cep telefonu vardı, oğlu da zaman zaman ona yardımcı oluyormuş. Daha sonra Yavuz Hoca ile Emir Sultan’da birkaç kez buluştuk, onunla konuşmamızı, gülüşmelerimizi yanımızdan geçen insanlar şaşkınlıkla izliyorlardı. Zaman sanki yine durmuş, ne biz onları görüyorduk, ne de ben onun pis kokusunu duymuyordum artık. Yavuz Hoca içtenliğiyle, esprileri ile karşımdaydı. Bu samimiyetten sonra yine ne istersin diye sordum durdu ve benden kurtulamayacağını anlayarak, şöyle dedi:
“Ne para, ne yiyecek, ne giysi, ne de başka bir şey istemiyorum. Kitap getir sadece bana.”
Gittim ve dünya klasiklerinden istediği kitapları Yavuz Abi’nin mekanına, yani Emir Sultan Park’ındaki banklara götürdüm. Çok mutlu olmuştu.

Yanından ayrıldıktan sonra, Bursa’nın Altıparmak Caddesi’ne doğru yürümeye başladım ve cadde üstünde bir kızın aya doğru baktığını gördüm, gülümsüyor, kafasını sağa sola doğru büküyordu. Bu güzel kızcağızın tuhaf hareketlerine bir anlam veremeden yola koyuldum ertesi gün yine aynı yerde ve sonrasında birkaç kez daha kımıldamadan yukarı bakar halde bu sefer arkadaşımla beraber gördük aynı kızı ve bu işte bir gariplik var diye düşündük. Başka bir gün Altıparmak’ta bir taksi şoförü ile sohbet ederken kız yine aynı yerde gökyüzüne bakıyor, gözlerini kırpıştırıyordu. Taksi şoförüne, “Şu kızı tanıyor musun, niye sabit bir yere bakıyor?” diye sorduk. Keşke sormaz olaydık, kızın çok acı bir hikayesi vardı. Aya bakan kız, üniversite öğrencisiyken bir yandan da fotomodellik yapıyormuş, okulu bitirmeden arka arkaya anne ve babasını talihsiz bir şekilde kaybetmiş. Amcasının oğlu ile zorla evlendirmişler ve bir çocuğu dünyaya gelmiş ve çocuğunu elinden zorla alıp ona göstermediklerini öğrendik. Bu travma, ne acıdır ki, onu bu genç yaşında kişilik bozukluğu yaşayan biri haline getirmişti.
Bursa’dan iki karakter aradan geçen onca zamana rağmen unutamadığım kişiler arasında kaldı. Ama insanları hep kıyafetlerine, görünüşlerine göre değerlendirme alışkanlığımız yok mu, Yavuz Hoca o berbat görüntüsü ve kötü kokusuna rağmen beni çok şaşırtmıştı. Aya baka kızsa, o güzel görüntüsüne rağmen, içinde yaşadıklarıyla bizden başka bir boyutta yaşıyor gibiydi. Moliere’in “Siz zamanınızı kaybetmiyorsunuz, zaman sizi kaybediyor.” sözündeki gibi. Biri pasaklı, diğeri güzel iki kişiden zaman birçok şeyi alıp götürmüş gibiydi. Eğer hala Bursa’da iseler, kesinlikle ikisinin de iyi olmalarını dilerim.

Aslında zamanın bizden alıp götürdüklerinin aksine, zamanın bize kattıkları, ya da bizim zamana kattığımız değerle yaşadığımız hayat mücadelesi anlam kazanıyor. Evrenin genişlemesi, kuantum fiziği gibi derinliklere ise hiç girmeyelim isterseniz.

Zaman, Yavuz Hoca’dan ve bu genç bayandan birçok şey alıp götürmüştü. Yavuz Hoca’dan sağlığını, işini, sosyal statüsünü götürmüş, genç bayandan hayallerini, umutlarını almış, belki de en önemlisi dengesini yitirmişti.
Ama zamanla yapılan bu mücadelede, ayakta kalmayı sağlayacak şey, kişisel kazanımlarla (üretmek, bilmek, anlamak gibi) kendine yetebilmeyi sağlayabilmektir. Zamana fazla yüklenmeyin, o akıp gider. Bir yer mevcutsa, zamanı da, zaten vardır, bir şey olacaksa zaten zamanı gelince olur.
Kim bilir, belki de atalarımızın söylediği gibidir:

“Az gittik uz gittik. Dere tepe düz gittik. Bir de dönüp baktık ki, bir arpa boyu yol gitmişiz.”

ŞGS

 
 

Etiketler: , , ,