RSS

Etiket arşivi: sandalcı ailesi

TAYYİP SANDALCI ANILAR-5

11.05.2022- BİZİM ÇİLELİ AİLEMİZ

T. SANDALCI Amerikan Radarında Çalışırken

Sofya ile aramızda 4-5 yaş vardı . Safiye 17-18 ben ise 13 yaşında idik. Evlendik görücü usulüyle, bu yazıları yaşadığım günlerden 62yılı geride bıraktık. Neler yaşamıştık bu 62 yılda, yazmak için bir ömür lazım o da biz de kalmadı, sadece önemli iz bırakan olayları ancak yazabiliyorum.

Aslında ikimiz de çocuk yaştaydık, tartışma nedenlerimizi düşündükçe gülmemek mümkün değil: sizin köy mü daha güzel yoksa bizim köy mü, senin baban mı iyi adam benim ki mi gibi; kendimizce yaşımıza uygun bir sebep bulurduk tartışmak için.

İlk çocuğumuzu cehalete kurban ettik,(Havva 1960-62); Havva iki yaşına girmiş fakat halen yürüyemiyordu. Yürüyebilmesi için yaptırdığımız iğnenin aşırı dozu ve enfeksiyon kapması sonucu 24 saatte kaybettik.

DAMAT İNTİHAR EDİNCE

Bir son bahar mevsimiydi , mezarlığın aşağısında çağıl arasında çift sürüyordum, Sofya’da kömüşlerin önüne yürüyordu. Derinden kulağımıza gelen davul sesi bizi heyecanlandırıyor, bırak işi gücü düğün başladı diyorduk, ikimiz de çocuk denecek yaşta olduğumuzdan bir an önce tarlayı bitirip akşam erkenden düğüne gidecektik.

Düğün komşumuz Kücü dayının oğlu , CİSO’nun düğünü, Ciso(Hasan) kücü İbrahim dayının tek çocuğu idi, bir de kızı varmış kücü dayının , gürgenlikte ağaç keserken kestiği ağacın altında kalarak hayatını kaybetmiş. Ciso köydeki diğer yetişkin gençler gibi ( genelde yoksul olanlar) uzunca süredir Zonguldak kömür ocaklarında çalışıyordu. Evlenme zamanı gelmiş geçmişti bile. Nihayet güzel bir düğün kuruldu 2 davul 2 zurna ve köçek, düğün başladı.

Tam düğün için kıyafetlerimizi giyip hazırlanıyorduk ki , komşu acı haberi verdi; damat intihar etmiş dedi. Gerçekten davullarda susmuştu, bu defa düğüne değil de taziyeye uygun bir kıyafetle düğün evine taziye için gittim.

Akşam karanlık basarken bir ara damadın yokluğu fark edilir, herkes damadı aramaya başlar, çevreye dağılanlardan biri birde bakmış evin hemen yakınında tarlaların ortasında kocaman bir meşe ağacında sallanıp durur ciso nun cansız bedeni.

Dikmen’e haberci gitti (başka ulaşım yok , telefon yok), jandarma, doktor geldi otopsi yapıldı, kesildi biçildi, gerdek yerine mezara girdi ertesi gün Ciz Hasan. Evlenmek istememiş ciso, babasın israrı üzerine düğün kurulmuş dendi. Kömür ocaklarında çalışırken erkekliğini yitirmiş dendi, doğuştan iktidarsızmış dendi, dendi de dendi; gerçek sebep Ciz Hasan la birlikte gömülüp gitti.

Ne önemi var ki ha öyle olmuş ha böyle. Cenaze yıkanırken suyunu da bana döktürdüler, sen hocasın öğrenmen lazım dediler. Otopsi için parçalanmış cesedi hayatım boyunca unutamadım, bende derin bir travma yarattı olay.

İyi anılarım da var bu yıllara ait: duymuştum bir yerlerden, hiç okula gitmeden ilkokul diploması alına biliyormuş. Arada bir anamın başını ağrıtıp duruyordum ; anne ben bu köyde sıkılıyorum, bir yere gitmek istiyorum , belki İstanbul’a gidip bir kuran kursu, hafızlık filan , zaten neredeyse kuranın ¼ ünü ezberlemiştim. Hafız bir komşumuz vardı ramazanlarda kasabalara gidip mukabele okurdu, iyi para toplardı, itibarı da vardı hafızlığın hani. Ancak istanbul’da barınacak yer ve giderleri karşılayacak durum yoktu.

Hiç olmazsa bir ilkokul diploması almalıydım başka bir şey yapma imkanım yoktu. Annem :“ Sinop’ta hoca amcamız var git ona anlat bakalım bir şey yapabiliyor mu” dedi. Çam sakızı çoban armağanı hesabı 2-3 kg yağ yoğurt alıp geldim Sinop’a Abdullah Karagülle, amca dede kardeşleri oğlu idi. Milli Eğitim eğitim araçları müdürü idi.. Anlattım derdimi, O yıllarda henüz dışarıdan giren için düzenlenen sınav sistemi yoktu. Cumhuriyet ilkokulu müdürünü aradı rica etti. Müdür,” gönder gelsin “ dedi.

Müdür odasına aldı beni , iki tanede bayan öğretmen çağırdı sınıflardan, dört kişi olduk müdürün odasında. Önce metin okuttular sonra dört işlem, din dersi , kıraat la küçük bir süre okudum., müzik dediler, nota filan hiç görmemiştim. Sen ne iş yaparsın köyde dediler, çiftçilik yapar çobanlık yaparım dedim. Çobanlık yaparken hiç türkü söylermisin dediler, söylerim dedim, ozaman hadi söyle ne biliyorsan dediler. O an aklıma gelen:

otobüsler boyandı,

kol orduya dayandı,

benim sevdiğim şöför

alkanlara boyandı….türküsüne asıldım; müdür: biraz yavaş söyle şimdi sınıflardaki çocuklar toplanacak buraya ne var diye dedi. Böylece benim sınav bitmişti .Ertesi gün diplomayı alıp Abdullah amcaya teşekkür edip, büyük bir sevinçle döndüm köye.Köye ilk okul diploması getiren ilk ve tek kişi idim , nasıl mutlu olmayayım ki. Köyümüze ilkokul bu tarihten 11 yıl sonra açıldı

Bu yıllarda babam da İstanbulda çalışmaktaydı, benim düğünden dolayı bir miktar borçlanmıştık. 3 yıldır babam İstanbul’da idi.1964 ilk baharında İstanbul’a babamın yanına gittim, birkaç gün kalıp babamla birlikte köye döndük. Babamın bu gelişi baya zengin bir dönüş olmuştu; (hasan kalfa kadar değil tabi, Hasan kalfa anamın dedesi İstanbul’dan köye dokuz katırla geldiği söylenir), her tür bakır eşyalar, ev halkına giyeceklerin en iyisinden, altıparmak urba ve saire, at takımı heybesi, radyo, gereken her şeyi almıştı babam iyi para harcamıştı kısacası.

O yıl ot orak harman işleri bitince aradaki boşluktan faydalanarak Sinopa ablamı ziyarete gelmiştim. hem uygulamadandır kış gelirken kasabadaki yakınlara kışlık erzak gönderilir, benim için bir değişiklik olacaktı hem gezecek hem ablamı ziyaret edecektim. Sami eniştem Amerikalıların yanında radarda çalışıyordu. Sinop’ta İngilizceye ve Amerikalılara karşı yaygın bir sempati vardı. Bu sempatinin haklı nedenleri de vardı hani. Bırakın dünyayı , ülkeyle bile doğru dürüst bağı olmayan 10-12 bin nüfuslu ,hapishanesi ve limanı ile ünlü, hiçbir gelir kaynağı olmayan küçük bir kasabaya, davranış biçimleri ve ekonomik farklılıkları ile sanki uzaydan gelen yabancılar gibi gelip şehrin tepesine üs kurmuşlardı (halk buraya radar derdi).

Zaten bir takım küçük yardımlarla (marşal yardımı okullara süt tozu yardımı, orduya yapılan miadı dolmuş araç gereç yardımı gibi) Türkiye’de Amerikan sempatisinin alt yapısı oluşmuştu, halk kolay kabullendi bu durumu. Ciklet sigara wiski, kot pantolonla tanıştırdılar yaşlı kıtanın küçük kasabasındaki insanları. Çocuklar “okey jiklet Money” büyükler “helo havayu” demeyi öğrendi kısa sürede. mahrumiyet bölgesi (hardship tour)olduğu için gelen askerler 1 yıl kalıp giderdi, Türkiye’ye gelen her asker mutlaka birkaç çift bot, bir kaç battaniye ve halı alırdı. İlerleyen yıllarda ailelerini de getirmeye başlayınca ev sahiplerinin yüzü güldü. 200-250 dolara kiralardı Amerikalılar evleri. O zamanlar 250 dolar büyük paraydı. Amerikalı er maaşı 1000$ civarı idi.

Her neyse hikayemize dönersek, bir sonbahar günü hem gezmeye hemde ablamla eniştemi ziyarete gelmiştim Sinopa. Gezerken , bugünkü adliyenin önünde seyyar bir kara tahtada tebeşirle şöyle yazıyordu: “Halk eğitim müdürlüğü tarafından akşamları ücretsiz İngilizce kursu tertib edilecektir. İlgilenenlerin Halk eğitim müdürlüğüne kaydını yaptırması …” Kara tahtanın önünde durup sindirerek okudum, biraz ileri gidip geri döndüm tekrar okudum, adeta resmini çektim kara tahtanın . hayır mümkün değildi, Türkçeyi bile doğru dürüst bilmeyen , mektep medrese görmemiş bir adam İngilizce öğrenemezdi, zaman kaybı olurdu , macera olurdu, olsun nasıl olsa bedava idi, bir şey ödenmeyecekti, kalacak yer de vardı, ama bir şey yoktu, öz güven, köyden kasabaya ikinci gelişimdi. Aksanım, tavrım, kıyafetimle köyden, çobanlıktan geldiğim her halimden belli idi, kara tahtayı bugün ilk defa görmüştüm adliyenin önünde. Bu donanımla şehirlilerin arasına katılacak, dahası bir de yabancı dil öğrenecektim, olmaz ,olamazdı, gün boyu düşünüp cesaretimi toplamaya çalıştım. Zor da olsa kararımı vermiştim. Ertesi gün Halk eğitime gidip kaydımı yaptırdım. Kurs haftada 3 gün idi, barış gönüllüsü ,Amerikalı hoca Robert Dankoff tarafından verilecekti. İlkokula giden çocuk heyecanı ile gidip sınıfın en arka sırasına oturdum. Cumhuriyet İlkokulundaki büyük bir sınıf ayarlanmıştı, sadece tanışma gibi , hoca isimlerimizi yazdı. 80 kişi gelmişti ilk gece. Hızla düştü bu sayı. Bir hafta sonra 40-50 ye, ikinci haftada 25-30’a kadar düştü.

Yavaş da olsa adapte oluyordum ortama, ara ara güldükleri oluyordu benim konuşmalara: mesela sıra demekte baya zorlanıyordum, sıra diye bir sözcük yoktu benim dağarcıkta, kitabımızda her şey İngilizce idi Türkçesi yoktu. “Let’s learn English” di kitabımızın adı. “The book is on the desk “ sözcüğünü kitap masanın üzerinde diye tercüme ederdim. Halbuki kitap sıranın üzerinde olacaktı doğrusu. İşte böyle bazen gülerlerdi ama pek aldırmazdım.

Hatıratım uzun zamandır günlüğüme ara vermıstım. tekrar baslayabıldım nıhayet. Tuberkuloz neticesi bir kaç aylık istirahatten sonra tekrar kilolarımla işe dondum. Çünkü istirahatim boyunca köyde bana anneciğim bol bol tereyağı ve bal yedirmişti. Hastalık günlerinde baya sıkıntılı günler yaşamıştım. akcıgerler kalbı de etkılıyor, darlık yapıyordu zaman zaman olume yaklastıgımı hıssederdım.

4 cocugun babasız ortada kalma tehlıkesı ve korkusu benı iyice korkuturdu. Tanrıya ettıgım dualarda kendım için degıl cocuklar ıcın yakarırdım. Bır defasında köyde ıyıce fenalastım at sırtında beni Bafra’dakı doktora götürdüler . Nıhayet ıstırahat bıttı ve ısıme dondum. Dondugumde benı farklı bır bolume verdıler,Daha once Dıspatcher (arac sevk memuru)ıken mudurun yanında daktılo olarak calısmaya basladım. Aynı zamanda on parmak daktılom vardı. Burada duzenlı bır mesaım vardı ama ders calısma sansım yoktu.bır kac ay sonra dıspatcher kadrosunda bosluk oldu ve oraya dondum. Tekrar derslerıme baslamıstım. Orta okulu bıtırdım pesınden lıse ve nıhayet ozamanlar dısardan devam mecburıyetı olmayan sınrlı bır kac okuldan bırı olan sevk ve ıdare yuksek okluna(sıyo) ya kayıt oldum.

Yıl 1975, puanım 416 idi. Sevk ve idare yuksek okulu 1974 Ecevıt hukumetı donemınde kurulmus Turkıye ve Orta dogu Amme ıdaresı Enstıtusune baglı bır yuksek okuldu. Okulumu sevmıstım cunku egıtım ıcerıgı cok genıs ve genel kultur agırlıklı hayata daır ne varsa psıkolojı sosyolojı, hukuk,anayasa, ekonomı ıstatıstık matematık ısletme yonetımı personel yonetım, organızasyon ve metod ne kadar sosyal konular varsa hepsınden temel bılgılerı ogretıyordu.

Zaman zaman haftada bırden fazla Ankara’ya gıttıgım oluyordu. Ankarayı da çok sevmıstım. Sıhhıye’de bır parkta oturup cay ve ya bıra ıcmek guzeldı.Sakarya’ da pıknık dıye tabır edılen bır bırahane vardı kapalı ve acık mekanı olan bır yerdı .Sınoplular orayı cok severdı.Aslında butun Turkıyenın gozdesı bır yerdı orası.Her gıttıgımde oraya ugrar mutlaka bır sosıs tava ıle bıra ıcerdım.Ankaranın guzel tarafı bu ıdı benım ıçin. Dıger zamanlarda genellıkle pıde yerdık. En ucuz karın doyurmanın yolu bu ıdı. O yıllarda ekonomık durumum hic de ıyı degıldı. Çunku 1974 de evın bulundugu yerın arsasını almıstık. Yaklaşık 35000 tl ödeyerek aldıgımız arsanın yarıdan fazlası dostlardan alınan borçlarla tamamlanmıştı. Yine aynı yıllarda aldığım maaş ise 1500-2000 tl arası idi.

Arsayı almak ben ve eşım icin farklı bir şeydi ,sadece bir arsa değildi o bizim için, şehre açılan bir kapının anahtarı ,aıle ıcın yenı bır cagın baslangıcı ,ailenin sigortası, koyden kente gecıs yolunda onemlı bır donum noktası, kısaca aılenın ıkametını Dudastan Kefevı mahallesıne tasıyacaktı bu arsa.

Yaklaşık bir asır önce(tahminen 1850-1880) İstanbul’dan köye gelip o günün zor koşulları altında köyde yeni bir düzen kuran Hasan Kalfa(annemin annesinin babası) ve köyde yerleşik olan Kuzundayı Mehmet(her iki dedemin babası İsmail ve Aziz dedelerimin) O günkü 10-12 milyon nufuslu Türkiyenin%95 okuma yazma bilmeyen ve kırsal kesimde yaşayan yine 2/3’ü hasta sağlıksız bir toplumun bir yandan savaş diğer yandan kıtlık, Osmanlının çöküş yılları, toprakların eyaletlerin birer birer elden gittiği yıllardır bu yıllar. Köyde yaşamak hem daha emniyetli hem daha ekonomıktır. Devlet vatandaşı için hiç bir şey yapamamakta (eşkıyalara karşı iç güvenlik bıle saglanamamaktadır) fakat ağır vergiler zorunlu olarak savaşın geregı devam etmektedır.Galıba bızım koy ve benzer koylerın kentlerden ve devletten uzak ulaşım olmayan uç noktalarda yerleşmelerininde en önemli sebeplerınden bırısı bu dıye duşunuyorum. Bu dönem insanları yoksulluk, yetimliğin ağır pençesi altında nesillerini zar zor devam ettirmekten başka bir şey duşunmemektedır.

DEVAMI VAR……

 
 

Etiketler: , , , , , , , , , , , ,

TAYYİP SANDALCI ANILAR 4. BÖLÜM

25.04.2022- BİZİM ÇİLELİ AİLEMİZ- TAYYİP SANDALCI

Mart ayı geldiğinde artık yavaş yavaş ağaçlar ve koyunlar doğurmaya başlar.. Ağaçlar tomurcuklanır (civirdükler açar) çevrede kuzu melemeleri duyulur, bunlar ağır kış şartlarının atlatıldığını müjdelerler çobanın kulağına. Bu mevsim aynı zamanda dere kışlayı kapatıp köy merkezine göçme Zamanıdır. Anlatılmaz bir duygudur köye göçme. Artık zor kış şartları atlatılmış bahar gelmiş, çiçekler çiğdemler açmış, çorba çörek yapmaktan kurtulmuşsunuz, uzunca bir süredir ayrı kaldığınız ailenize, ocağınıza kavuşursunuz, önünüze hazır sıcak yemek gelir. Şimdi hayat hayvanlar içinde sizin içinde çok daha rahattır artık.

Aynı göç heyecanı birkaç ay sonra Mayıs sonu Haziran başı gibi yine yaşanacaktır. Bu defa köyden yaylaya çıkılacaktır. Çoban koyun kuzu sürüyü alıp yaylaya giderken aynı gün öküz arabasına (kanı) yaklaşık 4 ay kalınacak (Haziran-Eylül) yaylada gerekli minimum eşyalar yüklenir , yola çıkılır aynı heyecan bir kez daha son baharda yayladan kışlaya göçerken yaşanır. Bu defa sevincin yerini hüzün almıştır sevgiliden ayrılmak gibidir sanki. Güzel günler geride kalmış ,zor günlere yaklaşmıştır. Yayla zamanı, güzel günler demek, ayran yoğurt bol soğuk suları serince havası ile yazın sıcağından etkilenmezsiniz.

Çoban için yine zordur yaşam, çobanın gecesi ile gündüzü yer değiştirir yaylada; gündüzleri sıcakdan koyunlar otlamaz, gün batımına yakın başını kaldırıp otlamaz , gece yarısından önce koyunlar gelmez ağıla, aynı şekilde sabaha 1-2 saat kala erkenden otlatmaya çıkarırsın koyunu. Geceleri en fazla 1-2 saat uyuyabilir çoban. O nedenle gündüzleri hep uyur çoban, uyuyabilirse tabi, boş bir ağaç gölgesi bulacak , kara sineklere de aldırmayacaksın. Ben bu işi pek beceremezdim, çobanlığı sevmediğim için iyi bir çoban olamadım. Şayet orak zamanı ise bazen çobanın gündüz uyuma hakkı da askıya alınır. Gece uyuduğu 1-2 saatle yetinmek zorundadır. Orak başladı, bu kelime hala beni heyecanlandırır, sanki seferberlik gibidir orak, genç yaşlı herkes bu seferberliğe katılır, orak köy olarak hep birlikte başlanır ve biter , geri kalan salmalığa kalır; yani orak bittiğinde herkes hayvanları çobansız başıboş salıverir, buna salmalık denir. Salmalığa kaldınsa bir taraftan ekinleri hayvandan korurken diğer yandan orak biçersin ki, bu bir adamın başına gelebilecek en kötü iştir.

Orak biter sap çekme eylemi başlar, bu da en zor işlerden biridir; biçilen , toplanan saplar 5-6 km mesafedeki araziden berbat bir “off road” gib %i 40-45 derece eğimli rampalardan aşağı hayvanın direnmesi ile oluşan fren ile paldır küldür ağustos ayının 30-40 derece sıcağı altında kanı ile yayladan köy merkezine taşınır sap..

Bitmeyen bu çile, harmanla devam eder, bu da ayrı bir çiledir. Sabah erken kalkıp harman temizlenir hazırlanır ekinler harmana saçılır, daha sonra öküz veya mandaya koşulan düven ile sıcak altında gün boyu dolap beygiri gibi döner dönersin taa ki saplar iyice parçalanıp daneler ayrılıncaya kadar. Genelde ikindiye kadar sürer sapların parçalanıp harmanı toplama zamanı. Harman toplandıktan sonra som savurma işi başlar, yaklaşık 8-10 m3 hacminde bir som savura savura içindeki daneler ayrılır. Şansın yaver gidip de rüzgar iyi eserse hani bir iki turda bu işi bitirirsin. Yok eğer rüzgar esmez ise Allah bilir ne zaman biteceğini, bizim harmanın yeri hiç de uygun değildi rüzgar açısından, çok zorlanırdık som savurma işinde çoğu zaman gece geç vakitte yarı karanlıkta tamamlayabilirdik işi. Hatta bazen ertesi güne kaldığı bile olurdu, bazen de yağmur yağar birkaç gün kalır som ıslanır dane saman zarara uğrardı. Her yıl değilse bile 1-2 yılda bir böyle şeyler yaşanırdı bizim harmanda. Som savrulup daneler ayrılınca önce gözerden geçer çec, daha sora daha sık gözenekli kalburdan geçirilir . ayıklanan ekinler çuvallanıp sırtlayarak ambara taşırsın bu bölümü genelde kadınlar yapardı bizde, erkek de samanı samanlığa koyar .Bu işlem yaklaşık bir ay kadar sürer, taa ki harmanın kaşındaki sap yığınları bitinceye kadar.

Harman işi eylül ayının bir yerlerinde biter. Bu arada kışa hazırlıklar yapılır bağ bahçe hasat edilir,elma armut, şeker pancarı, kızılcık gibi meyvelerin pekmez pestili yapılır. Artan zamanda derekışladan at eşek ve sırtında kış için ve pestil pekmez işi için odun taşırsın. Dere kışladan odun taşımak hiç de kolay bir iş değildir. 5-6 km mesafe çok kötü bir at eşek ve yaya yolu dimdik iniş dönüşte hayvanın sırtında yük % 60-70 eğimli yokuş yukarı çıkarsınız. Günde ortalama bir sefer yaparsınız ikinci sefere ne zaman yeter nede enerji.

Ekim kasım ayları çevre kasabalarda, Gerze, Durağan ve Boyabat’ta panayırlar kurulur. Bu panayırlarda hayvan pazarları kurulurdu, insanlar hayvanlarını alır satar takas ederdi. Aynı zamanda eğlence çadırları kurulurdu bu panayırlarda , bizim yaşlar için ve bizim gibi köy de yaşayanlar için heyecanlı eğlenceli olurdu panayırlar. Bu boşluk çok da uzun sürmeyecek hava şartlarına bağlı olarak ekim sonu kasım başı gibi çift sürme zamanı başlayacak ve yine kış gelecek yine derekışla yine çobanlık, bu döngü böyle devam edip gider.

Bu döneme ait duyguları kendimce şu dizelerle anlatmaya çalıştım:

DUDAŞTA ÇOBAN OLMAK

Çamurdan çitten yaptığı kulübede barınmak

Kuş ekmeği toplayıp akşama çorba yapmak

Çöpür döşekte uyuyup sınırlı hayaller kurmak

Zor olur Dere kışlada kışı geçirmek.

Civirdüklerden ( yaprak açmadan önce ağacın uyanma belirtis) baharın müjdesini almak

Menekşe çiğdemden takvimi okumak

İlk doğan kuzu sesiyle baharı yakalamak

Hoş olur dere kışlada baharı karşılamak.

Kışı unutup kışın yaşattıklarını unutup kuzularla bahara alışmak

Sonra köye taşınma hazırlıkları yapmak

Yatağını döşeğini yüklenip sürüyü köye sürmek

Buruk olur çobanın Derekışladan ayrılışı.

Yaylaya çıkmak için ülkeri saymak

Evi ağılı elden geçirip yeniden hazırlamak

Sonra sürüyü alıp yaylaya çıkmak

Yaman olur Dudaş’ta yaylaya göçmek

Bahar yağmurları ile sırılsıklam olmak

Peşinden güneşle kebeyi kurutmak

Sonra bağrını güneşe verip uyumak

Güzel olur çobanın baharı yaşaması

Çam dan yayı çıkarıp avuz pişirmek

Düet yapan gugukların bülbüllerin arasından geçmek

Kuzu oğlak seslerini müzik gibi dinlemek

Başka olur çobanın baharı yaşaması

Kayan yıldızlara bakarak dilek tutmak

Saman yolunda turlayıp aya konmak

Dolunayda oturup kitap okumak

Farklı olur çobanın mehtap anlayışı.

Gece yarısı sürüyü kırlara sürmek

Yıldızlardan saati okumak

Sonra sürüyü alıp kuşluğu gelmek

Böyledir çobanın yazı yaşaması.

devamı gelecek……..

 
 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , , ,

“TAYYİP SANDALCI”- ANILAR 3. BÖLÜM

11.04.2022- Tayyip SANDALCI

Dernek binamızın 20 metre yakınlarında oturuyor Tayyip SANDALCI. Değerli komşularımızdan. Yaşamını ne güzel kaleme almış Tayyip Ağabeyimiz. anılarının her satırı gelecek kuşaklar için örnek olacak ve iz bırakacak nitelikte. O şimdi hasta yatağında; yazdığı anıları bizimle paylaştığı için teşekkür ediyor, kendisine acil şifa diliyoruz.

Kent ve köy kültürlerinden yaşama yansıyanlar arasındaki farklılıkların uyuma dönüşme örneklerini yayınlamaya devam edeceğiz. Yaşam içindeki karşıtlıklar, bilinç ışığında değerlendirildikçe, her birimizin bilinç potansiyeli arttıkça, uygarlığa yol alacağız. BİLKE”

BİZİM ÇİLELİ AİLEMİZ -3-TAYYİP SANDALCI

3-4 yıl böyle geçmişti…………..

Bu yıllarda babam İstanbul’da çalışıyor, köyün bütün işleri benim sırtımda idi. Çiftçiliğe dair ne varsa her şeyi yapmaktaydım. Yaptığım işler yaşıma göre ağır işlerdi (13-15) .

Köyün yaşlısı Hayri hoca şöyle demişti:

” bu köyde iki çalışkan adam var, birisi Tayyıp, diğeri de Bilolun dayama” demişti. Dayama iç güveyiye denir, askerliğini yapmış iri yarı aslan gibi adamdı dayama. Her yetişkin öküz arabasına sapı yığıp yayladan kışlaya gelemezdi. Yollar 3-4 km ama kötü bir off-road gibiydi, eğer sapı arabaya sağlam yığamazsanız sap inişlerde bir yerde dağılır arabadan düşer yeniden yamada sıcağın altında sap yığmak mecburiyetinde kalırsın ki bu bir adamın başına gelebilecek en kötü durumdu.

En zoru da çift sürmekti benim için. Kara sabanla çift sürmek belli bir enerji gerektiriyordu, koştuğun öküz güçlü ve eğitilmiş olmalıydı. Hiç unutamayacağım böyle bir yıl yaşamıştım. Kömüşlerimiz yaşlanmış çok ağırlaşmışlardı, gençleştirmek gerekiyordu. Son baharda Gerze’de panayır kurulur, genelde hayvan pazarı hareketli geçerdi. Diğer çadır eğlenceleri de kurulurdu. Yaşlı mandalarımızı getirip, gençlerle üste para vererek takas ettik. Genç güzel, uyumlu bir çift malak alıp döndük köye. Ancak, ben acemi malaklar acemi, kocaman bir çiftlik sürülecekti, malaklar boyunduruk görmemiş güçleri yetmiyor sabanın peşinde benim de gücüm yeterli değil. Kabaçam denen mevkide büyükçe bir tarlamız vardı, killi topraklı, toprak jiklet gibi sabana sarar sabanı kabul etmezdi. Bir hafta boyunca bu tarlayla uğraşmıştık. Aslında normal şartlarda yetişkin bir adam iyi bir öküzle bir günde sürebilirdi bu tarlayı. Zaman zaman dışkımdan kan geliyordu, sabanı karnımla bastırmaktan. Gücüm yetmedikçe hayvanlara ve önünde yürüyen eşime vurduğum bile olmuştur. Allah afetsin.

Arazimizin bir bölümü 1 saatlik %40 eğimli bir yolla çıkılan yayla mevkiinde , bir bölümü ise 1,5-2 saatlik mesafede usta köyünde bulunuyordu. Ekim-nisan ayları arasında hava müsait olduğu hergün mutlaka çift sürme işi devam ederdi.

Bir de çobanlık vardı bu yaşamın içinde: kış gelip kar oturduğunda köy merkezi ve yaylalar artık uzunca bir süre kar altında kalacaktır, çobanlıktan başka yapılacak iş yoktur, bu günlerde koyun keçileri alıp kardan etkiyi azaltmak, hayvanların yiyecek kökçe bulabildiği Derekışla’ya inilirdi. Dere kışla, köy merkezinden yaklaşık 300m düşük rakımlı vadinin tam da tabanında, tepelerden bakıldığında denizden (doğu-batı) dağlara yukarı yavaş yavaş belli bir eğimle uzayıp giden bir kanyon bir vadiyi andırır. Ağacın dalları gibi kollara ayrılarak zikzaklarla Göktepe ormanına çıkar bu vadi. Koyun keçi sahiplerinin Derekışla’da ilkel bir mandırası ve çoban kulübesi bulunurdu. Bizimde burada bir mandıramız vardı hayvan kışlatmak için . Mandıra iki katlı idi, keçiler bir katına koyunlar diğer kata konur yada karışık konurdu. Mandıra çobanın kaldığı kulübeye oranla daha muntazamdı. Bizim kulübenin bir cephesi mandırayla ortak duvara, arka cephe toprağa dayalı, ön cephe kapı ve hemen kapının bitişiğinde ocak, diğer sağ cephede 2-4 cm çapında yaşken 3-5 cm çapında,  meşe ve çitri dallarından sepet zembil örgüsü gibi örülmüş arası sarı toprak saman karışımı ile sıvanıp doldurulmuş, yaklaşık 2×2 ve ya 2×3 ölçüsünde bir kulübe idi. Altında keçi çöpüründen dokunmuş döşeğin içinde ince bir yün veya keçi çöpürü, üstünde yine birkaç tane keçi çöpüründen dokunmuş döşek. Bu örtülerle gecenin soğuğuna karşı koymak çok zor olurdu. Mecburen ocağı sürekli yakmak durumundaydınız, gündüzleri hem hayvanları otlatırken diğer taraftan gece yakılacak odunu temin etmek işin önemli bir bölümü idi. Neyse ki yakın çevrede odun boldu gece sık sık kalkıp ocağın ateşini canlı tutmalısınız. Genelde gündüz kıyafetleri ile yatılır ki üşütüp hasta olmayasın. Çobanın günlük kıyafeti; yünden dokunmuş aba ve pantolon başında da yine yünden dokunmuş başlık bulunurdu.

Ayva’da ramazan imamlığı yaptığım zaman teravihi kıldırıp mandıraya geldiğm oluyordu bazen.

Beyaz bir köpeğim vardı Çatalkaya’dan ıslık çalardım vadinin karşı yakasından çaya iner çaydan geçip ters denilen yerden yukarı ormanın içinden sadece yaya ve at eşek le geçilebilecek yamalardan yukarı önüme gelirdi. Bütün bunlar 15-20 koyun bir o kadar da keçi için yapılırdı. 2000’li yıllarda Acun Ilıcanın Survivor programını izlerken hep dere kışladaki yaşam koşullarını hatırlardım. Köpeğin koyunların ve sen birde Allah. Akşam geldiğinde kendine çorba, köpeğine yal yapacaksın su dereden elektrik çam çırası…

Ekmek birkaç günde bir köyden gelir. Ekmek katığı (ekşi pekmez gibi dayanıklı ekmek katığı, şansın varsa evde pişen yemekten yemek de gelebilir) ama bu her gün değil. Hava şartları elverişli değilse gelen giden olmaz, başının çaresine bakmak zorundasın.

Çok uzun sürmezdi bu serüven ama sert ve zor geçerdi. Doğayla uyum içinde olacaksın. Hayvanları doğanın bu zor şartlarından daha az etkilenmesi için biraz deneyimli olmalısın. Rüzgarın yönüne göre daha az rüzgar alan, daha çok güneş alan yerleri bileceksin günlük hava koşullarına göre hareket edeceksin böylece Aralık-mart ayları arası oldukça zor geçen kötü hava koşullarından daha az etkilenerek ilk baharın kuyruğunu yakakalamaya çalışırsın.

 
 

Etiketler: , , , , , , , ,

1960’LAR DUDAŞ KÖYÜNDE RAMAZAN ANILARI

03.04.2022- Tayyip SANDALCI

Dünyanın neresinde olursa olsun, her coğrafyada yaşayan insanların kendine has kültürleri ve ritüelleri vardır. Bilke olarak, özellikle farklı kültürlere dikkat çekiyoruz ve “FARKLARI FARK ETME” doğrultusunda çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Farklılıklar yurdun zenginliğidir. Toplumun bilinç seviyelerinin aynasıdır. BİLKE ”

Dudaş köyünde yaşamın 1. bölümünün devamı:

BİZİM ÇİLELİ AİLEMİZ- 2Tayyip SANDALCI

Bizler üçüncü jenerasyon Sandalcılar ise,  genlerimize veri tabanımıza yüklenmiş bu acı anıları içimizde taşıyarak, onlara duyduğumuz minnet, ve özlemle yaşıyoruz. 

Birinci bölümde çileli ailemden bahsettiğim gibi İhsan ve Emine’den biz beş kardeş dünyaya gelmişiz önce 1942 veya 43 de Aziz dünyaya gelir.2 yaşında iken boğmaca denilen bir hastalık o günlerde çocuk ölümlerine neden olan bir hastalıktır. Aziz bu hastalıktan vefat eder. Ailenin tek erkek çocuğunun ölümü aileyi derinden üzer. Dedem çakır Ahmet yayladan kışlaya gelirken beş çamlarda yayla kışla arasında 1000m rakımlı, aynı zamanda burası evliya diye bilinir, gelen geçen Fatiha okur, dileği olan el açıp dileğini söyler, Anadolu’nun bir çok yerinde olduğu gibi.

Dedem çamın dalına asılıp “ya rabbi senin hikmetinden süal olunmaz bilirim ki veren de sen alan da, ailemizin tek erkek çocuğunu aldın bizim ciğerimiz yandı. Bize bir erkek çocuk daha ver” diye dua eder, rivayet odur ki o dua kabul olur ve ben dünyaya gelirim. Kesin olmamakla birlikte doğum tarihim 1946 yılı Kasım ayı.

Kaybedilen erkek çocuktan sonra aileye gelen erkek çocuk oluşumdan olacak çok kıymetliyim (Çakır Ahmet dedemin çocuğu olmamış 1296-1880-ölüm:05/11/1959) çakır Ahmet dede hem eski Türkçe hem yeni Türkçe okur yazar, çok güzel kuran okur, kendisi bu makama kıraeti-kahir derdi hüzzam olsa gerek. Güler yüzlü Noel baba gibi, hoş sohbet pozitif bir adamdı. Aynı zamanda gençliğinde pehlivanmış, ben göremedim. Köyden biri bana şöyle demişti dedemi anlatırken:  “terekten babasına su vermeyen çocuklara Çakır Ahmet köy yerinden atları getirtirdi” demişti.

Tatlı dilli adamdı. Askerde jandarma komutanlığı yapmış. Bir anısını anlatmıştı:

Jandarma komutanı iken bir köye uğramışlar, evin annesi kızına seslenmiş “Zülfinaz kızım gel misafirimiz geldi” demiş bu isim dedemin hoşuna gider ve ilk torununa Zülfinaz adını verir.. Dedem daha çok imamlık yapar işlerini eş dost komşular yapardı, kısaca hatırı sayılır adamdı..

Her dede gibi benim dedemin de bildiklerini torununa aktarmakta acelesi vardı. Bu da doğanın anayasası olsa gerek. Bu bana bir yerlerde okuduğum, ölüm ile yaşam ikilisinin arasında geçen diyaloğu anımsattı..”

“Ölüm yaşama derki … benden büyük yoktur sistemde en büyük benim, ölümle her şeyi sonlandırıyorum der; yaşam da ona der ki:..

Sen öyle zannet benim genlerim benden sonrada devam ediyor der.”

Benden önce benden 10 yaş büyük Zülfinaz ablam ailenin ilk çocuğu ona öğretmiş eski ve yeni Türkçeyi. Aynı şekilde çok küçük denecek yaşlarda belki 4-5 yaşlarımda kuran okumayı eski Türkçe yazıp okumayı öğrenmeye başlamışım.. Köy imamı Abdurrahman Hoca 6 ay Dudaş’da 5 ay Çatacık’ta okuturdu. Bir taraftan mektepte diğer yandan evde ablam ve dedem çalıştırırlardı.

Bu arada annem askerde okuma yazma öğrenen komşu Arif Ağa’ya  bir batman ceviz verip 29 harfi öğrenmemi sağlamıştı. 13 yaşıma geldiğimde eski ve yeni Türkçeyi öğrenmiştim. İmamlık yapmak için gerekli bilgileri de öğrenmiştim . Abdurrahman Hoca (köy imamı) sen imamlık yapabilirsin diyerek bana icazet vermişti. Diğer tarafta Hayri hoca ,baliğ olmayan adamın arkasında namaz kılmak caiz değildir demişti. Ben bu arada 2 yıl Ayvaya . 2 yıl Çatacık’a Ramazan imamı olmuştum. Ücret fitre karşılığı idi. Evde kaç kişi var ise fitrelerini hocaya verirlerdi.1960-63 yılları böyle geçti. Kuran öğrenmek namaz sürelerini öğrenmek için gelen çocuklara öğretirdim , biraz büyükler yaşı bana yakın olanlarla güreş tutardım.

Bu arada bir anımı anlatmak isterim: Ayva da inşa halindeki kocakafa Sadettinin yeni evi Ramazan da namaz kılmak ve çocuk okutmak için bir aylığına bu işe tahsis edilmişti. Mevsim kış, odanın birinde ocak ateşi yanıyor salonda ısıtıcı yok ve soğuk. Herkes sıcak odaya sıkışmış durumda kimse salona çıkmıyor, ben ve birkaç kişi salondayız, diğerleri içerdeler, ben bir iki ikaz ettim kimse çıkmadı, ramazan herkes oruçlu ve aç , akşam namazı cemaatle birlikte kılınıp evlere gidilip iftar yapılacak, bu nedenle herkes acele ediyor. Benim uyarımı kimse dinlemeyince ben de sinirlenerek Allahü Ekber deyip namazı kıldırdım. Namaz sonrası cemaatten birisi, benimle sık şaka yapan birisi hoca dedi se ne yaptın ? Ben de ne yaptım namaz kıldırdım dedim. Yahu namaz kıldırdın da sen bize küfrettin a…koyayım da gelmezseniz Allahü ekber dedin dedi. Ne dediğmi hatırlamadım ama espiri tam da yerine oturmuştu; çocuk yaşta oluşum, sinirlenişim tam bir espiri olmuş herkeste hoş görüyle gülüp geçmişti.

Bir başka anımda şöyle: Yaşlı bir amca, (katil Alinin Emin) Emin amcanın sandıkta sakladığı gümüş köstekli çok güzel bir serkisoff saati vardı, sadece ramazan ayında sandıktan çıkarır, soldan sağa doğru göğsünün üzerine gümüş kösteği sarkıtırdı. Fakat Emin amcanın okuma yazması olmadığından saatten de anlamazdı. iftar saatleri öncesi herkes cebinden saatini çıkarıp bakar ve karşılaştırırlar, bu arada içlerinden biri sorar Emina veya Emin amca senin saat kaç ? Emin Ağa yeleğin sol cebindeki saati çıkarıp önce mendilini sonra kapağını açar bakar “bu da sizinki gibi der, ya da benim gözlerim iyi görmüyor sen bak derdi. Herkes içten gülerdi, kimse dışa vurmazdı. Ramazan Mart Nisan Mayıs aylarına rastlamıştı bu yıllarda. Çiçekler çiğdemler açıyordu, mektebe gelen çocukları alıp kırlara yürüyüşe çıkardık. Ayva sırtlarından köyümü, Dudaş’ı özlemle seyir ederdim:

 
 

Etiketler: , , , , , , , ,