RSS

Etiket arşivi: seyfullah çalışkan

ACIK AKILLI OL SİNOP

10.09.2024- Seyfullah ÇALIŞKAN

Hiçbir şey söylemeden anlarım seni ben. Yüzüne bakıp, gözlerinden bakışlarından anlarım. Kavaklar kaldırımlara yapraklarını savuralı yirmi günü geçti. Akasyalar tüy döken tavuklar gibi azıcık yeşil, azıcık sarı, gölgelerinde geniş açıklıklar. Eylül’e akıyor mevsim. Tezgâhlar tıka basa palamut, mezgit, istavrit, çinakop. Gümüş işlemeli gergefler gibi ışıl ışıl. Bıldırcın sesleri yankılanıyor, yağmur yüklü bulutlarda. Eylül her yıl bu şarkıyı söyler. Oturup denizde oynaşan ışıkların karşısında azıcık yüksekte bir yere. Dinlemek lazım. Zeytin kokar mutlaka gece, zakkum kokar. Deli gibi çiçek açmışlar. Kırmızı, beyaz, sarı… Azıcık acı, birazcık baygın. Karayel, yıldıza döner, yıldız gündoğusuna. Samyeli vurduysa tenimize çoktan vurmuştur zaten. İş işten geçtikten sonra havlulara sarınsak ne çare?

Hep aynı geyik muhabbete döner sahilde.

Deniz anaları erken geldi bu sene.

Geldi ama kaybolup gittiler.

Bütün ömrüm burda geçti. Bu hayvanlar nereden gelir? Nereye gider? Hangi akıntıyla dolaşırlar bütün Karadeniz’i? Hiç anlamam. Sır gibi bir şey. O yüzme hızıyla olacak şey değil.

Canımızı yakmasalar. Üstelik çok da güzeller bence.

Çanağının altındaki mor dantel şeritlere bayılıyorum. İnsanın tutup sevesi geliyor.

Deniz çantasıyla yeni gelen hemen soruyor. Bu gün denizanası var mı?

Yok galiba, kıyılarda görünmüyor.

Biz de yeni geldik. Açıklarda varsa bilmem.

Bir tarafımız deniz, su , havlu terlik… Öteki taraf çarşı, pazar. Okul başlayacak;

Çarşıya gittik mecburen. Okul için bir şeyler lazımdı çocuğa. Ufak tefek şeyler. Birkaç kalem, birkaç çift çorap, termos, birkaç ince defter… Sırada ayakkabı, hırka, bot falan var. Yardımcı kitaplar, çanta, çizme. Onlar da baş edebilirsek önümüzdeki ay. Geçen yıl okulun hırkasından almıştık ama artık küçük geliyor. Üstelik renkleri uçtu, şekli, şakulü kaydı. Fermuarları da hiç dayanmıyor nedense. Çocuk iki tane olurca bir başka bela… Birine alıyorsun ötekine almasan olmaz. Küstürmeyelim diye hiç yoktan…

Akıllı ol Sinop. Her sevdalının çekeceği naz aynı olmaz. Dişbudakların, atkestanelerin, elmaların biraz daha beklesin. Palamut tavanın üzerine her zaman helva yenmez. Patlıcan İnciri de iyi gider. Bulutlarına söyle sonbaharı azıcık ağırdan alsınlar. Biraz geciksin güz yağmurların. Bıldırcınlar Karadeniz’i kuru havalarda geçsinler. Azıcık akıllı ol be Sinop. Akıllı ol da canımı ye…

Kumkapı surlarına oturmuşuz. Şaire özenmişiz ama bir türkü tutturmamışız. Dalgalar kadife kumları bir kedi yavrusunu okşar gibi yalayıp geri gidiyor. Denizdekilerin çoğu tası tarağı toplayıp gitmiş. Her zamanki gibi üşümek, suya doymak bilmeyen bir kaç çocuk inatla direniyor. Dalgalara koşup atlıyorlar. Dipten kum çıkarıyorlar. Daha ne oyunlar ne gülüşmeler… Dışardakiler yalvar yakar. Dudakların morarmış, çık artık. Tir tir titredikleri halde dalgaların şakalarına uzak kalamıyorlar. Güneş usul usul sulara doğru alçalıyor. Kumlar, deniz ve akşam birden aynı renge dönüşüyor. Koyu turuncudan alevlenmeye başlayan bir ateş bütün Akliman’ı kaplıyor. Çizgi çizgi beyaz bulutlar Sinop üzerine doğru uzanıyor. Gün batarken kızıllığın içinden koyu bulutlardan bir duvar ortaya çıkıyor. Güneş çam ormanlarına inemeden paravanın arkasında kayboluyor. Büyülenmiş gibi tutulup kalıyoruz. Birimiz birkaç laf etsek. Büyü bozulacak ve bitecek. Susuyoruz.

Akıllı telefonlar yarın yağmur yağacağını söylüyorlar. Keşke doğru çıkmasa… Ama biliyorum, laf dinlemez bu Sinop. Kafasının estiğini yapar, delibozuktur. Bir şemsiye uydururum ben de. Şehir Kulübü’ne inerim. Havanın öfkesi, gök gürültüsü, şimşeği geçip gittikten sonra… İnce bir yağmur iner manolya ağaçlarına. Gezi teknelerine, limanın durulmuş sularına. Bir çay getirir Mükremin. Yüzünde hiç solmayan bir gülümseme… Kendimi yağmura, aklımı boşa bırakırım. Sen bize hep güzelsin be Sinop. Mutlu olup olmadığımıza aldırma. Sen kendi Eylülüne akıp git. Ben de kendi sonbaharımda demleneyim.

Eylül 2014 Seyfullah- Sinop

 
Yorum yapın

Yazan: 10 Eylül 2024 in KONUK YAZARLAR

 

Etiketler: , , , , , ,

FATMA AGUŞLARI’IN ANISINA(Yanınızdan Melekler Geçer Göremezsiniz)

31.07.2023- Seyfullah ÇALIŞKAN

Akıl yüktür insana. Bir yol kenarında terk edip gidemezsin. Cami avlusuna da bırakıp kaçamazsın. Kaynar bir kazandır. Ateşi altında hiç azalmayan bir kazan. Suyun üzerine çıkanlar durmadan değişir. Bir kıyıya itmeye çabaladığınız düşünceler, imgeler, anılar hiç beklemediğiniz anda suyun üzerinde çıkıverir. Elinizden bir şey gelmez. Tutsağı oluverirsiniz.

Akşam öylesine huzurlu, sakin, tanıdık ve huzurlu bir zamana doğru gidiyordu. Akliman’da falezlerden aşağıya olta atıyorduk. İçlerinde en acemisi bendim. İstavrite çapara atmak avcılıktan bile sayılmaz. Atıp çekiyorum, atıp çekiyorum. Hiçbir beceri ve deneyim gerektirmiyordu. Balığın suyunu bulmak diye bir şey vardır. Ben ne balığı arıyordum, ne derinliği, ne akıntıyı. Balık hevesim de yoktu aslında.

On metre ileride olta atan biri makarayı sararken bana bakıp;

– Balık nasıl, dedi.

– Tek tük, arada sırada, dedim.

– Ya nasip ,dedi. Her zaman bir olmaz zaten. Bazen at çek yaparsın bazen yaprak kımıldamaz.

Onu sokaktan, çinakop zamanı iskelede olta attığımız akşamlardan tanırdım. Adını bilmem ama iyi balıkçıdır. Bu akşam da herkesten farklı bir şeyler yapıyordu. İrice bir istavriti kancaya takıp kıyıdan atabildiği kadar açığa gönderiyordu. Ağır bir kurşun ve kalın bir misina kullanıyordu.

-Sen ne yapıyorsun, dedim.

-Kalkana atıyorum, dedi.

Kalkan bu kadar kıyıya gelmez ki, dedim.

Bu zamanlarda gelir, dedi. Belki on beş, yirmi gün geyir daha sonra bir yıl görünmez…

Yarım saat bile geçmeden denizden bir balık çekti. Kocaman yası ve karnının altı bembeyaz… Ama bu kalkan değildi. Vatoz çekmişti. Kuyruğundaki iğnesi zehirlidir. Neyse ki adam balık işinden anlıyordu. Vatozun kuyruğuna ayakkabısıyla bastı ve kancayı hayvanın ağzından çıkardı. Yem olarak takılan istavrit etten bir paçavraya dönmüştü…

Siyah volkanik kayalar akşamın güneşinde yeşile dönüyordu. Küçük kuş yuvası gibi oyuklar geçmiş fırtınadan kalmış su birikintileri ile doluydu. Burada kayıp düşmek, kayaya sürten dokuyu kesip kanatmakla aynı şey demekti. Oltayı, balığı kendi haline bıraktım. Hamsilos koyu ağzına doğru alçalan güneşle büyülendim. Az sonra deniz kan kırmızısına boyanacaktı. Gök yüzünün kızıllığı önce turuncuya ardından mora dönüp perde perde kararacaktı. Rüzgarın sürekli dövdüğü bodur çalıların gölgeleri uzamaya ve birbirine karışmaya başlamıştı. Yüz kere, bin kere tanık olduğum bu manzaraya kayıtsız kalmayı başaramazdım. Her defasında beni büyüleyip, içinde bulunduğum gerçeklik perdesini yırtar, içinde bulunduğum zaman ve mekânın ötesinde uzak bir yere savururdu.

Akıl yüktür insana. Ne ipte durur ne de kazıkta. Bir bulutun ucunda asılı kalmışsın. Rüzgâr nereye sen oraya. Bakır rengi çam gövdesinde susmayan bir cırcır böceği. Gündüzleri kavurucu güneş altında, geceleri reçine kokan yaprakların buğusunda… Akıl yüktür insana. Ne duracağı yeri bilir, ne varacağı yeri… Birbirine dolaşmış misina yumağı gibidir. Kessen düğüm olacak, çözmen imkânsız.

Akliman akşamı beni alıp yine aklının estiği yere savurdu. Yıllar öncesine ve binlerce kilometre uzağa… Şairin dediği onlar küçüktü, ufacıktıktı. Top oynamadan bile acıkırlardı. Arılar gibi vızıldar, kıpır kıpırdılar. Sınıf kara lastik, soğan, silgi ve kalem kokuyordu. Yazı yazmak için dikkatlerini topladıklarında sümükleri akmaya başlardı. Ve tam sayfanın ortasına iri bir damla düşerdi. Kirli mendilleriyle çıkarıp öğretmen görmeden siliverirlerdi. Ama izi öylece sırıtmaya devam ederdi. Siyah önlüklerin beyaz yakaları vardı. Adı beyaz ama kendisi gri yakalar. Siyah önlüklerimiz de solup yakalarımızdan daha azıcık koyu bir griye dönüşürdü.

Mezarlık mahallesinde kerpiç avlu duvarlı daracık bir sokakta bekledi. Bir sigara yaktı. Bu saatlerde bir bahane uydurup hep sokağa çıkardı. Bekliyordu. Sigara sayısı üce çıktı. Biraz daha takılırsa sokaktakiler kıllanacak işin tadı kaçacaktı. Boynuna uzayan saçlarını geniş yakalı gömleğinin üzerinde düşürdü. İspanyol paça panolundaki geniş tokalı kemerini eliyle yokladı. Pantolon ceplerinin üzerinde parmaklarını gezdirdi. Bir şey aklına gelmiş arıyor gibi görünüyordu. Dört parmağını sonra arka cebine takıp fiyakalı bir görüntü yaratmaya çalıştı. O mektubu kıza başkası ile göndermesi daha olası görünüyordu. Mektubu yazmak, zarfa koymak işin en zor kısmıydı. Delikanlı çat pat okuyabilir ama kesinlikle yazamazdı. O satırların üstesinden gelebilmek için kendisi gibi dört kafadarın bir araya gelmesi gerekmişti. Ama o kız o akşam sokağa çıkmadı. Mektup hiçbir zaman sahibine ulaşamadı.

Neden hep bir yaz akşamadır zaman? Neden Ayıtlı Dere’ye su bırakılmıştır? Sazlar ve otlar akıntıda salınıp yalpalamakta ve hep aynı noktaya geri gelmektedir. Ördeklerin sevinci ve kanat çırpmaları okulun duvarlarında yankılanmaktadır. İlla ki bir yaz akşamadır ve sıcak çoktan güneşin peşine takılıp ovayı terk etmiştir. O küçük kız ne zaman bizi bırakıp gitmişti? Hiç anımsayan kaldı mı? Neden okuldaki sırası boş kalmamıştı. Neden giriş zilinden sonra onu anıp saygı duruşunda bile bulunmamıştık. O kara ve çirkin bir kız olduğu için bunu hak etmiyor muydu? Yoksul olduğu için görünmez mi olmuştu? Akliman üzerinde güneş batarken neden bunları düşünüyordum? On yıldır zaman zaman bu kız neden gelip aklıma takılıyordu?

Öğretmen ikide bir getirip bu kızı bizim kümeye oturtuyordu. Biz çalışkanlar kümesiydik. Ama o çalışkan değildi. Sadece bütün kızlar gibi yazısı güzeldi. Üstelik onun da yazı yazarken bazen burnu akıyordu. Çok hızlı davranıp uzayan damlayı burnunun ucuna gelmeden çabucak siliveriyordu. Kömür gibi kapkara saçlarına beyaz bir kurdele bağlıyordu. Sessiz sakin bir kızdı. Sınıftaki kızların çoğu onu oyunlarına çağırmazlardı. Bir tek Güllü bir de Mahide… Genelde yalnızdı. Durgun ve suskun… Onu hiç sevmezdim. Bizim kümede oturmasın, öğretmen onu başka kümeye versin isterdim. Oysa hepimiz üç aşağı beş yukarı pasaklıydık. Yoksulduk ve yetersiz besleniyorduk. Defterlerimiz kirli ve kırışık, çoraplarımız delik veya yamalı… Coğrafya kaderdir son günlerde çok kullanılan bir aforizma… Buna bir yenisini de ben ekliyorum. İlkokulda arkadaşlık için aynı küme de kaderdir. O zaman öyleydi. Çünkü diğer kümelerle rekabet ediyorduk. Fatma’yı ne zaman arkadaştan saymaya başladım. Kesinlikle anımsamıyorum.

Akıl yüktür insana. En kalın, en kaliteli çeliği delip geçer. Yağmurda ıslanmaz, güneşte kurumaz… Ateşte kaynamaz, suda erimez. Yıldızları ağaçtan turuncu yanaklı şeftaliler gibi toplar. Bir sepet alıp eline gökyüzünden bulutları yakalar. Götürüp eski bir iskelenin ayağına bağlar. Yaşlı bir kadını süpürgesine bindirip masallarda dolaştırır. Akıl yüktür insana. Sen sen ol, aklından geçeni diline söyletme. Delidir derler, gücenme.

Hep bir akşamüzeri gitmiştir sanıyorum. Dut yapraklı rüzgarla ürperir gibi titrerken. Erikler sarıdan mora geçerken. Arılar kaldırımlarda dut suyuna doymuş, şerbetten sarhoş… Kerpiç avlu duvarları kireç, kavrulmuş toprak, saman kokarken. Tulumba sesleri avlulardan sokaklara taşarken. Bir akşam üzeri annesinin çığlıkları önce evin duvarlarında sonra sokakta yankılanmıştır. Kırlangıçlar panikle yuvalarından uçmuştur.

İnsan sevince güzelleşir. Aşktan meşkten söz etmiyorum. Daha ne o kız ne ben oğlandık çünkü. Sevgilerin en yalını, en masumu sadece çocukların sahip olduğu bir ödüldür çünkü. Günler geçip gittikçe daha güzelleşmişti gözümde. Tanıdıkça sever insan. Sevdikçe güzelleştiriverir. O küme arkadaşım, kardeşim, silgisini alıp geri verdiğim, leblebi tozunu paylaştığım kızdı. Ve biz hala kara lastik kokardık. Salça ekmek, tütmüş soba ve mutfakta pişen son yemek gibi kokardık…

Aklimanın alacakaranlığında bir akşamüstü hüznümün gözyaşlarını içtim. Deniz kadar tuzluydu. Bu saatten sonra balık olmaz, dediler. Misinemi sardım, kancalarımı tahtama batırıp dizdim. Gidelim, ben hazırım, dedim. Steyşın renoya doluştuk. Akşamı dalgaların son gümüş pırıltılarında oynaşırken bıraktım. Ben gittim gitmesine ama aklım kayalarda oturup kaldı. Mayıs başında karayolları çamlığında kadın, çocuk, genç ve ihtiyar kalabalıktık. Aynı sokağın kızları kol kola piyasa yapıyorlardı. Betondan piknik masalarına oturmuş yiyip içinler vardı. Top oynayan veya ip atlayanlar. Davul zurna ile kafası iyi delikanlılar harmandalı oynuyordu. Sarı uzun saçları omuzlarında dalgalanan bir delikanlı gölge gibi bütün gün Fatma’yı takip ediyordu. Bir bakıverse dünyalar onun olacaktı. Bir gülüverse çam ağaçları hatmiler gibi pembe çiçekler açacaktı. Azıcık konuşsak, azıcık bir tenhada… Adım gibi biliyordum. Gözlerden uzak azıcık yalnız kalsalar dili tutulacaktı. Dili ağzının içinde kocaman olacak, şişip kalacaktı. Heyecandan tir tir titreyecek ve aklına tek bir cümle bile gelmeyecekti. Falcı olduğumu kim söyledi. Yaşadıklarımdan biliyorum.

Aklimanda kum zambaklarının zamanıydı. Dalgaların kumlara yufka gibi serilip, yuvarlanarak yeniden maviliklere aktığı mevsimdi. Yabani nane kokuyordu akşam… O kız hiç büyümedi. Hiç aşık olmadı. Ne günahın tadını öğrendi, ne de pişmanlığın sivri dikenlerinin tenindeki acısını… Hastalığı varmış, dediler. Ölüvermiş. On yıl mı yaşadı? Dokuzun da mı kaldı? Okula geldi mi? Fatma gerçek mi? Sadece yazarın fantezisi mi? Bunu bilse bilse Hayrullah Abim bilir. (Hacırahmanlı’da Kilit Ahmet’in Hayrullah’ı)

Not: Fatma Aguşlar’ı yaşıtlarımdan hiç kimsenin anımsamadığını biliyorum. Aklımızda yer edecek kadar yaşamadı. Yada çocuk aklı çok uçarı bir şey. Çabucak unutup hüzünleri silip atma eğilimi var. Var oluşundaki sessizlik, sakinlik ve durgunluk gideceğini bildiğinden mi kaynaklanıyordu? On yıldır aklıma arada bir misafir olup yeniden geçip gidiyordu. Ama beni bir türlü terk etmiyordu. Onun anısından kaynaklanan cümleler kurmak artık vazgeçilmez bir hal aldı. Ne anısına saygı duruşunda bulunmak istiyorum. Ne de birilerin onu elli yıl sonra anımsasın istiyorum. Beynimin ürettiği kabarıp alçalan bu dalgayı susturmak için yazdım. Keşke o da büyüseydi. Aşık olsaydı. Acılar ve hüzünlerden payına düşeni alsaydı. Küçücük bir kızken öylesine sessiz sakin ve hiç yaşamamış gibi yaşamını yitirişini içime sindiremedim. Hepsi bu…

Temmuz 2023-Sinop Seyfullah

 
Yorum yapın

Yazan: 31 Temmuz 2023 in KONUK YAZARLAR

 

Etiketler: , , , , , , , , , , ,

DOKUNMAYIN UŞAKLARA DA…

05.12.2022- Seyfullah ÇALIŞKAN

Sinop’a kış nazlanarak gelir. Kasım başında Dıranaz’a kar düşer. Düştüğü yerde kalır. Sahile aralık sonuna kadar uğramaz. Kış özlenmez diyeceksiniz. Haklısınız. Bazı kendini bilmezler özler. Arabalarına atlayıp Soğuk suya bile çıkarlar. Kayak takımı olanı görmedim ama leğenle kayanlar vardır. Poşetlerle, şamyelle hatta araba paspaslarıyla… Karda sucuk ızgara yapanlar da olur. Sıcakken yedin yedin. Çene çalmaya dalarsan ekmeğin arasında yağıyla birlikte donuverir. Kardan adam yapanlar illa ki fotoğraf çeker. Arkadaşlara gönderir. Ağzımda donmuş sucuk tadı, kardan adamın omzuna elimi atmışım. Karın içine oturmuş yan yana iki kadeh… Fotoğrafta hiç görünmemişler. Çünkü kar da beyaz, kadehte…

Aralık ortasında bahardan kalma güneşli bir hava var. Hareketlenip sokakları doldurmuş. Sakarya Caddesi kıpır kıpır… İnsanlar sokakların güneş vuran kaldırımlarına sandalye atıp oturmuşlar. Akşamın dördüne kadar tersane de güneş alır. Sakarya Caddesindeki turumu kısa kesip aşağıya Demirkollar Fırınının aralığından aşağıya sarkılıyorum. Canım sıkkın biraz. Televizyondaki haberlere bozuldum. Bir balıkçı teknesine Ruslar el koymuş. Koskoca Rusya ne ister ki fukara balıkçıdan? Türkiye neden bir şey yapmıyor?

Cafer’i tanırsınız. Tersane eski bir dükkânları var. Boş bir mağaza. Birkaç arkadaş çalışırlar. Çileci işte. Ağ yamar, tamir eder. Kurşun, mantar bağlar… Bütün işi bu… Eskiden balığa da çıkardı ama bıraktı. Deniz bir hastalıktır. Sigara bırakır gibi bırakamazsınız. Hastalandı. Kışın ortasında bele kadar hamsiye girmek kolay mı? Madene inmekten zordur. İnsanı on yılda tüketiverir. Bir iki sene daha kalsa ölecekti. Can tatlı, bıraktı. Tersaneye her indiğimde değil arada uğrarım. Çayla sohbet iyi gider. Bazı insanlar can sıkar, bazıları da can sıkıntısına iyi gelir. O öyle biridir işte. Canım sıkkındı. Azıcık hafiflerim belki dedim. Yanına gittim.

Duydun mu Cafer? Bizim balıkçıları tutuklamış Rusya yine?

Duydum abi, normaldir.

Nasıl normal, her gün mü oluyor?

Sık sık oluyor abi de kimseye duyurmuyorlar. Yetkililer araya girip kurtarıyor.

Hadi be ordan…

Ciddiyim abi, bana inanmazsan git balıkçılara sor.

Koskoca Rusya fukara balıkçıdan ne istiyor?

Rusya ne istesin abi. Bizimkiler kendisi kaşınıyor.

Yapma be Cafer Usta. Sen gâvurdan yana mısın, bizden yana mı? Deniz Rusların babasının malı mı? Bıraksınlar insanları da canları istediği gibi avlansınlar.

Deniz’in de kanunu var, yasası var. Öyle herkes canın istediği gibi avlanamaz. Kara suları var, uluslararası sular var. Uluslararası anlaşmalar var.

Ustam utanmasan bizimkiler suçlu diyeceksin be…

Utandığım falan yok abi. Suç zaten bizimkilerde… Yasalara saygılı olsalar onlara kimse dokunamaz ki zaten.

Ne yasası be ustam? Kalkan yasa mı dinler? Hamsi, istavrit veya lüfer… Bizimkiler de balık nerede oraya koşuyor işte. Ekmek belası. Şimdi nasıl soğuktur deniz, ağlar.

Haklısın abi ama bu başka o başka.

Nesi başka, ekmek işte… Var mı bunun ötesi.

Abi adamlar denizlerini koruyor. Örneğin balık büyüsün, çoğalsın diye dört beş yıl avlanmıyor. Balıkçısına sosyal yardım dağıtıyor. Bize gelince av sezonu beş gün bile gecikmeden açılıyor. Böyle olunca balık onların kıyılarında çoğalıyor. Bizde balık yok. Bizimkiler de basıp elin denizlerine gidiyor. İzin almadan avlanıyor. Yakalanmadan kaçıp geri gelirse yaşadı. Bir sürü para. Ama kedi her zaman bal yemiyor. Çekirge bir sıçrıyor, iki sıçrıyor üçüncüde… Rusların sahil güvenliğinin eline düşüyorlar. Yaptıklarının kaçak avcılık olduğunu bildikleri için tam gaz kaçmaya başlıyorlar. Anonslar, uyarı atışları bir kıyamet kopuyor. Durup teslim olmazlarsa bu defa doğrudan tekneye nişan alıyorlar. Hatta bazen batırdıkları bile oluyor. Geri kalanları denizden toplayıp doğru hapishaneye… Ruslar böyle yapıyor, Romanyalılar, Bulgarlar, Ukraynalılar da… Bizim sahil güvenlik yabancı bir gemiyle karşılaşsa ve kaçmaya çalışsalar ne yapar? Elbette aynısını… Mahkeme, hapis falan… Bunda anlaşılmayacak bir şey yok. Bütün yollar Roma’ya çıkıyor.

Tamam, yasa var falan ama anlaşsalar. Tatsızlık çıkmasa.

Komşu ülkelerle bu anlaşmalar zaten var abi. Bizimkiler yasaları takmıyor. Biraz fazla kazanabilmek için bile bile yanlış yapıyorlar.

Tamam, suç bizimkilerde anladım. Televizyonların hepsi yalan mı söylüyor?

Yalan söylemiyorlar abi, eksik söylüyorlar.

“Türk balıkçı gemisi bilmem ne limanına çekildi. Durmuş Kaptan iki senedir Ukrayna hapishanesinde yatıyor. Romanya üç Türk balıkçıyı gözaltına aldı.” Okudukça insanın gücüne gidiyor. Cafer Usta bence bu işin içinde başka bir iş var, senin anlattığından başka bir şey…

Ben bildiğimi, duyduğumu anlattım. Ötesine aklım ermez abi,

Bu gün ilk kez Cafer Usta’nın muhabbeti beni açmadı. İnsan belki de başkasının duymak istediğini söylemesini bekliyor. Hep bizim balıkçılar mı hatalı. Yasadışı, kaçak avcı… Onları kovalayan, ateş açan, tutuklayan, hapse atanın hiç mi suçu yok. Canımın sıkıntısı hiç azalmadı.

Beton zeminde mor, kalın iplikten örülmüş ağlar, kesilip atılmış mavi renkli eski ağ parçaları, kırılmış plastik ağ mantarları, yosun tutmuş halatlar yorgun yorgun yatıyorlar. Tavana asılmış çengellerden yere onarılmış ağlar sarkıyor. İp sarılmış, yarısı boşalmış mekikler bir kutuda, ağlara dikilecek kurşunlar büyük bir suskunlukla sıralarını bekliyorlar.

Nerde o eski adamlar? Kılıcını çekti mi bütün dünyayı tir tir titreten Osmanlı paşaları. Yasaymış, kanunmuş, uluslararası anlaşmalar falan, hepsi fasa fiso. Kimin gücü kime yeterse.. Ne demiş İngiliz? “Güçlü olan haklıdır.” İşte bütün mesele bu . Güçlü olacaksın. Hakkını da ekmeğini de başkalarına yedirmeyeceksin. Cafer Usta iyi adamdır, hoş adamdır. Ama bütün solcular gibi aklı bulanıktır. Ne zaman ortaya milli bir mesele çıksa… Hep ötekilerden yana olurlar…

Ekim 2021

İzmir-Seyfullah

 
Yorum yapın

Yazan: 05 Aralık 2022 in KONUK YAZARLAR

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , ,

GİT BAŞIMDAN SİNOP

12.10.2022- Seyfullah ÇALIŞKAN

Ne zaman her taraf evlerle doldu? Bostancılıdan Gelincik’e inen yolun etrafı tamamen kapandı? Ayırdına varamadım. Sinop’a vardığımın en güzel resmi Bostancılı üzerinden adayı, iç denizi görmekti. Yıllarca bu manzara ile yolu bitirmiş olmanın mutluluğunu hissetmişimdir. Son zamanlarda zaten yolculuk Bostanlı’da sona ermiyor. Gelincik’e inip araba bariyerini geçip Kaleyazısı’na inmek gerek. Dişini biraz daha sıkarsan Ada’ya bile geçebilirsin. Trafik son yıllarda Sinop’un en önemli sorunlarından biri haline geldi. Yine de kendi haline kalsa bu işin üstesinden gelebilir. Çünkü Sinop’lu gerçekten uyumlu insandır. Birbirine yol verir. Yayalara da… Yabancı araç sürücüleri yaşadıkları yerin alışkanlıkları o küçük kasabaya taşıyınca ortalık karışıyor. Tersanede tek şerit yolda dörtlüleri yakıp balık almayı kolaysa gel de bana anlat. Arkada elli araç birikmiş.

İnsan yaşadığı yeri niye sever? Bu soruyu Vizontele filminde belediye başkanı kendisi sorup kendisi cevaplıyordu. Herkesin farklı sebepleri vardır. Benimki hiç karmaşık değil. Sokaklarında anılarım var. Ayakkabılarımın izi… Duvarlarda, ağaçlarda elimin izleri. Kazıklandığım esnafa kızmayı severim örneğin. Birlikte yaşadığım insanları, yitirdiklerimizin arkalarında bıraktığı boşluğu seviyorum.

Sinop’lular misafir sevmez. “Hoş geldiniz. Ne zaman geldiniz? Ne zaman gidiysiniz?” Misafire ne zaman gideceği sorulur mu? Hiç şık değil. Hatta çok ayıp… Misafir kendi bereketiyle gelir. En azından genel kabul böyle bir klişe üzerinden yürür. Canı ne zaman isterse o zaman gider. Yörüğün karnı doyunca gözü çarıklarında olurmuş. Bu da başka bir yakıştırma. Söylenenler doğru değildir. Sinop’lu misafir sever. Hatta fazla sever. Kendi insanını, akrabasını hısımını bir kenara itercesine sever. Kasabaya gelen yabancılara yardımcı olur. Konuşukladır, sıcaktır. Sadece artık yazları eskisi kadar boş vakti yoktur. Bir yılda iki ay süren çok yoğun bir turizm sezonu koşturmacası başladı. On yılı aşkın bir süreden beri yazları kimse kimsenin yüzünü görmeye fırsat bulamıyor. Küçük kasabada yaşayan insanların sayısından daha çok otomobil geliyormuş. Arabaya binip kasabadan çıkmak bir dert, çarşıya, pazara gitmek, kasabaya girip çarşıyı geçmek bir başka bela. Yatacak yer lazım, ekmek, su, eğlence lazım… İlla ki balık… Tam da av yasağı olan mevsim üstelik. Kolaysa gel yabancılara bunu sen anlat. Sinop’a kadar gittik, balık yemedik mi desin yani. Çok ayıp çok…

Küçük kasabaların küçük keyifleri vardır. Bunları uç uca eklerseniz kocaman olur. İki bira alıp iskeleye inersiniz. Güneş Akliman sularında yıkanırken. Siz ne Akliman’ı görürsünüz ne de güneşi. Sapı uzun kancalı bir çinakop iğnesi salarsınız sulara. Azıcık ağırlık yapsın diye yaprak kurşun. Hadi rasgele… İlla olacak diyemem ama parmağınızın ucunda ince bir kıpırtı. Dudağınızda biranın ekşi tadı. Çabuk çek. Kaçmasın sakın. O kadar hızlı da değil. Ağzını yırtarsın. Yaşam sevinci ve eğlence köşe başındaki bakkalda satılmaz. Bunu sakın unutma. Kendin yaratacaksın…

Herkesin zevki, keyif aldığı işler, olaylar, olgular başka başka… Ben Sinop pazarını severim örneğin. Hangisini mi? Bafralıların açık olanını değil, kapalı olanını. Sinoplu köylüler (genelde kadınlar) bahçelerinde ne varsa alıp getirir. Mısır unu satılır örneğin ve çorbalık… Yanında tarhana ve kestane toprağı… Ne kadar alakasız değil mi? Bu pazarda herkesin süt, peynir, tereyağı aldığı bir kadın vardır. Ve bu satıcı alıcı ilişkisi onlarca yıl sürer. Kestaneyi mevsiminde birçok pazarda bulabilirsiniz. Ama kudret Narı satanı bulmanız imkânsızdır. Uvaz, yabani erikler, alıç ve zılbıt (Kaldırak- zıbıdık) Kasabanın sonbaharını sevdiğim gibi pazarın da sonbaharını da severim. Domateslerin, biberlerin sonunu… İncirlerin başladığı zamanları… Sütlek mısırın pazara geldiği zamanları. Kanlıca başlamıştı tam de Eylül ortasında. Ama en çok halı saçağı vardı. Kelter kelter küfeler dolusu kanlıca. Bazı toptancılar daha minibüsten iner inmez köylülerin getirdiği peynirleri toplar. Mantarları, kestaneleri…

Ekim 2021-İzmir-Seyfullah ÇALIŞKAN

 
Yorum yapın

Yazan: 12 Ekim 2022 in KONUK YAZARLAR

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , ,

EMEKLİ OLDUM-SEYFULLAH ÇALIŞKAN

03.08.2022- BİLKE KONUK YAZARLAR

İlk olarak ne zaman para kazanmak için çalıştığımı anımsamıyorum. On on bir yaşlarındayken sergiden üzüm kaldırmaya yardım etmiş olabilirim. Ya da akşamüzeri pamuk yüklü traktör kasasının (romörkun) sayaya boşaltılmasına gitmiş de olabilirim. İhtimal iki buçuk lira falan vermişlerdir. İlk olarak gündelikçi olarak çalıştığımda on iki yaşındaydım. Akif Abi Toto Abdurrahman ile beni soğan çapasına götürmüştü. Yanımızda Ünver de vardı. Saruhanlıya doğru uzanan kanal boyunda bir tarlaydı. Kanal ile zeytinlik arasında bir iki dönüm kadar boş bir alana soğan ekilmişti. O gün ilk kez soğanları köstebeğim kestiğini de öğrenmiştim. Akif abi köstebek tümseklerinin bir ikisini kazıp kapan yerleştirmişti. Deliklerin ağzının açılması köstebeği çok rahatsız edermiş. İlla açılan deliğin ağzını gelip kapatırmış. Ünver’in annesi yanımıza yoğurt ve ıspanak yemeği de koymuştu. Sanırım turşu da vardı. Ve sapsarı teneke tulum peyniri… Çarşı ekmeği ile güzelce karnımızı doyurmuştuk. Akşam olunca Akif Abi bana çıkarıp on iki lira verdi. Büyüklerin gündeliği de büyük bir ihtimalle on beş falan olmalıydı.

O günden sonra okuldan arta kalan zamanlarda gündeliğe gitmeye başladım. Pamuk çapası, pamuk toplama, zeytin silkme, zeytin çapası, bağ beli, set ve tir yapma, tava bölme, ark açma, kavun, karpuz taşıma, üzüm kesme, kerter çekme, suculuk… Çok çalışkan, becerikli ve gayretli bir yevmiyeci değildim. Ama kimsenin tarlasında görmeyi istemeyeceği bir adam da olmadım. Bin dokuz yüz seksen üç kışının yirmi sekiz Kasımında devlete atandım. Elbistan’ın Demircilik köyüne bayram sevinci yaşayan bir çocuk kadar mutlu gittim. Devlet Baba ilk maaşımda bana tam yirmi dört bin lira verdi. Mutemet hatalı olmasın diye parayı iki kez saydı. Kendimi hiç iyi hissetmedim. Okulda çocuklarla olmak beni delicesine mutlu ediyordu. Bu kadar eğlencenin üzerine bir de çıkarıp para veriyorlardı. Bu sanki haksız bir kazanmış gibi hissetmiştim. Bu sevincim ve mutluluğum tam otuz yıl sürdü. İki bin on beş senesinde işimin gazı kaçtı, hevesimin balonu sönüverdi. Kendimi çok gereksiz, önemsiz hatta verimsiz hissettim. Yaptığım işi herhangi biri, hatta sokaktan geçen biri bile yapabilir gibi hissetmeye başladım. Yazdığımızın, çizdiğimizin hiçbir önemi yoktu. Madem öyle işimize son verirler diye bekledim. Öyle de yapmadılar. Yeniden düzenlenir, iyileştirilir, bir amaca hizmet eder diye düşündüm. Olmadı… Bir şeyler değişir gibi oldu ama ben artık soğumuştum.

Otuz yedi yıl iki ay süren çalışma yaşamımı bu gün sona erdirdim. Ne yapacaksın diye soranlar oldu. Bilmiyorum, dedim. Gerçekten bilmiyorum. Çünkü emekli olmak için önüme bir hedef koymadım. A, B ve hatta C planım falan da yok. Büyük bir ihtimalle sıkılacağım. Gittikçe daha huysuz ve çekilmez biri olacağım. Dünya hızla değişmeye devam edecek. Ben elbette ayak uyduramayacağım. Yaşam beni nehrin durgun bir yerine sürükleyip bir süre daha oyalayacak. Ve son bulacak.

Ağustos 2022

Seyfullah-İzmir

 
Yorum yapın

Yazan: 03 Ağustos 2022 in KONUK YAZARLAR

 

Etiketler: , , , , , , , , , ,

TELEFON-SEYFULLAH ÇALIŞKAN

23.07.2022-AH KADINLARIMIZ

Biraz rüzgar, biraz deniz, biraz yıldız ve ağaçlarda usul usul salınan yapraklar. Bir çay çek bana. Mavi demlikten. Dertli falan değilim ama tadım yok işte. Ağzımın tadı sası, paslı demir yalamışım sanki. Körfezin üzerinde hala tek tük martılar uçuyor. Bardağın yanına iki de şeker bırak ustam. Çay harareti kesermiş. Kesmiyor. Boynum sırılsıklam ter içinde… Oradan inen damlalar tenimde gezinerek gömleğimin yakalarına, omuzlarına iniyor.

Meltemi yüzümde gezdirmek, gömleğimin kollarından içeri almak için kalkıyorum. Telefonum çalıyor, cebimde, kıpır kıpır. Abla diyor biri, bir şey söylememe bile izin vermeden sayıp dökmeye başlıyor. Bilmem hangi turizm şirketinden arıyormuş. Bana başka bir otel ayarlayacakmış. Bodrum’un bilmem hangi büklü yerinde. Beş yıldızlı, her şey dâhil… İşini yapmayı otomatiğe bağlamış bir genç kız. Olur diyorum. Erkek esi duyunca kısa bir tereddüt yaşıyor. Bir kaç saniye susuyor. Ben Selma Abla’yı aramıştım, diyor. O isimde birini tanımadığımı söylüyorum. Otel, tatil, turizm işim de yok diyorum. Özür dileyip kapatıyor. Azıcık sabretsem kızcağız beni tatile gönderecekti, diyorum. Kendi kendime gülüyorum.

Bu akşam eve hiç gitmesem, diyorum. Bu sahilde, çimenlerin üzerinde yatıp uyusam… Her geçen dakikada hava sanki azıcık daha serinliyor. Ya da ben kendimi kandırıyorum. Bekçiler rahat bırakmazlar ki adamı. Sivrisineklerle birlikte… Belki de küp gibi içmeli önce. Sarhoşlarla kimse uğraşmak istemez. Ben böyle saçma sapan düşüncelerle yürürken on metre önümde kavga başlıyor. Bir kadın, erkek… Az önce önüme geçmişlerdi. Birbirlerine sıkı sıkı sarılarak yürüyorlardı. Onları görünce mutlu olmuştum. Bu kentte hala aşıklar var diye düşünmüştüm. Ne güzel.

Kadın çığlık çığlığa;

-Benim yanımda bari yapma. Şu telefonuna iki saat bakmazsan ölmezsin ya… Azıcık dürüst ol be adam. Biraz insan ol. Ver şu telefonu bana. Ver diyorum, ver. Cebine koyma sakın, elime ver. O şıllığa iki laf söyleyeyim de görsün gününü.

Adam telefonu vermedi. Hatta daha çok gizlemeye başladı. Kadın adamın üzerine atladı. Adamın ellerini, kollarını tutup telefonu almak istiyor ama gücü yetmiyor. Kadın telefonu alamayınca iyice öfkelendi. Erkekler gibi küfür etmeye başladı.

– Senin, ananı, avradını, yedi ceddini…. O… pu çocuğu. Benim yanımda bari yapma…

Adamın sabrı tükenmeye başladı. Etrafında toplanan insanlardan utandığı açıkça belli oluyordu. Üzerine tırmanmaya çalışan kadını iterek uzaklaştırdı. Kadın istediğini alamayınca öfkeden deliye döndü. İşte şimdi, bu kadının bir tabancası olsa, diyorum. Bu adamı gözünü bile kırpmadan vurur. Kadın telefonu almak için bir hamle daha yaptı. Adamın sabır pili tükendi. O da kadın gibi ağzına geleni sayıp sövmeye başladı. Kadının ne o…puluğu kaldı. Ne şerefsizliği… Üzerine gelen kadını savurup itti. Kadın çimenlerin ve bodur bitkilerin üzerine düştü. Sahile dolaşmaya çıkmış herkes aniden oraya birikiverdi. Bir erkek kavgaya müdahale edip erkeği uyardı. Kadına el kaldırılmaz, dedi. Polis gelirse seni hapse atar. Adam yüzünde ben bir şey yapmadım ifadesi ile kalabalığa baktı. Sonra aniden bir mucize oldu. Her zaman olay bittikten sonra gelen polisler şıp diye oraya damladılar. Sıcağı sıcağına…

Ne oluyor burda, dediler. Adam ezik, büzük “ bir şey yok, dedi. Eşimle tartışıyorduk. Polisin genç olanı adama “hakkınızda şikayet var,” dedi. Kadına vuruyormuşsunuz. Adam yeminler etmeye başladı. Diğer insanlardan yardım bekleyen gözlerle kalabalığa baktı. Vurmadı desinler istedi. Ama kimsenin sesi çıkmadı. Sadece azıcık ittim. Yere düşüverdi, dedi. Polisler için iş ciddileşiyormuş gibi bir hal aldı. Sanki suçüstü yapmışlar gibi davranıyorlardı. Adam iyice köşeye sıkışmış gibiydi. Karakola götürmeleri an meselesi gibiydi. Kadın birden sessizliğini bozdu. Adam ile polislerin arasına girdi. Kocam bana vurmadı, dedi. Sadece tartışıyorduk. Meraklı kalabalığı baktı. Eşimle aramızda geçenler bizim özelimizdir, dedi. Bu hiç kimseyi ilgilendirmez. Ben kimseden şikâyetçi değilim. Hadi evimize gidelim kocacığım. Kalabalığı yarıp iskeleye doğru yürümeye başladılar. Polisler toplanan meraklı insanlara döndü. Herkes işine gücüne baksın, diye bağırdı. Hadi, dağılın, ayı mı oynuyor burda?

Biraz rüzgar, biraz akşam, körfezde uyuklayan gemiler… Tadım tuzum eksik bu akşam. Canım Karataş’a kadar yürümek istiyor. Bacaklarım itiraz ediyor. Ayakkabılarım da ayaklarıma ağır geliyor. Yalın ayak olmak istiyorum. Denize bakan bir banka oturuyorum. Bir otobüse atlayıp Varyantı mı çıkmalı? Metroya inip Üçyol’a mı gitmeli? Karar veremiyorum. Arkamdaki balık lokantasından televizyonun renkleri zaman zaman sulara yansıyor. Yüzümü çevirip televizyona bakıyorum. Ulusal Arap Orkestrasında Mai Farouk İnta Omri’yi okuyor. Orkestra şefi kuyruklu frakı ile ritimlerin içinde kendini kaybetmiş. Çekirge gibi sıçrayıp duruyor. Neden ayakkabıları turuncu ve kahve diyorum, kendime. On beş dakika kadar bir süre televizyonu bakıyorum. Kalkıp yürümeye devam ediyorum. Ama şarkı arkamdan hala sürüyor…

Temmuz 2022

İzmir Seyfullah

 
Yorum yapın

Yazan: 23 Temmuz 2022 in KONUK YAZARLAR

 

Etiketler: , , , , , , , , ,

MADEM ÖYLE HADİ KUTLU OLSUN

09.04.2022- Seyfullah ÇALIŞKAN

Doğum günü hikayeni kendin yazamazsın. Sadece dinlediklerini biraz allayıp pullayıp anlatabilirsin. Köylü insanlar Nisan’ın yedisi veya kasımın on altısı diye kesin bir zaman dilimi kullanmazlar. Bu nedenle ya mısır çapalanıyordur, ya orak biçiliyordur. İkinci kar yağışı veya cemrelerin biri de olabilir. Ramazan bayramını üç gün geçe veya kurbandan sonraya da tarihlenebilir. Benim nüfus cüzdanımda doğum tarihimin günü ve ayı hiç yoktu. 2007 yılında yapılan adrese dayalı son nüfus sayımında devlet babanın buna dur diyesi geldi. Sizin gibiler bundan sonra Bir Temmuz doğumlu sayılacak dedi. Kimliğimize de öyle kaydedildi.

Köylerde çok sayıda bir ocak doğumlu kişiyle karşılaşırsınız. Köylerde devletin kurumu ne gezer. Bunlar son yirmi yılın işleri. Komşu yaşlı bir nine veya teyze sizin ebeniz olmuştur. Eğer ömrünüz var ve ölmemişseniz okula başlamaya yakın babınız sizi nüfusa kaydettirmiştir. Hal böyle olunca sadece bir tarih atılsın diye bir Ocak doğumlu oluverirsiniz.

Biraz aklım erimeye başlayınca anneme sordum. Ama annem beni ne zaman dünyaya getirdiğini anımsamıyordu. Dokuz çocuk doğurup beşini yitirmiş bir kadın böyle ayrıntılarla uğraşmamıştır. Yakmadan ütmeden, kör, topal etmeden büyütmek dışında hiç bir derdi olmamıştır. kaç çocuğu olsun diye hiç düşünmemiştir. Veren de alan da yaradandır. Nasıl yazmışsa öyle.

Evimize televizyon girmeden önce yıllarda oturup babamla bir hesap yaptık. O gece benim yedi Nisan doğumlu olduğuma karar verdi. Ben de aldım kabul ettim.

Herkesin bir doğum günü hikayesi var. Ama benim yok. Ben ne erikler çiçek açtığında, ne üzümler olduğunda, ne patates sökülürken, ne de koyunlar kuzularken dünyaya gelmişim. Eğer doğruysa Kasım yüz elli, yaz belli…Seyfullah ÇALIŞKAN

 
Yorum yapın

Yazan: 09 Nisan 2022 in KONUK YAZARLAR

 

Etiketler: , , , , , ,

ESKİ HAMAM ESKİ TAS ESKİDEN HACIRAHMANLI

02.03.2022-Seyfullah ÇALIŞKAN

Ne zaman pazarda badem çağlası görsem ya da kara topatan kavunu… Küçük kasabam aklıma düşüverir. Çok bunaldığım akşamlar güneş henüz kavuşmadan demiryolu boyundan ishakçelebi’ye, yürürdüm. “Sen okudun de ne oldu? derlerdi. Ne değişti? Yine bizim gibi tarladasın. Lise mezunu olmak zaten okumak falan sayılmazdı. Ama anlatamazdım. Kasabamızın dışında kocaman bir dünya vardı. Milyonlarca yaşam bizimkine hiç benzemeden kendi yolunda akıp gidiyordu. Ben sadece bunu görmüştüm, yeni insanlar tanımıştım. Ama pamuk tarlasında felsefe yapmak, sosyolojik değerlendirmeler yapmak boşuna bir çabaydı. Hiç niyetlenmezdim. Bazı akşamlar kanal boyuna çıkardım. Oradan Saruhanlı’ya doğru yürürdüm. Koca kanalın etrafında kış ortasında papatyalar açardı. Şubata doğru mor, pembe ve kırmızı Manisa Anemonları… Kanalda birkaç parmak su olurdu. İçinde dibi çıktığı için atılmış kelterler, eski soba boruları, yırtık ayakkabı, terlik ve araba tekeri ölüleri. Yuvarlanmaktan top güllesi şeklini almış taşlar. Hastalıktan ölmüş tavuklar, aklınıza gelebilecek birbiriyle alakasız binlerce başka şey.

İnsan yaşamın sadece kendi payına düşen kadarını bilir. Kitaplarla, Google amcayla falan bir sorunum yok ama okuduklarımız yaşadıklarımız kadar gerçek değildir. Bazen hiçbir iz bırakmadan silinip gidiverirler. Bir resmin önüne kırk kişiyi dizilsin. Kırkıda başka bir şey görecektir. O küçük kasabada yaşananlar da herkeste başka bir anı, başka bir etki bırakmıştır.

Ben o küçük kasabada gözümü açtım. Çocukluğum, kanayan dizim, erik, badem çağlası çaldığım bağlar, düştüğüm ağaçlar, ayağıma batan dikenler hep o kasabadaydı. Dünyanın en güzel keşkeğini, en güzel zerdesini o kasabanın kadınları pişirebilirdi. O kasabanın okulunda bizi döverek terbiye eden, ama yine de en sevgi dolu öğretmenler çalışırdı. İstediği kadar vursun, yerimize otururken “ Acımadı ki derdik,” Kızaran ellerimizde sopanın izi akşama kadar kalsa bile hiç acımazdı ki:.. Ve kimse bizim gözümüzden yaş geldiğini göremezdi. Biz kız değildik. Erkek adam ağlamazdı. Çocuk olsa da bu hiçbir şeyi değiştirmezdi. O kasabanın erkekleri sadece sinemada gösterilen filmlerde ağlarlardı. Ve bunu film ara vermeden, ışıklar yanmadan önce bitirirlerdi.

Büyümek bütün çocukların en büyük tutkusudur. Büyüyünce hem güçlü olursun. Herkes senden korkar. Hem de cebinde paran olur. Nerden mi biliyorum? Harçlık isteyince babam elini cebine atıp bir yirmi beşlik çıkarırdı. Babam kasabanın en güçlü adamıydı. İlaç dolu tulumbayı akşama kadar sırtında taşır, yoruldum bile demezdi.

O kasabanın erkekleri tıpkı iklimi, havası, suyu, toprağı gibi kendine özgü büyürdü. Küçükken, örneğin ilkokuldayken kız ve erkek olarak bir ayrım yaşamazdık. Öğretmenimizin verdiği ödevleri birlikte yapar, küme ve grup çalışmaları için birbirimizin evine giderdik. Hiç kimsenin annesi, babası bize kız veya erkek gözüyle bakmazdı. Okul çocuğuyduk sonuçta. İlkokulun bittiği yaz kavun gibi, karpuz gibi, üzüm salkımları gibi üç ay içinde büyüverirdik. Kız arkadaş, hatta okul arkadaşı kavramı defterden siliniverirdi. Kız arkadaşlarımız bizden biraz daha önce serpilirler ama tam bir kadın görüntüsü de almazlardı. Yine de çok derin bir kız ve erkek cinsiyet ayrımı yaşamaya başlardı. Bu geçiş öylesine hızlı yaşanırdı, uyum sağlamak. Alışabilmek mümkün değildi. Kızlar artık bizimle oynamazlardı. Bir şey desek, yan baksak kızların kaşı çatılır, aksilenmeye, her söylediğimize çemkirmeye, öfkelenmeye başlarlardı. Pis, hayvan, köpek, eşek gibi kelimeler gerçek adımızın yerini alıverirdi. İnsan zamanla her şeye alışıyor. Biz de alışıverirdik. Bu öyle bir alışmak ki nüfusa gidip adını değiştiresin gelir. Bunun tek bir istisnası vardı. Komşu çocukları birbirlerine bu şekilde davranmazlardı. Çünkü okuldan dönünce aynı sokakta oynar, birlikte ekmek yer, su içerlerlerdi. Bunun adı da arkadaştan çok kardeş gibi bir şeydi.

İnsanoğlu kuş misali, bir gün o küçük kasabadan çıkıp bir yerlere gidiyorsun. Başka insanlar tanıyorsun. Ben de mevsime uydum. Manisa’da liseye başladım. Kızların kötü davranmasına o kadar alışmışız ki bütün kızlardan uzak duruyorum. Bir gün, üç gün beş gün… Bekliyorum ama ne hayvan diyen var, ne başka kötü söz söyleyen… Önceleri bir şeyler ters gidiyormuş gibi hissettim. Lisenin ilk günleri, belki ilk haftası falan… İşte ben tam bu ikilemi yaşarken zil çaldı. İçeri bir öğretmen girdi. Gözünü bana dikti. Bir hata mı yaptım diye ödüm koptu. Neyse yüzü gülüyordu. Sen, dedi. Sen Sarı kafalı… Bu günden itibaren bu sınıfın başkanısın. Öğretmen derse girmeden önce yoklamayı yapacaksın. Sınıf mevcudu yaklaşık kırk kişi. Yarısından fazlası kız öğrenci. Yoklama yaparken isimlerini okumaya korkuyorum. Üstelik çekinince yanlış telaffuz etmek, yanlış sesletmek gibi sıkıntılar oluyor. Her yanlış söylediğim isimde tepeden tırnağa kıpkırmızı kesiliyorum. Kan ter içinde kalıyorum. Bu durum en az on gün sürmüştür. O terler ve pancar gibi kızarmalar bana kasabamın hediyesiydi. Zamanla yitirdim, unuttum gitti. Çünkü ne pis bir delikanlıydım. Ne hayvan, ne eşek, Ne köpek.. Ortalama biriydim. Şimdiki gibi. Ördek gibi her gün yıkanmazdım ama kokacak kadar da beklemezdim. Pirüpak değilsem de pis sayılmazdım. Yemin billah söylüyorum bak, yalanım varsa iki gözüm önüme aksın.

Hiçbir zaman hiçbir konuda iddialı biri olmadım. En uzağa işemek, en zoru başarmak, en başarılı olmak, bir şeylerde birinci olmak bana hiçbir zaman çekici gelmemiştir. Belki beceriksizliğimden veya özgüven eksikliğimden falandır. Bunu değerlendirmek psikologların işi… İyi –kötü, güzel-çirkin, ölüm ve yaşam hep yanana yürür. Hiç biri arınmış ve saf haliyle yaşamın içinde yer alamaz. Hep bir alacalık halidir akıp giden. Ve gelecek olan… Biliyorum hiçbir şey değişmeyecek ama bir kez daha söylemek istiyorum. Ben yazar değilim. Birkaç kadehten sonra dili çözülen içki masası sakinlerinden biriyim. Sözün sırası bana düşerse anlatırım. Aklım Tilt masasındaki demir bilye gibidir. Sürekli konudan konuya sıçrar. Kendi duvarlarına, zemberekli kollara çarpıp seker ve başka bir yöne atılıverir.

O küçük kasabanın tarihini anlatmaya veya sosyolojik yapısını değerlendirmeye hiç niyetim yok. Benim büyüdüğüm kasaba kendisiyle aynı nüfusa sahip birçok yerleşim yerinden daha yaşanasıydı. Bunu tarafsız olarak söylüyorum. O yıllarda bu büyüklükte kasabaların hiç birinde sinema yoktu. Kooperatif falan kurulmamıştı. Tarımsal sulama ve koruma sistemi diğer kasabalardan daha iyi çalışıyordu. Her şey öyle güzel, öyle iyi, cennet gibiydi falan diyecek değilim. Her kasabada, her sokakta bir nalet, geçimsiz insan mutlaka bulunur. Aslında eski göçmen olup kendisini yerli sanan ve ötekilere muhacir diyen ve bunu aşağılamak için söyleyen insanlar vardı. Kendilerini asil ve soylu gören kibirli insanlar. Bunların aşağı sınıflarının içinde Yörükler de yer alırdı. Yörük kelimesini dağlı, görgüsüz, yabani anlamında kullanırlardı. Hepsini bir çuvala koyup bir çırpıda kenara atmak doğru olmaz ama Avcılar Kulübü sakinleri bu aristokrat geçinen insanların mekânıydı. Onlar Adalet parti kahvesine de gitmezlerdi. CHP kahvesine de… Birini aramıyorlarsa Tütüncüler derneğine de uğramazlardı. Kopuğun kahvesi kasabanın en köklü, en merkezde mekânıdır. Oraya da gitmezlerdi. Halka karışmak istemezlerdi. Tarlasında amele olarak çalışan adamla aynı kahvede oturup sohbet etmek hem zaman kaybı, hem de itibar kaybıdır. Bu aristokratlardan bir iki tanesi gençlik kulübüne gelirdi. Çünkü futbol pek laf dilemez, sınırlandırılamaz, ortak bir hastalıktır. Güvercin meraklıları gibi… Yine de oturup kalktıkları insanlara dikkat ederlerdi. Geçmiş zaman, çok ayrıntılı anımsamıyorum. Kendini yerli sanan bu eski göçmenler Muhacirlerden ve Yörüklerden kız almazlardı. Kaçmazsa eğer kızlarını da vermezlerdi elbette. Yedi kat yabancıya razı olurlar ama muhacir ve yürükler olmazdı.

Oysa düğünlerde ayrılmazdık biz. Şakir Aga kahvelerde okuntuya çıkar yediden yetmişe herkesi çağırırdı. Olmadı belediyeden anons edilirdi. Bütün kasabalı davetli, denilirdi. Keşkek mi yiyeceksin, zerde mi, etli nohut mu, kavurma mı? Kırk tabak yesen kimse ses etmezdi. İstersen al evine götür hane sahibi yüzünü bile eğmezdi. Kızları Zürefa Nene oyuna kaldırır, darbukacı İhsan Abla köçekle birlikte çalardı. Ahretlik komşu kızlar aynı basmadan entari giyerlerdi. Eltiler, ya da görümce ile yenge de aynı çiçekli basmadan şalvarlarıyla (don denir) oynarlardı. Nazlı nazlı, en kibarından… Sadece kızlar değil sağdıç erkekler de aynı renk gömlek ve pantolon diktirirlerdi… Terzi Sali’ye, Enver’e, Aydın’a ve Sami’ye…

Hacırahmanlı’yı hep anlat, yine anlat, sık sık anlat diyorlar. Tamam diyorum, en kısa zamanda falan… Elbette yalan söylüyorum. Ömrümün kırk yılını o kasabadan uzakta yaşadım. Ve hala da uzağım. Ve şu anda benim yazdıklarımı o kasabada yaşayan gençler okusa bin yıl öncesini anlattığımı düşünürler. Öyle bir kasaba hiçbir zaman var olmamış, biz bir rüyanın içinden yürüyüp geçmişiz sanki. İşte tam öyle bir zamanda akıp, anılarımızın kıyısına vurduk. Kimse bilmese, anımsamasa ve fark etmemiş olsa bile ben o kasabada büyüdüm. Deresindeki kurbağalara taş attım, dutluğundaki serçelere, asfalt boylarındaki saksağanlara. Hemen yüzünüzü düşürmeyin şimdi. Sapanla aram pek hoş değildi. Attığını denk getirecek kadar becerikli olmadım. Ben o kasabada büyüdüm. Okullarına gittim. Trenlerin hangi saatte geçeceğini, hangisinin durup hangisinin durmayacağını adım gibi bilirdim. Salı günü geçen asker trenleri gazete atar, sigara atardı. Beklerdim. Kumanyalarından çıkarıp attıkları barbunya pilaki hiç güzel değildi. Et konservesi de bir şeye benzemezdi. O yoksulluğumuza rağmen, yiyemezdik. Trenden atılan gazeteleri toplar çamların altına uzanıp saatlerce okurduk. Sonra da mübarek bir şeymiş gibi katlayıp cebimize saklardık. Gören isteyen falan olur. Elimizden uçup gitmesin.

Bunu daha önce de söylemiştim. Hacırahmanlı kasabasının en büyük derdi can sıkıntısıydı. Bazen bu can sıkıntısından sıyrılıp nefes almak için trene atlayıp Manisa’ya giderdik. Hiçbir işimiz, gücümüz olmadığı halde bir turu atıp dönerdik. Harçlığımız bir porsiyon köfteye de yetiyorsa değmeyin keyfimize. Can sıkıntısı ölümcüldür. Psikolojik sıkıntılara neden olur. Bence bu nedenle bütün Hasan’lar, bütün Sali’ler deli ya da çatlaktı. Şimdi düşünüyorum da bence bu çizgi dışı adamlara belediye maaşa bağlamalıydı. Onlar olmasa kanserden, kalp krizinden veya ecelden ölen olmazdı. Bizi içine düştüğümüz depresyon yer bitirir, öteki tarafa götürürdü. Çocuklar her zaman eğlenmenin, güzel vakit geçirmenin bir yolunu bulurlar. En azından yazın kanala giderler, yüzmek, gidip gelmek kocaman bir öğleden sonrayı göz açıp kapayıncaya kadar tüketiverirdi. O kadar yolu gitmişsin illa ki bir bağa girilir, birkaç salkım üzüm araklanır. Veya kavun çalınır. En azından bahçelerin birinde armut veya şeftali vardır. O da yoksa erikler ne güne duruyor? Bazen çocuklardan bezmiş ihtiyarlar bizi gözetleyip eriğe daldığımızda baskın yaparlardı. Kasabanın içine kadar peşimizden kovalardı. Eğer tanıdığı çocuklar varsa onları babalarına söylerlerdi. Akşam eve gidince ne olup bittiğini bile ANLAYAMADAN dayağımızı yer, gıkımızı bile çıkarmazdık. Babalar da haklı sonuçta . Çocuğunun terbiyesini ver, denmiştir. Vermeszsen biz verelim. İnsan içinde söylenince mahcup olmuştur. Utanmıştır ve ağırına gitmiştir. Ne yapsınlar. Çaresiz bilinen en eski yöntemi kullanıp babalık görevini yerine getirirlerdi.

Mart 2022

İzmir-Seyfullah

 
Yorum yapın

Yazan: 02 Mart 2022 in KONUK YAZARLAR

 

Etiketler: , , , , ,

ANLATAMAYAN

12.02.2022-Seyfullah ÇALIŞKAN

Öyküleri fazla yormamak lazım. Onlar canı isteyince kendilerini anlatırlar. Kelimeleri küflü bir kova ile kuyudan su çeker gibi çıkarmak anlatıcıyı mutsuz eder. Tatsız, tuzsuz, bölük börçük bir kurgu içinde debelenip tükeniverir.

Bırdırcın zamanı o kasabaya incecik yağmurlarla gelir. Sonbahar sabırla bekleyen son ateş böceklerini yakıp yakıp söndürür. Yarısı kuru, yarısı çiğli ve ıslak istif dikenleri üzerinde. Gecenin içinde yanan fosforlu kuyruklarıyla sabaha kadar beklerler. Kış gelmeden, yazın son kırıntıları kırlardan silinmeden önce son bir sevişmeyi düşlerler.

O kasabanın bıldırcın mevsimini anlatmak benim harcım değil. Ben sadece palamutlar çaparalarda (çapari) görünmeye başladığında vaktin, saatin gelip çattığını biliyorum. Gecede ilk yankılanan ve ok gibi uzayan bir ses duyulur. Buna kimisi bıldırcın ebesi ötüyor der. Kimisi de kurbacı kuşu sesi bu… Ben o kasabanın doğma büyüme yerlisi değilim. Öyle olsa babamla geceleri bıldırcına çıkmış olurdum. Ada başından Korucuk altına kadar her otu, her ağacı her çalıyı adım adım bilirdim.

Yağmur çiseliyor bu akşam. Abalı çayırları cıvıl cıvıl kuş olacak. Sonrasını anlatmaya korkuyorum. Löküsler, algarlar ve yürekleri yerinden çıkacak kadar heyecan içinde insanlar kendi karanlığında kalsın. Bütün av hikayeleri boynu vurulan, kafası koparılan kuşlara çıkar. Konuyu değiştirecek mecalim de yok. Bıldırcınları anlatacak hevesim de… Bırakalım yiyecek artıkları birikmiş tabaklar masada kalsın. Yarısı içilmiş kadehler, devrilmiş tuzluk ve ezilmiş sigara izmaritleri de kendi halinde. Susarsak diyorum, susarsak bıldırcınların son çırpınışları ve çaresizlikleri silinir aklımdan belki.

 
Yorum yapın

Yazan: 12 Şubat 2022 in KONUK YAZARLAR

 

Etiketler: , , , , , , , , , ,