Göçebeler, doğayla uyumlu yaşarken özgürdüler ve yaşamlarının patronuydular. Dünyada nüfus arttıkça, topraklar paylaşılamadı ve savaşlar çıktı. Yerleşik hayata erken geçenler, kurallara uyumlanma sürecini çabuk tamamladı. Göçebelikten en geç kurtulanların durumu ise başkaydı. Onlar, 1600 sonu 1700 başlarında yerleşik hayata geçenlerdi.
Doğal yaşamın inceliklerini özümsediklerinden, varlığın kıymetini bilenlerdi. Yerleştikleri alanlarda, her biri doğacıydı. Toprağı ekiyor biçiyor, doğa da onlara sunuyordu. Yaparak yaşayarak öğrendiklerinden, zengin kültüre sahiptiler. Sanayileşme, medya araçları, internet yaygınlaşınca bu pazara alıcı gerekti. Köylerde okul kalmadı ve göçebelikten kurtulanlar yeniden göçebe olmuşlardı. Boşalan, 10 hanesi kalan ve cemaati olmayan üç camili köye 3 imam atanırken, köy çocukları için öğretmen atanması imkansız oldu.
Bu göç mağdurları, büyük kentlerin, vasıfsız eleman ihtiyacını karşılamalıydı. Çok göçen olmalı ve pazara alıcı yaratılmalıydı. Öyle de oldu, üretenler artık tüketici oldu. Böylelikle kendisi olmayan, kentli de olamayan ara bir kültür doğdu.
Unutuldu nenelerin, dedelerin el sanatları. Unutuldu doğal ürünlerden yapılan yemekler. Unutuldu ana dilin doğal sözcükleri.
Sinop köylerinde tarım alanında inceleme ve araştırmaları yaparken söz varlığını da toplayan İsmail ERSOY, köylerde buğdayla yapılan sütlaç tatlısını derlemiş. Sitemize gönderdiği bilgiyi okurlarımızla paylaşıyoruz:
“Ben İsmail ERSOY, Sinop yöresi söz varlığını toplarken 1968-1977 yıllarında köylerde buğdayla yapılan sütlaç ikram ettiler. Bu kültürü, gezdiğim Çankırı, Ankara, Kırşehir, Konya, Kayseri, Kahramanmaraş, Antep, Hatay köylerinde hiç görmedim. Sinop yöresi yemeklerinde değerlendirilmesi kültürümüze zenginlik kazandırır.“
Teşekkürler İsmail ERSOY. Dövme buğdaydan sütlaç yapan başka illerin olduğunu internetten de görüyoruz. Buğday ve undan çok çeşitli yiyecekler üretirdi insanımız. Hazır yiyecek pazarının alıcısı oldu artık.
Yel değirmenleri dönüyor yine. Döndürülüyor dümen. Hafızalara format atılıyor, küresel sistemin istediği insan yaratılıyor. Geçmişi ve geleceği de getirinin kontrolünde.
Sabahları erken uyanıp ananemi izlemeyi severdim. Elini yüzünü yıkar idare elinde önce dama inerdi. İneklerin samanlarını verir, damı temizlerdi. O sıra ezan okunur sessizce pencereyi açar dua eder namazını kılar,ardından tekrar dama iner inekleri sağardı.
Kuzineyi yakar , sütü süzer tencereyi yanan kuzinenin üzerine koyar radyoyu açardı. Saat 6,5 gibi olmalı türkü saati. Süt taşmasın diye beklerken dinlediği türkülerle gözleri dolar,kederli kederli elini sallardı.Kaynayan süt tenceresini tezgaha bırakır ılımasını beklerdi. Bu arada da ajans saati gelmiştir,haberleri dinler söylenirdi hayat pahallılığına dair. Demek ki her dönem yaşanmış bu.
Haberler bitince pili bitmesin diye radyoyu kapatır günlük işlerine bakardı. Bu arada da gün aydınlanmıştır. Onu izlediğimi bilmeden bana seslenirdi. “Ayşenur öğlen oldu kalk “ oysa gün yeni aydınlanmış ananem işlerinin çoğunu bitirmişti. Kahvaltı zamanıydı bol tere yağında pişmiş yumurta kendi elleriyle yaptığı peynir sıcacık sac ekmeği …
Bugün pazar yine anılarda gezeledim. Sağlıklı mutlu huzurlu pazarlarınız olsun sevdiklerinizle, GÜNAYDINNNN…!!
Sofya ile aramızda 4-5 yaş vardı . Safiye 17-18 ben ise 13 yaşında idik. Evlendik görücü usulüyle, bu yazıları yaşadığım günlerden 62yılı geride bıraktık. Neler yaşamıştık bu 62 yılda, yazmak için bir ömür lazım o da biz de kalmadı, sadece önemli iz bırakan olayları ancak yazabiliyorum.
Aslında ikimiz de çocuk yaştaydık, tartışma nedenlerimizi düşündükçe gülmemek mümkün değil: sizin köy mü daha güzel yoksa bizim köy mü, senin baban mı iyi adam benim ki mi gibi; kendimizce yaşımıza uygun bir sebep bulurduk tartışmak için.
İlk çocuğumuzu cehalete kurban ettik,(Havva 1960-62); Havva iki yaşına girmiş fakat halen yürüyemiyordu. Yürüyebilmesi için yaptırdığımız iğnenin aşırı dozu ve enfeksiyon kapması sonucu 24 saatte kaybettik.
DAMAT İNTİHAR EDİNCE
Bir son bahar mevsimiydi , mezarlığın aşağısında çağıl arasında çift sürüyordum, Sofya’da kömüşlerin önüne yürüyordu. Derinden kulağımıza gelen davul sesi bizi heyecanlandırıyor, bırak işi gücü düğün başladı diyorduk, ikimiz de çocuk denecek yaşta olduğumuzdan bir an önce tarlayı bitirip akşam erkenden düğüne gidecektik.
Düğün komşumuz Kücü dayının oğlu , CİSO’nun düğünü, Ciso(Hasan) kücü İbrahim dayının tek çocuğu idi, bir de kızı varmış kücü dayının , gürgenlikte ağaç keserken kestiği ağacın altında kalarak hayatını kaybetmiş. Ciso köydeki diğer yetişkin gençler gibi ( genelde yoksul olanlar) uzunca süredir Zonguldak kömür ocaklarında çalışıyordu. Evlenme zamanı gelmiş geçmişti bile. Nihayet güzel bir düğün kuruldu 2 davul 2 zurna ve köçek, düğün başladı.
Tam düğün için kıyafetlerimizi giyip hazırlanıyorduk ki , komşu acı haberi verdi; damat intihar etmiş dedi. Gerçekten davullarda susmuştu, bu defa düğüne değil de taziyeye uygun bir kıyafetle düğün evine taziye için gittim.
Akşam karanlık basarken bir ara damadın yokluğu fark edilir, herkes damadı aramaya başlar, çevreye dağılanlardan biri birde bakmış evin hemen yakınında tarlaların ortasında kocaman bir meşe ağacında sallanıp durur ciso nun cansız bedeni.
Dikmen’e haberci gitti (başka ulaşım yok , telefon yok), jandarma, doktor geldi otopsi yapıldı, kesildi biçildi, gerdek yerine mezara girdi ertesi gün Ciz Hasan. Evlenmek istememiş ciso, babasın israrı üzerine düğün kurulmuş dendi. Kömür ocaklarında çalışırken erkekliğini yitirmiş dendi, doğuştan iktidarsızmış dendi, dendi de dendi; gerçek sebep Ciz Hasan la birlikte gömülüp gitti.
Ne önemi var ki ha öyle olmuş ha böyle. Cenaze yıkanırken suyunu da bana döktürdüler, sen hocasın öğrenmen lazım dediler. Otopsi için parçalanmış cesedi hayatım boyunca unutamadım, bende derin bir travma yarattı olay.
İyi anılarım da var bu yıllara ait: duymuştum bir yerlerden, hiç okula gitmeden ilkokul diploması alına biliyormuş. Arada bir anamın başını ağrıtıp duruyordum ; anne ben bu köyde sıkılıyorum, bir yere gitmek istiyorum , belki İstanbul’a gidip bir kuran kursu, hafızlık filan , zaten neredeyse kuranın ¼ ünü ezberlemiştim. Hafız bir komşumuz vardı ramazanlarda kasabalara gidip mukabele okurdu, iyi para toplardı, itibarı da vardı hafızlığın hani. Ancak istanbul’da barınacak yer ve giderleri karşılayacak durum yoktu.
Hiç olmazsa bir ilkokul diploması almalıydım başka bir şey yapma imkanım yoktu. Annem :“ Sinop’ta hoca amcamız var git ona anlat bakalım bir şey yapabiliyor mu” dedi. Çam sakızı çoban armağanı hesabı 2-3 kg yağ yoğurt alıp geldim Sinop’a Abdullah Karagülle, amca dede kardeşleri oğlu idi. Milli Eğitim eğitim araçları müdürü idi.. Anlattım derdimi, O yıllarda henüz dışarıdan giren için düzenlenen sınav sistemi yoktu. Cumhuriyet ilkokulu müdürünü aradı rica etti. Müdür,” gönder gelsin “ dedi.
Müdür odasına aldı beni , iki tanede bayan öğretmen çağırdı sınıflardan, dört kişi olduk müdürün odasında. Önce metin okuttular sonra dört işlem, din dersi , kıraat la küçük bir süre okudum., müzik dediler, nota filan hiç görmemiştim. Sen ne iş yaparsın köyde dediler, çiftçilik yapar çobanlık yaparım dedim. Çobanlık yaparken hiç türkü söylermisin dediler, söylerim dedim, ozaman hadi söyle ne biliyorsan dediler. O an aklıma gelen:
otobüsler boyandı,
kol orduya dayandı,
benim sevdiğim şöför
alkanlara boyandı….türküsüne asıldım; müdür: biraz yavaş söyle şimdi sınıflardaki çocuklar toplanacak buraya ne var diye dedi. Böylece benim sınav bitmişti .Ertesi gün diplomayı alıp Abdullah amcaya teşekkür edip, büyük bir sevinçle döndüm köye.Köye ilk okul diploması getiren ilk ve tek kişi idim , nasıl mutlu olmayayım ki. Köyümüze ilkokul bu tarihten 11 yıl sonra açıldı
Bu yıllarda babam da İstanbulda çalışmaktaydı, benim düğünden dolayı bir miktar borçlanmıştık. 3 yıldır babam İstanbul’da idi.1964 ilk baharında İstanbul’a babamın yanına gittim, birkaç gün kalıp babamla birlikte köye döndük. Babamın bu gelişi baya zengin bir dönüş olmuştu; (hasan kalfa kadar değil tabi, Hasan kalfa anamın dedesi İstanbul’dan köye dokuz katırla geldiği söylenir), her tür bakır eşyalar, ev halkına giyeceklerin en iyisinden, altıparmak urba ve saire, at takımı heybesi, radyo, gereken her şeyi almıştı babam iyi para harcamıştı kısacası.
O yıl ot orak harman işleri bitince aradaki boşluktan faydalanarak Sinopa ablamı ziyarete gelmiştim. hem uygulamadandır kış gelirken kasabadaki yakınlara kışlık erzak gönderilir, benim için bir değişiklik olacaktı hem gezecek hem ablamı ziyaret edecektim. Sami eniştem Amerikalıların yanında radarda çalışıyordu. Sinop’ta İngilizceye ve Amerikalılara karşı yaygın bir sempati vardı. Bu sempatinin haklı nedenleri de vardı hani. Bırakın dünyayı , ülkeyle bile doğru dürüst bağı olmayan 10-12 bin nüfuslu ,hapishanesi ve limanı ile ünlü, hiçbir gelir kaynağı olmayan küçük bir kasabaya, davranış biçimleri ve ekonomik farklılıkları ile sanki uzaydan gelen yabancılar gibi gelip şehrin tepesine üs kurmuşlardı (halk buraya radar derdi).
Zaten bir takım küçük yardımlarla (marşal yardımı okullara süt tozu yardımı, orduya yapılan miadı dolmuş araç gereç yardımı gibi) Türkiye’de Amerikan sempatisinin alt yapısı oluşmuştu, halk kolay kabullendi bu durumu. Ciklet sigara wiski, kot pantolonla tanıştırdılar yaşlı kıtanın küçük kasabasındaki insanları. Çocuklar “okey jiklet Money” büyükler “helo havayu” demeyi öğrendi kısa sürede. mahrumiyet bölgesi (hardship tour)olduğu için gelen askerler 1 yıl kalıp giderdi, Türkiye’ye gelen her asker mutlaka birkaç çift bot, bir kaç battaniye ve halı alırdı. İlerleyen yıllarda ailelerini de getirmeye başlayınca ev sahiplerinin yüzü güldü. 200-250 dolara kiralardı Amerikalılar evleri. O zamanlar 250 dolar büyük paraydı. Amerikalı er maaşı 1000$ civarı idi.
Her neyse hikayemize dönersek, bir sonbahar günü hem gezmeye hemde ablamla eniştemi ziyarete gelmiştim Sinopa. Gezerken , bugünkü adliyenin önünde seyyar bir kara tahtada tebeşirle şöyle yazıyordu: “Halk eğitim müdürlüğü tarafından akşamları ücretsiz İngilizce kursu tertib edilecektir. İlgilenenlerin Halk eğitim müdürlüğüne kaydını yaptırması …” Kara tahtanın önünde durup sindirerek okudum, biraz ileri gidip geri döndüm tekrar okudum, adeta resmini çektim kara tahtanın . hayır mümkün değildi, Türkçeyi bile doğru dürüst bilmeyen , mektep medrese görmemiş bir adam İngilizce öğrenemezdi, zaman kaybı olurdu , macera olurdu, olsun nasıl olsa bedava idi, bir şey ödenmeyecekti, kalacak yer de vardı, ama bir şey yoktu, öz güven, köyden kasabaya ikinci gelişimdi. Aksanım, tavrım, kıyafetimle köyden, çobanlıktan geldiğim her halimden belli idi, kara tahtayı bugün ilk defa görmüştüm adliyenin önünde. Bu donanımla şehirlilerin arasına katılacak, dahası bir de yabancı dil öğrenecektim, olmaz ,olamazdı, gün boyu düşünüp cesaretimi toplamaya çalıştım. Zor da olsa kararımı vermiştim. Ertesi gün Halk eğitime gidip kaydımı yaptırdım. Kurs haftada 3 gün idi, barış gönüllüsü ,Amerikalı hoca Robert Dankoff tarafından verilecekti. İlkokula giden çocuk heyecanı ile gidip sınıfın en arka sırasına oturdum. Cumhuriyet İlkokulundaki büyük bir sınıf ayarlanmıştı, sadece tanışma gibi , hoca isimlerimizi yazdı. 80 kişi gelmişti ilk gece. Hızla düştü bu sayı. Bir hafta sonra 40-50 ye, ikinci haftada 25-30’a kadar düştü.
Yavaş da olsa adapte oluyordum ortama, ara ara güldükleri oluyordu benim konuşmalara: mesela sıra demekte baya zorlanıyordum, sıra diye bir sözcük yoktu benim dağarcıkta, kitabımızda her şey İngilizce idi Türkçesi yoktu. “Let’s learn English” di kitabımızın adı. “The book is on the desk “ sözcüğünü kitap masanın üzerinde diye tercüme ederdim. Halbuki kitap sıranın üzerinde olacaktı doğrusu. İşte böyle bazen gülerlerdi ama pek aldırmazdım.
Hatıratım uzun zamandır günlüğüme ara vermıstım. tekrar baslayabıldım nıhayet. Tuberkuloz neticesi bir kaç aylık istirahatten sonra tekrar kilolarımla işe dondum. Çünkü istirahatim boyunca köyde bana anneciğim bol bol tereyağı ve bal yedirmişti. Hastalık günlerinde baya sıkıntılı günler yaşamıştım. akcıgerler kalbı de etkılıyor, darlık yapıyordu zaman zaman olume yaklastıgımı hıssederdım.
4 cocugun babasız ortada kalma tehlıkesı ve korkusu benı iyice korkuturdu. Tanrıya ettıgım dualarda kendım için degıl cocuklar ıcın yakarırdım. Bır defasında köyde ıyıce fenalastım at sırtında beni Bafra’dakı doktora götürdüler . Nıhayet ıstırahat bıttı ve ısıme dondum. Dondugumde benı farklı bır bolume verdıler,Daha once Dıspatcher (arac sevk memuru)ıken mudurun yanında daktılo olarak calısmaya basladım. Aynı zamanda on parmak daktılom vardı. Burada duzenlı bır mesaım vardı ama ders calısma sansım yoktu.bır kac ay sonra dıspatcher kadrosunda bosluk oldu ve oraya dondum. Tekrar derslerıme baslamıstım. Orta okulu bıtırdım pesınden lıse ve nıhayet ozamanlar dısardan devam mecburıyetı olmayan sınrlı bır kac okuldan bırı olan sevk ve ıdare yuksek okluna(sıyo) ya kayıt oldum.
Yıl 1975, puanım 416 idi. Sevk ve idare yuksek okulu 1974 Ecevıt hukumetı donemınde kurulmus Turkıye ve Orta dogu Amme ıdaresı Enstıtusune baglı bır yuksek okuldu. Okulumu sevmıstım cunku egıtım ıcerıgı cok genıs ve genel kultur agırlıklı hayata daır ne varsa psıkolojı sosyolojı, hukuk,anayasa, ekonomı ıstatıstık matematık ısletme yonetımı personel yonetım, organızasyon ve metod ne kadar sosyal konular varsa hepsınden temel bılgılerı ogretıyordu.
Zaman zaman haftada bırden fazla Ankara’ya gıttıgım oluyordu. Ankarayı da çok sevmıstım. Sıhhıye’de bır parkta oturup cay ve ya bıra ıcmek guzeldı.Sakarya’ da pıknık dıye tabır edılen bır bırahane vardı kapalı ve acık mekanı olan bır yerdı .Sınoplular orayı cok severdı.Aslında butun Turkıyenın gozdesı bır yerdı orası.Her gıttıgımde oraya ugrar mutlaka bır sosıs tava ıle bıra ıcerdım.Ankaranın guzel tarafı bu ıdı benım ıçin. Dıger zamanlarda genellıkle pıde yerdık. En ucuz karın doyurmanın yolu bu ıdı. O yıllarda ekonomık durumum hic de ıyı degıldı. Çunku 1974 de evın bulundugu yerın arsasını almıstık. Yaklaşık 35000 tl ödeyerek aldıgımız arsanın yarıdan fazlası dostlardan alınan borçlarla tamamlanmıştı. Yine aynı yıllarda aldığım maaş ise 1500-2000 tl arası idi.
Arsayı almak ben ve eşım icin farklı bir şeydi ,sadece bir arsa değildi o bizim için, şehre açılan bir kapının anahtarı ,aıle ıcın yenı bır cagın baslangıcı ,ailenin sigortası, koyden kente gecıs yolunda onemlı bır donum noktası, kısaca aılenın ıkametını Dudastan Kefevı mahallesıne tasıyacaktı bu arsa.
Yaklaşık bir asır önce(tahminen 1850-1880) İstanbul’dan köye gelip o günün zor koşulları altında köyde yeni bir düzen kuran Hasan Kalfa(annemin annesinin babası) ve köyde yerleşik olan Kuzundayı Mehmet(her iki dedemin babası İsmail ve Aziz dedelerimin) O günkü 10-12 milyon nufuslu Türkiyenin%95 okuma yazma bilmeyen ve kırsal kesimde yaşayan yine 2/3’ü hasta sağlıksız bir toplumun bir yandan savaş diğer yandan kıtlık, Osmanlının çöküş yılları, toprakların eyaletlerin birer birer elden gittiği yıllardır bu yıllar. Köyde yaşamak hem daha emniyetli hem daha ekonomıktır. Devlet vatandaşı için hiç bir şey yapamamakta (eşkıyalara karşı iç güvenlik bıle saglanamamaktadır) fakat ağır vergiler zorunlu olarak savaşın geregı devam etmektedır.Galıba bızım koy ve benzer koylerın kentlerden ve devletten uzak ulaşım olmayan uç noktalarda yerleşmelerininde en önemli sebeplerınden bırısı bu dıye duşunuyorum. Bu dönem insanları yoksulluk, yetimliğin ağır pençesi altında nesillerini zar zor devam ettirmekten başka bir şey duşunmemektedır.
“Dünyanın neresinde olursa olsun, her coğrafyada yaşayan insanların kendine has kültürleri ve ritüelleri vardır. Bilke olarak, özellikle farklı kültürlere dikkat çekiyoruz ve “FARKLARI FARK ETME” doğrultusunda çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Farklılıklar yurdun zenginliğidir. Toplumun bilinç seviyelerinin aynasıdır. BİLKE ”
Dudaş köyünde yaşamın 1. bölümünün devamı:
BİZİMÇİLELİ AİLEMİZ- 2– Tayyip SANDALCI
Bizler üçüncü jenerasyon Sandalcılar ise, genlerimize veri tabanımıza yüklenmiş bu acı anıları içimizde taşıyarak, onlara duyduğumuz minnet, ve özlemle yaşıyoruz.
Birinci bölümde çileli ailemden bahsettiğim gibi İhsan ve Emine’den biz beş kardeş dünyaya gelmişiz önce 1942 veya 43 de Aziz dünyaya gelir.2 yaşında iken boğmaca denilen bir hastalık o günlerde çocuk ölümlerine neden olan bir hastalıktır. Aziz bu hastalıktan vefat eder. Ailenin tek erkek çocuğunun ölümü aileyi derinden üzer. Dedem çakır Ahmet yayladan kışlaya gelirken beş çamlarda yayla kışla arasında 1000m rakımlı, aynı zamanda burası evliya diye bilinir, gelen geçen Fatiha okur, dileği olan el açıp dileğini söyler, Anadolu’nun bir çok yerinde olduğu gibi.
Dedem çamın dalına asılıp “ya rabbi senin hikmetinden süal olunmaz bilirim ki veren de sen alan da, ailemizin tek erkek çocuğunu aldın bizim ciğerimiz yandı. Bize bir erkek çocuk daha ver” diye dua eder, rivayet odur ki o dua kabul olur ve ben dünyaya gelirim. Kesin olmamakla birlikte doğum tarihim 1946 yılı Kasım ayı.
Kaybedilen erkek çocuktan sonra aileye gelen erkek çocuk oluşumdan olacak çok kıymetliyim (Çakır Ahmet dedemin çocuğu olmamış 1296-1880-ölüm:05/11/1959) çakır Ahmet dede hem eski Türkçe hem yeni Türkçe okur yazar, çok güzel kuran okur, kendisi bu makama kıraeti-kahir derdi hüzzam olsa gerek. Güler yüzlü Noel baba gibi, hoş sohbet pozitif bir adamdı. Aynı zamanda gençliğinde pehlivanmış, ben göremedim. Köyden biri bana şöyle demişti dedemi anlatırken: “terekten babasına su vermeyen çocuklara Çakır Ahmet köy yerinden atları getirtirdi” demişti.
Tatlı dilli adamdı. Askerde jandarma komutanlığı yapmış. Bir anısını anlatmıştı:
Jandarma komutanı iken bir köye uğramışlar, evin annesi kızına seslenmiş “Zülfinaz kızım gel misafirimiz geldi” demiş bu isim dedemin hoşuna gider ve ilk torununa Zülfinaz adını verir.. Dedem daha çok imamlık yapar işlerini eş dost komşular yapardı, kısaca hatırı sayılır adamdı..
Her dede gibi benim dedemin de bildiklerini torununa aktarmakta acelesi vardı. Bu da doğanın anayasası olsa gerek. Bu bana bir yerlerde okuduğum, ölüm ile yaşam ikilisinin arasında geçen diyaloğu anımsattı..”
“Ölüm yaşama derki … benden büyük yoktur sistemde en büyük benim, ölümle her şeyi sonlandırıyorum der; yaşam da ona der ki:..
Sen öyle zannet benim genlerim benden sonrada devam ediyor der.”
Benden önce benden 10 yaş büyük Zülfinaz ablam ailenin ilk çocuğu ona öğretmiş eski ve yeni Türkçeyi. Aynı şekilde çok küçük denecek yaşlarda belki 4-5 yaşlarımda kuran okumayı eski Türkçe yazıp okumayı öğrenmeye başlamışım.. Köy imamı Abdurrahman Hoca 6 ay Dudaş’da 5 ay Çatacık’ta okuturdu. Bir taraftan mektepte diğer yandan evde ablam ve dedem çalıştırırlardı.
Bu arada annem askerde okuma yazma öğrenen komşu Arif Ağa’ya bir batman ceviz verip 29 harfi öğrenmemi sağlamıştı. 13 yaşıma geldiğimde eski ve yeni Türkçeyi öğrenmiştim. İmamlık yapmak için gerekli bilgileri de öğrenmiştim . Abdurrahman Hoca (köy imamı) sen imamlık yapabilirsin diyerek bana icazet vermişti. Diğer tarafta Hayri hoca ,baliğ olmayan adamın arkasında namaz kılmak caiz değildir demişti. Ben bu arada 2 yıl Ayvaya . 2 yıl Çatacık’a Ramazan imamı olmuştum. Ücret fitre karşılığı idi. Evde kaç kişi var ise fitrelerini hocaya verirlerdi.1960-63 yılları böyle geçti. Kuran öğrenmek namaz sürelerini öğrenmek için gelen çocuklara öğretirdim , biraz büyükler yaşı bana yakın olanlarla güreş tutardım.
Bu arada bir anımı anlatmak isterim: Ayva da inşa halindeki kocakafa Sadettinin yeni evi Ramazan da namaz kılmak ve çocuk okutmak için bir aylığına bu işe tahsis edilmişti. Mevsim kış, odanın birinde ocak ateşi yanıyor salonda ısıtıcı yok ve soğuk. Herkes sıcak odaya sıkışmış durumda kimse salona çıkmıyor, ben ve birkaç kişi salondayız, diğerleri içerdeler, ben bir iki ikaz ettim kimse çıkmadı, ramazan herkes oruçlu ve aç , akşam namazı cemaatle birlikte kılınıp evlere gidilip iftar yapılacak, bu nedenle herkes acele ediyor. Benim uyarımı kimse dinlemeyince ben de sinirlenerek Allahü Ekber deyip namazı kıldırdım. Namaz sonrası cemaatten birisi, benimle sık şaka yapan birisi hoca dedi se ne yaptın ? Ben de ne yaptım namaz kıldırdım dedim. Yahu namaz kıldırdın da sen bize küfrettin a…koyayım da gelmezseniz Allahü ekber dedin dedi. Ne dediğmi hatırlamadım ama espiri tam da yerine oturmuştu; çocuk yaşta oluşum, sinirlenişim tam bir espiri olmuş herkeste hoş görüyle gülüp geçmişti.
Bir başka anımda şöyle: Yaşlı bir amca, (katil Alinin Emin) Emin amcanın sandıkta sakladığı gümüş köstekli çok güzel bir serkisoff saati vardı, sadece ramazan ayında sandıktan çıkarır, soldan sağa doğru göğsünün üzerine gümüş kösteği sarkıtırdı. Fakat Emin amcanın okuma yazması olmadığından saatten de anlamazdı. iftar saatleri öncesi herkes cebinden saatini çıkarıp bakar ve karşılaştırırlar, bu arada içlerinden biri sorar Emina veya Emin amca senin saat kaç ? Emin Ağa yeleğin sol cebindeki saati çıkarıp önce mendilini sonra kapağını açar bakar “bu da sizinki gibi der, ya da benim gözlerim iyi görmüyor sen bak derdi. Herkes içten gülerdi, kimse dışa vurmazdı. Ramazan Mart Nisan Mayıs aylarına rastlamıştı bu yıllarda. Çiçekler çiğdemler açıyordu, mektebe gelen çocukları alıp kırlara yürüyüşe çıkardık. Ayva sırtlarından köyümü, Dudaş’ı özlemle seyir ederdim:
Bu gün geçmişe doğru bir yolculuk yapalım yine. Biliyorsunuz sitemizde amaçsız bir konu işlemiyoruz. Köylerimize yerleşimler konusuna, sosyolojik açıdan değinmek istiyorum.
Belgelerden, dağınık grupların, farklı zamanlarda Sinop köylerine göç ettiği sonucunu çok net olarak görülür. 1487- 1580 hane sayılarının olduğu tabloda bulunmayan köylerde yerleşim olmadığı anlaşılıyor.
Biz Sinop’ta, 1487 yılından 1580 tarihine kadar köy yerleşimlerine bakalım:
.
Köylerde yaşayan halk, yaşam ihtiyaçlarını gidermek için birlikte hareket ediyor, temel ihtiyaçları karşılamak için el ele veriyorlardı. Birlik ve beraberlik içinde, imeceler yapılıyordu. Büyük şehirlerin rant merkezi oluşu, köyden göçlerin artması ve köylerin boşalması toplumun sosyolojisini oldukça etkilemiştir. Köyler, artık ziyaret edilen tatil merkezi gibidir.
Köy yollarımız, Karadeniz bölgesinin ihmal edilen yollarının başındadır. Toplum için el ele vermek, birlikte hareket etmek artık yerini bireyselliğe bıraktığından, ihmaller zinciri devam edegelmektedir. Zor yılların kahramanı olan bir nesil, artık yerini bu gün teknolojinin esiri olan nesle bırakmıştır. Toplumsal duyarlılığın yerini de bireysel doyumsuzluk almıştır.
Sosyolojik ve psikolojik etkiler, eğitimciler tarafından bilinmekte, uygulama aşamasına ne yazık ki geçilememektedir. Eğer toplum, bu konuda köydeki imeceler gibi aynı duyarlılıkla hareket etse, olumlu gelişmeler olabilir, iyi sonuçlar alınabilirdi.
Bu tablodan sonra hane sayımı olarak yapılan nüfus sonuçlarına bakalım:
Sinop köylerinde, yerleşimler dağınıktır. 1071’den sonra Anadolu’nun her tarafından Sinop’a yapılan göçler dağınık gruplar halinde olmuştur. 2-3 ev bir mahalle, bir sülale bir mahalle oluşturmuş, bu yüzden evler dağınıktır. Sahilden yükseklere çıkıldıkça, evlerin ve ambarların mimarisi değişir, detay azalır, kullanım amacı öne çıkar ve işlev kazanır.
Gerze- Tilkilik Köyü AmbarFOTO: Vitrin Haber-Sinop’un Erfelek ilçesi Kaldırayak köyü Kuz Mahallesi. Karadeniz’in mühendislik harikası serender yapıları her geçen gün çürümeye ve yıkılmaya yüz tutuyor. Vitrin HaberFOTO:Gerze- Tilkilik Köyü- Doğal Temel Taşları-Yaşar SARIKAYAFoto – Eğimli alanlarda her zaman minazların arasına taş örülmez. Burada ev sahibinin bu alanı kullanmak istemesi ya da taşa ulaşamama gibi etkenler minazların arasının boş bırakılmasına neden olabilir ( Ayancık Kızılcakaya Köyü)-Prof.Dr. Cevdet YILMAZ-Mutlu KAYA
Sinop’ta ahşap konaklar, kent merkezinde olduğu gibi köylerde de vardır. Konaklar sülale adı veya sülalenin ileri gelen kişisinin adı ile anılırlar. Sinop Merkez Avdan Köyü Sarıdüz Mahallesi 1 numarada yer alan Tercümanoğlu Konağı akademik bir çalışmaya konu olmuş.
FOTO: HAYRUNNİSA TURAN-Sinop’ta Geleneksel Bir Türk Evi: Tercümanoğlu Konağı
Çalışmanın detayını aşağıdaki linkte bulabilirsiniz:
Ne emeklerle yapılmış bu yapılar. Ustaları bu dünyadan göçüp gitseler de tahtaların her zerresine sinen izleri bu gün de gelecekte de yaşayacak. Köylerde saklı olan ahşap ev ve ambar kültürümüzü, kentin karmaşası sevdasına yitirmeyelim, fotoğraflayalım.
“Yerleşmelerin çekirdeğini oluşturan en temel unsur meskendir. Meskenler, yapı malzemesi ve düzenleniş şekilleriyle bulundukları coğrafi koşulların etkisini taşıdıkları ve bu etkiyi yansıtabildikleri oranda coğrafi önem taşırlar. Bu etkiyi yansıtanlar da daha çok kırsal meskenlerdir (Tolun-Denker, 1977:60).”
Akçaçam Köyü Evi- FOTO: Geleneksel Kır Meskenlerinde Mimari Degradasyon: Sinop İli Örneği-MUTLU KAYAAyancık Kurtköy Evi- foto-Geleneksel Kır Meskenlerinde Mimari Degradasyon: Sinop İli Örneği-MUTLU KAYAAyancık Köy Evi Tuvalet-FOTO:Geleneksel Kır Meskenlerinde Mimari Degradasyon: Sinop İli Örneği-MUTLU KAYA
“Kültüre sahip çıkmak gerek. Bu evlerin her köşesinde, her bir miliminde ne anılar, ne izler saklı. Hormonlu gıdalar, doğal gıdaları solladı geçti ya, ahşap evler de yerini taş ve demir yığını binalara bıraktı. Kıymet bilmeyen topluma dönüştük. Üretmiyor, hep tüketiyor ve buna alışıyoruz.
Gençler, köyünüzdeki doğal yapıları, doğal olan kültür mirasını koruyun, arşivleyin. Buğday kayıp, tohumlar kayıp, topraklar boş. Fotoğraflamayı olsun ihmal etmeyelim.” BİLKE
SON TEŞKİLATI MÜLKİYE KAYITLARI-Yaşar SARIKAYA, Bir İnci Memleketim, 2010, s:85-88
Sinop’ta, halk kültürüne etki eden konulardan biri de eski yer adlarıydı. Eskilerden günümüze ulaşanlar, yeni isimlerle değiştirilenler ve bunların kültürümüzle etkisini araştırmak amacıyla, TBMM Kütüphanesine gittim. Girişte valizim, çantam nem varsa sıkı bir aramadan geçtim. Sonra kütüphaneye girdim. Aradığım bilgilerin, son teşkilatı mülkiye kayıtlarında olduğunu öğrendim.
TBMM Kütüphanesindeki çalışma sistemine hayran kalmıştım. Bilgiye ve araştırmaya değer verenlerin olduğunu görmek güzeldi. Ülkemde buna çok ihtiyacımız vardı. Kayıtlar, bana CD olarak teslim edildi.
Belge, Osmanlı İmparatorluğunun son kayıtlarıydı ve Osmanlıcaydı. İçinde, Ermeni ve Rum köy isimleri de vardı. İnsanlar bu memlekette, her dönem kardeşçe bir arada yaşamışlardı. Ekmeğini, suyunu paylaşmışlar, birlikte imeceler yapmışlar, komşu olmuşlardı. Anadolu halk kültürü, komşuluk, misafirperverlik, yardımseverlik duygularının örnekleri ile doluydu. Bu güzellikler, getirim (rant) ve hegemonyanın gücüne yenilmemeliydi. Elimizde ne varsa kaybetmemeliydik. Keşke, değerlerimizi koruyabilseydik.
“PDF” dosyası olarak aldığım kayıtların, ilçelerle ilgili kısmını her ilçenin kendi bölümüne aldım. Yer isimlerinin, Osmanlıca ve Latince olarak kayıtlı olduğunu göreceksiniz. Belgenin Sinop Merkez sayfaları:
Sinop vilayetindeki yer isimleri, merkez nahiyesi ve Karasu olarak iki başlıkta alınmış.
Ereyli köyü, bu kayıtlarda olmasına rağmen, bugün yoktur. Sinop’a göçen Ereğli cemaatinin, ismini bu köye verdiği anlaşılıyor. Kulli, Göllü köyü olmalıdır. Kulu ve Kulalı bir cemaat adıdır, Türkman Yörükanı Taifesindendir.[1] Kızılcaot, Kızıl Abalı köyleri, ismini “Kızılca” cemaatinden almış olabilir. Kızılca cemaati, Yörükan Taifesindendir. [1] Osmanlı İmparatorluğunda Oymak, Aşiret ve Cemaatler, C. Türkay, s, 469- 470
Bugün Tekke adı ile bildiğimiz köyün, TEKE adı ile kayıtlı olduğunu görüyoruz. Teke, bir Aşiret adıdır. Yörükan Taifesindendir. Silifke, Saruhan, Kütahya, Tarsus Sancaklarına yerleştiği kayıtlıdır.[1]
[1] Osmanlı İmparatorluğunda Oymak, Aşiret ve Cemaatler, C. Türkay, s, 139
İsimler, eşyalar ve coğrafya bizimle o kadar çok şey konuşur ki. Kendilerine dokunan kişilerin duygularını, gezip dolaştıkları yerleri, sevdaları ve acıları içinde taşır ve yansıtırlar.
Köylerimiz ve isimleri ezgiler, nakışlar, yemekler gibi gezgindirler. Cevdet TÜRKAY, Osmanlı Arşivinde yıllarca çalışmış ve oradan emekli olmuştur. Bilgiler ve belgeler ışığında yazdığı kitaptan sadece iki köy adına dikkat çekmek istiyoruz. Boyabat’a bağlı OSMAN KÖYÜ:
“Osmanköy Osman-bükü, Osman Sofu Zaviyesi: Hürrem-şah Tekkesine bağlı bir yerleşim yeridir.“(kaynak:VİKİPEDİ)
Sinop Erfelek ilçesine bağlı HÜRREMŞAH köyü vardır. Beylikler ve Osmanlı dönemlerinde DİVAN başlığı altında anılan köyler olduğunu biliyoruz. Divan isimleri sürekli değişiklik göstermektedir. Osman köyün Hürremşah’a bağlı yerleşim yeri olduğu belirtilmiştir. Kaynaklar incelenecek ve konuya tekrar değinilecektir.
MELİKŞAH KÖYÜ:
Aynı ismin, Siirt ve Van bölgelerinde olması bize tarih konusunda ip ucu vermektedir. Selçuklu dönemi hatırasını taşımaktadır.
Kentler ve köyler, ücra köşeler hepsinin dilini konuşmak için başka bir araştırmada buluşmak ümidiyle.
80’lerde başladı arşivleme çalışmalarım. Erfelek’te öğretmenlik yapıyorum. Derlediğim yöre halkoyunlarından ekip oluşturmuşum, yarışmalara hazırlanıyoruz. Oyunlar ve müzikleri ilk olarak sunulduğu için derleme zorunlu. O zaman bilgisayar yok, okulda oturdum daktilonun başına. Elimden geldiği kadar kaynak kişilerle görüşüyor, ses kaydı alıyor, fotoğraflıyordum. Sadece o işi yapıyor sanmayın, sınıfım da var. Ayrıca diğer sınıfların müzik derslerine de giriyorum, bir de Halk Eğitimi Merkezinde Bağlama kursu veriyorum.
Neden diye bir sorun da, ben de cevap vereyim isterseniz. Atamalar konusunda hiç sansım olmadı; merkez ilçeye alındım ama kadrom köyde görünüyordu. Merkezi hak etmem için de verilen işleri yapmam gerekiyordu. Kolay yolunu bulan buluyordu da, bu kolay yolları ben hiç bulamamıştım.(!)
Ben yine de çalışmalarıma devam ediyordum. 1994 yılında emekli olduktan sonra araştırma çalışmalarıma daha fazla zaman ayırdım. İlimiz turizmi için önemli gördüğüm, soyut ve somut kaybolan kültürler hakkında kurumlarla görüşmelere başladım. Ben tüm kurumlara yardım ediyordum.
Bu süreçte, hiç de kolay olmayan çalışmaların içinde yer aldım. Gördüm ki, sosyal dengesizliklerin yarattığı sonuçların bedeli, toplumdaki bireylerin sırtına yükleniyordu. Köy- kent arasındaki dengesizliği görmezden gören bir sistem, kaçınılmaz olumsuz sonuçlar doğuracaktı. Bu nedenle, köylerde değerli olan ne varsa gözler önüne sermeliydim.
İşte, o zor çalışmalardan biri olan, dağların tepesindeki tarihi bir dokuyu kurtarmak için çok uğraştım. Milli Parklar Müdürlüğü bölgeye geldi, incelemeler yapıldı. Milli Park olması için rapor hazırlandı.
Milli Park Görevlilerinin tespit ettiği görüntülerden bir kaya
Müze görevlisi arkeolog, son kalan dağın tepesindeki kalıntıyı incelemeye gelene kadar alan talan edilmiş.
Çektiğim görüntüler için o kadar zor bir yokuş yürüdük ki. Tam 3 saat yürüdük sanıyorum. Sonra da bir başka köye derleme için gittik. Karşılık beklemeden canla başla yapılan işleri, topluma anlatmanın ne kadar zor olduğunu biliyor musunuz? Menfaat dünyası olmuş dünya, niye bu kadar emek ediyorsun, sen ne kazanacaksın diyorlardı. Haydi buyur bir de bunu izah et.
Konu uzun ve detaylı, uzatmadan görüntülere geçelim diyorum. 2 video halinde youtube kanalımda izleyebilirsiniz. Çekimlerim arasında, yayınlanmayan bu görüntüleri buldum. Araştırmacılara kaynak olması ve kaybolmaması için paylaştım. Değerlendirildiğinde, doğal güzelliği, tarihi dokusu ve şelaleleri ile ileride 5 köye mutlaka faydası olacaktır.