RSS

Kategori arşivi: BİLİMSEL MAKALELER VE YAZILAR

BİLKE bilimsel çalışmalara değer veriyor. Bu kategoride yayınlanan yazı ve makaleler, toplumsal kalkınmada baş vurulacak akademik verilerdir. Kurum ve kuruluşların, gerçek ve tüzel kişilerin faydalanacağı kaynak niteliği taşımaktadır.

SİNOP RUM CEMAATİ’NİN 19.YÜZYILDAKİ SOSYAL YAPISI

27.03.2024- Doç. Dr. Cenk DEMİR

ÖZ
Her ne kadar tarihin belirli bir evresinden sonra yol ayrımına girilmiş olsa da Türklerle Rumlar uzun yıllar bir arada yaşamayı başardılar. Bu süreçte iki toplum arasındaki etkileşim, duruma göre bazen sınırlı bazense daha geniş alanda oldu. Her bölge veya şehirde bu vaziyet değişkenlik göstermiştir. Sinop’taki Türk ve Rum toplumlarının yaşanmışlıkları ise Anadolu’daki iki halkın paylaşımlarına dair asgari düzeyde fikir verecektir.

Sinop’ta Müslüman halk içkale olarak tabir edilen sur içinde yaşarken gayrimüslim haneleri surun dışında yer alıyordu. Dolayısıyla bu çalışmada surun içindekiler değil, surun dışındakiler incelendi. Bu bağlamda Sinop Rumları özelinden hareketle bir toplumun 19. yüzyıldaki demografik, içtimaî, iktisadi, dinî ve çeşitli
tarihsel vakıasına ışık tutulmaya çalışıldı. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Başkanlığı’nda yer alan arşiv vesikaları ile çeşitli telif ve tetkik eserler ise çalışma sırasında istifade edilen başlıca kaynaklar oldu. Ortaya çıkan bilgiler çerçevesinde Sinop kent monografisine katkı sağlanması amaçlandı.

………………………..

Sinop’taki Rum ahali şehir doğusundaki surların dışındaki mahallelerde yaşıyordu.(9) Ünal’a göre, onların sur dışına çıkarılmaları muhtemelen Türk fethinden sonra gerçekleşmiştir.(10) Ünlü Türk seyyah Evliya Çelebi’nin Sinop’a dair seyahat notlarında, 1640’ların başında kalenin içinde ve dışında olmak üzere kentte toplam 24 mahalle olduğu ifade edilmektedir. Kalenin dışında bulunan Hristiyan mahalleri
deniz kenarında yer alıyordu ve buradaki evler çok katlı, eski yapılardı. Haraç veren gayrimüslim sayısı 1.100’dü. Yaklaşık 100 gayrimüslim ise Sinop Kalesi’nin bakım ve tamiri ile görevlendirildikleri için her türlü vergiden muaftı.(11)
1654-1666 yılları arasından Halepli Paul’un Suriye, Anadolu, Karadeniz’ kıyılarındaki Balkan ülkelerine ve Rusya’ya gerçekleştirdiği seyahatinin duraklarından birisi ise Sinop’tu. Evliya Çelebi gibi Halepli Paul da Sinop’taki Hristiyan evlerinin kale surlarının dışında olduğu belirtmektedir. Buna karşılık yaz
mevsiminde Rus baskınlarına maruz kalmaktan korktuklarından dolayı birçoğunun kale içinde de evleri vardı ve yazın gelmesi ile birlikte bütün mallarını alarak kale içine taşınıyorlardı. Sinop’ta 1.000’den fazla Hristiyan aile rahat, mutlu ve güvenli bir şekilde yaşıyordu ve bu aileler, çok sayıda cariye ve erkek köleye sahipti. Her bir ailenin beş, altı ya da daha fazla sayıda cariyesi ve kölesi vardı. Şehir garnizonundaki
askerî birliklerin, papazların, kadının ve diğer devlet memurlarının maaşları gayrimüslimlerden alınan vergilerden karşılanıyordu.

Bu dönemde Rum cemaatine ait kentte 7 kilise bulunuyordu ve bunların tamamı surların dışında yer alıyordu.(13) İçlerinde Türklere ait evlerin bulunmadığı ve Sinop yarımadasının kuzeyinde yer alan Hristiyan mahallesindeki kiliselerde sabah ve akşamları çan çalıyordu.8149 Sinop’ta gayrimüslim tebaa içerisinde Rum nüfus çoğunluktaydı. Ermeniler ise sayıca az ve ekonomik açıdan yoksuldu. Ayrıca Ermenilerin, arazisi Rumlara ait olan bir de kiliseleri vardı. Halepli Paul Sinop’taki Rumların Ermenileri küçümsediklerini, Ermenilerin ibadet ettikleri kilise arazisinin Rum cemaatine ait kilise gayrimenkulü olduğu için burayı da kendilerinden almaya çalıştığını belirtmektedir. Diğer taraftan Sinop’taki Rum Ortodoks kiliseleri Amasya
Metropolitliği’ne bağlıydı. Ancak Paul’un aktardığı bilgiye göre, Amasya’daki Hristiyan cemaatin tümüyle yoksullaşması ve buradaki metropolitliğin adeta harbeye dönüşmesi nedeniyle Amasya Metropoliti uzun süreden beri Sinop’ta yaşamaktaydı.(15)

18.yüzyılın başlarında Sinop’u ziyaret eden ve Rumlar hakkında bilgi edindiğimiz bir başka seyyah ise Fransız Joseph Pitton de Tournefort’tur. Tournefort’a, bu seyahatinde bir Alman hekim ve bir Fransız ressam arkadaşı da eşlik etmişti. Ekip, 6 Mayıs 1701(16) tarihinde Sinop’a gitmek için Abana’dan yola
çıktı ve 7 Mayıs’ta Sinop’a vardı. Tournefort ziyareti sırasında, çevrede alçak bağ bulunmamasına rağmen çok iyi asma şarabı satan bir Rum’un evinde kaldı ve 10 Mayıs’ta Sinop’tan ayrılarak Gerze üzerinden doğuya doğru seyahatini sürdürdü. Fransız seyyah Sinop’a dair ilk izlenimlerinde, kentte hiçbir Yahudi’nin yaşamasına izin verilmediğini ve Rumlara güvenmeyen Türklerin, onları surların ötesinde,
savunmasız büyük bir dış mahallede oturmaya zorladığını ifade etmektedir.(17)

Tamamını okumak isteyenler aşağıdaki linkten ulaşabilir:

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/831162

………..

9 15. yüzyılın ikinci yarısı ile 16 yüzyıldaki tahrir kayıtlarında yer alan Sinop kaza merkezindeki
Gayrimüslim mahallelerin isimleri şöyledir: Büyük Kilise, Aya Bedros, Ayakluca Kilise, Aya
Nikola, Tersane, Arab(lar) Pınarı ve Aya Kostandin. Bu dönemde şehirdeki toplam Rum nüfusu
ise 1487’de 815, 1530’da 1.256, 1560’da 1.070, 1582’de ise 1.425 idi. Tahrirlere göre Sinop
kaza merkezinde ve merkez kazaya bağlı köylerde yaşayan Rum nüfus hakkında ayrıntılı bilgi
için bkz. Mehmet Ali Ünal, Osmanlı Devrinde Sinop, Ankara 2014, s. 85, 91-97, 102-103, 106-
107, 117, 346.
10 Ünal, a.g.e., s. 95.
11 Evliya Çelebi b. Derviş Mehmed Zilli, Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Haz. Zekeriya Kurşun-
Seyit Ali Kahraman-Yücel Dağlı, C: 2, İstanbul 2006, s. 44.
12 Paul of Aleppo, The Travels of Macarius, Patriarch of Antioch: Part The Ninth: Conclusion of
the Travels. Black Sea-Anatolia-Syria, Çev. F. C. Belfour, Vol: II, London 1836, , s. 427-428.

13 Bu kiliselerden ilkinin adı Konstantin (Constantine) ve Helena idi. İkincisinin ismi Müjde
(Annunciation), Üçüncü kilisenin ismi ise Aziz Nicolas (St. Nicolas)’tı. Papaz Aziz John (St.
John the Divine) isimli dördüncü kilise çok eski tarihlerde yapılmış yüksek kubbeli ve içlerinde
en eski olanıydı. Bu kilisenin yakınlarında ise Aziz Kugiaxn (St. Kugiaxn) isminde büyük yapı
ise beşinci kiliseydi. Altıncı kilisenin ismi Vaftizci Aziz Yahya (St. John the Baptist) idi. Deniz
kenarında yer alan Martir Theodor Tiron (Martyr Theodorus of Thyron) isimli kilise ise
Sinop’taki yedinci kiliseydi. Havari Aziz Andreas (St. Andrew)’ın komşu ülkeleri ziyaret
ettikten sonra Sinop’a geldiğinde, Şehit Theodor Tiron mabedinin içerisinde yer alan koltuk
şeklinde mermer bir taşa oturduğu rivayet edilmekteydi. Aynı zamanda bu kilisede Sinoplu Aziz
Fokas’ın (St. Foka/St.Phocas) mezarının saklı olduğuna inanılmaktaydı.
14 Ayrıca bu bölgede eski bir saray kalıntısı bulunmaktaydı. Burası Sinop’un Hristiyan imparatorlar
tarafından yönetildiği dönemden kalma bir yerdi. Bu muhteşem yapının etrafı ise
Hristiyanlara ait harabe evlerle çevriliydi. Sarayın içerisinde, Kutsal Göğe Yükseliş (the Divine
Ascension) Kilisesi adı ile anılan antik bir kilise bulunuyordu. Sinop’taki tüm kiliselerin plan
tipleri, İstanbul ve Anadolu’daki diğer kilise planlarıyla benzerlik arz etmekteydi.
15 Paul of Aleppo, a.g.e., s. 428-431.
16 Seyahatnamenin Türkçe çevirisinde Joseph de Tournefort’un 5 Mayıs’ta Abana’ya ulaştığı ve 16
Mayıs’ta Sinop’a gitmek üzere Abana’dan ayrıldığı yazmaktadır. Ayrıca 17 Mayıs’ta Sinop’a
varan Tournefort’un, daha sonra 10 Mayıs’ta Gerze’ye gitmek üzere Sinop’tan yola çıktığı ifade
edilmektedir. Burada maddi bir hatadan kaynaklı yanlış bir tarihlendirme söz konusu olabilir.
Dolayısıyla Joseph de Tournefort’un, 7-10 Mayıs tarihleri arasında Sinop’u ziyaret ettiği
düşünülmektedir.
17 Joseph Pitton de Tournefort, Tournefort Seyahatnamesi-Ege Adaları, Çev. Ali Berktay, Ed.
Stefanos Yerasimos, İstanbul 2013, ss. 46, 112-116.

    BİLKE YORUM: Sinop hakkında yapılan bilimsel çalışmalara, sitemizde her zaman yer veriyoruz. BİLİMSEL MAKALELER kategorimizden tüm akademik çalışmaları takip edebilirsiniz. Bu çalışma için Sayın Doç. Dr. Cenk DEMİR’e teşekkür ediyoruz. Sinop için yapılan her çalışma, atılan her adım değerlidir.

     

    Etiketler: , , , , , , , ,

    FİZİKTEKİ TEMEL BÜYÜKLÜKLER: EVRENİN DUYGUSAL PUSULASI

    15.03.2024- Prof. Dr. Cem Cüneyt ERSANLI -Sinop Pusulası Köşe Yazısı

    Evren, sonsuz bir hikâye anlatıcısıdır ve bu hikâye, fizikteki temel büyüklüklerin anlam dolu bir yolculuğunu içerir. Bilim, teknoloji, ticaret ve mühendislik alanlarındaki talepler üzerine 1960 yılında Paris’te düzenlenen “Ağırlıklar ve Ölçümler” konferansında, Uluslararası Birim Sistemi tanıtılarak buna resmi bir statü eklendi. İşte bu kapsamda; uzunluk, kütle, zaman, akım şiddeti, sıcaklık, ışık şiddeti ve madde miktarı olmak üzere fizikte yedi tane temel büyüklük belirlendi. Şimdi bu temel büyüklüklerin neler olduğunu gelin hep birlikte evrenin duygusal pusulasıyla ele alalım.

    Uzunluk, evrenin sonsuzluğunu ölçen bir cetveldir; her bir mesafe, bir hikâyenin başlangıcıdır.”

    Fizikte sadece temel bir büyüklük olmanın ötesinde, uzunluk yaşamın kendisinin bir yansımasıdır. Uzunluk, sadece bedensel bir boyut değil, aynı zamanda zamanın ve anıların izini süren bir iz düşümdür. Bir çocuğun ilk adımlarıyla başlar uzunluk. Küçük ayaklar, büyük bir dünyayı keşfetmeye açılır. Her adım, bir öncekine uzanan bir geçmişi temsil eder. Uzunluk, geçmişin ve geleceğin bir bağlantısıdır; bir hikâyenin başlangıcı, bir maceranın izidir. Uzunluk, bazen zamanın acımasız yüzünü de yansıtabilir. Bir ayrılık, bir veda, bir bekleyiş… Tüm bu durumlar, uzunluğun hissedilen bir derinliğini taşır. Belki de zamanın ne kadar uzun hissedebileceğini sadece kalpten gelen hislerle anlayabiliriz. Belki de en anlamlı uzunluk, sevdiklerimizle geçirdiğimiz zamanın uzunluğudur.

    Kütle, maddenin taşıdığı bir yük değil, aynı zamanda insanın duygusal derinliklerini de yansıtan bir aynadır.”

    Kütle, bir cismin içindeki atomların, moleküllerin ve parçacıkların toplam miktarını temsil eder. Kütle, hayatın her anında bize eşlik eder. Bebeklikten yaşlılığa kadar, büyüme sürecimizdeki değişimleri kütlede buluruz. Bu, sadece fiziksel bir büyüme değil, aynı zamanda yaşamın içsel bir evrimidir. Bir şeyin kütle kaybetmesi, bazen duygusal bir hüznü beraberinde getirir; ancak aynı zamanda, bir şeyin kütle kazanması, yeni başlangıçları ve büyümeyi simgeler. Kütle, yaşamın sonsuz döngüsünün bir parçasıdır ve bu döngüde duygusal anlamlar bulur.

    Zaman, geçmişin yükünü taşırken geleceğin umutlarını da barındırır; her bir an, bir sonsuzluğun parçasıdır.”

    Doğarız, büyürüz, yaşlanırız, ancak zamanın ne kadar hızlı geçtiğini fark edemeyiz. Bir an zamanın kollarında kayboluruz. Bazen zamanın acımasız bir öğretmen olduğunu da düşünürüz. Geçmiş hatalar, gelecekteki kararlar üzerinde bir gölge gibi durur. Ancak aynı zamanda, zamanın iyileştirici bir güç olduğunu da unutmamalıyız. Zaman, yaraları sarar, öğretilerle dolu bir ömür bırakır ardında. Bir gün geri dönüp baktığımızda, zamanın hikâyelerini görebiliriz. Belki de bu nedenle, zamanın derinliklerinde kaybolmak yerine, her anın kıymetini bilmeli, sevdiklerimize zaman ayırmalıyız. Zaman, yaşamın en değerli hazinesidir ve duygu dolu bir yaşamın da anahtarıdır.

    Akım şiddeti, elektronların çığlığına karışan evrenin ezgilerini taşır; bir enerji akışının melodisidir.”

    Akım şiddeti, elektrik yüklerinin dans ettiği evrenin görünmez bir melodisi gibidir. Lambaların parıltısı, elektrikli araçların sessiz ilerleyişi… Hepsi, akım şiddetinin birer yansımasıdır. Bu akış, sadece teknolojinin gelişimini değil, aynı zamanda insanlığın da evrimsel bir adımını temsil eder. İnsanlar arasındaki bağlar, elektrik devrelerinin birleşim noktalarına benzer. İki insan arasındaki etkileşim, bir elektronun bir yükten diğerine geçişi gibi bir enerji akışını içerir. Elektriğin bir ampulü aydınlatması gibi, duygular da insanın içinde bir ışık kaynağıdır. Belki de en önemlisi, bu akımın insan hayatında bir yankı bırakmasıdır.

    Her bir sıcaklık, bir duygunun izini taşır; her bir ısı, bir anın sonsuzluğunu yansıtır.”

    Her mevsimin kendi sıcaklığı vardır; ilkbaharın hafif esintisi, yazın kavurucu sıcağı, sonbaharın hüzün dolu serinliği ve kışın beyaz örtüsü altında gizlenmiş soğuk. Bu sıcaklık değişimleri, doğanın yaşam döngüsünü ritmik bir dansa dönüştürür. Sıcaklık, mevsimlerin müziğini çalan bir orkestra şefi gibidir, her bir notayı titizlikle belirler. Fizikte sıcaklık, moleküler düzeyde titreşen parçacıkların enerji seviyelerini belirtir. Ancak bu soyut terim, günlük yaşamımızda anlam kazanır. Bir yaz günü güneşin sıcağından keyif alırken, kışın soğuk rüzgarları arasında sıkıca sarılırız. Sıcaklık, yaşamın renk paletini oluşturan bir fırça gibi, her anı renklendirir. Belki de en önemlisi, sıcaklık insanlığın dayanışma duygusunu etkiler.

    Işık şiddeti, duyguların renkli paletini resmeden evrenin sanat eseridir.”

    Güneşin sıcak ışıkları cildimize değdiğinde, yağmurla birleşen gökkuşağının renk cümbüşü, ışığın gizemine dair anlamı derinleştirir. Güneşin doğuşu, yeni bir umudu; gün batımı, bir vedanın hüznünü simgeler. Bu doğal ışık oyunları, insanların iç dünyasında duygu fırtınalarını tetikler. Belki de bu yüzden, ressamlar ve şairler, ışığın çeşitli tonları arasında dolaşıp duygu dolu eserler ortaya koyarlar. Işığın şiddeti, sadece evrenin yasalarını değil, aynı zamanda insanlığın duygusal manevralarını da yönlendirir. Bu yüzden, hayatın karmaşıklığında, ışığın izini sürmek, içsel bir keşfe davet eder.

    Her zerrenin bir önemi vardır; madde miktarı, evrenin her bir köşesine bir anlam yükler.”

    Madde miktarı, atomik düzeydeki parçacıkların toplam sayısını ifade eder; ancak bu terim, yaşamın anlamını ve insan deneyimini de şekillendirir. Madde miktarı, günlük yaşamımızın içinde sessizce var olan bir gerçekliktir. Bir kahve fincanının içindeki kahve tanecikleri, bir bahçenin toprak miktarı veya atmosferdeki gazların miktarı… Hepsi, madde miktarının çeşitli yönlerini temsil eder. İnsanlar arasındaki bağlar, duygusal madde miktarının bir yansımasıdır. Bir ailede paylaşılan anılar, bir arkadaşlıkta hissedilen samimiyet; hepsi, insan ilişkilerindeki madde miktarının birer örneğidir. Bu madde, sevgi, güven ve anlayışın dokusunu oluşturur. Her bir parçacığın, her bir duygunun ve her bir düşüncenin arkasında bir miktar madde vardır. Bu madde miktarı, evrenin ve insanlığın dokusunu birleştiren görünmez bir iplik gibidir. Bu iplik, sadece fiziksel bir ölçüm değil, aynı zamanda insanlığın hikâyesinin özüdür.

    Fizikteki bu temel büyüklüklerden her biri, evrenin karmaşıklığına katkıda bulunur ve kendi benzersiz hikâyesini anlatır. Bu hikâyeler, sadece evrenin yasalarını değil, aynı zamanda insan duygularını, ilişkilerini ve anlam arayışını da içerir. Bu temel büyüklükler, evrenin dokusundaki her bir ipliği birleştirir; insanın bilgiye, duygulara ve evrenin gizemine açılan kapıları aralar.

    Kalın sağlıcakla.

     

    Etiketler: , , , , , , , , , , ,

    YAŞAYAN DİLLERE AİT EN ESKİ YAZILI BELGELERİN TARİHLERİ

    07.03.2024- Özhan ÇAKICI – Etimoloji- Sözcüklerin ve Deyimlerin Kökeni Grup MODERATÖRÜ

    Bir dilin ilk yazısı hangisidir, hangi tarihten itibaren o dilin ismi konulmuştur, bunlar epey tartışmalı konular. Bununla birlikte bize yol göstermesi için şu an yaşayan dillerin, üzerinde uzlaşılmış, kesin olarak bilinen en eski belgelerinin bir listesini yaptım. Böylece grupta tartışılan en eski yazı konuları için bir temel olabileceğini düşünüyorum.
    Unutmamamız gereken bir nokta da bu yazıların hiçbiri varolan dillerin bugünkü konuşma ve yazı hali ile rahatça okunabilir değildir. Okunmaları için ekstra uzmanlık ve bilgi gerektirmektedir.
    1- Çince……….. Kehanet Kemikleri. M.Ö 1250
    2- Hintçe ……..Rigveda M.Ö 1200
    3-Yunanca……Miken Linear B yazısı M.Ö 1200
    4-İbranice…….Khirbet Qeiyafa ostrakonu M.Ö 1000 civarı
    5-Latince………Praeneste Fibula M.Ö 7 yy
    6-Farsça……….Behistun yazıtı M.Ö 525
    7-Tamilce…….Tholkkaapiyam M.Ö 350
    8-Aramice…….Crpentas Steli M.Ö 4 yy
    9-Ermenice….Kutsal Kitap Çevirisi M.S. 5yy
    10-Gürcüce…Kraliçe Aziz Şuşanik’in Şehitliği M.S 432
    11-Arapça….. Zabad Yazıtı M.S 512
    12 İngilizce….Caedmon’un İlahisi . M.S. 658
    13 Japonca…..Kojiki. M.S. 712
    14 Türkçe…..Orhun yazıtları M.S. 21 Ağustos 732
    15 Franszıca…Strazburg Yeminleri . M.S. 14 Şubat 842
    16 Bulgarca…. ( ilk kiril ile yazılan yazı) M.S 921
    17 Korece…….Hyangga M.S.900 civarı
    18 Rusça………Novgorod Kodeksi M.S.999
    19 İspanyolca..Nodicia de kesos M.S 975

    BİLKE YORUM: Bu değerli çalışma için Sayın Ö. ÇAKICI’YA çok teşekkür ediyoruz. Dünya genelinde dillerin ortaya çıkışı, yayılışı ve etkileşimleri konusu, en zor bilimsel çalışmalar arasındadır. Bulunan belgelerin tarihsel sıralaması günümüze ışık tutmaktadır. Eskiye dönük, yeni aydınlatıcı belgelerin bulunması tarihin gizemlerini aydınlatacaktır. Bir de 6. yy tarihlendirilen Çoyr Yazıtı vardır. Bilim insanları arasında net değildir diyenler vardır.

    ÇOYR YAZITINDA NE YAZIYOR: Çoyr Yazıtı, Çöyr Yazıtı ya da Çoyren Bengi Taşı, İkinci Göktürk Kağanlığı dönemi, 7. yüzyılda (687 yılı) 6 dizelik bir bengi taş olarak dikilmiş şimdiye dek bulunan en eski Türk yazıtıdır. Yazıtın içeriği ise atlarını ve davarlarını (yani mal-mülklerini) bırakıp ayrılan (yani ölen) Tun Bilgä ve Tun Yägän Ärkin’in geride kalanlara İlteriş Kağan’ın kağanlığını tanımak suretiyle mutluluk içinde yaşayacaklarını öğütlemesinden ibarettir. (1)

    Çoyr Yazıtı, Moğolistan’ın Damagovi köyü’nün Çöyr demiryolu istasyonundan 15 kilometre kuzey-doğu yönünde, Urga-Kalgan yolunun doğusunda, Sansar-Ula dağının güney eteklerinde kurgan yerinde 1928′den önce Jamtsarano Tseeveen ve Sensüren tarafından bulunmuştur. Yazıt 1929 yılında bulunduğu konumdan alınarak Moğolistan’ın başkenti Ulan Batur’a getirilmiş, Moğolistan Halk Cumhuriyeti Merkezî Devlet Müzesi’nde korunmaya alınmıştır. 1995‘den beridir ise Ulan Batur’da bulunan Moğolistan Milli Tarih Müzesi’nde bulunmaktadır. [2]

    • [1] ATA, A. (2011) ORHUN TÜRKÇESİ. Anadolu Üniversitesi
    • [2] ÖZÖNDER, S. B. (2006). ÇÖYR YAZITI. Modern Türklük Araştırmaları Dergisi, Ankara Üniversitesi

    Eski yazıtlar için kaynak:

    https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1558236?fbclid=IwAR1AiALft4L841qv15fiZ0-E11nZPZYZUokAfy5l4UZmOUxmWmxKvvRXSLc

     

    Etiketler: , , , , , , , ,

    1240 SİNOP BABAİ İSYANI

    19.02.2024- Kamil Yavuz-(ORCID: 0000-0001-5607-0137)

    Çepnilerin Sinop ve çevresine yoğun yerleşiminde bir diğer ön plana çıkan husus da 1240 yılında Selçuklu otoritesine karşı meydana gelen Babaî İsyanı’dır. (13 )

    İsyanın Selçuklular tarafından bastırılmasından sonra Babai İsyanı içinde yer alan ve Selçuklu ordusuyla çarpışan Çepniler, Selçuklu takibatından kurtulmak amacıyla Karadeniz’in Sinop ve Giresun arasında bulunan dağlık bölgelere çekilmişlerdir. Doğrudan Türkiye Selçuklu idaresi altında olmayan bu coğrafya bir yandan merkezi otoritenin ve Moğolların kontrolünün dışında kalırken bir taraftan da Trabzon Rum İmparatorluğu ile gaza alanı haline gelmiştir(14.) Bu bağlamda bölgedeki Çepni nüfusunun zamanla artma sebeplerinden biri de Anadolu’da yoğun bir şekilde hissedilen Moğol baskısıdır. Moğollardan uzaklaşmak isteyen Türkmenler kuzeyde ve güneyde Karadeniz ve Akdeniz’in dağlık ve kıyı kesimleriyle Memluk ve Bizans gibi devletlerin sınırlarına yığılmışlardır(15)
    Faruk Sümer’e göre de Moğol ve Türkiye Selçuklu merkezi idaresinin baskısı neticesinde kalabalık bir sayıda Çepni Sinop ve civarına göç ederek burada yerleşmiştir(16)

    Coğrafyacı İbn Said’in 13. yüzyılın ikinci yarısında Kastamonu ve civarında 100.000 çadır göçebe halkın
    yaşadığını belirtmesi,(17) bölgedeki nüfus yoğunluğuna işaret eder.(18)

    ————-

    13 Detaylı bilgi için bkz. Ahmet Yaşar Ocak, Babailer İsyanı, İstanbul 2000.
    14 14 Detaylı bilgi için bkz. Mahmut Goloğlu, Trabzon Tarihi, Trabzon 2000, s. 17-18.
    15 İbrahim Tellioğlu, Osmanlı Hakimiyetine Kadar Doğu Karadeniz’de Türkler, Ankara
    2020, s. 100-102.
    16 Faruk Sümer, “Anadolu’da Moğollar”, Selçuklu Araştırma Dergisi, 1/1, (1969), s. 46.
    17 Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti, İstanbul 1997, s. 303-304.
    18 Zeki Velidi Togan, Umumî Türk Tarihine Giriş, C. I, İstanbul 1981, s. 257.

     

    Etiketler: , , , , , , ,

    SİNOP SERAPİS KÜLTÜ

    29.01.2024- Özdemir KOÇAK

    Sarapis kültü Sinope’de olduğu kadar, bütün Akdeniz dünyasında da adını duyurmuştur. Kaynaklarda bu kültün Sinope’den Mısır’a götürülüşü konusu ilginç bir şekilde işlenmiştir. Genel olarak antılanlar, bu tapkının Ptolemaios I Safer (M.Ô.304-285) zamanında Mısır’a getirildiği yönündedir. Buna göre Ptolemaios rüyasında bir tanrıyı görür. Bu tanrı ondan Karadeniz’deki heykelini getirmesini ister. Bunun llzerine
    Ptolemaios konuyu Mısır’lı rahiplere açar ıs. Olayın devamını Tacitus şöyle anlatmaktadır; ·
    “Ama bu rahipler Karadeniz ülkelerini ve genellikle yabancı olk.eleri pek az tanıdıklarından, kral, Eumolpis’ler soyundan bir Atina’lı olan Eleusis’den getirtip Mısır’da rahiplik görevi yaptırdığı Timotheos’a
    Karadeniz’deki bu tapınımın ne tapınımı olduğunu, o tanrının hangi tanrı olduğunu sordu . Timotheos, Karadeniz’e gidip gelmiş kişileri bulup bu konuyu onlardan soruşturdu; öğrendi ki, orada Sinopekenti vardır, bunun yakınında çevre halık arasında çok ünlü bir tapınak , Zeus Dis Tapınağı
    bulunmaktadır1116 .

    Daha sonra Ptolemaios’un bu konuyu unuttugu ve tanrının rüyasına tekrar girip ona, ” Eger buyruklarımı dinlemezsen bu hem senin hem de krallığınmsonu olacak “17 dediğini anlatır. Bunun üzerine kral Sinope’ye elçiler gönderip 18 heykeli ister. Ancak bu istekleri kabul edilmez. Ptolemaios 3 yıl boyunca heykeli almak için mücadeke eder. Bu arada Sinop şehrinin başına da felaketler gelir. Kaynaklara göre heykel sonunda Mısır’a götürülürl9.
    Araştırıcılar Ptolemaioslann heykeli getinnede bu denli arzulu olmalanmn nedenini tarihsel olaylan da gözönüne alarak ortaya koymaya çalışmışlardır. Bunlardan en geçerli olan neden Ptolemaioslar sülalesinin
    Mısır’lılar ve kendi halklarının güçlerini birleştinne duşoncesidir. Bu kült sayesinde Mısır’daki Hellen ve Makedon unsurları veya onların kültür değerleri bir nebze olsun ön plana çıkabilirdi2°. Efsanelerden anlaşılan bu isteğe az da olsa ulaşıldığı. 1951 kazılarında 15 m. uzunluğunda ve 8.6 m.genişliğinde olan
    tapınak kalıntılarına rastlanmıştır. Burada nicelik ve stil olarak tapınağa ait olduğu anlaşılan süs eşyaları bulwınıuştur21 .

    L.Budde bu tapınağın öncülerine arkaik ve klasik dönemlerde rastlandığını bildinnektedir22
    (Lev. xvvıı-xvıın. Tapınakta bulunan bir sıra adaklık terra-kota Sarapis, Dionysos,
    Herakles ve Kore’yi temsil etınektedir23. Bütün bunların varlığı da Sinope’deki kültlerin durunu acısından ilginçtirdir. Hatta bu yolla Sarapsis tapnımının eskiçağ Hellen dünyasına yayıldığı görülmektedir24

    13- Pckman, a.g. e., s. lO.
    14-Tarhan, a.g.e., s.124 vd.; Danoff, RE, IX (1962), s.1012.
    15- Plutarklıos, Moralin, 361.28; Tacitus, IV.33; F!IGr.1/, s.614, 111, s.487; aynca bk. Roslovtz.cll’,
    Sociol and Economic l listory, s.595 vd.
    16- Tacitus. IV.33; Plutarkhos’da (Moralin. 361.28) biraz daha farklı bir anlaum vard
    17- Tacilus, IV.33.
    18- Tacitus, IV.33; Plutarkhos, Moralia, 983-984.36. Kaynaklarda bu sıfada Sinopc’de Skydrotheınis
    adlı birisinin kral olduğu bildirilmektedir. Kappadokia Kralı Ariaralhes fin (M.Ô.330-322) şehre
    hakim olduğu dönemlerde Sinopc’nin bağımsııJık teşebbüsleri bilinmektedir. Ancak şehrin bundan
    sonraki dönemi açık değildir. O yüz.den bu kralın kim olduğu ve halta yaşayıp yaşamadığı konusu
    tartışmalıdır.
    19- Tacitus, IV.33; Plutarkhos, Maralia, 361-362; FHGr.11, s.614, 111, s.487 vd.; Daviı;.Kraay, The
    Hellenlslic Kingdoms, s.149 vd.: Bosch, Hel/enizm Tarihinin Analıat/arı, s.23.
    20- Plutarkhos, Mora/icı, 361-362, 28; 983-984, 36; Robinson, AJP, XXVII-3 (1905), s.275 vd;
    Davis-Kraay, a.g.e., s.150.
    21- Budde, TAD, VI-2 (1956), s.5.
    22- Buddc (a .g.m., s.5) tapınağın M.Ô.2. yüzyıla ait olduğunu bildirmektedir .
    . 23. Budde, cı.g.m., s.5, Tablo U, rcs.3 c-d. Buddc, burada tapınağın hangi lann için yapıldığının

    kesin olarak söylenemeyeceğini, ancak bazı işaretlerden bunun Sarapis olabileceğini belirtmektedir.
    24- Davis-Kraay, a.g.e., s.137 vd.; Robinson, AJP, XXVIl-3 (1905), s.275 vd.; Minns, Scythlans and
    Greeks, s.603; Sengcbusch, a.g.e., s.11 .


     

    Etiketler: , , , , , , ,

    BAYAN SÖZÜ NEREDEN GELİYOR

    24.01.2024-Suzan ULUOĞLU-Rus Dili ve Edebiyatı Öğretim Görevlisi

    Atatür, BAYAN kelimesinin öz Türkce olduğu konusuna dıkkat çeker.(BİLKE)

    “Eski Rus putperestlik tanrılarının ve mitolojik simaların adları hem Hint – Avrupa hem de Türk kökenlidir (Mokoş, Veles, Boyan gibi). Bu da EskiSlav ve Türk dillerinin ve kültürlerinin karşılıklı etkileşim sürecinde olduklarınıkanıtlamaktadır (Baskakov 1985:143-146).
    Bayan ~ Buyan ~ Boyan adı Eski Slavca’ya, Eski Türk ve Bulgar dillerinden geçmiştir. Boyan adı Rusların en eski destanı olan “İgor Seferi Destanı”nda yer almaktadır. Bu destanı ve bu destanda yer alan Türkçe kökenli sözcükleri çok ayrıntılı bir şekilde inceleyen N.A.Baskakov, bu adın Türk Lehçelerinde ve Slav dillerindeki kullanımı ile ilgili bilgilere de geniş bir yer vermektedir. “İgor Seferi Destanı”nda yer alan “Boyan Veles’in torunu” ifadesine dayanarak, mitolojik şarkıcı olan Boyan ~ Bayan’ın, Hayvan Tanrısı Veles ile akraba olduğu söylenebilir. Bu sözcük de Veles ~ Volos sözcüğü gibi Eski Bulgar dilinden alınmıştır. “İgor Seferi Destanı”nda ve “Zadonşçina”da Boyan, ilerisini gören ozan olarak yer almaktadır.
    Boyan ~ Buyan adı, günümüzde Rusya, Eski Yugoslavya, Bulgaristan ve Polonya’da özel erkek adı olarak görülmektedir. Boyan ~ Bayan ~ Buyan ~ Poyan adı Türk ve Moğol halklarında da görülür, örneğin Hakaslarda (Poyan), Tuvalılarda (Buyan), Buryat ve Moğollarda (Bayan ~ Buyan); ayrıca Türkçede “bayan” kelimesi de vardır. Bayan ~ Buyan ~ Boyan adı Eski Slavca’ya, Eski Türk ve Bulgar
    dillerinden geçmiştir. Eski Bulgar dilinde, “Bulgar çarının adı” anlamındaki “Boyanus” sözcüğünün bulunması da bu durumu kanıtlamaktadır. P.M.
    Melioranskiy’e göre bu sözcük Türkçe’deki bay “zengin” sözcüğünden gelmektedir. Bayan adını Türkçe’deki Bayan “zengin yönetici” sözcüğüyle karşılaştıran F.E.Korş da bu görüşe katılır. Ancak Baskakov’a göre Boyan ~ Bayan sözcüğü bazı eski ve çağdaş Türk dillerinde bulunan kaynaşmış gövde ile bağlıdır. Bu kaynaşmış gövdeler şunlardır: bay – ~ bay – ~ bağ – ~ bağ “büyülemek, büyülemek (hayran bırakmak)” ~ “kutsal yasak”. Bay – ~ pay – ~ may – ~ bay – ~ pay gibi kökler farklı Şaman boylarının dini konulu dramları, eğlenceleri, büyüleri ve ayrıca kurban kesme törenleri, ziyafetleri, törensel şarkıları, hikaye ve masallarıyla bağlıdır. Örneğin Çağataycada bay – y < bayyğ “büyüleme, büyücülük”,
    Türkçede bağ – ~ bay – “ büyülemek, hayran etmek”, bay – y –džy “büyücü”, Altaycada
    bay – lu “gizli, yasak, kutsal”, bay – lu – dyer “yasak, kutsal, büyülü yer, gizli”, bay – lu sös ~ bay sös “yasak sözler”, bay – la –Çağdaş Rusça’da обаявать “büyülemek, etkilemek, palavrayla kandırmak” ve “alım, alımlı, alımlı kadın” sözcükleri de vardır.
    Efsanevî şarkıcı Bayan / Boyan’ın adı da büyük bir ihtimalle bu sözcükle bağlantılıdır. Bayan adı Sibirya’nın bazı Türk boylarının hafızasında kalan, Eski Türk Tanrı adlarıyla bağlıdır. Yakutlarda: bayanay – avcıları ve balıkçıları koruyan perilerin genel adıdır; tya bayanay “ orman perisi, orman devi”; uu bayanay “su perisi”dir. Bu gibi perilerin sayısı yedidir ve onların baş perisi baay bayanay ~
    bayanay toyon ~ bayanay bootur’dur. Altaylılarda: payana, Büyük Tanrı Ülgen’in iyi ruhlu kölesidir ve tanrıça pay – ana ~ may – ana, eski Türkçede (Orhun abidelerinde) Umay “tanrıça, çocukların koruyucusu olan tanrıça” dır.
    Boyan adının Eski Türk, Eski Bulgar, Eski Avar kökenli olması, onun hem Eski Bulgar ve diğer Eski Türk kavimlerinde (Hunlarda) özel ad olarak geniş şekilde görülmesiyle (örneğin Boyan, VII.yy.’daki Avar Hanının ve VIII. – X.yy.’daki Bulgar Hanlarının adıdır), hem de daha sonraki Türk kavimlerinde özel ad olarak kullanılmasıyla (örneğin Boyan – 1301 – 1302 yıllarında Altın Ordu devletindeki Han tacına talip olanlardan birisinin adıdır – Sası – Buk Hanın babası) ispat edilmektedir.
    “Zadonşçina”daki Boyan’a gelince (muhtemelen “İgor Seferi Destanı”ndaki “ozan, şarkıcı”, “ilerisini gören Boyan’la aynı kişidir): Bu Boyan’ın, 927 yılında ölen Bulgar Çarı Simeon’un ileriyi gören oğlu Boyanus (Bayanus) ile karşılaştırılmasına oldukça sık rastlanmaktadır. Ayrıca Boyanus, Bizans tarihçilerine göre, “büyüyü o kadar iyi öğrendi ki, aniden bir kurda ve herhangi başka bir vahşi hayvana dönüşebilirdi”.Böylece Eski Rus putperestlik tanrılarının ve mitolojik simaların adları hem
    Hint – Avrupa hem de Türk kökenlidir (Mokoş, Veles, Boyan gibi). Bu da Eski Slav ve Türk dillerinin ve kültürlerinin karşılıklı etkileşim sürecinde olduklarını kanıtlamaktadır (Baskakov 1985:143-146).
    Antroponyms Of Turkish Origin Covered In Works On The War Of Kulikovo- Suzan ULUOĞLU-Rus Dili Ve Edebiyatı

     

    Etiketler: , , , , , , ,

    SİNOP- 1914

    08.01.2024- DAVİD FRENCH

    David Frence Stephane araştırması:

    https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/12759
     

    Etiketler: , , , , , ,

    KIRMIZI

    30.12.2023- Özhan ÇAKICI-Etimoloji- Sözcüklerin ve Deyimlerin Kökeni Grubu Moderatörü

    Türkçede kırmızı Arapçadan gelen Kırmızı, Türkçeden gelen kızıl ve al olmak üzere üç temel kelime ile ifade edilir. Arapçadaki kırmızı Kermes Echinatus Latince isimli kırmız adı da verilen kırmızı rengi üretmek için kullanılan bir böcekten gelmektedir. Türkçedeki kızıl isminin kızarmaktan geldiği kolayca tahmin edilebilir. Al isminin ise alaca kelimesinde olduğu gibi ak ve kara dışında tanımlanan üçüncü renk olduğu başlangıçta renkli, karışık renk anlamına geldiği zamanla kırmızıya doğru evrildiğinin düşünülmesi tutarlı olacaktır.

    Arapça’da kırmızı için kullanılan diğer bir isim ahmer أحمر ’dir. Kızılay olarak bildiğimiz kurumun kuruluşundaki ilk isminden Hilal-i Ahmer den dolayı biliyoruz. Aslında hamr خمرmayalanmadan dolayı şarap anlamında kullanılır. Hamur’da mayalanmış, kabarmış demektir. Mahmur مخمور kelimesi de sabahları tam ayılamamış olmayı tanımlarken aslında şarap içmiş, içkili anlamına gelmektedir. Kilis’e yolu düşenlerin mutlaka yediğini tahmin ettiğim muhammara denilen etli yemek aslında salçalı bir tür et yemeğidir. Salçanın kırmızı renginden dolayı kırmızı ile ilgili ismini almıştır.

    Farsçadaki kırmızı içi kullanılan kırmız Hint Avrupa dilinde kurtçuk anlamında *kwrmi olarak tahmin edilen kök kelimeden gelmektedir. Sanskritçeye krmih कृमि olarak geçen kelime, İngilizcede kırmızının bir tonu olan crimson olarak yer bulmuştur.

    Eski Hint Avrupa dilinde kırmızıyı tanımlayan diğer bir kök h₁rewdʰ eski Yunancada kırmızı rengin bir diğer ismi olan erithoros ἐρυθρός olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu kökten dilimizde Eritre olarak bildiğimiz Afrika’da Etiyopya’nın Kızıldeniz tarafında kalan ülkenin ismi olarak geçmiştir, bu isim de Yunanlıların Kızıl Denize verdikleri Erirtrea Thalassa Ἐρυθρὰ Θάλασσα isminden gelir. Bizim alyuvar olarak adlandırdığımız tıpta eritrosit adı verilen kırmızı kan hücrelerinin isminde de bulunur. Yunanca kırmızı erithros ἐρυθρός ve kap kitos κύτος kelimelerinden oluşur.

    Latinceye Rubeus olarak geçen kırmızı renk Fransızcaya bizim şimdilerde dudak boyasına verdiğimiz isim olan rouge – ruj’a dönüşmüş. İngilizcede kırmızı anlamındaki red, pas anlamımdaki rust, yakut anlamındaki ruby isimleri yine bu kökten geliyor.

    Yunancadaki kırmızı için kullanılan diğer isim olan kokkino κόκκινο çekirdek anlamına gelen kokos kókkos tane, çekirdek anlamına gelen kelimeden türemiştir. Tavşanmemesi (Ruscus aculeatus) olarak Latince ismini bildiğimiz bir çalı türü ağaççığın meyvesinin renginden dolayı bu ismi aldığı biliniyor. Türkçede köknar kukunari κουκουνάρι den, mısır koçanına benzetilen kokoreç κοκορότσι ismini buradan alır.

    Rusçada kırmızı renk için krasnıy красный kullanılır. Krassivıy красивый ise güzel demektir. Rusyadaki Kızıl meydanın krasnaya ploşad Красная площадь ismi bu yüzden eskiden güzel meydan demekken zamanla kızıl meydana dönüşmüştür. ( Sorulara peşin yanıt bu değişim Sovyet devriminden önce olmuştur)

    Bir dilde neden birden fazla kırmızı renk ismi olur. Doğan güneşin renginden, kanın kırmızısından, topraktaki kızıllıktan, şarabın kırmızısından, açık ve koyu renkli bir çok kırmızı tonundan dolayı dillerde kırmızı renk için bulunan kelimeler her dilde farklıdır. Bu nedenle tüm dillerde her zaman kırmızı renge birden fazla isim verilmiştir.

    Ö. ÇAKICI ‘YA TEŞEKKÜRLERİMİZLE.

     

    Etiketler: , , , , , , , ,

    78 NUMARALI SİNOP ŞERİYE SİCİL’İNDE KULLANILAN LAKAPLAR

    21.10.2023- İbrahim ÖZDEMİR

    Sinop’ta Şahıs İsimleri ve Kullanılan Lakaplar
    Arapça’dan gelen lakap kelimesi o kimsenin asıl adından başka bir ad takılması
    anlamına gelmesiyle oluşmaktadır.(16)

    Bugün soyadı işlevini yerine getiren lakaplardan, kişiye ait aile yakınlarının kimler olduğu, mesleki durumları, sosyal statü, köken, fiziki yapı gibi birtakım özellikleri mevcuttur. 78 numaralı Sinop Şeriye Sicil’inde geçen lakap, unvan, soy belirten isimler bir hayli çeşitlilik göstermektedir. Şahısların özel durumunu gösteren topal, çolak, deli, fiziksel yapısını ifade eden uzun, küçük, şişman, kel, yanık tabirlerinin kullanımı sık sık görülmektedir. Bunun yanı sıra Arap, Nogay, Tatar, Laz, Çerkes, Mısırlı, Kırımlı, Kıbrısî, Zenci gibi millet, ırk ya da göç ettikleri memleketlerinin isimlerine de rastlamak mümkündür. Canikli, Samsunlu, Karasulu, Kengırılı gibi kasaba ve şehir ifade eden özel isimlerde kullanılmıştır. Yöresel anlamlar taşıyan Ketebeden, Conbur, Edel, Telkaç gibi lakaplar da vardır.
    Kullanılan lakap ve soy isimlerinde çeşitlilik fazla olsa da içlerinden birkaçı diğerlerine oranla fazla kullanılmıştır. Hacıoğlu (7), İmamoğlu (5), Gözümağaoğlu (6), Bektaş Ağazâde (5), Akmehmedoğlu (4), Ahmedoğlu (3), Köseoğlu (6), Dizdaroğlu (4), Kadıoğlu (4), Kâvîzâde (3), Kalafatoğlu (4), Memişoğlu (5), Bezircioğlu (4), Kantarcızâde (5) kullanılan aile isimlerinden en sık rastlanılanlardır. Taşçıoğlu (5), Çavuşoğlu (4), Topçuoğlu (2), Darıcıoğlu (4) isimleri hem Müslüman hem gayrimüslim ahali arasında kullanılmaktadır. Bunların dışında bazı toplumsal statü göstergesi olan şeyh, seyyid, hacı, derviş gibi unvanlara da kayıtlarda rastlanmaktadır.


    16 Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ankara, 1988. s.541.

    YÜKSEK LİSANS TEZİ-İbrahim ÖZDEMİR- SİNOP ÜNİVERSİTESİ-SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ-TARİH ANABİLİM DALI

     

    Etiketler: , , , , , , , , ,

    AŞIKLAR ADASI

    06.10.2023- Doç. Dr. Mustafa ŞAHİN- Dr Zekiye TUNÇ

    TÜRKİYE SELÇUKLULARI DÖNEMİNDE AŞIKLAR ADASI “SİNOP”UN FETHİ

    FOTO: 1924- Sinop Hükümet Caddesi (alıntı)

    1 Giriş
    Antik Çağ’da Sinop’un bilinen en eski ismi Sinope’dir. Sinop isminin Yunanca “zarar vermek, yok
    etmek” anlamındaki “sinomai”den türediği bilinmektedir (Demirkaya ve Tuluk, 2012: 48). Mitolojide
    Sinope, Irmak Tanrısı Asapos’un güzeller güzeli kızıdır. Bir gün Tanrılar Tanrısı Zeus kızı görür ve o
    anda tutularak aşkına karşılık kızın her dileğini yerine getireceğini söyler. Korku içindeki genç kız
    kızlığına dokunulmamasını ister. Zeus sözünü tutar ve Sinope’yi alıp en sevdiği ve güvenilir bulduğu
    bugün Sinop ilimizin bulunduğu ile Karadeniz’in cennete benzeyen yemyeşil ve bakir kıyılarına bırakır
    (Cengiz vd., 2000: XVII). Bazı kaynaklar Sinop isminin kaynağını Hititçe “Sinuwa” olarak
    göstermişlerdir.

    Farklı bir görüşe göre ise ismin ortaya çıkışında adlarını daima ay ilahının ismi “Sin”
    ile birleştiren Asurilerin olabilecekleri ileri sürülmüştür. Ayrıca, ismin ilk söyleniş biçiminin “Sinavur”
    olduğunu ileri süren kaynaklarla birlikte başka kaynaklar “Sinip”ten geldiğini, bazı tarihçiler “Sen-hapi”
    kökünden türediğini, bazıları ise Farsça “Sine-i ab”, yani suyun göğsü kelimesinden geldiğini ifade
    etmektedirler. Romalıların şehre Sinepolis, Fatih Sultan Mehmet’in ise Ceziretül-Uşşak dediği
    bilinmektedir. Türkler şehri fethettikten sonra isminin önce Sınap olduğu, daha sonra bugün
    kullanıldığı biçimiyle Sinop olarak günümüze ulaştığı bilinmektedir (Demirkaya ve Tuluk, 2012: 48-
    49).
    Sinop’a ilk yerleşmeler araştırmalara göre farklı tarihlendirilmektedir. Bu tarihlendirmeler
    Neolotik (Cengiz vd., 2000: XVIII) veya Kalkolitik (Koçak, 2004: 700) dönemlere kadar gitmektedir.
    Sinop şehrinin kuruluşu ile ilgili tarihlendirilmeler MÖ 6. ve MÖ 7. yy.’lar düşünülmüş olmakla birlikte
    genel kanaat MÖ 8. yy. olarak belirlenmiştir ( Çapar, 1976: 303). Strabon eserinde Sinop’tan bahseder
    ve şehrin kuruluşu hakkında da bilgi verir: “..Bu kent Miletoslular tarafından kurulmuştur. Burada bir
    deniz üssü kurmak suretiyle kent, Kyaneai3 berisindeki denizlere egemen oldu ve hatta Kyaneai’in
    ötesinde bile Helenlerle beraber birçok mücadelelere katıldı; uzun süre bağımsız kaldığı halde
    sonunda bu bağımsızlığını koruyamadı ve kuşatılarak zapt edildi….” (Strabon, 2009: 22-23).

    Tarih boyunca Sinop’ta kavimler arası mücadelelerin olmasında bölgenin konumu en önemli etkendir. Burası liman olarak konumu, Kuzey Anadolu’nun en uç noktasında yer alması, Orta Anadolu
    ile bağlantısının olması yanı sıra Kırım seferlerinde de stratejik mevkide bulunması gibi özellikleri ile
    ön plana çıkmıştır. Ticari olarak bakıldığında şehir “Kuzey-Güney Yolu”nda yer aldığından Akdeniz’e
    kadar uzanan doğal yol güzergâhının da içerisindedir. Bu açıdan değerlendirildiğinde Akdeniz
    ticaretinde Sinop etkilidir (Koçak, 2004: 702-703).
    2- Eski Çağ’da Sinop’ta Türklerin Varlığı ile İlgili Tezler
    Karadeniz Bölgesi’nde Türk varlığı milattan önceki yüzyıllara dayandırılmaktadır. Araştırmalara
    göre bölgeye ilk olarak MÖ 3. bin ile 2. bin yılları arasında Oğuzların kollarından sayılan “Gas/Kas” ve
    “Gud/Gutîler”in geldiğinden bahsedilir (İnan, 2003: 72). Sonrasında Kimmerler ve İskitler ard arda
    Karadeniz’de görülmüşlerdir. İskitlerin vatanının Asya olduğu ve buradan göç ederek Kimmerlerin
    yurtlarına geldikleri Heredot’un kayıtlarında anlatılmıştır: “Göçebe Skyt4’hler Asya’daydılar.
    Massagetlerle yaptıkları bir savaştan yenik çıktılar, Araxes ırmağını geçtiler, Kimmerlerin yanına göç
    ettiler. (Skythlerin oturdukları yerler eskiden Kimmerlerinmiş, öyle derler)” (Heredotos, 2012: 298).
    İskitlerin sıkıştırması ile bugünkü Gürcistan’dan Doğu Anadolu’ya, oradan da İç Anadolu’ya gelen
    Kimmerler MÖ 695 civarında Frig Devleti’ni yıkarak bölgede bozkır-göçebe geleneklerini devam
    ettiren bir devlet kurmuşlardı. Bu sırada bir kısım Kimmer boyları da kuzeye çıkarak Karadeniz
    Bölgesi’ne yayılmaya başlamışlardır (Tellioğlu, 2007: 655). Anadolu’da gittikleri her sahada olduğu
    gibi Karadeniz Bölgesi’ni de siyasi ve sosyal bakımdan önemli ölçüde etkileyen Kimmerler,
    hâkimiyetleri süresi boyunca Sinop’tan Trabzon’a kadar uzanan kıyı şeridinin kontrolünü ellerinde
    bulundurmuşlardır (Tellioğlu, 2007: 23-24).
    Kimmerleri takiben Anadolu’ya giren İskitler MÖ 665’ten itibaren Kür Nehri’nin sağ yakasına
    yerleşmeye başlamışlardır. MÖ 401 civarında bölgedeki İskit hâkimiyet sahası Çoruh boylarına
    ulaşmıştır. Bu süre içerisinde, Sinop’tan Trabzon’a kadar olan sahil şeridi de bazı İskit boylarının eline
    geçmiştir (Tellioğlu, 2007: 655). Güney Karadeniz sahilinde Sinop’tan başlayan İskit hâkimiyeti bu
    şehrin yüz seksen km batısına kadar uzanıyordu. Yunanlılar, Karadeniz Bölgesi’nde koloni kurmaya
    başladıklarında, Sinop’tan Kolhis’e uzanan sahada mitolojilerinde ve edebiyatlarında büyük yer
    tutacak İskit kadınlar topluluğu olan Amazonlarla karşılaşmışlardır (Tellioğlu, 2007: 33).

    1 Sinop Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü, ztunc@sinop.edu.tr
    2 Sinop Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü, msahin@sinop.edu.tr
    3 Kyaneai: Trakya Bosporos’u (Karadeniz ile Marmara’yı bileştiren boğaz ( Strabon, 2009: 301)) İstanbul Boğazı’nın Karadeniz çıkışında iki küçük adacık ( Strabon, 2009: 335).

    4 Skyt: İskit

     

    Etiketler: , , , , , , , , , , , , , ,