RSS

Kategori arşivi: BİLİMSEL MAKALELER VE YAZILAR

BİLKE bilimsel çalışmalara değer veriyor. Bu kategoride yayınlanan yazı ve makaleler, toplumsal kalkınmada baş vurulacak akademik verilerdir. Kurum ve kuruluşların, gerçek ve tüzel kişilerin faydalanacağı kaynak niteliği taşımaktadır.

Cumhuriyetin İlk Yıllarında Modern Toplum İnşa Sürecinde Sanayi Tesislerinin Rolü

21.06.2022- Doç. Dr. Mutlu KAYA- Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Turizm Fakültesi, Turizm Rehberliği Bölümü-Öğretim Üyesi

foto: Doç. Dr. Mutlu Kaya ve Prof. Dr Cevdet YILMAZ, Sinop konusunda yaptıkları akademik çalışmalar için kendilerini kutluyoruz. Dernek olarak, bu değerli çalışmaları Sinoplularla paylaşmak istedik. BİLKE HALKBİLİM ÖDÜLLERİ’ne ara verdik. Yeniden başladığımızda, iki akademisyenimiz Akademik Halkbilim Ödülleri adaylarımızdır. Çalışmalarını kutluyor ve Sinoplulara tanıtmaya devam ediyoruz BİLKE

GİRİŞ

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda, Osmanlı’dan nüfusun beşte dördü doğrudan veya dolaylı
olarak tarımla uğraşan, tarımın ilkel metotlarla ve daha çok köylülerin kendi tüketimi için yapıldığı bir
ülke devralmıştır. 1912 yılından başlayarak on yılı aşkın bir süre boyunca Anadolu, birbirini izleyen bir
dizi savaşın yıkımına uğramıştır. Balkan Savaşları (1912-1913), Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) ve
Kurtuluş Savaşı’nın (1920-1922) getirdiği yıkım ve ölümler, çok ciddi ve uzun süre etkili olacak
demografik, toplumsal ve iktisadi sonuçlar doğurmuştur. 1913 yılında, daha sonra Türkiye sınırları
içinde kalacak topraklar üzerinde toplam nüfus 17-18 milyon dolayındayken izleyen on yıllık dönemde, gerek askeri gerekse sivil Müslüman halk arasındaki kayıp toplamda yaklaşık 2 milyona ulaşmıştır.
Buna göçler de eklendiğinde 1920’li yılların başında Türkiye’nin nüfusu 13 milyon seviyesine
gerilemiştir. Bu durum on yıl öncesine göre %25 oranında bir nüfus azalması anlamına gelmektedir.
Savaş yılları boyunca üretim düzeylerinde de belirgin bir gerileme yaşanmış, tarım, sanayi ve
madencilik, gerek savaş yıllarında yitirilen insan varlığından gerekse aynı dönemde ekinlerin, yük
hayvanlarının, araç-gereç ve fabrikaların yok edilişinden olumsuz yönde etkilenmiştir (Pamuk ve Owen, 2002; Ünal, 2010).

Çiftçiler tohum, tarım aletleri ve koşumluk hayvan bulamamış, bu nedenle de toprakların büyük bölümü işlenememiştir. Ticaretin gelişimine uygun ulaşım imkanları oluşturulmamış, demiryolu az ve mevcut olanlar da kötü durumda, kara yollarının en iyisi ancak kağnıların geçişine izin verecek şekildedir. Ticaretin neredeyse tamamı azınlıkların elinde, sanayi el sanatlarından ibarettir. Kapitülasyonlar ve serbest ticaret, sanayi gelişimini engellediği gibi mevcutları da ortadan kaldırmıştır.


Fındık, kuru üzüm, incir, tütün gibi tarım ürünleri ile halı gibi el sanatları ürünlerinin dış satımı sonucu
elde edilen gelirle ülkenin ihtiyacı olan sanayi malları karşılanmaya çalışılmaktadır (Aktan, 1998). 1927
yılında yaklaşık 65.000 sanayi şirketi vardır ve bunlarda yaklaşık 250.000 işçi çalışmaktadır. Fakat bu
işletmelerden sadece 2.822’si makine gücüne bağlı olarak faaliyet göstermektedir (Zürcher ve Gönen,
1999) ve sadece 155’inde çalışan sayısı 100 kişinin üzerindedir (Ünal, 2010). Cumhuriyet Türkiye’sinin
ilk sanayileşme hamlesini üç beyazlar (un, şeker ve tekstil) ile simgelemesi aslında sanayileşmenin
durumunu özetlemektedir. Nitekim bunlardan tekstil bir sanayi kolu iken un ve şeker özünde birer
tarımsal üründür (Boratav, 2003).

Bu nedenledir ki Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kadrolar zaferden sonra hemen milli kalkınma davasını başarmaya odaklanmıştır (Özel, 2002). Böyle bir ortamda kurulan Cumhuriyet rejiminin ülkede sadece siyasi yaşamda belirleyici olduğunu söylemek eksik olacaktır. Cumhuriyet, toplumsal ilişkilere belli bir biçim veren, bu biçimi yeniden üretmek için gerekli kurumsal ve söylemsel pratikleri toplum üzerine empoze eden aktif bir özne olarak, ulus-devlet, sanayileşme ve modern-laik ulusal kimlik üçgeni üzerine yükselecek bir modern ulus hayali içeren bir modernite projesidir (Keyman ve İçduygu, 1998).
Modernlik, Batı Avrupa toplumunda on altıncı yüzyılda biçimlenmeye başlamış ve onu önceki
dönemlerden ve çağdaşı olan diğer toplumlardan ayırmış olan yapısal özelliklerin ifadesidir. Bu
özellikler endüstriyel genişleme, siyasal iktidarın kullanımı üzerine getirilen anayasal kısıtlamalar, sivil
bürokrasilerin yükselişi, kent merkezlerinin büyümesi, okuryazarlığın ve kitlesel eğitimin
yaygınlaşması, sekülerlik, içsel psikolojik benliğin ortaya çıkışı ve işlevsel farklılaşmayı içermektedir
(Jusdanis, 1998). Modernleşmeyle birlikte toplumun geleceğe yönelik beklentileri, çevrelerine bakış
açıları, çeşitli alanlardaki tutum ve davranışları, gündelik ilişkileri, kendi yaşam deneyimlerini
Mutlu Kaya-406

değerlendirme şekilleri değişime uğrar ve yeni bir biçim ve içerik kazanır. Diğer bir deyişle
modernleşme temeldeki kapitalist gelişmenin toplumsal, siyasal, ideolojik, kültürel, kurumsal ve etik
alanlarda yol açtığı değişimin bütünü olarak tanımlanabilir (Çulhaoğlu, 2007).
Türk modernleşmesinin temelini, teknik ve bilimsel ilerlemenin nimetlerinin, çoğunlukla devlet
yoluyla, her türlü insani faaliyet alanına uygulanması oluşturmaktadır (Bozdoğan, 2001). Cumhuriyet
rejimi, toptan bir toplumsal, ekonomik ve siyasi dönüşüm beklentisi içindedir. Modernleşme, ekonomik
ve toplumsal boyutlarla birlikte siyaseti ve kültürü de içeren geniş bir bütünlük olarak görülmekte,
toplum mühendisliği ve yukarıdan aşağıya modernleşme eğilimiyle gerçekleşecek köklü değişikliklerin
hem çağdaşlığı hem de çağdaşlaşmayı gerçekleştireceğine inanılmaktadır (Ahmad, 2006).

Bu sebeple Cumhuriyet’in siyasi otoritesi, ilke ve kurallarını kendisinin belirlediği, siyasal ve kültürel çağdaşlaşma gereğince kurmak istediği tamamen farklılaşmış yepyeni düzen için aslında bir tezat olarak geçmişteki hiyerarşiye dayalı yönetim geleneğini kullanmıştır (Kaliber, 2007). Bu durum yapılan değişikliklerin tam bir modernleşmeden ziyade imparatorluğun reorganizasyonu olarak görülmesine sebep olmuştur.
Fakat aslında Türk modernleşmesi geç ya da gecikmiş modernleşmenin güzel bir örneğini
oluşturmaktadır. Geç modernleşme, Batı’nın kendine özgü koşulları içerisinde yaşadığı modernleşme
sürecinin aşamalarını bir olağan süreç olarak yani kendiliğinden bir gelişme olarak ortaya çıkmasını
beklemeden bu süreçlerin sonuçlarının bilgisine sahip modernleştirici iradenin tarihin akışını
hızlandırması, önündeki basamakların birkaçını birden atlaması biçiminde tanımlanabilir (Çulhaoğlu,
2007; Livan, 2020). Ademi merkeziyetçi ve feodal toplumlarda modernleşme amacıyla belirli siyasal ve
kültürel kurumların ithal edilmesiyle oluşturulan modeller çoğunlukla dirençle karşılaştıkları için
Avrupa’daki benzerleri gibi işlev görmeleri pek mümkün olmamaktadır. Gecikmiş bir modernleşme
sürecinde modelin özelliklerini elde etmek amacıyla telaşlı bir çaba içine girildiği için bu değişimi
merkezi bir planlamayla yapmak zorunlu hale gelmektedir (Jusdanis, 1998).


Atatürk’e göre, Cumhuriyet ile birlikte bir devlet her şeyiyle yeniden inşa edilecektir. Bu
sebeple üniformasını bir kenara bırakıp sivil bir Cumhurbaşkanı olarak halkının karşısına çıkmış ve bu
yeni imajıyla halkına artık yeni bir döneme girildiği mesajını vermiştir. Acilen ülkeyi kalkındırma ve
halkının hayat düzeyini yükseltmek için başta endüstri olmak üzere her alanda hızlı bir gelişim
gerekmektedir (Lewis, 1993). Bu gelişimin, tarihsel özellikleri, yerel gelenekleri ve bölgesel dengeleri
gözeterek, yabancılaşmadan, taklitçiliğe düşmeden ve bağımlı hale gelmeden, yoksulluktan kurtulup
uygarlaşma olarak gerçekleştirilmesi hedeflenmiştir (Aydoğan, 1999).

Sanayi alanında meydana gelecek gelişim Cumhuriyet için hayati bir bileşen olarak görülmekte, sanayi ile uygarlığın beraber büyüyeceği düşünülmektedir. Avrupa mallarını ithal etmekten hoşnut olan yerli burjuvazinin tarımsal gelişime sıcak bakmasına rağmen Türkiye’nin uygarlık hedefine ulaşması için, güçlü, dengeli ve bağımsız bir sanayi ekonomisine sahip olması gerektiği temel düşünce olarak belirlenmiştir (Ahmad, 1995; Georgeon, 2000).
Yeni bir ulus devletin oluşturulması ve çağdaşlaştırılması, birbiriyle yakından ilişkili iki hedef
olarak görülmekte ve benimsenen iktisadi politikalara doğrudan doğruya bu bakış açısı kaynaklık
etmektedir (Pamuk ve Owen, 2002). Bu değişim önceleri özel sermaye ya da yabancı sermayeli
şirketlerin yatırımları ile gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Bu şirketlerle yapılan antlaşmalara özellikle
yerli hammadde kullanma zorunluluğu getirilmiş böylece yatırımların Anadolu’ya yayılması
Cumhuriyetin İlk Yıllarında Modern Toplum İnşa Sürecinde Sanayi Tesislerinin Rol

Mutlu KAYA- 407

hedeflenmiştir (Kaya ve Yılmaz, 2016). Ülkemize bu dönemde yatırım yapan yabancı sermayeli
şirketlerden olan Ayancık Zingal Kereste Fabrikası genç Cumhuriyet’in sanayiden beklentilerini ilk
ortaya koyan işletmelerden biridir. Şirketle yapılan sözleşme bu doğrultuda hazırlanmış, şirket üretimin
şekli yanında mesleki eğitim ve sosyal konular başta olmak üzere birçok konuda sözleşme ile teminat
vermiştir (Anonim, 1948). Ayancık’ta denenen proje her manada oldukça başarılı olmuş fakat ne yazık
ki ülkedeki sanayileşme özel sektör yoluyla istenen seviyeye ulaşamamıştır.

Lozan Antlaşması’nın gümrük tarifeleri için koyduğu sınırlamalar 1928 yılı içinde son bulmuş,
dolayısıyla 1929’dan itibaren yeni ve yerli üretimi korumacı bir gümrük tarifesi uygulama imkânı
doğmuştur. Dünya ekonomisini derinden etkileyen 1929 ekonomik buhranı, bu sistemin bağımlı ve
azgelişmiş çevresini oluşturan ülkelerde ilk kez kendi dinamikleriyle, ulusal bir sanayileşme fırsatı
yaratmıştır. Bu durumun ortaya çıkardığı sanayileşme fırsatını değerlendiren Türkiye’de devlet ekonomi
alanında doğrudan etkin olmaya başlamıştır (Boratav, 2003).

Atatürk’ün ekonomide devlet, fikrini özel
sektörün varlığı ve gelişimi için gerekli şartların sağlandığı bir ortam yaratma yanında devletin toplum
ihtiyaçlarını göz önüne alarak bazı alanlarda varlık göstermesi olarak tanımlamak mümkündür (Akpınar,
2013).

Diğer bir deyişle Atatürk döneminde uygulanan devletçilik politikası, kapitalizm ve sosyalizm
arasında, her ikisinin de bazı özelliklerini almış, bir iktisadi politika olmanın yanında aynı zamanda
bağımsızlığını yeni elde etmiş bir ülkenin kurduğu toplumsal bir sistemdir (Boratav, 1974).
1930’lu yıllardan itibaren devlet, coğrafi dağılış içinde hammaddelerimizin değerlendirileceği,
ithal edilen ürünleri durduracak ve böylece dışarıya döviz ödenmesini engelleyecek sanayi işletmelerini
kendi kurmaya başlamıştır (Doğan, 2013). İsmet İnönü’nün Karabük’te demir çelik fabrikasının temel
atma töreninde söyledikleri devletin sanayi tesislerinden beklentilerini ortaya koyar niteliktedir (Kiper,
2004: 27):
“Karabük Demir ve Çelik Fabrikaları ile memleketin her sahada çok kıymetli olan başlıca
ihtiyaçlarına cevap verecek bir müessese kurmakla kalmıyoruz, cumhuriyetçi ve milliyetçi Türkiye’nin
manevi ve içtimai bir medeniyet ve kültür müessesesini de meydana getirmiş oluyoruz.”
Fabrikalar kuruldukları bölgelerde yarattıkları istihdam olanakları sayesinde bu bölgelerin
nüfusunu arttırarak kentleşme sürecini hızlandırmıştır. Halk, tarımsal faaliyetlerden sanayi üretimine
geçmiş, beraberinde sanayi üretiminin gereklerine uygun bir yaşam sürmeye başlamıştır. Sanayi
yerleşmelerinde fabrikalar tarafından organize edilen faaliyetler işçilerin ve halkın sosyalleşmesine,
geleneksel kent dokusundan çıkılarak planlanmış mekanlarda yaşamın başlamasına ve kadınların da iş
hayatına ve sosyal yaşama karışmalarına imkan sağlamıştır. Fabrikaların bünyesinde üretim tesislerinin
yanında lojmanlar, alışveriş birimleri, yüzme havuzu, basketbol-futbol-tenis sahası gibi spor alanları,
sinema, balo salonu-gazino gibi eğlence mekanları ve mesleki kurslar ile ilk ve orta öğretim için
okullardan oluşan sosyal donatılar oluşturulmuştur.

(Şekil 1. Alpullu Şeker Fabrikası yerleşim planında sosyal alanların dağılışı
Kaynak: Durukan Kopuz ve Tetik, 2016.)

Fabrikaların çevresinde yaşayanlar sinema, tiyatro, konser, balo gibi etkinlikleri bu fabrikalar
sayesinde tanımış ve kadın – erkek toplumun tüm kesimi bunlardan faydalanmıştır. Her tesisin
kuruluşundan bir süre sonra çevresi ayrı bir şehir haline gelmeye başlamıştır. Ayancık, Alpullu,
Eskişehir, Nazilli, Ereğli, Malatya, Kayseri, Karabük, Kırıkkale gibi sanayi alanları Şevket Süreyya
AYDEMİR’in tabiriyle tesisleriyle, lojmanlarıyla, parklarıyla, spor alanlarıyla gün ışığında dünyaya
gülen ve geceleri ışıl ışıl parıldayan şehirlere dönüşmüşlerdir (Aydemir, 2003).


Bu çalışmanın amacı, Türkiye Cumhuriyeti’nin sanayileşme sürecinin sadece ekonomik
kalkınma mücadelesi olmadığını, ekonomik boyutunun yanında sosyo-kültürel boyutu olan,
Cumhuriyet’in oluşturmaya çalıştığı kültür devriminin öncüsü olacak bir modernite projesi olduğunu
ortaya koymaktır. Bu anlamda çalışma Türkiye’de sanayileşme hareketine farklı bir bakış açısı
getirmektedir. Çalışmanın konusunu teşkil eden Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde kurulan sanayi
tesislerinin toplumsal etkileri üzerine birçok çalışma yapılmış (Akpınar, 2013; Asiliskender, 2008;
Asiliskender, 2009; Bancı, 2006; Bigat, 2017; Cebecik, 2017; Demirer, 2013; Doğan vd., 2011; Durukan
Kopuz, 2018; Eldeş, 2019; Eren ve Tuna, 2018; Kaya, 2011; Kaya ve Yılmaz, 2016; Kaya ve Yılmaz,
2018; Kiper, 2004; Kiper, 2006; Mülayim ve Kaprol, 2016; Oğur, 2015; Özcan, 2020; Peri, 2006; Semiz
ve Toplu, 2019; Tekeşin, 2012; TOBB, 2016; Yavaşoğlu ve Özgül, 2020; Yücel, 2015) fakat genel
olarak yapılan çalışmalar konuya devlet eliyle kurulan sanayi tesisleri üzerinden yaklaşmıştır. Bu
çalışmada konu, 1925-1945 yılları arasında kurulan yabancı sermaye yatırımları, özel sermaye
yatırımları ve devlet teşekkülleri açısından ele alınmış böylece aslında Cumhuriyeti kuran kadroların
toplumsal değişim için sanayi tesislerinden beklentilerinin devletçi ekonomik uygulamalardan çok daha
önce var olduğu ortaya konulmaya çalışılmıştır. 1925-1945 yılları arasında kurulan sanayi tesisleri
içinden yabancı sermaye yatırımları olarak Sinop Kibrit Fabrikası ve Ayancık Zingal Orman İşletmesi,

Mutlu KAYA- 409

özel sermaye yatırımı olarak Alpullu Şeker Fabrikası, devlet teşekkülleri olarak da Eskişehir Şeker
Fabrikası, Karabük Demir-Çelik Fabrikası ve Sümerbank teşekkülü olan Nazilli, Kayseri, Ereğli
(Konya), Bursa Merinos fabrikaları araştırmaya dahil edilmiştir. Bu tesislerin kuruldukları çevrelerde
yarattıkları istihdam ve ekonomik etkilerle şehirsel gelişime, yarattıkları eğitim, sağlık, spor, sosyokültürel imkanlarla da halkın kültürel gelişimi ve modernleşmesine etkileri açıklanmaya çalışılmıştır.
Çalışmanın ele alındığı 1925-1945 yılları arasında kurulan sanayi tesislerine ait belge, fotoğraf ve arşiv
kayıtların yetersizliği nedeniyle konunun sadece belirli başlıklar (kentleşme, ulaşım, kırsal kalkınma,
sosyal –kültürel değişim) açısından değerlendirilmesi ve sadece 9 fabrika üzerinden ele alınması
çalışmanın sınırlılıklarını oluşturmaktadır.

Makalenin tamamı:

https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1552841?fbclid=IwAR1VDuqXXP-9sCABu87yBTyFthjuZGDWUEyn_fxcAzv8fN7T7j4OsJuI_3Y

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , ,

SİNOP ŞEHABEDDİN AĞA ÇEŞMESİ

13.06.2022-BİLKE

BEYLİKLER DÖNEMİNDE SİNOP YÜKSEK LİSANS TEZİ-

DANIŞMANI
Prof. Dr. Abdülhalik BAKIR

HAZIRLAYAN Muhammet BERBEROĞLU

Sinop merkezde aşağı hamamın hemen arkasında bulunan çeşme, 2X2.70cm. Ölçüsünde inşa edilmiştir(Resim-11).

Çeşme kesme taştan inşa edilmiş olup, ön yüzünde bir kemer içerisine alınmış tek musluktan oluşmaktadır.

Çeşmenin kitabesi kemerin iç kısmında musluğun hemen yukarısında bulunan
bölümde 0.46 cm. kutrunda bir daireden oluşmaktadır. Kitabe girift Selçuki neshi ile yazılmış olup, beş satırdan oluşmaktadır.

Kitabe şöyledir:
“ Bu mübarek çeşmenin yapılmasını ve tatlı suyunun çıkarılmasını 833 yılı
Şabanında Şehabüddin Memlük emretti. Allah kabul etsin ve ondan razı
olusun”
demektedir.

Yüksek lisans tezi içinde Beylikler Döneminde Sinop konusunda detaylı bilgiler bulacaksınız. :

II Bayezid döneminde düzenlenen 1487 tarihli tahrir defteridir ki çalışma dönemimize en yakın olanı budur. Bu defter her ne kadar çalışma dönemimizin sonrasını kapsıyorsa da öncesine ait önemli bilgileri
bize sunmaktadır. Bu defter ışığında Sinop’un toplatma 20 mahalleden müteşekkil olduğunu görmekteyiz. Bu mahallelerin 13’ü Türk, 7’si ise Rum mahallelerinden oluşmakta idi.

Detaylı bilgileri çalışmanın tamamında bulacaksınız:

 

Etiketler: , , , , , , , , , ,

ANADOLU KÜLTÜRÜNDEN DÜNYA KÜLTÜRÜNE AMBARLAR-Doç. Dr. Mutlu KAYA

05.06.2022-BİLKE

Doç.Dr. Sayın Mutlu Kaya’nın çalışmasına geçmeden önce, Sinop köylerinde kaybolmaya yüz tutan ambarlarımız hakkında bir kaç cümle yazmak istiyorum. Dikmen Kadı köyünde, derleme çalışmaları yaparken görüntülediğim ambar, yörenin yüzünü ağartan özellik taşıyordu.

Ağaç ambarları da diğer kaybolan kültürlerimiz gibi koruyamadık. Sinop ambarları başlığında fotoğraflanıp sergilenmeliydi. İstanbul’da o kadar çok sayıda köy dernekleri olmasına rağmen, kültür alanında çok az çalışma yapıldığını görmek gerçekten üzücü. Kulağa kar suyu kaçırıp, dikkat çekme çalışmalarımdan hiç vaz geçmeyeceğim. Yaptıkları toplantılar, birliktelikler arasında köylerinin değerleri korumak da olmalı. Elindeki değerleri koruyanlar, yurdunu, milletini, doğasını, insanını, canlı cansız her şeyini koruma hassasiyetine sahiptirler.

Parmak ucuna baksa da insan, dünyada ne kadar özel olduğunu fark etse. Köyünün kentinin hafızasına sahip çıksa ve değerlerini korusa.

Mutlu KAYA, Sinop konulu bir çok çalışmaya imza atmış akademisyenlerimizden. Şimdi sunacağımız çalışmayı bana gönderdiği için kendisine çok teşekkür ediyorum. Dünya üzerinde ambarlar konusunu bilimsel olarak mercek altına almış, okumanızı tavsiye ediyorum.

Her zaman söylediğim gibi, insan hangi coğrafyada olursa olsun, hangi koşullarda yaşarsa yaşasın iradesi hep aynı adımları izliyor. Yaşar SARIKAYA-BİLKE

İşte çalışmanın GİRİŞ bölümü, tamamının linki de aşağıdadır:

Mutlu KAYA -Ege Coğrafya Dergisi 29 (2), 2020, 321-344, İzmir-TÜRKİYE
Aegean Geographical Journal, 29 (2), 2020, 321-344, İzmir-TURKEY

Foto 11- İspanya’da çatı örtüsü olarak taş malzeme kullanılan bir ambar (Caxigalinas, 2020).

GİRİŞ

Amerikan coğrafyasının önemli isimlerinden Ellen Semple, “Influences of Geographical
Environment” isimli eserinde insanı yeryüzünün sunduğu bir ürün olarak görmektedir. Bu, insanın
yeryüzünün sadece bir çocuğu olduğu anlamında değil aynı zamanda yerin ona bir annelik yaptığı, onu beslediği, ona görevler verdiği, düşüncelerini yönlendirdiği, ona vücudunu ve aklını güçlendirecek zorluklar verdiği, ona denizlerde seyahat ve yeryüzünde sulama gibi problemleri ve zaman zaman da bunların çözümü için ipuçları verdiği anlamındadır. (Holt-Jensen, 2017).

Nitekim insan, doğada birçok zorlukla mücadele etmiş ve bunlara çözümler üretmiştir. Bu sorunlardan biri ve belki de en önemlisi yiyeceklerin daha sonra kullanabilmek için depolanması ve korunmasıdır. Bu çözümler, saklanacak ürüne göre değişiklik gösterirken saklanacak bölgenin doğal özellikleri de yöntem
üzerinde belirleyici olmuştur.
İnsanlar yiyeceklerini saklamak üzere salamura, turşu, tuzlama, kurutma gibi yöntemleri
kullanırken bunların yanında kuyular kazarak, varsa çevrelerindeki mağaraların serin havasından
yararlanarak gıda ürünlerini depolamaya çalışmışlardır. Tarım ürünlerini saklama araçlarından
birini de ambarlar oluşturmaktadır. Bahsi geçen bu ambarların küçük olanları evlerin içlerinde
bulunurken bunların daha fazla ürün saklama kapasitesine sahip olanları evlerin dışında ayrı bir
birim olarak kendilerine yer bulmuşlardır. Evler ve ekili alanlar arasında ara konumda yapı olan
ambarlar, farklı dönemlerdeki geleneksel yaşam tarzlarının ve insanlar ile üretim araçları arasındaki
ilişkilerin bir yansımasıdır.
Ambarların şekli ve kullanılan malzemeler, depolanacak tahıllara (pirinç, buğday, arpa, mısır,
vb.), bölgenin iklimine, tahıl miktarına, inşaatçının fantezisine ve ekonomik araçlara göre değişkenlik
göstermektedir. Pirinç, buğday, arpa, darı, vb. ürünlerin depolandığı ambarlar (Foto 1), Amerika
kıtasının keşfi ile mısır bitkisinin dünyaya yayılması sonucu mısır ekim alanlarında şekil değiştirmiştir.
Kuzey Amerika kökenli bir tahıl çeşidi olan mısır, klimatik şartların yetişmesine izin verdiği bölgelerde
temel gıda maddesi haline gelmiş ve ambarların ona özel sakama koşullarına uygun hale getirilmesini
sağlamıştır (Ozcan, 1970).

Her ülke ya da bölgede farklı isim kullanılan tahıl depolama yapıları için çalışmada hepsini kapsayacak şekilde ambar kelimesi kullanılacaktır.

İnsanoğlu nerede yaşarsa yaşasın, ihtiyaçları benzerdir. Yıl boyunca beslenmeye ihtiyacı vardır ve
bu nedenle yılın belirli zamanlarında daha fazla miktarda üretmeyi başardığı yiyecekleri saklayarak
yıl içine dağıtmaktadır. İşte bu koruma güdüsü tüm dünyada benzer yapıları ortaya çıkarmıştır (Ribeiro,
2016).

Temel gıda maddesi olan tahılların saklanabilmesi için yerden yükseltilerek nemden ve
kemirgenlerden uzaklaştırılan ambarlar bunun en güzel örneklerindendir. Türkiye’de, Karadeniz
Bölgesi’nde rastlanan serender, seren, serenti, sergen, nalya, tekir gibi isimlerle anılan yapının benzerlerine
İspanya’da horreo, Portekiz’de espigueiros, Slovenya’da Cabazo, Norveç’te loft, İngiltere’de
staddle, Yeni Zelanda’da Pataka gibi isimlerle rastlanmaktadır.

Bu çalışmada dünyanın farklı bölgelerinde dağılış gösteren bu ambarların özellikleri ortaya konularak benzer coğrafi şartlarda insanların birbiriyle iletişim içinde ya da olmadan
buldukları benzer çözümler açıklanmaya çalışılacaktır. Konunun daha iyi ortaya konulabilmesi
için sadece direkler üzerinde yerden yükseltilerek inşa edilen ambarlar çalışmaya dahil edilmiştir.

Çalışmanın tamamını aşağıdaki linkte bulabilirsiniz, dünya üzerindeki ambar fotoları ile birlikte:

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1251483

Sinop- Dikmen Kadı Köyü ambarı izlemek isteyenler için:

 

Etiketler: , , , , , , , , , ,

AYANCIK YÖRESİNDE TAŞ ÖRTÜLÜ EVLER

31.05.2022- Prof. Dr. Cevdet Yılmaz- Doç. Dr. Öğr. Üyesi Mutlu Kaya

BİLKE olarak, bu önemli çalışma için değerli akademisyenlerimizi kutluyoruz. Kültüre değer veriyor ve değer verenlere biz de değer veriyoruz. Sinop Ayancık için bu kalıcı çalışmayı yapan hocalarımıza teşekkürler.

ÖN SÖZ

Foto – Ayancık Kızılcakaya Köyü

Ayancık; iki denizin arasında tabiat harikası bir mekân. Kuzeyinde Karadeniz, güneyinde Anadolu’nun en zengin orman örtüsünü barındıran yeşil orman denizi. Türkiye’nin bu mavi-yeşil cennet köşesi son 100 yılda neler gördü geçirdi? Ayancık Çayı kenarında kereste üretimi ile başlayan süreç, Zonguldak çevresine maden direği ihracı, ardından Türkiye Kibrit İnhisarı için işletilmeye hazır ormanlar ve 1929’dan itibaren de dünyanın en önemli orman işletme tesislerinden birine ev sahipliği yapması. Önce batıdaki şehirlere iç göçler, ardından tüm Batı Avrupa ülkelerini kapsayan yurtdışına işgücü göçü süreci. Bütün bu özellikleri ile Ayancık tabiatı ve insanlarının cömertliğiyle herkesin en azından hayatında bir kere ziyaret etmesi gereken, üzerinde bir kitap değil onlarca eser yazılabilecek önemli ve gerçekten kayda değer bir yurt köşesi.
Bu kitapta Ayancık yöresinde bulunan ve literatürde bugüne kadar ihmal edilmiş görünen taş örtülü ahşap meskenler üzerinde durulmuştur. Ayancık Belediyesi’nin katkıları ile yayınlanan bu kitabı Ayancık’ın diğer zenginliklerini tanıtacak başka kitapların takip etmesini umuyoruz.
Bu vesileyle; kitabın yayınlanmasındaki maddi katkılarından dolayı öncelikle Ayancık Belediye
Başkanı Sayın Aslan Özdemir’e, kitabın hazırlanma sürecinde desteklerini esirgemeyen Sayın
Saim Yılmaz’a, planların çiziminde yardımcı olan Sayın Zeynep Uzun Aktaş’a, Ayancık Orman
İşletme Müdürlüğü Şefleri; Hüseyin Altınel’e, Ahmet Özdemir’e, Yüksel Efeoğlu’na, Gökhan İşcan’a ve Gökhan Özçelik’e teşekkür ederiz.
Ayancık’ta bulunulan dönemde çalışmalara katkı sağlayan tüm öğrencilere, Ayancık’ın geleneksel
mimarisi hakkında teknik bilgiler veren ahşap ev ustaları; Cemil Oral’a, Dereköy köyünden Ahmet
Özcan’a, Söküçayırı köyünden Ali Aydın ve Ramazan Şentürk’e, Karakestane köyünden İzzet Yılmaz’a, Belpınar köyünden Mehmet Ali Özdemir’e, Dibekli Köyü’nden Hüseyin Ünal’a, Büyükpınar
köyünden Osman Yavuz’a, Kestanelik köyünden Satı Ali Keskin’e, Doğanlı köyünden Suat Erol’a ve
Türkeli ilçesinden Murat Özbay’a teşekkürlerimizi sunar, adı geçen ustalarımızdan hayatta olanlara
uzun ömür, ahirete intikal edenlere Allah’tan rahmet dileriz.
Prof. Dr. Cevdet Yılmaz – Dr. Öğr. Üyesi Mutlu Kaya

Tamamına aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz:


 

Etiketler: , , , , , , , , ,

ÖZE DÖNÜŞ- TÜLİN DİZDAROĞLU

13.04.2022- Tülin DİZDAROĞLU

Sanatçımız, fotoğrafçılık alanında yaptığı bilimsel çalışma ve uygulamalarla öne çıkıyor. Derneğimizin “5. BİLKE HALKBİLİM ÖDÜLLERİ ” kapsamında BİLİMSEL FOTOĞRAFÇILIK ödülü alan DİZDAROĞLU, farklı ve yaratıcı çalışmalar yapan kadınlarımızdan. Dernek olarak, halka değen özgün çalışmaları ödüllendirmeye devam edeceğiz. BİLKE

Ödül töreninden

ÖZE DÖNÜŞTülin DİZDAROĞLU

Fotoğrafta kompozisyon kadar, mesaj kadar, baskınında önemli olduğuna inanmaktayım.

Fotoğraflarımı “Özgün Baskı” şeklinde sunabilmek hep idealim olmuştur. Baskı, fotoğrafa sanatsal

anlamda bir değer katmakta. Bu nedenle siyah- beyaz sergilerimi kendim, agrandizör baskısı olarak

hazırlamıştım. Dijital ortamdaki son gelişmelerin fotoğrafın özüne dönmesine neden olacağına

inanmaktayım. Nasıl fotoğraf icat edildiğinde, artık resim öldü diyenler, televizyon icat edildiğinde

sinema öldü diyenler yanıldılarsa, sayısal fotoğraflar üretilmeye başlandığında, artık kimyasal fotoğraf

öldü diyenler yanılmakta.

Sanatsal olarak fotoğraf daha bir özüne dönerek varlığını sürdürmekte,

gümüş jelatin baskının yanı sıra, eski fotografik baskı tekniklerini uygulayan sanatçıların sayısının

dünyamızda giderek arttığı gözlenmekte. Bu sanatçılar sergiler açmakta,ülkemizde bu sergilere zaman

zaman ev sahipliği yapmaktadır.2000 yılında PAMUKBANK SANAT GALERİSİ’nde açılan

“KARMASİMYA” isimli sergi beni çok etkilemişti. 4 kadın fotoğrafçının, 4 farklı teknikte ürettiği

fotoğraflardan oluşan bu sergide, Imogen Cunnigham’ın Platinyum ve Siyah- Beyaz baskıları,

MariMahr’ın Siyah-Beyaz baskıları, Mick Lindberg’in Fotogravürleri ve Sarah Moon’un Pigment

Transfer baskıları yer almaktaydı.

Bu fotoğraflara benzer çalışmalar yapmalıyım diye düşündüm.

Başka sergilerde benzer tekniklerin farklı yüzeylerde uygulandığını görünce bu konuda akademik bir

çalışma yapmaya karar verdim.2003 yılında Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü Ana Sanat

Dalında Yüksek Lisans eğitimine başladım. Tez konumu “ESKİ FOTOGRAFİK BASKI YÖNTEMLERİNİN

FARKLI YÜZEYLERDEKİ ETKİLERİ” olarak belirledim. Sanırım kimyacı olmam nedeniyle, bu konudaki

çalışmalarım jüri tarafından çok başarılı bulundu. Geleneksel CYANOTYPE, KALLİTYPE, ALBÜMİN

BASKI, GUM BİKROMAT BASKI VE KARBON TRANSFER BASKI yöntemlerinin kağıt, kumaş ve ahşap

yüzeylerde uygulamalarını yaptım.2012 yılında tez konumu genişleterek “ALTERNATİF FOTOĞRAF”

adı ile bir kitap hazırladım.2 sendedir ise bu tekniklerde bir sergi hazırlığı içindeyim.

Eski fotoğraf çalışmalarım ise genellikle kırsal kesimi ve emekçi kadınları kapsamakta. Bunun nedenini çocukluğumun tatillerini Sinop’un kırsal kesimlerinde geçirmeme bağlıyorum. O insanların

çalışkanlıkları, üretkenlikleri, konukseverlikleri, içtenlikleri ve de yoksullukları beni derinden etkilemiş

olmalı. Bu ekonomik sistemde zaten ezilmekte olan kırsal kesim insanında bir de kadın olmak iki kez

ezilmeyi getirmekte. Eğer ressam olsaydım (ki küçüklük hayalim buydu)onların resimlerini yapardım,

yazar olsaydım romanını yazardım. Bende objektifimle, bu kadınlarımızın yaşamlarını belgeledim,

sergiler açtım, kitaplar hazırladım, dia gösterileri yaptım, ödüller aldım. 2015 yılında ”ANADOLU

KADINI GÜNCESİ” adlı bir kitap hazırladım. Kitapta, bu fotoğrafları çekerken yaşadığım kısa öykülerde

de yer verdim. Kırsal kesimde, artık bitmekte olan kağnı kültürünü de fotoğrafladım.

Şimdilerde “SON KAĞNILAR” adı altında bir kitap hazırlığı içindeyim.

Doğal ve kültürel zenginliklerimizin yanı sıra, çalışkan Anadolu insanının yaşamını belgelemek,

soframıza gelen bir dilim ekmeğin öyküsünü, değer yargılarını yitiren dünyamıza anlatmak ve emeğin

değerini sanatsal bir dille vurgulamak amacındayım…

Tülin DİZDAROĞLU

26 Mart 2022, Sinop

 

Etiketler: , , , , , , , ,

SİNOP CEZAEVİ NEDEN MEŞHUR

06.02.2022-Prof.Dr. Cevdet YILMAZ-TARİHİ SİNOP KALESİ CEZAEVİ

Hapishaneyi Meşhur Kılan Sebepler
Sinop hapishanesinin kurulus yerinden kaynaklanan bazı hususiyetler ile bizzat cezaevinin kendisi onun kaçılması imkânsız bir yer olarak söhret kazanmasını saglamıstır. Burayı, ABD’de San Fransisco yakınlarındaki bir ada üzerinde bulunan ve birçok filme konu olan ünlü Alcatraz hapishanesine benzeterek, “Anadolu’nun Alcatraz”ı olarak tanımlayanlar da vardır (Foto 3). Sinop Cezaevi’ni “girilir, ama çıkılmaz” yapan bu söhretin temelinde cezaevi ve onun bulundugu yerin, baska birçok faktör yanında, fiziki ve beseri cografya özellikleri önemli rol oynamıstır.

Foto 4. Sinop sehrinin tarihten gelen en önemli özelligi Karadeniz kıyılarında tek dogal limana sahip yerlesme olusudur. Aynı hava sartlarında sehrin kuzeyi dalgalarla bogusurken hemen 300 m güneyi oldukça sakin olabilir. Fırtınalı bir havada sehrin iki kıyısındaki bu fark daha önce tarafımızdan (Boztepe yarımadasından batıya dogru) çekilen bu fotografta net olarak görülmektedir. Günümüzün modern
gemilerinin bile dayanmakta güçlük çektigi Karadeniz fırtınalarına geçmisin basit ahsap gemilerinin dayanmasının ne kadar zor oldugu düsünülürse, antik çagdan günümüze kadar geçen süre içinde verdigi hizmet bakımından Sinop limanının önemi daha iyi anlasılacaktır.

* Sinop’un konumundan kaynaklanan nedenler
Sinop sehri dogu-batı dogrultulu Boztepe Yarımadası’nın ana kara ile birlestigi kesimde kurulmustur. Sehrin denize bakan kuzey kıyıları Karadeniz’in hâkim kuzey rüzgârlarına açık oldugu için gemilerin güvenli bir sekilde yanasmasına imkân vermezken, güneyde kalan iç liman (Ak Liman) gemilerin kolaylıkla kıyıya yanasmasını saglayan ideal derinligi ve fırtınalı havalarda sagladıgı güvenli bir liman olmasıyla dikkat çekmektedir. Bu özellik sadece ticaret gemilerinin degil, stanbul’dan mahkûm getiren gemilerin de
kolaylıkla limana yanasmasına ve limanın hemen kenarında bulunan hapishaneye
mahkûmların yine güvenli bir sekilde transferini mümkün kılıyordu. Karadeniz’de bu sartlara sahip olmayan yerlerde mahkûm getiren gemilerin fırtınalı havalarda deniz sakinlesene kadar açıkta beklemeleri ve bu nedenle tahliyenin gecikmesi gemide isyan dâhil türlü problemlerin çıkmasına neden olabilirdi. Sinop Cezaevi’nin bu sekilde güvenli bir limanda bulunması ona ayrı bir üstünlük saglamıstır (Foto 4).
Sinop Kalesi anakarayı Boztepe yarımadasına baglayan tombolonun (kıstagın) en dar yerine kurulmustur. Cezaevi olarak kullanılan İç Kale’den kaçan bir mahkûmun önce Dıs Kale’den de çıkması, ardından da anakaraya geçmesi gerekecektir. Cezaevinin kuruldugu yer ile ana kara arasında kalan saha berzahın en dar yeri olup iki deniz arasında kalan yaklasık 300 m’lik mesafe güvenlik kuvvetleri ile sarıldıgı takdirde kaçan mahkûmu yakalamak çok kolaydır.
Bir mahkûm kale ve sehirdeki tüm engelleri asarak kaçmayı basarsa bile o zaman da karsısına bir baska engel olan Sinop ilinin daglık, engebelik ve ormanlık yapısı çıkmaktadır. Yörede yerlesmenin seyrek, ormanlık alanların da genis yer kaplaması karadan kaçan bir mahkûmun uzun süre fark edilmeden çok uzaklara gitmesini ve yiyecek bulup karnını doyurmasını engellemektedir. Firar eden bir mahkûmun bu sartlarda kendini güvende hissedecegi bir yere ulasması çok zor bir ihtimal olarak görülmektedir.
Deniz yoluyla kaçıs ise daha da imkânsızdır ve ancak sehirden birilerinin tekne
destegi vermesi ile mümkündür. Gerek Sinop sehir halkı, gerekse çevredeki köylüler bu
konuda hep devletin yanında olmus, hiç asi olmamıs, bu tür girisimlere hiçbir zaman destek
vermemislerdir. Böyle bir kaçma durumunda yönetimin köylülere haber salması yeterli
olacak, halkın ihbarı ile kaçaklar kolaylıkla yakalanabilecektir.
Sinop sehri yerel cografi sartları ve konumundan kaynaklanan bu özellikleri nedeniyle, “kalebent” ve “pranga” mahkûmları için, (Akka, Diyarbakır ve Musul ile birlikte) Osmanlı’nın en önemli sürgün yerlerinden biri olmustur. Nitekim arsiv kayıtlarında 1913 yılına gelindiginde Sinop’tan baska bir yerde kalebent mevkisi kalmadıgından ve buranın da dolu olmasından, bu cezayı uygulamak için gerekli baska yer bulunamadıgından sikayet edilerek, bu cezanın uygulanmasına yönelik iyilestirmelere gidilmesi için gerekli kanunların çıkartılması istenmistir (Sen 2007:56).
* Cezaevinin konumundan kaynaklanan nedenler
Sinop Cezaevi İç Kale içinde yer almaktadır. Cezaevinden kaçmak isteyen birisi önce İç Kale’nin yüksek duvarlarını, bu duvarlar üzerinde nöbet tutan ve devriye gezen güvenlikçileri geçmek, sonra asagı atlamak ve tekrar Dıs Kale’yi geçmek zorundadır (Foto5).

1900’lü yılların baslarına kadar Dıs Kale’nin kapısı aksamları kapanır, sabahları açılırdı.
Böylece sehre giris çıkıs kontrol altındaydı. Kale içinde kale olan Sinop Cezaevinden bu nedenle imkânsızdır ve bu imkânsızlık Sinop Cezaevi’ni mahkûmların korkulu rüyası
yapmıstır.
Osmanlı’da askeri veya siyasi suç isleyen kisilerden herhangi birine verilen idam cezası genellikle zindanlarda yapılır, idam sonrasında cesetler denize atılırdı (Sen 2007:5).
Daha çok İstanbul’da görülen bu uygulamanın benzerlerinin Sinop Cezaevi’nde de
uygulanıp uygulanmadıgı bilinmemekle birlikte, Sinop Hapishanesi’nde zindan ve denizin
bir duvar kalınlıgı mesafesi kadar birbirine yakın olması buranın dikkat çekici bir diger özelligidir.
Yine mahkûmlar açısından Sinop Hapishanesi’nin ürkütücü olan diger bir özelligi
de kalenin zemin sartlarıdır. Özellikle kalenin güney duvarına yakın olan kısımda bulunan
disiplin hücreleri ve bazı koguslar, zeminin deniz seviyesinde olması nedeniyle asırı
rutubetlidir. Bu nedenledir ki buraya düsen bir mahkûmun bir süre içerde kaldıktan sonra,
ceza süresi bitse bile, buradan tekrar saglıklı bir sekilde çıkması zor bir ihtimaldir.

Makalenin tamamı:

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/26910

 

Etiketler: , , , , , , , ,

Sinop İli Memeli Hayvan Faunasının Değerlendirilmesi-MAKALE

29.01.2022-BİLKE

Pınar ÇAM ve İdris ÖLMEZ- Araştırma Makalesi / Research Article Iğdır Üni. Fen Bilimleri Enst. Der. / Iğdır Univ. J. Inst. Sci. & Tech. 5(3): 9-16, 2015

Şekil 10. Cervus elaphus- Kızıl Geyik; Lokasyon: Durağan-Sinop(foto-makale)

Sinop il sınırları içerisinde bulunması muhtemel türler, ülkemizde yaşayan yaklaşık 160 memeli türünün
% 26’sini oluşturmaktadır. Yüzölçümünün, tüm Türkiye yüzölçümünün % 0.8’i olduğu düşünüldüğünde, Sinop ilinin barındırdığı memeli hayvanlar bakımından, orta zenginlikte tür çeşitliliğine sahip olduğu söylenebilir.

Şekil 6. Capreolus capreolus-Karaca; Lokasyon: Sarıkum-Sinop(foto-makale)



Sinop ili memeli faunasının tespiti ve değerlendirilmesi, burada yaşayan memeli türlerinin korunmasına
yönelik çalışmaları da beraberinde getirecektir. Sinop ili yaban hayvanları için eşsiz yaşam alanlarını içermektedir. Bu sebeple memeli türlerinin bilinmesi, özellikle indikatör ve hedef türler için koruma stratejilerinin oluşturulmasını kolaylaştıracaktır. Bu sayede halk bilinçlenecek ve memeli hayvanlara (tür bazlı) yönelik ekolojik yaklaşım gelişecektir.

Şekil 12’de Sinop ili memeli hayvan tür sayısının, tüm Türkiye memeli türü sayısına oranlandığı grafik
verilmiştir.

MAKALENİN TAMAMI:

 

Etiketler: , , , , , , , , , ,

HALK BİLİMİ/MEDYA İLİŞKİSİ

30.12.2011- Nebi ÖZDEMİR- Hacettepe Üniversitesi

Özet: Bu incelemede, halkbiliminin dünyadaki ve Türkiye’deki son durumu kısaca
değerlendirilmektedir. Halkbiliminin işlev ve geleceğinin tartışıldığı bu makalede,
folklor ve medya arasındaki karşılıklı ilişki açıklanmaktadır.

………………

Bugünkü bireysel ve toplumsal sorunlar gittikçe çok boyutlu, karmaşık bir
yapı arz etmekte, bu da disiplinler arası ortak çalışmaların gerekliliğini ortaya koymaktadır. Bu sorunların çözülmesinde ve yaşamın daha anlamlı ve yaşanılır kılınmasında halkbiliminin katkısı olacak mıdır, olacaksa nasıl olacaktır? Toplumsal yaşamda sağlık ve idari bilimlerin, diğer disiplinlere göre, baskın oluşu, özetle belirtmek gerekirse, yaşama olan katkılarının bir sonucudur. Halkbiliminin de gelecekte,
benzer bir konuma sahip olabilmesi için bünyesinde hangi değişimler veya dönüşümler gerçekleştirilmelidir, sorusunun da cevaplanması gereklidir. Yukarıda bir bölümü aktarılan bu sorular, günümüz halkbilimcilerinin önemli tartışma başlıklarını oluşturmaktadır. Türkiye’de bu sorunların, birkaç araştırmacının dışında, tartışılmadığı gerçeğinin varlığı, şaşırtıcıdır. Oysa bu konular uzun bir süredir özellikle Batı dünyasındaki folklor tartışmalarının odağında yer almaktadır.


Dünyada, halkbiliminin derlemecilik ve arşivcilik ile geçmişi yeniden kurmaktan ibaret olmadığına ve işlevsel bir sosyal bilim dalı olduğuna yönelik düşünceler, daha 20. asrın ikinci yarısından itibaren ortaya konulmaya başlanmıştı.
Özellikle İskandinav ülkeleri ile Almanya’da, daha sonra da Kuzey Amerika’da halk
hayatı (folklife) adlı halkbilimi alt-dalı ile açık hava müzeleri/halk kültürü müzeciliği, bu eleştirel bakışın bir ürünü olarak ortaya çıktı. Halkbiliminin statik/işlevsel olmadığına yönelik asıl sarsıcı eleştiriler, 1960’lı yılların sonunda görülmeye başladı. Bu bağlamda, Alman Folklor Derneği’nin 1967-1969-1970 yıllarındaki senelik toplantılarında özellikle başlarını Hermann Bausinger’in çektiği “Tübingen Okulu”
mensuplarının eleştirileri ve bu süreçte “Falkenstein Formula” adıyla da tanınan yeni
tanımlamanın ortaya çıkması, yine aynı dönemde Amerika Birleşik Devletleri’ndeki
Genç Türkler adı verilen grubun çalışmaları ilk örnekler olarak gösterilebilir..
Uygulamalı Halk Bilimi (Applied Folklore), bütün bu eleştirilerin bir ürünü olarak
ortaya çıkmış ve “şehir planlaması, turizm, yeni eğlence sistem ve türleri, duvar yazıları, anılar, siyasi fıkralar, popüler kültür, kitle kültürü ” vb. pek çok konu, halkbiliminin araştırma alanına dahil edilmiştir.

Makalenin tamamı için:

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/987204

 

Etiketler: , , , , , ,

EVRİMSEL GELİŞME

07.11. 2021- BİLKE

İçinde bulunduğumuz çağın gerçekleri ile her an yüz yüzeyiz. Küresel iklim krizi, insani değerlerin yok oluşu, ezilenin daha çok ezilmesi bu gerçeklerden sadece bir kaçı. İnsan bilişsel gelişimine paralel olarak, insani değerleri korumayı neden başaramıyor. Çaba var görünse de, neden sonuç alınmıyor?

Kendimizi tanımak, bedenimiz kadar iç potansiyelimizin farkına varmak konusunda yardımcı olacak bir bilim dalını paylaşıyoruz bu gün:

MAKALE

Deneysel Tıp Araştırma Enstitüsü Sinirbilim Anabilim Dalı, Yıl: 2 Cilt:2 Sayı: 3 Sayfa: 1-2

Sinirbilim, evrimsel gelişmenin en ilkel canlısından, en üst düzeydeki insana kadar tüm canlıları yapısal ve işlevsel
açıdan inceleyen çok disiplinli bir bilim dalıdır. Öğrenmenin moleküler mekanizmalarından yapay zekaya kadar uzanan
yolda biyoloji, biyokimya, fizik, elektronik, mühendislik ve matematik bilimlerinin birlikte çalışmasını gerektiren bir
alandır.

Molekülden hücreye, hücreden sinir ağlarına, sinir ağlarından tüm beyine ve tüm beyinden davranışlara ve tersine
davranışlardan moleküllere doğru izlenen yoldaki ilişkiler sinirbilimin araştırma alanları içerisindedir. Son yıllarda gelişen
modern teknolojilerin araştırma yöntemlerine yaptığı katkılar sonucu sinirbilim araştırma alanları yoğunlaşmıştır.

İnsan beyni eskiden beri uygarlığın en çok merak uyandıran konularından biridir. Beynimizin algılama, yorumlama, akıl
yürütme, çözüm üretme, ifade etme, hatırlama gibi bilişsel işlevleri uzunca bir süredir psikolojinin olduğu kadar nöroloji,
psikiyatri, antropoloji, felsefe, sibernetik, yapay zeka vb. birçok farklı disiplinin de odak noktası. Bu nedenlerle, bu disiplinlerden
birinin ulaştığı sonuç bir diğeri için yeni bir bulgunun kapısını aralayabilmekte, dolayısıyla da beyin araştırmalarının
disiplinlerarası yapısı buradan ortaya çıkmaktadır.

Sinirbilim anabilim dalımız, Deneysel Tıp Araştırma Enstitüsü’nün yasayla kuruluşu olan 1988 yılında kurularak,
Türkiye’deki ilk sinirbilim anabilim dalı olarak yer almıştır. Anabilim dalının kuruluş çalışmaları 1995 yılına kadar
aktifleşemeden durağanlıkla seyretmiştir. Kadrolaşmaya 1995 yazında başlayarak, 1997 yılında altyapı ve eğitim kadrosu
yüksek lisans programı açılmasına uygun hale gelmiştir.

görsel: sinirbilim ve sanat buluşunca (alıntı)

…………..

Sinirbilim Anabilim Dalı bünyesinde; Nörogenetik, Nöroimmünolojik, Elektrofizyoloji, Isı-vibrasyon Testi,
Davranış Laboratuvarlan bulunmaktadır.

Elektrofizyoloji Laboratuvan, Deneysel Elektrofizyoloji çalışmaları alanında gelişmiş laboratuar ekipmanı ve deneyime
sahiptir.

Isı Vibrasyon Testi Laboratuvan; Periferik sinir sisteminde duysal iletileri elektromiyografiden daha hassas
ve girişimsel olmayan bir metodla inceleyen ısı-vibrasyon laboratuvan uzun zamandır çalışmaktadır.

Nörogenetik Laboratuvan; Nöroloji ve psikiyatri alanındaki çeşitli hastalık gruplanndan-inme (stroke), migren,
Alzheimer hastalığı, Parkinson hastalığı, şizofreni, bipolar hastalık, obsesif-kompulsif bozukluk- elde edilen DNA ve
serumları nörogenetik laboratuvarında uygun koşullarda bulunmaktadır. Nörogenetik laboratuvarımızda;

  • 400 şizofren hasta ve 300 birinci dereceden yakınlarının,
  • 300 bipolar hasta ve 300 birinci dereceden yakınlarının,
  • 200 obsesif-kompulsif hastanın,
  • 250 inmeli hastanın,
  • 200 migrenli hastanın,
    -150 Alzheimer hastasının,
  • 200 Parkinson hastasımn, DNA’sı araştırma amacıyla
    bulurımaktadır.

Nöroimmünoloji Laboratuvarında; başta multiplskleroz, nöro-Behçet, otoimmün ensefalit ve miyastenia gravis olmak üzere çeşitli otoimmün ve otoinflamatuar nörolojik hastalıkların patogenezi, tam yöntemleri ve biyobelirteçlerinin saptanması üzerine çalışmalar yapılmaktadır.

KAYNAK:

MAKALE
İstanbul Üniversitesi, Deneysel Tıp Araştırma Enstitüsü, Deneysel Tıp Araştırma Enstitüsü Sinirbilim Anabilim Dalı, Yıl: 2 Cilt:2 Sayı: 3 Sayfa: 1-2

TAMAMI:

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/94867

 

Etiketler: , , , , , ,

SİNOPLU FİLOZOF DİOGENES VE ETİK ANLAYIŞI

27.10.2021-BİLKE

Geçmişten beri, Sinop çokça uygarlığa yurt olmuş, Hitit ile başlayan ve daha bir çok medeniyetin var olduğu bu güzel coğrafya, Mithridates, Diyojen gibi nice ünlüleri konuk etmiştir. Eserleri ve yaşamları ile iz bırakanlar, bu gün de aramızda yaşıyor gibidirler.

Sinop’ta mimari anlamda Osmanlı döneminden kalan eser yok desek yalan söylememiş oluruz. Yazılı eser olarak, Saltuk Gazi Destanı vardır. Selçuklu döneminde yaşanan olaylar Fatih döneminde el yazması olarak bu güne dek bu destanda korunmuştur. Selçuklu ve Beylikler döneminde ise çeşmeler, medreseler ve camiler yapılmış, günümüzde de turizm tanıtımlarında önemli yer tutmaktadır.

Bu gün Diyojen ve etik anlayışı konusunda bir akademik yazıyı sunuyoruz

SİNOPLU FİLOZOF DİOGENES’İN YAŞAMI-Dr. Alper Bilgehan YARDIMCI

Sinoplu Diogenes (Diogenes of Sinope) ya da Kinikli Diogenes’in, M.Ö.404 ya da 412 yılında Sinop’ta doğduğu, M.Ö. 323 yılında ise Corinth1’te öldüğ rivayet edilmektedir.

Sinop’ta doğması sebebi ile Dionegenes of Sinope2 olarak anılmaktadır. Diogenes hayatının ilk dönemlerini, Paphlagonia3 olarak bilinen bir bölgede, Euxine4 denizinin (Karadeniz) güney sahilinin orta noktasında gelişen bir Yunan kentinde, diğer bir deyişle Sinope’de ya da şu anki modern adıyla Sinop’ta geçirmiştir. M.Ö. 5. yüzyıla denk gelen bu dönemde Sinope en
zengin ve refah dönemlerini geçirmiş ve Karadeniz kıyılarındaki en önemli Yunan yerleşimlerinden biri olmuştur (Navia, 1998: 9).


Diogenes, Atina sokaklarında ve pazar yerinde (Agora) insanların yüzüne gündüz vakti fener tutarak dürüst bir insan aradığını söylemesi ile tanınan ve Platon’un “Sokrates’in çıldırmış hali olarak” tanımladığı Yunanlı bir Kinik (chreia) düşünürdür (Laertius, 1925: 6. kitap: bölüm 40).

Diogenes’in doğum yeri olan Sinope şehrinden kalpazanlık yapmasından dolayı sürüldüğü söylenmektedir.
Ancak bazı kaynaklarda, sahte para basan kişinin Diogenes’in kendisinin değil, banker olan babası Hicesias’ın olduğunu belirtilmektedir.
Diogenes’in ise sürülen babasını yalnızca takip ettiği ifade edilmektedir. Ancak, sonuç olarak hangi sebeple olursa olsun Diogenes, Sinoptan ayrılmış ve Antisthenes ile tanıştığı Atina’ya gitmiştir. Diogenes’in filozof Antisthenes’in öğrencisi olduğu söylenmektedir. Diogenes, Anthisthenes’in öğrencisi olmak istediğinde, Anthisthenes öğrenci almak gibi bir alışkanlığının olmadığını belirterek, Diogenes’in isteğini geri çevirmiş ve ondan kurtulmaya çalışmıştır. Ancak Diogenes, ısrarlı ve sabırlı bir şekilde talebini yenilemiş ve sonunda kendisini Antisthenes’in öğrencisi olmaya kabul ettirmiştir. Diogenes’in ısrarcı tavrına
yönelik hikaye, Diogenes Laertius’un “Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri5” (Lives of Eminent Philosophers) adlı kitabında şu şekilde aktarılmaktadır:


Diogenes bir kere Antisthenes tarafından sopa ile tehdit edildikten sonra, ona başını uzatarak, “Hadi vur” demiş ve ardından Antisthenes’e dönerek “bana söyleyecek bir şeyin olduğunu düşündüğüm sürece beni senden uzaklaştıramaya
yetecek sertlikte bir sopanın var olmayacağını” (Laertius, 1925: 6. kitap: bölüm 20‐21) ifade etmiştir. Bu olayın ardından Diogenes onun öğrencisi olmayı başarmış, yalın ve sade bir sürgün hayatı yaşama yolunda ilk adımını atmıştır.

Diogenes’in uzun yıllar yaşadığı ve doksanlı yaşlarını gördüğü düşünülmektedir. Ancak, Diogenes’in ölümünün nedenine ilişkin, diğer birçok konuda olduğu gibi farklı görüşler vardır. Muhtemel ölüm nedenlerinden birisi kendi isteğiyle nefesini tutup hayatına son vermesidir.

Diğer bir yorum ise Kinik yaşam tarzına uygun olarak, Diogenes’in ahtapotu en doğal şekliyle pişirmeden
yemesi üzerine zehirlenip öldüğüdür. Ölüm nedenine ilişkin son görüş ise ahtapotu köpeğin önüne yem olarak koyarken köpeğin bacağını ısırması ve almış olduğu yara neticesinde ölmüş olmasıdır. Sonuç olarak, ölümüne ilişkin nedenler
farklılık gösterse de, Diogenes’in geç yaşında öldüğü bilinmektedir (Dobbin,2012: 69)

Makalenin tamamı: https://philpapers.org/archive/YARSFD.pdf

———
.

1 Peloponez Yarımadası’nın kuzey kıyısında yer alan Yunanistan’da bir şehir.
2 Sinop şehrinin eski adıdır.
3 Paphlagonia veya Paflagonya, Anadolu’nun, Karadeniz’in kıyısında, Pontus ve Bitinya arasında
kalan eski bir bölgedir.
4 Eski Yunancada Karadeniz’e verilen isimdir.

5 Laertius, D. (1925). Lives of Eminent Philosophers, translated by RD Hicks. Vol. 2. Loeb
Classical Library, no. 185.

 

Etiketler: , , , , , , , ,