İlk olarak ne zaman para kazanmak için çalıştığımı anımsamıyorum. On on bir yaşlarındayken sergiden üzüm kaldırmaya yardım etmiş olabilirim. Ya da akşamüzeri pamuk yüklü traktör kasasının (romörkun) sayaya boşaltılmasına gitmiş de olabilirim. İhtimal iki buçuk lira falan vermişlerdir. İlk olarak gündelikçi olarak çalıştığımda on iki yaşındaydım. Akif Abi Toto Abdurrahman ile beni soğan çapasına götürmüştü. Yanımızda Ünver de vardı. Saruhanlıya doğru uzanan kanal boyunda bir tarlaydı. Kanal ile zeytinlik arasında bir iki dönüm kadar boş bir alana soğan ekilmişti. O gün ilk kez soğanları köstebeğim kestiğini de öğrenmiştim. Akif abi köstebek tümseklerinin bir ikisini kazıp kapan yerleştirmişti. Deliklerin ağzının açılması köstebeği çok rahatsız edermiş. İlla açılan deliğin ağzını gelip kapatırmış. Ünver’in annesi yanımıza yoğurt ve ıspanak yemeği de koymuştu. Sanırım turşu da vardı. Ve sapsarı teneke tulum peyniri… Çarşı ekmeği ile güzelce karnımızı doyurmuştuk. Akşam olunca Akif Abi bana çıkarıp on iki lira verdi. Büyüklerin gündeliği de büyük bir ihtimalle on beş falan olmalıydı.
O günden sonra okuldan arta kalan zamanlarda gündeliğe gitmeye başladım. Pamuk çapası, pamuk toplama, zeytin silkme, zeytin çapası, bağ beli, set ve tir yapma, tava bölme, ark açma, kavun, karpuz taşıma, üzüm kesme, kerter çekme, suculuk… Çok çalışkan, becerikli ve gayretli bir yevmiyeci değildim. Ama kimsenin tarlasında görmeyi istemeyeceği bir adam da olmadım. Bin dokuz yüz seksen üç kışının yirmi sekiz Kasımında devlete atandım. Elbistan’ın Demircilik köyüne bayram sevinci yaşayan bir çocuk kadar mutlu gittim. Devlet Baba ilk maaşımda bana tam yirmi dört bin lira verdi. Mutemet hatalı olmasın diye parayı iki kez saydı. Kendimi hiç iyi hissetmedim. Okulda çocuklarla olmak beni delicesine mutlu ediyordu. Bu kadar eğlencenin üzerine bir de çıkarıp para veriyorlardı. Bu sanki haksız bir kazanmış gibi hissetmiştim. Bu sevincim ve mutluluğum tam otuz yıl sürdü. İki bin on beş senesinde işimin gazı kaçtı, hevesimin balonu sönüverdi. Kendimi çok gereksiz, önemsiz hatta verimsiz hissettim. Yaptığım işi herhangi biri, hatta sokaktan geçen biri bile yapabilir gibi hissetmeye başladım. Yazdığımızın, çizdiğimizin hiçbir önemi yoktu. Madem öyle işimize son verirler diye bekledim. Öyle de yapmadılar. Yeniden düzenlenir, iyileştirilir, bir amaca hizmet eder diye düşündüm. Olmadı… Bir şeyler değişir gibi oldu ama ben artık soğumuştum.
Otuz yedi yıl iki ay süren çalışma yaşamımı bu gün sona erdirdim. Ne yapacaksın diye soranlar oldu. Bilmiyorum, dedim. Gerçekten bilmiyorum. Çünkü emekli olmak için önüme bir hedef koymadım. A, B ve hatta C planım falan da yok. Büyük bir ihtimalle sıkılacağım. Gittikçe daha huysuz ve çekilmez biri olacağım. Dünya hızla değişmeye devam edecek. Ben elbette ayak uyduramayacağım. Yaşam beni nehrin durgun bir yerine sürükleyip bir süre daha oyalayacak. Ve son bulacak.
Biraz rüzgar, biraz deniz, biraz yıldız ve ağaçlarda usul usul salınan yapraklar. Bir çay çek bana. Mavi demlikten. Dertli falan değilim ama tadım yok işte. Ağzımın tadı sası, paslı demir yalamışım sanki. Körfezin üzerinde hala tek tük martılar uçuyor. Bardağın yanına iki de şeker bırak ustam. Çay harareti kesermiş. Kesmiyor. Boynum sırılsıklam ter içinde… Oradan inen damlalar tenimde gezinerek gömleğimin yakalarına, omuzlarına iniyor.
Meltemi yüzümde gezdirmek, gömleğimin kollarından içeri almak için kalkıyorum. Telefonum çalıyor, cebimde, kıpır kıpır. Abla diyor biri, bir şey söylememe bile izin vermeden sayıp dökmeye başlıyor. Bilmem hangi turizm şirketinden arıyormuş. Bana başka bir otel ayarlayacakmış. Bodrum’un bilmem hangi büklü yerinde. Beş yıldızlı, her şey dâhil… İşini yapmayı otomatiğe bağlamış bir genç kız. Olur diyorum. Erkek esi duyunca kısa bir tereddüt yaşıyor. Bir kaç saniye susuyor. Ben Selma Abla’yı aramıştım, diyor. O isimde birini tanımadığımı söylüyorum. Otel, tatil, turizm işim de yok diyorum. Özür dileyip kapatıyor. Azıcık sabretsem kızcağız beni tatile gönderecekti, diyorum. Kendi kendime gülüyorum.
Bu akşam eve hiç gitmesem, diyorum. Bu sahilde, çimenlerin üzerinde yatıp uyusam… Her geçen dakikada hava sanki azıcık daha serinliyor. Ya da ben kendimi kandırıyorum. Bekçiler rahat bırakmazlar ki adamı. Sivrisineklerle birlikte… Belki de küp gibi içmeli önce. Sarhoşlarla kimse uğraşmak istemez. Ben böyle saçma sapan düşüncelerle yürürken on metre önümde kavga başlıyor. Bir kadın, erkek… Az önce önüme geçmişlerdi. Birbirlerine sıkı sıkı sarılarak yürüyorlardı. Onları görünce mutlu olmuştum. Bu kentte hala aşıklar var diye düşünmüştüm. Ne güzel.
Kadın çığlık çığlığa;
-Benim yanımda bari yapma. Şu telefonuna iki saat bakmazsan ölmezsin ya… Azıcık dürüst ol be adam. Biraz insan ol. Ver şu telefonu bana. Ver diyorum, ver. Cebine koyma sakın, elime ver. O şıllığa iki laf söyleyeyim de görsün gününü.
Adam telefonu vermedi. Hatta daha çok gizlemeye başladı. Kadın adamın üzerine atladı. Adamın ellerini, kollarını tutup telefonu almak istiyor ama gücü yetmiyor. Kadın telefonu alamayınca iyice öfkelendi. Erkekler gibi küfür etmeye başladı.
– Senin, ananı, avradını, yedi ceddini…. O… pu çocuğu. Benim yanımda bari yapma…
Adamın sabrı tükenmeye başladı. Etrafında toplanan insanlardan utandığı açıkça belli oluyordu. Üzerine tırmanmaya çalışan kadını iterek uzaklaştırdı. Kadın istediğini alamayınca öfkeden deliye döndü. İşte şimdi, bu kadının bir tabancası olsa, diyorum. Bu adamı gözünü bile kırpmadan vurur. Kadın telefonu almak için bir hamle daha yaptı. Adamın sabır pili tükendi. O da kadın gibi ağzına geleni sayıp sövmeye başladı. Kadının ne o…puluğu kaldı. Ne şerefsizliği… Üzerine gelen kadını savurup itti. Kadın çimenlerin ve bodur bitkilerin üzerine düştü. Sahile dolaşmaya çıkmış herkes aniden oraya birikiverdi. Bir erkek kavgaya müdahale edip erkeği uyardı. Kadına el kaldırılmaz, dedi. Polis gelirse seni hapse atar. Adam yüzünde ben bir şey yapmadım ifadesi ile kalabalığa baktı. Sonra aniden bir mucize oldu. Her zaman olay bittikten sonra gelen polisler şıp diye oraya damladılar. Sıcağı sıcağına…
Ne oluyor burda, dediler. Adam ezik, büzük “ bir şey yok, dedi. Eşimle tartışıyorduk. Polisin genç olanı adama “hakkınızda şikayet var,” dedi. Kadına vuruyormuşsunuz. Adam yeminler etmeye başladı. Diğer insanlardan yardım bekleyen gözlerle kalabalığa baktı. Vurmadı desinler istedi. Ama kimsenin sesi çıkmadı. Sadece azıcık ittim. Yere düşüverdi, dedi. Polisler için iş ciddileşiyormuş gibi bir hal aldı. Sanki suçüstü yapmışlar gibi davranıyorlardı. Adam iyice köşeye sıkışmış gibiydi. Karakola götürmeleri an meselesi gibiydi. Kadın birden sessizliğini bozdu. Adam ile polislerin arasına girdi. Kocam bana vurmadı, dedi. Sadece tartışıyorduk. Meraklı kalabalığı baktı. Eşimle aramızda geçenler bizim özelimizdir, dedi. Bu hiç kimseyi ilgilendirmez. Ben kimseden şikâyetçi değilim. Hadi evimize gidelim kocacığım. Kalabalığı yarıp iskeleye doğru yürümeye başladılar. Polisler toplanan meraklı insanlara döndü. Herkes işine gücüne baksın, diye bağırdı. Hadi, dağılın, ayı mı oynuyor burda?
Biraz rüzgar, biraz akşam, körfezde uyuklayan gemiler… Tadım tuzum eksik bu akşam. Canım Karataş’a kadar yürümek istiyor. Bacaklarım itiraz ediyor. Ayakkabılarım da ayaklarıma ağır geliyor. Yalın ayak olmak istiyorum. Denize bakan bir banka oturuyorum. Bir otobüse atlayıp Varyantı mı çıkmalı? Metroya inip Üçyol’a mı gitmeli? Karar veremiyorum. Arkamdaki balık lokantasından televizyonun renkleri zaman zaman sulara yansıyor. Yüzümü çevirip televizyona bakıyorum. Ulusal Arap Orkestrasında Mai Farouk İnta Omri’yi okuyor. Orkestra şefi kuyruklu frakı ile ritimlerin içinde kendini kaybetmiş. Çekirge gibi sıçrayıp duruyor. Neden ayakkabıları turuncu ve kahve diyorum, kendime. On beş dakika kadar bir süre televizyonu bakıyorum. Kalkıp yürümeye devam ediyorum. Ama şarkı arkamdan hala sürüyor…
Doğduğum evde güneş denizden doğardı. Şehir ayaklarımızın altında, taa şirin Gerze’sine kadar görünürdü. Rüzgara karşı mavilerin içinde beyaz kelebekler gibi yelkenliler süzülürdü.
Nevzer Yenge inekleri sağmış, Zeki dayım da önüne katmış adaya götürüyor. Biz incir ağacının tepelerinde. Selver anane bağırıyor:
”sabah sabah rüyanızda mı gördünüz incirleri” .
Şimdi önümüzü binalar kapattı. Gökyüzümüzü bile çalıyorlar. Selver ananenin evi çökmüş, tarihi eser diyorlar, ama bakan yok. Bahçeler de yok oldu, iki bina fazla olsun, üç beş dairem daha olsun. Yılların parkı dümdüz olmuş. Benim şehrim, güzelleştirme adına kelaynağa dönmüş.
Baba evinden bir seyreyleyeyim dedim şehrimi, kahve uzatsa alabileceğim mesafede binalar. Küçük bahçemiz de olmasa, dut ağacı dallarını nazlı nazlı sallamasa, taş duvarlara sıkışmış gibi hissedeceğim kendimi. Serin ve güneşsiz Sinop sabahından, GÜNAYDINNNN…!!
19.06.2022- Ezgi Fatma AÇIKGÖZ-Eliz Edebiyat Dergisi, Kasım 2019, Sayı 131
“Seher vaktinin en güzel anlarındayım. Bahçe içindeki küçük köy evinin dantel perdeli penceresinden dışarıyı seyrediyorum. Yarı açık pencerenin aralığından içeriye dolan sabah rüzgârı, efil efil, serin serin esiyor. Doğayı daha rahat selâmlayabilmek için üzeri çiçek motifleriyle bezenmiş perdeyi tamamen kenara sıyırıyorum. Tam da o anda sanki olağanüstü bir dünyanın kapısı ruhumdan içeriye doğru açılıyor. Ne tuhaftır ki, bu kez kendimi çocukluğumda zevkle okuduğum ‘Alice Harikalar Diyarında’ adlı romandaki küçük Alice gibi hissediyorum. Tek bir farkla tabii: Benimki hayâl dünyasının değil, gerçek dünyanın içinde saklı olan olağanüstü hâlleri deneyimlemek bir bakıma.
Gözlerimi kapatarak dinginliğe teslim ediyorum ruhumu…
Arada bir hızlanan rüzgâr, insana özünü hatırlatan o muhteşem toprak kokusunu evin içine kadar taşıyor. Gece ne zaman yağmur yağsa, sabahlara sunulan armağanlardan biri oluyor bu koku. Zihnimde uzak diyarlardan gelen ve kanatları arasında taşıdığı gizemli râyihâları yeryüzüne bırakıveren mitolojik bir kuş beliriyor. O kuşun varlığında, kâinatı selâmlıyorum.
Bahçemdeki güller, sabah rüzgârının etkisiyle bir o yana bir bu yana sallanırken ortancalar da onlara eşlik ediyorlar. Küçük bahçemin en nâdide üyelerinden olduklarının farkındalar belli ki. Etraflarına kokularını yaymak için birbirleriyle yarışan lavanta, kekik ve naneler de pek havalılar. Onların biraz ötesinden güne merhaba demeye hazırlanan biberiyelerin sevinci de yabana atılacak gibi değil doğrusu. Her biri suya doymuş olmanın mutluluğuyla uyanmışlar bu sabah. Heyecanları da bu yüzden olsa gerek. Peki ya bahçenin diğer köşesinde sabırsızlıkla güneşin doğmasını bekleyen ayçiçeklerine ne demeli? Onların güne kavuşmak için yaşadıkları heyecanı görmezden gelebilmek mümkün mü sizce? ‘Günebakan’ veya ‘Gündöndü’ olarak da bilinen bu çiçekler, tıpkı yerdeki çimenlere eşlik eden papatyalar gibi, kendi içlerine kapanmış hâlde günü karşılamayı bekliyorlar . Yüzlerini sevinçle güneşe dönecekleri anları ben de onlarla birlikte sabırsızlıkla bekliyorum.
Uzaktaki ormanlarda toplu olarak yaşadıkları söylenen çakalların ulumaları bir an için ürpermeme neden olsa da, hayvanların seslerini duyabilmenin biz insanlar için aslında ne büyük bir lütuf olduğunu düşünüyorum. Bugüne kadar bir çakalı yakından görmesem de, belgesellerde rastladığımda onların da tıpkı tilkiler gibi zarif görünümlü olduklarını düşündüğüm geliyor aklıma. Bir aralar kimi köylerdeki kümeslerden tavuk çaldıklarını işitmiştim. Buna karşılık, ürkek ve vahşi yaratılışları nedeniyle, aç olmadıkça çakalların ormanda yaşayan ailelerini bırakarak insanlara yanaşmadığını da duymuştum. Bugüne kadar bizim köye geldikleri görülmemiş. Fakat özellikle gecenin sabaha kavuştuğu ve günün yerini geceye bıraktığı saatlerde ulumaya benzer sesleriyle hep yanı başımızdalar sanki. Bu canlılar sayesinde, ürpertici olduğu kadar size doğayla bütünleştiğinizi de hissettiren sıra dışı bir senfoni dinliyorsunuz âdeta.
Bahçemdeki senfoni bunlarla da sınırlı değil elbette. Rüzgârın sesine eşlik eden yaprakların hışırtıları, ağaç dallarının birbirlerine değerken çıkardıkları o gizemli sesler, güneşin karanlığı ışıtmasıyla ve yeryüzünü ısıtmasıyla birlikte yuvalarından çıkan börtü böceğin pıtırtıları, arıların ve sineklerin vızıltıları, cırcır böceklerinin hiç aralıksız ötüşleri, serçelerin cıvıltıları, bahçe sınırlarının dışından da olsa içeriye anlam katan tavuk ve horozların sesleri, yoldan gelip geçen ineklerin boyunlarına asılı çıngıraklardan yayılan melodiler, köpeklerin havlamalarına karışan kedi miyavlamaları.. daha neler neler var bu senfoniye dahil olan.
Aradan geçen dakikaların ardından güneşin yavaş yavaş gülümsemeye başladığı anlarda bu kez Mevlâna’nın içimi huzurla dolduran bir sözünü hatırlıyorum:
‘Kalp bir bahçe gibidir. Onda mutlaka bir şeyler bitecektir. O halde güzel şeyler ekin ki güzel şeyler bitsin.’
Kalplerimizin bahçelerine, açtıklarında etrafa ruhlarımızı hoşnut edecek râyihâlar yayacak çiçek tohumları ekiyor muyuz sahiden? Zihinlerimizin gün aydınlıklarına kavuşması için besliyor muyuz o bahçeleri? Yoksa dünyanın karmaşık ve her şeyi görünenden ibâret sayan hâllerine mi teslim ediyoruz çaresizce?
Sorular, cevaplar, sorgulamalar…
Gecenin gizemi yerini gündüzün şeffaflığına bırakırken, yüzümde tebessüm, aklımda evrenin sonsuzluğuna dair düşüncelerle bahçemdeki o muazzam senfoniyi dinliyorum…”
Serin ve geceden yağmış, pencereyi açtığında bahçeden gelen buram buram toprak kokusu. Yaşam gailesinden ve her tarafın betonlaşmasıyla unuttuğumuz dokular. Kendi ellerimizle yok ettiğimiz doğa ve mutsuz insanlar.
Komşunun bahçesinden gelen çilek kokusu. Annem geliyor aklıma geceden şekerlediği çilekleri biz uyurken sabah erkenden, ayaklarına dolanmayalım diye mutfakta kaynatmaya koyuluyor. Evi mis gibi çilek kokusu sarıyor. Oysa ben reçel sevmem, ama annemin bütün attığı çilekleri reçelin içinden toplar suda yıkar yerdim.
Bugün günlerden cumartesi , gemiler geçiyor boğazdan sabahı yaran düdüklerini çalarak. Daha dün çocuk sesleriyle doluyken bu ev, bugün sessiz sedasız. Çay demliyorum , kaynıyor kaynıyor kalkasım yok yerimden. Kahvaltı yapasımda yok. Ben reçel sevmem ama özledim annemin çilek reçelini . Çocukken varlıklarına inandığım periler gelse tutsa elimden o Rum evimize , o yıllara götürse beni . Annemin o güzel sesiyle söylediği şarkı mutfaktan gelen tıkırtılar, kardeşlerimle paylaştığım yer yatağı, yorgan çekiştirmelerimiz.
Bu sabah toprak kokusuyla uyandım. Çok uzun zamandır farkına varamadığım şeyler dans etti usumda. Ah!…biz insanoğlu ne çok şeyi kaçırıyoruz yaşarken. Haziran yağmuru ince ince inerken yeryüzüne, unuttuğum ne varsa hatırlatıyor bana …Bugün de böyle bir yazı çıktı umarım birilerinin yüreğine dokunmuşumdur.
Karadeniz’in şirin bir ilçesiydi. Bir tarafında dalgalı denizi, karşı tarafta yemyeşil bir tepesi vardı. Eskiden batmış olan gemi enkazı sahilde hoş bir dekor meydana getirirdi. Dağlarında kırlarında, menekşeler, yabani sümbüller, bin bir çeşit çiçekler, mersin ağaçları etrafa mis gibi koku saçardı…
Ben burayı çok seviyordum. Çocukluğumun geçtiği yeri anlatmak kolay değil. Her şey, her yer o kadar güzeldi ki, ben bu güzelliklerin hepsini yazsam sayfalar yetmez. Ayancık’ın tarihi, örf ve adetleri mecmualarda, kitaplarda yazıldı. Ben kendi duygularımdan Ayancık’a olan sevgimden bahsedeceğim.
Ayancık çok güzel bir yer. Eskiden de öyleydi. Ben bu güzellikleri 1940’lı yıllarında yaşadım Ayancık’ta. Oturduğumuz evin iki bahçesi vardı, çeşit çeşit meyve ağaçları, çiçekler ve rengârenk güllerle bezeliydi. Evimizin penceresinden o unutamadığım dalgalı denizi seyrederdim. Arkadaşlarımla denize girerdik. Bir gün arkadaşımla denizin kenarında kalın bir tahta bulduk. Çok iyi yüzme bilmiyoruz, ona tutunarak ilerliyoruz, çok açılmışız, korktuk. Tahtayı sahile çevirdik kendimizi kumların üzerinde bulduğumuz zaman dünyalar bizim oldu.
Cerrah dedenin dükkanından elma ve horoz şekeri alırdım. Elmalar, boyalı şekerden yeni çıktığı zaman kıpkırmızı yemeğe bayılırdım. Babamla çarşıya çıkmayı çok severdim. Babam burada gezici başöğretmendi. Arkadaşlarımla halkevinin bahçesinde otururduk. Bahçedeki mimozalar gözümün önünden gitmez.
Mahallemizde nur yüzlü bir teyze vardı. Herkes şişman nine derdi ona. Şişman nineyi çok seviyordum, bazen bize gelirdi akşam koluna girer evine götürürdüm. Bahçeli küçük bir evi vardı. Buğulu kara erikler evinin damına sarkarlardı. Bir gün okul dönüşü şişman ninenin evinin önü kalabalıktı. İçeri girdim, onu bir tahtanın üzerine yatırmış yıkıyorlardı, ölmüştü. Ben çok üzülmüş günlerce ağlamıştım. İlk ölüm acısını o zaman tatmıştım, şimdi ölümün en acısını biliyorum en sevdiğim iki insanı kaybettim. Anamı, babamı… Ayancık’a gittiğim zaman hep onlarla beraber geçtiğim sokaklardan geçerek o günleri anımsıyorum. Bazen iskelenin karşısında oturarak denizi seyrediyorum.
Orta çarşı da yokuş başı derdik, denize kadar inen bir sokak vardı, bu yamaçtan koşarak evime gitmeyi çok severdim. Evim sokağın bitimindeydi. Vapur gelince deniz kenarına giderdik, çok hareketli olurdu o saatler, seyrederdik. Orada balık denizin kenarında satılırdı taze taze.
İlçede kereste fabrikası vardı. Orası da çok güzeldi. Bazı arkadaşlarım fabrika evlerinde otururlardı, onlara oturmaya giderdik. Köylere, ormana tren yolcu taşırdı, geliş gidiş saatlerinde siren sesleri bambaşka bir hava verirdi ilçeye. Fabrikada ecnebi aileler vardı, madamlar çocuklar renk katardı Ayancık’a. Sınıfımızda Buruno isimli bir arkadaşımız vardı, giderken hepimizle vedalaştı, nasıl da duygulanmıştık.
Fabrikanın Türklere geçtiği zaman merasim yapılmıştı. Trenler çiçeklerle bayraklarla süslenmiş sirenlerini öttürerek geçtiler. Ben de arkadaşlarımla gitmiştim seyretmeye.
Ayancık’ın halkı çok iyiydi. Komşularımız çok iyi kalpli insaniyetli güzel insanlardı. Aradan seneler geçti, bazı evler bozulmuş yenisi yapılmış, bazısı da eski haliyle boş duruyor. Ben eskiden o evlerde kimlerin oturduğunu hatırlıyor, burası Makbule teyzenin evi, işte burada Fatma hanım teyzeler otururdu, diyorum. Şimdi oraya kilometrelerce uzaktayım. Dalgalı deniziyle, şişman ninesiyle, renk renk çiçekleriyle çocukluğumun geçtiği yer aklıma geldıği zaman içim acı acı burkulur. Orayı ve iyi kalpli insanlarını unutamam…
Zamanla alışkanlıklar ve kültürler ne kadar hızlı değişiyor. Yazılı kaynaklar, bu değişimin kanıtları olarak önemli belge niteliği taşıyacak ileride. Yaşanmışlıklar, o anın duygusal yoğunluklarını da taşıyarak belleğimizde saklanıyor. Varlık ve eşyaların insanlara bıraktığı izleri ve insanın zaman ve eşyaya bıraktıklarını bu yazılarda okuyor, sanki video kaydı gibi izliyor, kaybettiklerimize tanık oluyoruz. Konuk yazarlarımıza HALKBİLİMİ alanına katkıları için teşekkür ediyoruz. BİLKE
Çocukluğumun sokakları hep denize çıkardı. Pencere kenarlarında sardunyalar, kapı önlerinde kokularıyla mest eden hanımeller. Bahçelerde gülü, leylağı, kasım patları, karagözleri. Her evden gelen çocuk seslerine karışan büyüklerin kahkahaları. Kimi görsen tanıdık. Eve gidene kadar bir kayık dolusu selam yollanırdı anneye babaya.
Öyle kaygılar yoktu “bu çocuk nerde ?” diye mutlaka bir komşu evinden çıkıverirdi elinde koca bir dilim salçalı ekmek. Sokak arasında seslerimiz yankılanırdı:
”Saniye yenge , Emine abla, annem içi etli hamur yaptı sizi de çağırıyor.”
Bütün yarım ada bu çağrıları duyardı sanki. Çocuklara ayrı yer sofrası kurulurdu. Döke saça yiyebilelim diye. O meret, yalnızların yemeği değil ki. Yer sofrası coşacak, şen kahkahalar içinde kaşıklar birbiriyle çarpışarak. Annemin hikayeleriyle sohbet koyulaşacak. Herkes ağzına bakacak. Annemin anlatımı, mimikleri usta bir tiyatrocu gibi içine çekerdi insanı. Ben ne kadar kalemime hakimsem, annem de o kadar diline hakimdi. Sonra anladım ki okumanın faydalarıydı bunlar. Annem okumayı çok severdi. Yolda gazete parçası görse okurdu. Kütüphaneye üyeydi kitap alırdı. Kerime Nadir, Yakup Kadri Karaosmanoğlu daha niceleriyle büyüdük. Benim şehrim büyülüydü sanki. Her şehrimin insanı gibi bende aşıktım şehrime. Bütün yollar denize çıkardı.
Konuşmak ve anlatmak zor… Her anımsadığımda gözlerim doluyor. İçime kara bir bulut çöküyor. Yutkunmakta, nefes almakta zorlanıyorum. Biz hiç olmadık sanki. Hiç yaşamadık… O insanlar, göçüp gidenler, geride kalanlar eski bir rüyanın gün geçtikçe silinen izleri gibi. Anneler günü, doğum günü, nişanlılık veya evlilik yıl dönümü gibi kavramlar bizim yaşadığımız sokaklara, evlere henüz uğramamıştı. Ben hiçbir kadının doğum günün hatırlamadığı için kocasına fırça attığını otuz yaşıma kadar görmedim. Çünkü kendileri de anımsamazlardı. Devir değişti, daha eski çamlar bardak olmadan televizyonlar bir bir hepsini yaşamımıza katıverdiler.
Ben anneler günü olduğu için anneme hiç çiçek vermedim. Tek bir armağan bile almadım. Yaşamı boyunca limon kolonyası, toz deterjan veya sabun dışında herhangi bir koku ile tanışmamış kadına gidip bahar çiçekleri kokan bir parfüm alsam ne komik olurdu. Adım gibi eminim ki kutusunu şöyle bir evirip çevirirdi. Paketi neresinden açacağını bilemezdi. Bana geri uzatır açmamı isterdi. Sonra da buna kaç para verdin diye sorardı. Elbette ona verdiğim parayı olduğu gibi söylemezdim. Biraz azaltırdım. Bunu duyunca gözlerini kocaman açıp şaşkın şakın yüzüme bakıp. Koca bir gün, koca bir tarla yevmiyesi haaa, derdi. Yazık etmişsin paraya. Keşke boğazına gitseydi. Hiç olmazsa ayağına bir pantolon alsaydın derdi.
Annem ile ben çok hızlı değişen bir dönemin iki farklı insanı olarak değiştik. Tam olarak benim ne iş yaptığımı bile anlamazdı. Alışkanlıklarımız, değer yargılarımız, dünyaya bakışımız birbirinden çok uzaktaydı. Bunun aslında hiçbir önemi yoktur. Çünkü ne yaparsanız yapın, kim olursanız olun onun çocuğu olmaktan daha ötesinin bulunmadığı bir çemberin içinden çıkamazsınız. Üstelik o çember dışarı çıkmaktan çok içinde kalmayı isteyebileceğiniz bir çemberdir. Anne nasıl çocuğunu koşulsuz ve istisnasız severse, çocuğu da annesini öyle sever.
Annemi yitireli yedi yıl bile olmadı. Sanki yüz yıl eskiymiş gibi yokluğu, çok ama çok eskiden kaybetmişim gibi boşluğu… Ben eve döndüğümde bahçe duvarının briketlerinden sokağa pamuk çırpısı dumanları yükselirdi. Kapıdan girerdim, annem ocakta yemek pişiriyor. Dünyanın en güzel domatesli pilavı, kuru fasulyesi, samsası, taze fasulye veya kapuskası o isli birkaç briketten örülmüş ocakta pişerdi. Rüyalarımda bazen onu hala dumandan yaşarmış mavi gözleriyle, nemli çırpıları üflerken görüyorum. Yaşmağı başından azıcık aşağıya kaymış, bir tutam saç yanaklarının kıyısından boynuna doğru sallanmış. Anne acıktım, diyorum. Dur patlama, diyor. Azıcık bekle de soğusun…
Şimdi yokluğunda annemle ilgili düşle kuruyorum bazen. Kültür parka gitseydik mesela. Dönme dolaba falan binseydik. Elimizde kocaman birer dondurma… Pamuk şeker veya kağıt helva. Annem hiç vapura binmemiştir örneğin. Uçağa da. Bir uçağa atlayıp hiç olmayacak bir şey yapabilsek. Ilgaz’a kayağa gitsek veya Halfeti’ye tekne turuna… Kulağa basit geliyor, biliyorum. Bu aslında bizim için Marsta olmak ile aynı şey… Annem bir kez benim yaşadığım küçük kasabaya geldi. Birkaç ay kaldı. Ormanlara gittik, deniz kıyısına, denizin neredeyse öpüp sarıldığı ağaçların gölgesinde dinlendik. Ama onu (sadece karşıki evin zar zor balkonunu gören) küçük apartman dairesi kadar mutlu etmedi. Geriye dönerken çocuklar gibi şendi. Bin iki yüz kilometre yol geçtik, bir kez bile gözünü kırpmadı.
Belki yaşamının son on yılında annemin Anneler Gününü kutladım. Çoğunlukla kuru kuruya telefonda konuşarak… Eğer yanındaysam genellikle tatlı alırdım, dondurma falan. O artık yok. Ama ben yine de onun Anneler günün kutluyorum. Onunla birlikte eşimin ve tanıdığım bütün annelerin Anneler Günü Kutlu Olsun. Dünyaya getiren veya getirmeyen fedakarlık eden, Seven, Esirgeyen, kaygılanan Tüm Annelerin Günü Kutlu Olsun…Seyfullah ÇALIŞKAN
Doğum günü hikayeni kendin yazamazsın. Sadece dinlediklerini biraz allayıp pullayıp anlatabilirsin. Köylü insanlar Nisan’ın yedisi veya kasımın on altısı diye kesin bir zaman dilimi kullanmazlar. Bu nedenle ya mısır çapalanıyordur, ya orak biçiliyordur. İkinci kar yağışı veya cemrelerin biri de olabilir. Ramazan bayramını üç gün geçe veya kurbandan sonraya da tarihlenebilir. Benim nüfus cüzdanımda doğum tarihimin günü ve ayı hiç yoktu. 2007 yılında yapılan adrese dayalı son nüfus sayımında devlet babanın buna dur diyesi geldi. Sizin gibiler bundan sonra Bir Temmuz doğumlu sayılacak dedi. Kimliğimize de öyle kaydedildi.
Köylerde çok sayıda bir ocak doğumlu kişiyle karşılaşırsınız. Köylerde devletin kurumu ne gezer. Bunlar son yirmi yılın işleri. Komşu yaşlı bir nine veya teyze sizin ebeniz olmuştur. Eğer ömrünüz var ve ölmemişseniz okula başlamaya yakın babınız sizi nüfusa kaydettirmiştir. Hal böyle olunca sadece bir tarih atılsın diye bir Ocak doğumlu oluverirsiniz.
Biraz aklım erimeye başlayınca anneme sordum. Ama annem beni ne zaman dünyaya getirdiğini anımsamıyordu. Dokuz çocuk doğurup beşini yitirmiş bir kadın böyle ayrıntılarla uğraşmamıştır. Yakmadan ütmeden, kör, topal etmeden büyütmek dışında hiç bir derdi olmamıştır. kaç çocuğu olsun diye hiç düşünmemiştir. Veren de alan da yaradandır. Nasıl yazmışsa öyle.
Evimize televizyon girmeden önce yıllarda oturup babamla bir hesap yaptık. O gece benim yedi Nisan doğumlu olduğuma karar verdi. Ben de aldım kabul ettim.
Herkesin bir doğum günü hikayesi var. Ama benim yok. Ben ne erikler çiçek açtığında, ne üzümler olduğunda, ne patates sökülürken, ne de koyunlar kuzularken dünyaya gelmişim. Eğer doğruysa Kasım yüz elli, yaz belli…Seyfullah ÇALIŞKAN
Berber Coşkun Atılgan abimin koltuğunda oturuyorum. Coşkun abi; saçlarımı “ kırkarken” , yan koltukta tıraş olan Cemil isimli arkadaş, bir yandan da beni sorguya çekiyor;
-Levent, sen sağlıkta çalışiysin, değil mi?
-Evet..
-Sorması ayıp olmasın, ne kadar maaş alıysin?
Söylüyorum, gülüyor;
-Desene benim ladarda(!) bir haftada aldığımı, sen bir ayda alıyorsun.
“ Ladar “dediği radar..Yani bir başka deyişle Türk-Amerikan ortak savunma tesisleri..Orada işçi olarak çalışıyor Cemil..
Haklı Cemil..Cemil’in babası da onu, benimle aynı okula, Cumhuriyet ilkokuluna göndermişti daha önce. Hiç unutmam, Kabukçu’nun kamyonunun Çukurbağından denize uçtuğu gün, bu kötü haberi, şu anki Meydankapı muhtarı Hasan Koyuncu’dan okul kapısında aldığımız an, Cemil”in babası, başöğretmenimiz Kazım Erdem’e(Allah rahmet eylesin)) yalvarıyordu;
-Okumayacak Hocam, hiç olmazsa ilk mektep şadetnamesini (diplomasını) verin..
Sonuçta, son bir şans tanıyıp sınava aldılar, cevabını önceden ezberlettikleri;
-Türkiye’nin başşehri neresidir?..sorusuna bile; “Moskova” yanıtı vermesine rağmen şadetnameyi yani diplomasını verdiler.
İşte Cemil’le berber koltuğundaki bu muhabettimizin üzerinden bir süre geçti, Sinop’ta, şehre bomba gibi bir haber düştü;
-Radar kapanıyormuş..
Doğruydu. Çünki; Sovyetler Birliği çatırdamış, artık Karadeniz’in en kuzeyindeki Sinop’tan ; Amerikalıların gözüyle Rusların dikizlenmesine gerek kalmamıştı.
Oysa radar..Oysa gözünü sevdiğim Türk-Amerikan Ortak savunma tesisleri Sinop Üssü…Sinop’un kaderinde önemli bir yere oturmuştu..
1950”li yılların ikinci yarısında gelip kent merkezinin en yüksek yerini, kendilerine göre düzenlemiş, adeta kent içinde kent oluşturmuş, radarlarını kurmuşlardı…Yetmezmiş gibi, şehrin 10 kilometre dışında, daha çok nakliye amaçlı havaalanlarını inşa etmiş, inşaat sırasında ölen ve havaalanı sınırları içinde gömülen bir eşek yüzünden, havaalanının adını da “ Eşşek havaalanı” yapmışlardı.
Sinop’ta küçücük bir Amerika yaratmışlardı adeta..1.000”e yakın rütbeli-rütbesiz askerleriyle, bir o kadar Türk işçisiyle Sinop içinde ikinci bir Sinop”tu radar..
Sinop belediyesine su ücretini ve çalıştırdıkları işçilere maaşlarını dolar olarak ödüyorlardı..(Şimdi merak ediyorum da, belediyenin dolar olarak aldığı para ; iyi para mıydı o zamanlar?)
İşçi maaşlarına gelince…Berberimizin yan koltuğunda oturan, tıraş olurken maaşımı soruşturan Cemil arkadaşım sonuna kadar haklıydı. İlkokul mezunu Cemil, lise mezunu bir devlet memuru maaşının en az 2-3 katını alıyordu.
Ve o yıllarda, Amerikalı subay-astsubay ve erler, şehir içinde kiraladığı evlerde kalabiliyorlardı.. Hatta , hiç unutmam, radarda çalışan bir arkadaşım;
-Yahu , bu Amerikalı Askerler, bi manyak, bi manyak, aklın almaz..Yaaa onbaşı, mesaiden sonra ayağını masasının üzerine uzatıyor, birasını yudumluyor,içeri albay bile girse ayağını masadan indirmiyor.. diyordu ve biz de;
-Hadi be, yalanını sevsinler… diyorduk..
O günlerde, Sinop”taki kiralık evlerin pencerelerine “ FOR RENT” yazan kağıtlar asılıyordu…éYabancılar için”..demekmiş meğer kiralık evler..Eeee,dolar veriyordu Amerikalılar..
Türkiye’de doların yeşil rengi, yasal olarak Turgut Özal döneminde bilinmeye başlansa da, biz yasadışı olarak daha önceden doları tanıyorduk. Sinop’ta yarı serbestlik; sigara ve kot pantolon konusunda da aynıydı.
Vatandaş, içinde tütünden çok ağaç olan o dönemin Samsun-Maltepe sigaraları yerine Marlboro sigarası içiyor, çorap içinde gezdiriyor, ABD malı kot pantolonlarını da kıçından esirgemiyordu..
Başta ayakkabı boyacısı kardeşlerimiz olmak üzere esnaflarımızın bir bölümü de Amerikan İngilizcesini “ sökütmüştü.”
Hafta sonları Amerikalı askerler, şehir içinde eşek kiralıyor, eşek turları yapıyor, Teksas bozkırlarına özlemlerini gideriyorlardı.
Çok yıllar sonra , Almanya”da çalışan işçilerimizin getirdiği kocaman teyplerle biz daha önce tanışmış, plajlarda, o kocaman teyplerden yabancı müzik dinlemeye mecbur bırakılmıştık.
Çok iyi biliyorduk ve tecrübeyle sabitti ki; Amerika”lılarla kavga etsek, suçlu biz oluyor, karakollarda tutuluyorduk. Eski tip “babacan polis memuru” amcalarımızın;
-Evlat !..Uymayın bu gavurlara. Sizi adliyeye göndersek, Türkiye’nin bunları yargılama yetkisi yok..Hadi uslu uslu evinize gidin..nasihatıyla evlerimize gönderiliyorduk.
O kadar acı olaylarla da karşılaştık ki, Amerikalıların arabaları altında kalıp kolunu, bacağını yitiren arkadaşlarımız oluyor ama kaza yapanların hiçbiri yargılanmıyordu…Amerikalıların vicdanlarını rahatlatmak için dolarlarla ve oyuncaklarla kandırdıkları kazazedelerimiz de vardı..
Hiç unutmam, şu anki valilik binasının yerinde bulunan spor sahasında top oynuyoruz. Ortaokul öğrencisiyim daha…Bir haber geldi;
-Gidip dövelim anasını satiym..dedik ve gittik..Gittik, gitmesine de biz 13-14 yaşlarında 3-5 çocuğuz, karşımızda siyah, sarışın, beyazlardan oluşan 10 kişilik bir ABD asker grubu var. Sarhoş sarhoş, ağız dolusu gülüyorlar bize…Yine de erkekliğe leke sürdürmeyip diklenince; şu anki noterin karşısında bulunan polis karakoluna götürülmüş, o dönemin ünlü futbol hakemi, polis memuru Selahattin amcanın araya girmesiyle salınmıştık.
Oysa laf aramızda ne Amerikalılara dayak atmış, ne dayak yemiş, sadece biz Türkçe küfür etmiş, onlar Amerikanca gülmüşlerdi..
Haklıydı Selahattin Amca; ikili anlaşmalar gereği, onların bağımsız Türkiye Cumhuriyetinde yargılanmaları mümkün değildi.
İçimi en çok acıtan olaylardan biri de,her yıl şubat ayında, itfaiye karşısı-Şehitlik önünde biz Türkleri cemselere doldurur, radara çıkarır, kiliseyi, lokantayı, pastaneyi gezdirir, kış günü dondurma ikram ederlerdi. Bugün utansam da gitmişliğim var, çocuktuk çünki ve cemselerde yani askeri ABD kamyonlarında çocuklardan çok büyükler olurdu o zamanlar..
Şehrin çöpleri,Meydaneteği”nden, Çukurbağı”ndan denize dökülürken Amerikalılar çöplerini, havaalanı ilerisinde, Martı Tatil köyü karşısındaki yeşil alana dökerler, bizimkiler de çöpler arasında işe yarar malzemeler ararlardı..
Ve itfaiye..
Gözünü sevdiğim Sinop’umuzda; her yılbaşı akşamı mutlaka kar yağar ve her yılbaşı akşamı mutlaka yangın çıkardı. Her defasında taka itfaiye aracımız, yangın söndükten sonra yangın yerine ulaşırdı. Yangın büyükse, bizim itfaiye söndürmekte zorlanıyorsa, izleyen kalabalık arasından biri yüksek sesle bağırırdı;
-Merak etmeyin, radar itfaiyesine haber vermişler,gelir şimdi..
Ve gerçekten de bir süre sonra değişik siren sesleriyle, önde üstü açık askeri jeep, arkada radar itfaiyesi gelir,araçtan inen Amerikalıların işçileri ( bizim vatandaşlarımız, ağabeylerimiz, amcalarımız, ) sistemli bir çalışmayla yangını söndürür, alkışı alır, bizim belediyenin itfaiyecileri de bir köşede alkışsız, gariban bir şekilde kalırdı..Bizim itfaiyecilerin 100 TL, radar itfaiyecilerinin 200-300 TL aldıkları konuşulmaz hatta onlar yanmaz giysilerle yangına müdahale ederken bizimkiler keten pantolonla kendilerini tehlikeye atarlardı.
Tabii radar işçilerinin bu yüksek ücretleri almalarında, o dönemdeki namuslu sendikacıların yiğitçe mücadeleleri önemliydi..Onlardan birincisi Selahattin Gökdağ”dı.
.Nejat Eren ve Hüseyin Keskin de şu anda aklıma ilk gelen ve başarılı sendikacı olarak aklımda kalanlar..
Konuya dönersek; radar deyince Amerikalıların Sinop”a katkılarını da unutmamak gerekir.. Bildiğim kadarıyla Bektaşağa köyümüze bir ilkokul yapmışlardı.Ya da onarmışlardı..
Amerikalı askerlere kız verip akraba olmuşluğumuz da vardı Sinoplular olarak..Ama hiç gelin aldığımızı hatırlamıyorum mesela..
Gelelim hikayenin sonuna..Radar kapandı.Hikayenin başında değindiğim Cemil arkadaşımızın ve işçilerimizin dolar olarak aldıkları maaş bitti..Ancak; iyi paralar kazandıkları için yine de onlar , bizim memurlarımızdan ve işçilerimizden şanslıydı..
Amerikalılar gittiler;
Giderken; asbestli malzemelerini, bilumum zehirlerini; radarın bilmem kaç yüz metre derinine gömdüğü bile söylendi. Yıllar sonra konuyu incelemeye gelen bir TV ekibinin, dayak yemekten beter edildiklerine bizzat tanığım..Çünki,çevre sağlığında çalıştığım için benimle de görüşmüşlerdi..