RSS

Kategori arşivi: ŞAFAK SARIKAYA ANILAR

4 AĞUSTOS DOĞUM VE ÖLÜM

03.08.2023- Şafak Gündüz SARIKAYA

ERİK DALI

Bir Kızılderili atasözü der ki :

“Bitkilerin canlı olduğunu düşünürüz. Onların suyu, kanlarıdır. Doğar ve büyürler. Aynı gerçek, ağaçlar için de geçerlidir. Her şey ölür. Her şey öldüğüne göre, her şey canlıdır. Her şey canlı olduğu için, her şeye hediyeler vermek, gönüllerini hoş tutmak gerekir.”

Ilık bir rüzgarda dalları nazlı nazlı sallanan bir erik ağacı düşünün. Baharda çiçek açıyor, dalları pencereye kadar uzanıyor, komşunun bahçesinde bu ağaç ve odanıza uzanan dalları var. “Bu erikleri yersem komşuya ayıp olur mu?”, diyorsunuz. Daha sonra o bahçe satılıyor ve o sizin bahçeniz oluyor. Bir gün o canım ağaç kesiliyor, anılar da gidiyor onunla birlikte.

Aslında o bahçe her köşesinde anı biriktirmiş. Rahmetli babam da özellikle bu bahçede çalışmayı çok severdi. Zamanının çoğunu geçirirdi, yoruluncaya kadar çalışırdı. Biz de bu kadar kendisini yormasın diye ona yardım ederdik. Kimi zaman da erik dalının içeri uzandığı odada onu, bağdaş kurmuş eski makaralı teyplerle kayıt yaparken bulabilirdiniz.

Babam o zamanlar uzun yıllar çalıştığı Amerikan Üssü’nden emekli olmuştu. Elektronik aletlere çok meraklıydı. Makaralı teyplerin küçük büyük her çeşidini almıştı. Şimdiki neslin bilmediği eski makaralara o kadar çok kayıt yapardı ki. Her bir makarayı da özenle, ilgiyle, dikkatle fihristlendirirdi. Kaydı yaptığı odadan, yine sevgi dolu erik ağacının pencereye değdiğini, -sanki ben buradayım der gibi- tıkırtısını duyardınız.

Bu makaralarda neler var, neler yoktu ki? Tüm ailemin hayatlarının farklı dönemlerinde söylediği şarkılar, kimi zaman radyodan ve zaman ilerledikçe televizyon kayıtları, ne ararsanız. Benim doğduğum günün anısına ağlama sesim bile vardı. Elbette o zamanlar Google, Youtube ve sosyal medyanın olmadığı zamanlardı. Kayıtları ailecek dinlediğimizde çoğu zaman gülerdik, Sarıkayaların çaldığı bağlama, gitar, elektro bağlama gibi enstrümanlar ile çoğunlukla anneme eşlik edilirdi. Babam bu işten büyük bir keyif alırdı, elbette ki bizler de. O eski seslerde enerji öyle müthişti ki. Dijital olmayan, saf temiz sesler daha mı etkiliydi bilemiyorum.

Nayniya Türküsü’nü ben ilk defa bu makaralardan dinlemiştim. Ben doğmadan yapılan bir kayıttı bu. Annem ve kardeşlerim seslendirmiş, babam da kaydetmişti. Keşke o kaydı bulup sizlere de dinletebilseydim. Ama enerjisini çok beğendiğim için tekrar bunu nasıl yaparız diye düşünmüş ve rap sound’u ile yeğenlerimin altyapısı ile ve becerisi ile biz de yeni teknoloji ile kaydettik.

Babamın o özenle fihristlediği makaralar, zamanla teybin bozulması sonucu koliler içinde çatıya kaldırılmıştı. Tüm kayıtlar ve hatıralar, hep belleğimizde kalacaktı.

Bu keyifle birlikte paylaşılan neşe, eğlence, kahkaha artık yalnızlığımızda içimize doluyor ve bizi o günlere sürüklüyor. Bu da hayatın bir paradoksu ya da insanların hayata bakışıyla ilgili olabilir mi? Tam tersine, İlber Ortaylı da “Yalnız kalamayan insanın düşünce ve gözleme kabiliyeti yarım oluyor. Bu yüzden ben insanlara yalnız kalmayı öğrenmelerini öneriyorum. Yalnız kalmayı bilmek iyidir, önemlidir”, demiş.

Neyse o konu bir yana, rahmetli babam gel arkada (bahçede) 5 dakikalık kısa bir işimiz var derdi, anlayın ki, o işi 2 saatle ter içinde bitireceksiniz ve o zaman içten içe kızardım biraz. Tahtalar, tuğlalar taşınır; üzüm asması onarılır, bahçe sulanır, babamın işi her zaman çoktu. Zamanla bu yorgunluktan keyif alır oldum. Fazla soru sormadan, fazla mantık yürütmeden yardım ederdim, hatta hepimiz ederdik. Hep beraber yapılan iş ona da huzur verirdi, Bu durum bana Gabriel Garcia Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık Romanında yaşanılanları hatırlatıyor. Babamın kayıt yapma hobisi genetik olarak sanki torununa geçmiş gibi.

Zamanla hiçbir şey yok olmuyor aslında, sadece değişiyordu. Dalı gevrek olan erik ağacı kesilmiş ama bahçede köklerinden 2 ağaç ve hatta daha fazlası bitmişti. Erik ağacı yok olmuyordu. İnsanlara inat tüm ağaçlar da yok olmayacaktı.

Babam artık gitmişti, enerjisi, heyecanı, varlığı yoktu, ama her köşede bıraktığı izler kaybolmamıştı. Yok olan sadece bedendi. Kayıtlar da, nemlenen makaralarda kayboldu ama hafızamızdan silinmedi.

Evet, bugün 4 Ağustos, babamın aramızdan ayrılışının 4.yılı ve yine ne tuhafdır ki; 4 Ağustos aynı zamanda ikiz torunlarının da doğum günü.

Kızılderililere göre, “Doğa akarsu gibidir.” Çünkü akarsu her zaman değişir doğa da, akarsu gibi kendini yeniler, bakmışsınız hayat ta yenilemiş kendini.

Bir yerde acı varken, o acı yerini bir umuda ve yenilenmeye bırakmış, o akış içinde kendine yer edinmiş.

Heyecanınız ve enerjiniz hiç dinmesin, umutlar asla yok olmasın!

Babam ve erik ağacını 4 Ağustos’ta anmak istedim. Yakınlarını kaybeden herkese bu vesile rahmet diliyorum,

Kızılderilinin dediği gibi; “Her şey öldüğüne göre, her şey canlıdır.”

ŞGS

 
Yorum yapın

Yazan: 03 Ağustos 2023 in ŞAFAK SARIKAYA ANILAR

 

Etiketler: , , , , , , , , , , ,

CEVİZ VE BAYRAM

07.07.2023-Şafak Gündüz SARIKAYA

Bayramın ardından, güzel bir bayram yazısı ile sizlerleyiz. Konuk yazarımıza teşekkür ederiz. BİLKE

Bugün bayramın üçüncü günü. Öncelikle sevdiklerinizle birlikte sağlıklı ve mutlu bir bayram geçirmenizi dilerim.

Sinop’un bayramlarında yer alan nokul ve yine Sinop Mutfağının mantısı, islamasinda bulunan çok faydalı bir besin kaynağı cevizden bahsetmek istiyorum.

Ceviz binlerce yıldır tüketilen sağlıklı bir besin kaynağı. Hafızayı güçlendirir, kemik sağlığında önemli rol oynar ve daha çok sayıda faydası var. Çocukken kurulan Sinop Pazarında annem Naciye Teyze’den alış veriş yapardı. Hamamın hemen yan tarafında rahmetli Naciye Teyze, anneme “cöğüz vereyim mi?” diye sorardı. Yahu, “bu cöğüz ne ola ki’, diye kendime sorardım. Elbette cevizi kastettiğini anlamam çok zamanımı almadı. Ana bu tanımlamaları hep kaba, köylü yorumu gibi düşündük normatif olarak. Sonra merak ettim, bu ceviz kelimesi hangi dilden gelir diye. Wikipedia şöyle tanımlıyor efendim:

Ceviz, (Cawz)malum ağaç ve sert kabuklu meyvesi sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Orta Farsça aynı anlamda gaws veya göz sözcüğünden alıntıdır Bu sözcük Aramice/Süryanice aynı anlama gelen eviz sözcüğü ile eş anlamlıdır. Arapça Caws kelimesinin okunuşu da Coguz gibi bir telaffuza yol açabilir Bu bağlamda düşününce Naciye Teyze’nin cövüz kelimesini doğru bile kabul edebiliriz Doğru kelime kaba, köylü kabul ettiğimiz kısmında orijinalliğini yitirmemiş, kültür böyle korunup zaman içinde daha sonraki kuşaklara aktarilabiliyor. Zaman içinde anlamını yitirip başka alanlara çekilen o kadar kelime var ki…

Bayram bayram başımıza dilbilimci mi kesilsin dediginizi duyar gibiyim. O zaman ne diyelim her gün en azından bir avuç ceviz yiyelim Iyi bayramlar! ŞGS

 

Etiketler: , , , , , , , , , , ,

BENİ DE ALIN

16.11.2022-Safak Gündüz SARIKAYA

Umutsuzluktan çöktüğü bir andı.

“Olmuyor işte, olmuyor”, dedi genç adam.

İçindeki ses susmuyordu,

“hayır pes etmek yok”, dedi, “ne olursan olsun hayallerimi gerçekleştireceğim.”

İşte böyle gelgitlerle kimi zaman deniz kenarında düşüncelere dalar, Gerze’ye bakıp,

“acaba eşimi, oğlumu ve kızımı yanıma alabilecek miyim?”, derdi.

Neden olmasındı, 14 yaşında bile köyden ilk kaçışında adada bir aile yanında hayvanlara bakmıştı. Babası Sinop’a gelip onu köye tekrar götürse de, ikinci kaçışında Bafra ve Ayancık’ta iş bulmuştu. Yorgun ayakları onu Tersane^ye doğru itti ve orada bir hareketlilik gördü. Amerikalılar gelmiş işçi alımı yapıyorlarmış diye duydu. Koşa koşa Kaleyazısında bekleyen askeri araca binmek istedi. Birden kalabalığın içinde buldu kendini,

“beni de alın”, diye bağırıyordu.

Ama ustabaşı gibi görünen bir adam, kalıplı uzun boylu işçi seçiyor; çelimsiz olan genç adamı itekliyordu.

“Sen işimize yaramazsın git” diye.

Kulağında çınlayan bu söz adamı durdurmadı. Vazgeçmiyor, tekrar tekrar deniyordu ama olmadı. Arabanın içinde bir Amerikalı subay, bu genç adamın çabasını fark etmiş ve tebessümle ona bakarak “hadi bir kez daha dene” der gibi adama baktı. O bakış yeni bir umuttu o bakış haydi bir gayret daha göster seni alalım diyordu.

Bir hamle daha yaptı, ustabaşı başka yere bakarken insanların arasından sıyrılarak bindi arabaya. Amerikalı sesinin çıkarmadı ve o günlerde daha yeni kurulan ve sadece çadırlardan ibaret Amerikan Üssüne böyle giriş yapmış oldu. 50’li yıllardı. Emekli oluncaya kadar önce işçilikle başlayan bu süreç dil öğrenme isteğiyle devam etti. Emekli subaydan aldığı birkaç dersle dil öğrenme hevesi pekişti.

Kalem kağıt bulamadığında taşlara yazıyor, kendi kendine kelimeleri tekrar ediyor, dilini geliştirmeye çalışıyordu. Subayların konuşmalarını dinliyor, kelime haznesini geliştiriyordu. Amerikalıların dikkatini çekmeyi başarmıştı ve bir müddet radarda tercümanlık yapmıştı. Eşi de yardım ediyor, gece gündüz çamaşırların ütü ve kolasında eşine yardım ediyordu. Motorpool , İtfaiye bölümlerinde sevk amiri görevlerini başarı ile sürdürdü.

“BENİ DE ALIN” haykırışı, bir motivasyon, özgüven ve hayata bir kafa tutuştu. Diktelerin ve kuralların boyun eğdirdiği bir yaşam içinde, bu dik duruş mücadelesiydi. İtaatkarlık yerine, çalışmak ve sorgulamaktı beni de alın.

Bir oyuncunun, istediği rolü alması yapımcı ve yönetmene; yedek futbolcunun sahaya girmesi antrenöre bağlı olsa da “BENİ DE ALIN” direnişi engelleri yıkacak, hayatın şansını yaratacaktır. Yetenek avcısı ustalar, meslekte başarıyı ölçen uzmanlar, hassas terazili yürekler gerekir bazen.

Beni de alın bireyci bir yaklaşım gibi gözükse de; aradan geçen yıllar genç adama çok şey öğretti. Kendi geçtiği yollardan geçenlerin elinden tuttu hep. Yaşlandığında ve çok ağır hasta olduğunda bile,

“para mı lazım benden de alın” derdi.

Her şey kötü gitse de, ümidimizi kaybetmeyelim ve asla vaz geçmeyelim. Hayaller er ya da geç gerçeğe dönüşür.

Kim bu adam, işte o adam benim babamdı.

ŞGS

 

Etiketler: , , , , , , , , , ,

İÇİMİZDEKİ ÇOCUK YİTMESİN

07.12.2021- Şafak Gündüz SARIKAYA

foto-tipitip

Eskiden cep telefonu, internet olmadığı zamanlardı.

Hayat basit ancak rafineydi sanki, kim bilir o zamanlar daha mutluyduk belki de.

Şimdi dijital ve global dünyada insanlar daha kopuk, bireyci ve pragmatik olmaya başladılar gibi.

Çocukken, oyun oynamak için gelen arkadaşlarım eve seslenirlerdi. Ya balkondan ya da mutfak camından bakardım.

Yine bir gün bir arkadaşım gelmişti, evin önünde başı önüne eğik duran kavak ağacının hışırdayan yaprakları arasından gördüm arkadaşımı. O kavak ağacının başı önüne hep eğikti, saygılıydı ama bir o kadar da mutluydu. Bu gün yerinde olmasa da, hışırdayan yapraklarının melodik sesi hala kulaklarımda.

Neyse arkadaşımı unutmayalım, bana “N’apisin, tipitip oynilim mi?”, diye sordu. Bu konuşma tarzı Sinop merkezde olup, bir tür n’apiyon, n’örüyon gibi bir ağız diyebiliriz. Ayrıca tipitip de, 1970’li yıllardan günümüze kadar uzun burunlu, büyük gözlüklü, papyonlu, yuvarlak şapkalı bir çizgi kahramanı. Sakızın ambalajında tipitipin ayrı maceraları olurdu o günlerde.

Hala var mı, inanın bilmiyorum. Ama bakın burası çok önemli, alt tarafta da bir sıra numarası olurdu. Biz oyunumuzu bu numaraya göre oynardık. Arkadaşım:

“n’apisin, geli misin?”, dedi. Ben de doğal olarak:

“gelim” (anlamı geliyorum) diye karşılık verdim.

Cebime tipitipleri doldurup aşağı inip, alt 10, üst 15 diye oynuyorduk. Alt 10 yani alttaki rakam üsttekinden büyükse kaybeden karşı taraf kazanana 10 adet veriyordu. Gel zaman git zaman ben bu oyunu çok iyi oynar oldum, hatta namımı duyan Sinop’un çok farklı yerlerinden çocuklar benle tipitip oynamaya gelirlerdi. Hani batının hızlı silahşörleri gibi(!), neyse onun sonu iyi olmuyordu galiba. Yani havam o biçimdi tipitipte.

Ben de bir gün, iyi oyunculardan birini İstiklal İlkokuluna davet etmiştim. Okulun dik yokuşu evimizin de olduğu Kuruçeşme Sokağa çıkıyordu, sokağın sonundan kıvrılan yol Tarzan Kemal’in evinin önünden Balatlar Kilisesi’ne dönüyordu. Tarzan Kemal’in evinin önünden devam eden yol ise Ada Mahallesi’ne ve Zeytinliğe devam ediyordu. Okuldaki çocuklar terleyince musluktan kana kana su içiyorlardı, yani su bile o zaman daha berrak ve temizdi.

Tipitip işinde ilerleyince, ablamın öğretmen okulunda yaptığı güzel mukavva kutuya tipitipler koymak için kullanmaya başladım. Oynadığım kişiler karton kutunun içindeki tipitip kağıtlarını görünce, özenime çok şaşırıyorlardı.

Daha ilkokulda olmama rağmen, benden büyük kardeşlerimle birlikte evde öğrenmediğim iskambil oyunu kalmamıştı. Sayı tamamlamak için oyuna ablamı da davet ederdik. Biz 3 erkek kardeş oyunda tecrübeliyiz, ablamın sorularını da gülerek hatırlıyorum.

” Koz hangisi? ” Sonunda, aramızda o da tecrübe kazandı.

Tavlayı da çok iyi öğrenmiştim. (Rahmetli Selçuk Bıçakçı hatta çok şaşırıyordu bu halime, toprağı bol olsun.) Bu becerilerim, daha sonraki yıllarda beni kahve köşelerine çekmeyi başaramadı. Düşünüyorum da, o gidişle kumarbaz bile olabilirdim.

Bu tür oyunlar ve kazanma hırsı aslında insan egosunu, bilinç altına sürülmüş kırılganlıklarından dışa vuruş yansıması bir nev’i. Yani geliri iyi olanlar da olmayanlar da yapıyor. Belki başka faktörler de olabilir, kısa ve çabuk yoldan zengin olma, topluma kendini ispat etme v.s.

Günümüzde cep telefonları, sosyal medya, arama motorları ile dolu dünyamızda, teknoloji hayatı rahatlatmasına rağmen eskiye daha mutlu olduğumuz geçmişimize özlem duymuyor değil miyiz?

Bakın, Tuncel Kurtiz şunları söylemiş:

“Yastık değil, kafa rahat olacak,

Döşek değil, vicdan rahat olacak,

Ve insan yorgana değil,

Huzura sarılıp uyuyacak.”

ŞGS

 
Yorum yapın

Yazan: 07 Aralık 2021 in ŞAFAK SARIKAYA ANILAR

 

Etiketler: , , , , , , , , , , ,

YENİ ZELANDALI VE SİNOP

08.09.2021- Şafak Gündüz SARIKAYA

Yıllar yıllar önceydi. Turizm Danışma Bürosu’na bir Yeni Zelandalı gelmişti. Heyecanla gezdiği yerleri anlatıyor, anlatımını elleri, kolları ve hareketleri ile zenginleştiriyordu. Çankırı yakınlarında yolda kalmış, otostop çekmiş, köylüler ona çay ikram etmişler, Türkçe arkadaş demeyi öğrenmiş. Gözlerinin içi gülüyor, mutluluğunu belli ediyordu.

O zaman, “ Türkiye dünyanın bir ucu, ama bak aramış bulmuş gelmiş ve üstelik geldiğine de hiç pişman olmamış”, diye düşünmüştüm.

Aradan siz deyin 4 ben diyeyim 5 yıl geçmiş bu sefer müzenin karşısında aile kuruyemişçimiz ÖZBİL’ e bir müşteri gelmişti. Onun yorumu dikkate değerdi. Sinop için:

“çok ufak bir yer, burada çok fazla şey yok galiba” diyerek küçümseyici ifadeler kulandı.

Ben de:

“ne aradığınıza bağlı” dedim.

Sonra da:

“eğer metropoller gibi uzun katlı taş bloklar arıyorsanız bulamazsınız, ama yine de eskiye göre betonlaşmış olmasına rağmen Sinop, doğası, tarihi ve denizi ile eşsiz bir yer” diye cevap verdim.

İki farklı portre, iki farklı yorum. Biri dünyanın bir ucundan, diğeri ise Sinop’a yakın bir yerden gelmiş. Ne kadar farklı pencerelerden bakıyorlar, mutlulukları da farklı, arayışları da…

Ama Yeni Zelandalılı’ yı görmeliydiniz esprili, basit şeylerden mutlu olan biriydi. Dünyanın bir ucunda da olsa, güzelliklere aynı bakacak insanlar vardı.

Mutlu ve sağlıcakla kalın!

ŞGS

 
 

Etiketler: , , , , , , , ,

TEYZEM

01.07.2021- Şafak Gündüz SARIKAYA

Pencereden bakıyor, gözlerinin içi gülüyordu. “Guguş”, dedi. Guguş, teyzemin güvercinlere ve kumrulara verdiği bir isimdi. Kedileri de PAMUK, YUMAK kedi diyerek severdi. Günün ilk ışıklarıyla uyanırken; özellikle güneş doğduktan sonra, havada tatlı bir serinlik varken hepimizin duyduğu sestir guk-guk. Kumrular çıkartırlar, ve insana huzur verirler.

Teyzem Cemile Demir’in, iç dünyasının kahramanları güvercinler ve kedilerdi. Kendimi bildim bileli teyzem hep bizim yanımızdaydı. Annem onu yalnız bırakmak istemezdi, o yüzden ablamın ilk tayin olduğu Ordu’nun Aybastı ilçesinin Belen Köyü’nden tutun, üniversite yıllarım ve hatta hayata gözlerini yumduğu İstanbul günlerine kadar hep beraberdik.

Teyzem otistikti. Biz ona içe kapanık, kendi halinde derken, Yağmur Adam filmi ile bu kelimenin anlamı hafızamıza iyice yerleşmişti. Teyzemin dünyası çıkarcı, pragmatik ve paraya endeksli, kirli dünyamızın çok çok uzağındaydı. Belki de teyzemin bu yüzden kahramanları kediler ve güvercinlerdi. Hayattan çok bir beklentisi yoktu, karnı doysun, kendisine iyi davranılsın yeterdi.

1992- yeğenlerimden biri teyzemin kucağında

Annem, aslında onun için bir abladan ziyade bir ebeveyn yani bir anne-baba gibiydi. Aslında yalnız yaşayabilirdi ama yalnız yaşamaktan çok, kendisini anlayamayanlara ifade etmek durumunda olmaya katlanamıyordu. Sadece kendi ekseninde dönen insanların, otistik birisine acıyan, küçük gören bakışları, kaçınılmaz olabiliyordu. (Sanki bir ömür insanın sağlıklı olma garantisi varmış gibi!) Anlamaları ise, ileri bir tekamül gösterme süreciydi doğal olarak.

Kendisi ile konuşmaya çalışsanız ağzından 6-7 kelime alabilirseniz, ayrıcalıklısınız demektir. Diğer otistikler gibi göz teması kısıtlıydı ve kesinlikle dokunma, sarılma ve öpme gibi fiziksel temastan asla hoşlanmazdı. Asla!

Bir ambulans geçse ve siren sesi duysa Sinop’taki Yeni Mahalledeki evimizin penceresinden kim geçiyor diye ısrarla ve heyecanla bakardı. Çevresinde olan biten her şeye hakimdi. Hafızasına kaydederdi.

Şimdi düşünüyorum da, annem ona karşı şefkatliydi. İnsan olarak bir çoğumuzda eksik olan bir hasletti bu. Eğer canlılara şefkatiniz yoksa, hatta bırakın canlıları, doğayı görmezden geliyorsanız, umursamıyorsanız, bir insan olarak gelişiminizi tamamlamamışsınız demektir. (Sorun da burada değil mi?)

Teyzem de şefkati bulduğu yerde, korunaklı olduğu ortamda kendini huzurlu hissediyordu. Annem sert görünüşü altında teyzemden şefkatini hiç esirgemedi.

Ölümünden önce de birkaç hastalık tanısı konulmuştu. Vasisi olan ablamla ben bir ambulansta yanındaydık, hemşire “kim o, anneniz mi”, dedi, “hayır teyzemiz”, dedik. Aslında bir ömür süren birliktelikti bizimki. Bizim için teyze ya da başka bir kelime yetersizdi. Onun özel durumu, bizim içimizde çok özel bir sevgiye dönüşmüş ve o sevgiyi büyütmüştü. Gel de bunu hemşireye anlat.

Teyzemin durumu çok ağırdı. Ambulans sirenini duyunca kafasını kaldırdı, işte o zaman boşuna arama teyze, hasta sensin diyesim geldi. (Bunun farkında değildi.)

1998’de vefat eden teyzem, şimdi İstanbul’da Sanayi Mahallesinde bir mezarlıkta, sen, hep bizim kalbimizdesin teyzem. Aile olarak onu her ziyaretimiz, bizi derinliklere sürükleyip götürür. Bu bayram da ziyaretine gideceğim.

O yüzden otistik denince şöyle bir dururum, teyzemin hayatı bir film şeridi gibi akar gözümün önünden. Siyah beyaz bir fotoğrafta dut ağacı önünde gülümseyen bir yüz. Teyzemin kelimeleri dökülür dilimden belli belirsiz, guguş, pamuk kedi. Anlarım ki mutlu ve yüzü güler.

Sabahları bir kumru uyandırır beni, kanat çırpar, “ guguş geldi”, diyesim gelir ve gökyüzüne bakar hafif tebessüm ederim.

Huzur içinde uyu!

ŞGS

 
3 Yorum

Yazan: 01 Temmuz 2021 in ŞAFAK SARIKAYA ANILAR

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , ,

IHLAMUR AĞACI

14.06.2021- Şafak Gündüz SARIKAYA

Geç kalmıştım. Aceleyle evden çıktım, Deniz Otobüsünü yakalarsam işe yetişebilirdim. O zamanlar İstinye ve Yeniköy’e eşit mesafe uzaklıkta bir evde oturuyordum. Deniz Otobüsü İstinye’den kalkıyordu. Yeniköy yolunda yürümeyi, mis gibi kokan ıhlamur ağaçları ve manzara için tercih ediyordum. Deniz manzarası, ıhlamur kokusu unutulmazdı.

O zamanlar annem ve babam benimle birlikte oturuyordu. Bir gün evde kitap okuyordum. Aniden kuvvetli bir sesle sarsıldığımızı hissettim. Binanın penceresinin demir korkuluğuna kamyon çarpmıştı. Çarpmakla kalmamış demir korkuluğu yerinden çıkarmıştı. Birkaç saniyede kamyonun önüne nasıl kendimi attığımı hatırlamıyorum. Şoföre bağırmış da olabilirim, ne yapıyorsun diye.

Ama şoför durur mu? Aracı hareket ettirdi, ben hızlıca aracın önüne geçtim, o da mecburen durdu. Yol aşağı doğru meyilli, rampaydı. Ondan sonrası hayal gibi. Adam ben önündeyken aracı tekrar hareket ettirdi, yani beni ezmeye çalıştı. Hızlıca düşündüm, yapacak fazla seçeneğim yoktu. Ya bir kaleci edasıyla yana kendimi atacak ya da ezilecektim.

Fakat ben ne yaptım, ayağımda terliklerle kaputun üstüne çıktım, çıkmasam ezilecektim. Şoför o kadar korkmuştu ki, ne bilsin aksiyon filmlerindeki gibi hareket halindeki kamyona bir adam terlikle çıkacak. Ben yavaş yavaş şoför kabinine ilerliyordum. Olayın yaşattığı heyecan ve adrenalinle bağırdım, şoför de aracı durdurdu.

Annem ve babam da gürültünün etkisiyle evden çıkmıştı. Onlar da hasar var diye arabanın önüne geçip durumu anlatmaya çalışıyorlardı. Bir taraftan da beni aşağıya indirmeye çalışıyorlar, bir taraftan şoföre hasarı ödemesi gerektiğini söylüyorlardı. Bir ara annemin o kısacık boyu ile kaputa tırmanmaya çalıştığını görünce, Türk Filmlerindeki Adile Naşit’i anımsadım. Masum kamyon şoförüne saldırı yapan çılgın aile film karesi gözümün önüne geldi.

Aslında arabada rehin kalmıştım, inmek istiyordum ama adam kaçmaya çalışıyordu. O kaçıyor, arabada beni de kaçırıyordu. Sonrasında olaylar şaka gibi gelişti. Kamera şakası gibi mahalleli bir anda birikti, hani şu işi organize yapalım deseniz senkronize olamazsınız. 30-40 kişi birden toplandı, in oradan, yapma, adamı tanıyoruz, iyi bir insandır.

Yine inmek istiyorum ama kalabalık toplanmış aslında bir konuşma yapmak daha iyi olurdu diye düşündüm.

-“Romalılar, sevgili halkım, ne iyi ettiniz toplandınız, bu masum şoföre eziyet ettiğim için kusura bakmayın der, oradan da bir tirada bağlayabilirdim.”

Bir de itibarlı bir işim vardı, onları düşünemiyorum. İş arkadaşlarım, boş vakitlerinde Tom Cruise gibi kamyon üstlerinde vakit geçiren bir çalışanları olduğunu bilseler, ne yaparlardı. Tom Cruise bu arada aksiyon sahnelerinde dublör kullanmıyor diye de duymuştum.

Neyse elbette en sonunda aşağıya indim, kalabalık biz hallederiz, şoförü tanıyoruz, zararı karşılar dedi ve sakinleştim.

Yani siz, siz olun kamyon üstlerine falan çıkmayın, hem sizi ezmeye çalışırlar, hem de haklılığınızı anlatmak isterken haksız duruma düşerseniz. Bu arada şoförün sarhoş olduğunu sonradan öğrendim. Mahalleli kusuru binaya çıkarmıştı bu arada, zaten gitmişler yola bina yapmışlar. (Yani kusur binadaydı ve ona izin veren belediyede, suçlu bulunmuştu.)

Aradan geçen zamanda şoför elbette pencereyi verdiği zararı karşılamadı. Toplanan kalabalıktan bir kişi de destek olmadığı gibi, adaletsiz davrandılar.  Ama yine de kamyon üstünde, ayağımda terliklerle adamın gözündeki korkuyu düşündükçe utanasım değil de gülesim geliyor. Yine ıhlamur ağacının yanından geçiyor, kendimi Yeniköy sahiline atıyorum varsın deniz otobüsü kaçsın.

Bu kokuları çekmektense,  ıhlamur ağacı senin kokun yeter!

ŞGS

 
Yorum yapın

Yazan: 14 Haziran 2021 in ŞAFAK SARIKAYA ANILAR

 

Etiketler: , , , , , , , , ,

Bir Tavuk Hikayesi

21.04.2021-Şafak Gündüz SARIKAYA

Evet, bu bir tavuk hikayesi. Oturduğumuz evin üçüncü katının inşaatı bitmiş, camları takılmamış, henüz oturmamıştık. Babam pencereleri ağlarla kaplamıştı. Tam ortaya da oynamak için bir masa tenisi kurmuştu. Ağ,  masa tenisi oynarken topun kaçmasını engellemek içindi. Ben genelde kardeşlerime yenilirdim. Sokaktan geçenler topun masadaki sesini duyup gayriihtiyari yukarı bakarlardı. Ama ilginç olan sadece bu değildi. O masadan önce yine aynı katta tel örgü ile ayrılan köşede,  taze yumurta için babamın baktığı birkaç tavuk vardı. Zeminden yukarıda tam üçüncü katta düşünebiliyor musunuz? Babamın böyle değişik uğraşıları olurdu. Elektronik cihaz parçaları ile yeni icatlar yapmak gibi.

Gelelim tavuklara. Civciv olmalarından büyümelerine kadarki süreci izlemek ayrı bir keyifti. Küçük horozların birbirleri ile anlaşamamalarını gördükçe horozlanmak deyiminin ne kadar doğru olduğu net görülüyordu. Zamanla tavuklar ve hatta horozlar büyüyor, alan onlara küçük gelmeye başlıyordu.

Bir gün tavuklardan biri, ağın kenarından bir açık bulup sanki kanatlanmışçasına kaçtı. Kuruçeşme Sokağı’nın arka bahçelerinde tavuk arama faaliyetimizi bugün bile unutamam.

Annem:

“koş tavuğu yakala “deyince

“yahu nasıl yapacağım” demiştim içimden.

Diğer taraftan bir Cyborg ya da yapay zeka ürünü bir robot gibi,

“evet bugün görevin tavuk yakalamak, görev anlaşıldı, yerine getirilecek, hedef İlyas Amca’nın bahçesinde, bugün görevin Jim, kaçan tavuğu yakalamak” gibi cümleleri de tekrar ediyordum. Annem:

“yakala oğlum tavuğu, bu beceriksiz ya”sözleri arasında zavallı tavukçağız, Kuruçeşme Sokağı gezintisine başladı.

Önde tavuk arkada ben, benim  arkamda annem, mancarlar arasında o bahçe senin bu bahçe senin fellik fellik  tavuk arıyorduk. Tavuk hızını alamayıp diğer bahçeye geçmişti bile. (Tavşan kaç tazı tut misali)

 Cyborg görevini yerine getirme sorumluluğunda hedefine hızla ilerliyordu. Bahçelerde tavuk ararken,

 “a bahçeye giren kim, hırsız mı o”, sözlerine muhatap olunca durumu da izah etmek güçtü. Neyse “tavuk kaçtı da yakalamaya çalışıyorum”

“ Niye kaçırıyorsunuz tavuğunuzu, sahip çıkın tavuğunuzu, bak ezdin mancarları”

“ yok teyze ezmiyorum, dikkat ediyorum, annem de arkadan geliyor zaten.”

(Bir de o tavuğun üçüncü katta bakıldığını bilseydiniz boş ver Cyborg, görevini tamamla)  Sanıyorum üçüncü bahçede tavuğu köşeye sıkıştırdım ve bir kaleci planjonuyla yakaladım ve tavukcağız ise çok korkmuştu.

Bir yandan da düşünüyordum. Kimsenin tavuğuna kışt dememiştim, kendi tavuğumuza ise çok eziyet çektirmiştim. Anneme götürüp tavuğu teslim ettim. Görev tamamdı.

Gerçi oradaki tavuklar yerinde yine rahat durmayacaktı. Komşu da kaçan tavuğumuzun yerine kendi tavuğunu tanımamış, alın bu tavuk sizin bu diyerek bize vermez mi?  Tavuklar karışmıştı ama bize yanlış tavuk gelmiş, bu bizim tavuk değil desek te, komşu kabul etmemişti. Bizim tavuk tekrar yerine geliyor, onların tavuğu da tekrar evine dönüyordu. Sonunda tavukların ve bizim dediğimiz oldu. Babam bu alemden göçse de konuşulacak çok anı biriktirmiştik. çoğu da Aziz Nesin hikayelerine benziyordu.

Yani işin özeti hayvan besleyecekseniz, bahçeli bir alanda besleyin, ona ya da onlara uygun bir alanınız olsun, maazallah kaçabilir.

Sağlıcakla kalın!

ŞGS

 
 

Etiketler: , , , , ,

SİYAH BEYAZ BİR FOTOĞRAF

19.04.2021- Şafak Gündüz SARIKAYA

Siyah beyaz bir fotoğraf, Eduardo’nun elindeydi.

Fotoğrafta bir kadın, kucağında küçük bir kız gülümsüyor. Yanında tedirgin, sakallı bir adam.

Kadın muhasebeci, adam mühendisti.

Onlarla hiç karşılaşmamış, hiç görüşmemişti.

Ama bu aileye sempati duyuyor ve bu fotoğrafı ne zaman görse gülümsüyordu.

Trinidad çoğu ormanla kaplı bir adaydı, Eduardo evine yürürken kahve kokusu buram buram burnuna geliyordu.

Eve geçince hemen Red Kit, Texas, Tommiksleri okumaya başladı. Bu çizgi romanlar o kirli sakallı mühendis adamındı. İlginç olan, bu çizgi romanları okuyan adamın aslında göründüğü gibi olmadığıydı.

Bu kitapları okuyorsa çocuksu bir ruhu olmalıydı. Eduardo çocuk hali ile bunu anlayabiliyordu. Ama mühendis çok eleştiriliyordu özellikle karısı tarafından. Sigara ve içki yüzünden karısı çok kızıyordu ama cezayı da çizgi romanlar çekiyordu.

Bu cezalı çizgi romanları ise Eduardo okuyordu. Yaşlı Roberto Amcası, özellikle Red Kit’i okumayı çok severdi. Yaşlı adam Red Kit’e, Dalton Kardeşlere ve özellikle hile yapan kumarbazlara uygulanan katran tüy uygulamasına bayılıyordu. Yaşlı adam ve küçük çocuk saatlerce gülüyorlardı. Ne zaman karısı kocasına kızsa, hırsını kitaplardan alıyor, onları toplayıp kapının önüne koyuyordu. Eduardo’nun annesi bu çizgi romanları oğluna getiriyordu. Annesi  ve kadın aynı muhasebecide beraber çalışıyorlardı.

“Eduardo” , dedi amcası. “İnsanları görünüşleri ile yargılamamak lazım. Bu içki sigara müptelası adam, eşi beğenmese de bana göre iyi bir insan.” Eduardo, döndü ve gülümsedi amcasına, destekler gibi seslendi, “Bence de, amca. ”

Eduardo da, amcası gibi en fazla Red Kit’i seviyordu, Rin Tin Tin, Daltonlar, Dül Dül en sevdiği karakterlerdi. Aslında annesi getirmeden önce bu tarz kitapları çok az okurdu, bunları bir misyonmuş ve cezalı bir adamın cezasını yerine getiriyormuş gibi hissediyordu, böylelikle ruhu da hafifliyordu, vicdanı da rahatlıyordu bir nev’i.

Roberto Amca, “getir şu fotoğrafı bakayım” , dedi. Yavaş yavaş konuşuyordu:

Siyah beyaz fotoğraf.

Bir kadın, bir adam ve bir kız çocuğu.

Dağılan bir yuva. Alkolik bir adam.

Ne gördüm ne de karşılaştım onunla, ne Trinidad’da ne de Tobago’da.

Çiçekleri, ağaçları, hayvanları seviyormuş, bence o iyi bir insan.

Eduardo aradan geçen onca yıla rağmen garajlarındaki bu tozlu çizgi romanları görünce gülümsedi. Artık Roberto Amca da yoktu, çizgi romanlar tozlanmış, hatta örümcek ağları kaplıydı.

Sonra birden o siyah beyaz fotoğraf dikkatini çekti. Orada duruyordu. Karışık duygular içindeydi.

Mühendisi ve amcasını saygıyla andı.

Hafifçe tebessüm etti.

ŞGS

 
 

Etiketler: , , ,

AZOR ADALARI VE KOCA YUSUF

27.01.2021- Şafak SARIKAYA

Bu yazıyı Koca Yusuf’un hazin ölümü üzerine yazmak istedim. Tarihler 21 Mayıs 1898’i gösterdiğinde, yoğun bir sis vardı ve gemi kaptanı ezbere bir güzergâh takip ediyordu. Azor Adaları yakınlarında Koca Yusuf’un içinde bulunduğu gemi büyük bir hız ve gürültü ile Fransız bandıralı Cromartyshire adlı şileple çarpıştı. Bu kazada tam 670 yolcu boğuldu, 41 yolcu kurtuldu. Boğulanlardan biri de Koca Yusuf’tu…

Ancak, gemi personelinden ölen hiç kimse olmadı. Şu an efsanevi Türk güreşçi Yusuf İsmail’in (Koca Yusuf) naaşının Portekiz Azor Adaları’nda bir kilisede olduğu iddia edildi. İddiaların ardından bir komisyon kurularak cenazenin teşhis edilerek Türkiye’ye getirileceği belirtilmişti. Koca Yusuf’u kendi köylüleri de unutmadı. Bulgarların işine gelmese de; efsane pehlivana bir anıt mezar yaptırdı. Köylüler, bu anıtı çevreleyen demirlerin içine de Koca Yusuf’un idman yaptığı 450 kiloluk taşı yerleştirdiler.

Koca Yusuf, mindere çıkan ve grekoromen güreşi yapan ilk Türk pehlivanı olduğu sanılmaktadır. Bugün Bulgaristan sınırlarında yer alan Şumnu Kasabası’nın Karalar Köyü’nde dünyaya geldi, 1885 yılında Kırkpınar başpehlivanı olmuş; 1894 yılından itibaren Avrupa ve ABD’de devrin en ünlü güreşçileri ile güreşmiştir.

138 kilo sıkletindeki sporcu, 1.88 metre boyundaydı. Kırkpınar tarihinde 26 yıl boyunca üst üste başpehlivanlığı elinde bulunduran ve Sultan Abdülaziz’in başpehlivanı olan Kel Aliço ile 1885 yılında güreşti. Sabah başlayan mücadele akşam sona erdi. Kel Aliço mücadele sırasında güreşi bırakmış ve kendi elleriyle ülkenin başpehlivanlığı unvanını Koca Yusuf’a devretmiştir.

Serbest güreşin efsanevi isimlerinden olan Yusuf, iri gövdesi, güreş becerisi, gücü ve sporcu ahlakı ile “Koca” lakabını almıştır. Önceleri doğduğu köyden ötürü “Karalarlı Yusuf”, sonra “Şumnulu Yusuf” olarak anılmış, 1896’dan itibaren çırağı “Erikli Mehmet”e “Küçük Yusuf” denilmeye başlanınca kendisine “Büyük Yusuf” denilmişti.

Dünyada “Terrible Turk” (Korkunç Türk) olarak tanındı. Kendisinden sonra başka Türk güreşçiler de bu unvanı kullandılar. Bir Amerikalı güreş yorumcusu, onu şöyle tanımlıyordu kendi makalesinde : “Eğer Koca Yusuf, Okyanus’un derinliklerinde yatıyorsa, kesinlikle yüzükoyun yatıyordur.” Koca Yusuf, duruşu, mertliği, güreşteki acı kuvveti ve ustalığı ve tabii ki, genç denecek yaşta Okyanus’ta boğulması ile her zaman ilgi odağı olmuştur.

Koca Yusuf’un içinde olduğu La Bourgogne isimli transatlantiğin batmasından tam 14 yıl sonra Titanic te Kuzey Atlantik’te batacaktır. Bu yazı ile Koca Yusuf’u anmak istedim. Ölümü ilgili çeşitli iddialar var, fazla detaya girmedim. Azor Adaları yerine Kanada açıklarında (Yeni İskoçya) geminin batmış olduğu da söylenmekte.

Kırkpınar’da güreşen bütün efsane pehlivanların bir mezarı, bir mezar taşı var ancak bir tek mezarı olmayan sanıyorum Koca Yusuf’tur.Toprağı bol olsun!

1-https://tr.wikipedia.org/wiki/Azorlar

2-http://www.tariharsivi.org/…/eger-koca-yusuf-okyanusun…

ŞGS

 
 

Etiketler: ,