Dikmen ilçe ve köylerinde yaptığım çalışmaları arşivlemiş olsam da, yöre insanının kültüre sahip çıkmasına ihtiyacımız var. Her emekli gibi, sohbet muhabbet, gezme, okey yerine yılarca kaybolan kültürlerimizin ardına düştüm. Araştırmalarım sayesinde de, yöre insanını tanıma şansına sahip oldum.
Dikmen yöresi kadınlarımız, yün kilimlerini düz çizgili dokumuşlar; ama elbise ve bel kuşaklarına çok güzel el nakışı motif ler işlemişlerdir. Bu işlemelerin tek, tek isimleri vardır. Resmi kurumlarla işbirliği çalışması için çok zaman harcadığımı takip edenler bilirler. İşkur Müdürü Lokman Ceylan’ı, kaybolan kültüre hassasiyetimle o kadar çok rahatsız ettim ki Dikmen’de bu nakışlar yaşasın diye kurs açıldı. Kursun açılması ile ilgili ısrarım, sandıklarda gizli saklı tavan aralarında atıl durumda olan bu ürünlerin toplanması, fotoğraflanması, özelliklerinin kayda geçirilmesiydi.
2012 yılı BİLKE-İŞKUR- DİKMEN HEM işbirliğinde açılan DİKMEN kaybolmaya yüz yutan el sanatları kursundan:
Dikmen Göllü Köyünde köy müzesi açıldığını sosyal medyadan gördüm ve çok sevindim. Aynı yerde kadın el sanatları bölümünün olmasını da isterim. Dikmenliler, ninelerinin renklerle ve desenlerle nasıl dost olduğunu bilmeliler ve gelecek kuşaklara kendilerine has el sanatları hafızasını oluşturmalılar. Bu müzenin açılmasına vesile olan Köy muhtarı ve Alaaddin DOLMA’ya örnek çalışmaları için teşekkür ediyor, tüm özverili çalışmalarında başarılar diliyorum. Yörenin internet fenomeni genci Hilmi İNCE’ye de müzenin tanıtımını yaptığı için kültüre katkısından ötürü teşekkür ediyorum. Hepiniz var olun, sağ olun emekleriniz çok değerli.
Yıllardır Kültür Müdürü, Halk Eğitimi Müdürleri, Valilik, Kuzka, İl Proje Ofisi ile çok görüşmelerim olmuştur. Bu hafta, başladığım ve sonuca ulaşmasını istediğim Dikmen kaybolan el sanatları ve Tilkilik köy kültür evi ile ilgili yine vali yardımcımız ile görüştüm. Çalışmalarımı zaten önceden beri biliyorlardı, gündemim konu hakkında kurumlar destek olabilir mi başlığıydı.
Mekan açılabilirdi ama orayı bekleyen bir sorumlu olmasında konu düğümlendi. Dikmen için, belediye başkanlığı bu konularda önder olabilir dediler. Yine omuzlarımda koruyamadığımız kültürümüzüm ağırlığı ile valilikten çıktım. Kadınlarımızın koyun güderken elindeki işine, gece tezgah başında yüreğini açıp kilime, dokuma bezine döktüğü duyguları hiç olmazsa görsel olarak saklayabilmeliyiz. Gelecek kuşaklar, yöremizin köyümüzün hafızası kaybolmadı desinler.
Dikmen bölgesinde kadınlarımızın işlediği ve kaybolan el sanatlarından 2012’de fotoğrafladığım görsellerden bazıları:
Sinop turizminin geliştirilmesi amaçlı o kadar çok toplantıya katıldım ki. Yıllar geçti. Tavsiyeler, olasılıklar, çeşitli alanlara aralanan kapılar derken bir bakıyorum ki bu güne gelmişiz. Medresede satışa sunulan ürünler arasında Sinop ili dışından ürünler çok. Cezaevi restorasyonu hala devam ediyor. Kaleler heybetiyle sapasağlam “ben hep varım ” diyor. Hamsaroz, Sarıkum, Tatlıca Şelalelerini unutmamak gerek. Diğer köylerimizdeki şelaleler ise resmi makamların dikkatini çekmek için bekliyor.
Ahşap mimari ustalığı ile yapılmış evler, ambarlar, kapı- dolap işlemeleri yok olmadan değerlendirilmeyi bekliyor. Bu konuda akademik araştırma yapan öğretim görevlilerimizi kutluyorum. Restorasyonu gerçekleşmese bile, fotoğraflar ve makalelerle gelecek kuşaklara aktarılabilecek.
Sinop edebiyat turizmi konusunda da çok eksiklerimiz var. Bu konuda yapılan akademik bir çalışmanın ÖNERİLER başlıklı bölümünü paylaşmak istiyorum. Bir gün Sinop turizm alanında marka kent olarak Türkiye ve dünyaya kendini kanıtlayacaktır. Sinop MÖ. Dünya Ticaret Merkeziydi, neden turizm kenti olmasın. Y.SARIKAYA
SİNOP’UN EDEBİYAT TURİZMİ POTANSİYELİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER -Alpay TIRIL- Dr. Öğr. Üyesi, Sinop Üniversitesi Turizm İşletmeciliği ve Otelcilik Yüksekokulu, Rekreasyon Yönetimi Bölümü
Ahmet Muhip Dıranas’ın köyde bulunan ahşap evi, bahçesiyle birlikte aslına uygun olarak restore edilerek şairin adını taşıyan bir anı ve kültür evine dönüştürülmelidir.
• Ahmet Muhip Dıranas’ın Sinop’a dair tüm yazıları mekân ve bellek bağlamında kullanılarak bir kültür gezisi rotası oluşturulmalıdır.
• 1913 sürgünleri toplu olarak ele alınmalı, tarih-yazar-eser-mekân-bellek ekseninde gezi rotaları oluşturulmalıdır
Sinop cezaeviyle en çok özdeşleşen figür olan Sabahattin Ali özel olarak ele alınmalı, ceza evinde yazdığı şiirden bestelenen şarkının ötesine geçilerek Sinop’la ilişkili öyküleri, mektupları ve anıları değerlendirilmelidir.
• Restorasyonu süren cezaevinin edebi miras yönü vurgulanmalıdır.
• Sinop kent merkezinde bir edebiyat müze kütüphanesi kurularak Türk ve dünya edebiyatında Sinop’la ilgili tüm eserler bir araya getirilmelidir.
• Edebiyat, felsefe ile birlikte elle alınarak antik çağa kadar ötelenen bir tarihsel-kültürel süreklilik sağlanmalıdır.
• Edebiyat festivalleri başta olmak üzere edebiyat temalı etkinlikler kurgulanmalı ve kurumsallaştırılmalı, rutin anma toplantıları düzenlenmelidir.
• Sinop’ta bir örneği bulunan “edebiyat temalı otel” kavramı nitelik yönünden güçlendirilmeli ve sayısının artması sağlanmalıdır.
• Ahmet Muhip Dıranas’ın adının, Sinop merkez, Erfelek ve Gerze’de birer sokağa verildiğibilin mektedir. Sinop Üniversitesi Turizm İşletmeciliği ve Otelcilik Yüksekokulu’na bağlı uygulama oteli de şairin adını taşımaktadır. Sabahattin Ali’nin adı ise cezaevinin yanındaki geçişe verilmiştir. Bunun dışında Sinop’la ilgili edebiyatçıların adlarının herhangi bir kamusal mekâna verildiği görülmemiştir. Bu eksiklik ivedilikle giderilmelidir.
• Sinop’ta hiçbir edebiyatçının heykeli bulunmamaktadır. Sadece Diyojen heykelinin bulunduğu Sinop’ta belediye, Sabahattin Ali’nin ve Tarzan Kemal’in heykellerini dikme hazırlığındadır. Sinop’la ilgili edebiyatçıların heykelleri kentin uygun yerlerinden sergilenmelidir.
• Edebiyat turizmi kapsamında yer alabilecek bilgilerle ilgili sürekli tekrarlanan hatalar düzeltilmelidir.
kaynak: Sinop Kültür ve Turizm Sempozyumu / 21-24 Ekim 2021 sayfa521- 522
Ekimin ilk günü, zamanın en büyük ve en küçük dilimleri hep mutluluk dolsun dileğiyle. Sinop’un güzellikleri saymakla bitmez ya, insanları da sonsuz bir derya gibidir. Güler misin, ağlar mısın örneklerimiz o kadar çoktur ki.
Bir gün dolmuşa hastaneden gözü bantlı bir yolcu bindi. Ben oturduğum için gözünü gördüm, ama onun arkasında olanlar adamın gözünün pet ile kapalı olduğunu göremediler. Şoför kapıyı örtecek ” ilerleyin diyor”, gözü bantlı adam düşme korkusu ile koltuğa tutunmuş duruyor. Arkasındaki adam da ” KÖRMÜSÜN BE ADAM” demez mi. Dolmuştakiler birbirimize bakıştık, gülmekten de utandık. Sen baksana adamın gözüne, görmeyen kim acaba dedik.
Sinoplu’nun espritüel, nükteci yapısı vardır. Ceziret ül Uşşaki( aşıklar adası) ismi verilen dönem ve daha öncesinin izlerini taşıyan dönemlerden kalan aşıklık geleneğine, 2010 baskılı kitabımdan örnekler vererek değinmek istiyorum.
bu merdiven yok artık, en üstte ben ve yanımda abim-Sinop Kuruçeşme Sokak
4K -KÖY KENT KÜLTÜR KÖPRÜSÜ PROJESİ – DİKMEN- KADI KÖYÜ-foto: Y.SARIKAYA
Cumhuriyet döneminin ilk nüfus sayımı 1927 tarihinde yapılmıştır. Nüfus tablosunda gördüğümüz gibi Sinop kent nüfusu 13. 440, köy nüfusu ise 157. 184′ tür. Orana vurduğumuzda, köy nüfusunun kent nüfusundan 11 kat daha fazla olduğunu görüyoruz. Sonra aradaki fark yavaş yavaş kapanıyor ve 2021 nüfus sayımına göre kent nüfusu 68, 012, ilçeler ve köylerin nüfusu da toplam 150. 396 olarak kaydediliyor.
Fabrikalaşma kentlere göçü artırınca, 11 kat fazla olan köy nüfusu yavaş yavaş kente kayıyor. Ardından düzensiz yapılaşma ve kültür karmaşası yaşanıyor. Kente göçen o kadar insan, hem kente uyum sağlayamıyor hem de kentli tarafından hor görülüyor. Veri tabanındaki bu gerçeği yok saydığımızda, günün problemlerini aşamıyor, üst üste katlanan sorunlar yumağı içinde çözümsüzlük girdabına yakalanıyoruz.
Tarım ülkesiydik, tahıl ambarıydık. Şimdi, köylerde domuz saldırısından ne buğday ne mısır hiç bir şey yapılamıyor. Sadece evlerin yanında kontrol edilen bahçeler dışında. Ya da tarlasını çelik tellerle çevirip domuzdan koruyup ekip biçebilenler dışında.
Kente göçmeyecek de ne yapacak bu insanlar. Tahsil yapanlar kendini kurtarıyor, tahsil yapamayanlar ise ülkenin düşük maaşlı işçisi olmak zorunda kalıyor. Bir iş, küçük bir maaş, bir ev alabilmek, tek gözlü bir odaya sığınabilmek için kimlere eğiliyor ve nelere mecbur kalıyor bu insanlar.
Matematikte paydalar eşitlenirken, iki değer aynı sayı ile çarpılır. Bu sorunlar karşısında neden paydayı eşitlemek yerine konuyu siyasi malzeme haline getiriyoruz. Köylü kentli, işçi memur, patron çalışan arasındaki paydayı eşitleyen siyasilere ihtiyacımız var. Ne kent saltanatı ne de siyasilerin saltanatı. Ülkemizde misafir değiliz, bu vatanın sahibi olarak bilinçlenmek zorundayız.
Suyu metre ile, ağırlığı litre ile ölçme alışkanlığımız var mı nedir, ölçemiyoruz bir türlü. Ölçü şaşıyor, tartı tartmıyor. Şöyle bir düşünüyorum da, güneş milyarca yıldır hiç ölçüsünü şaşmadan döngüsünü sürdürüyor.
İnsanoğlu, hep üstün varlık olarak övünür de, bu ölçme işini bir türlü beceremez, ne dersiniz. Üniversite sınavında iyi koşullarda yetişen ve özel ders alan öğrenciyi, çobanlık yaparak sınavlara hazırlananla aynı kefeye koyarız. Sınav sorularını çalanla, çalışarak başaranı da. Böylelikle başarıyı ölçmek şöyle dursun, sistemi üst sınıflara fırsat sunmak için kullanırız.
Nedense, yurdumun göz ardı edilen yaşam kesitleri, gazete sütunlarının kıyısında köşesinde kalmış haberlere benzer. Bürokratın, dizi dizi konvoylarla açılışlara katılması her zaman flaş haber olurken, yanlış uygulamalara kurban edilen insan haberleri unutulur.
Siyasi partilerin, varlıklarını korumak için kıran kırana yaptığı yarışlar da aynı. Gereksiz kavgalar, münazara benzeri tartışmalar ülkeye ve halka bir şey kazandırmadığı halde gündemden düşmez. Ana temadan ayrılmak gibi bir alışkanlığımız var. İşin özü, halkın refah düzeyinin artması olmalıydı. Ana öge HALK, ana tema HALKIN RAFAHI olmalıydı, baskın lider siyaseti yerine.
2016 baskılı kitabımdan bir bölüm sunmak istiyorum. Kahramanı babamın anneden kardeşi olan amcam. O çocukluğumuzda evimize geldiğinde hepimiz bayram ederdik. Alnının teri ile kazanılan bir başarı öyküsüdür hayatı. Yıl 1969, evimizin bahçesi, fotoğrafta amcam ve kardeşlerim. En küçük kardeş henüz dünyaya gelmeden önce.
Sinop’un denizini, rüzgarını, güneşinin doğuşunu ve batışını bitimsizce yaşamak özel bir duygudur. Kentin kurulduğu dar boğaz, gece yakamozlar arasında inci bir gerdanlık gibi parlamaktadır. Binlerce yıl süregelen SİN adının gizemine, ay tanıktır gökyüzünde. Bir elim, suyun sinesinde SİNOPE’Yİ duyumsarken, diğer elim bilmem kaçıncı zamanda deniz dalgalarının yaladığı dağların sesini duyar. Bir yanım dağların kızı, bir yanım da Amazon savaşçısıdır.
Gezginliğin en derini, doğanın hafızasında toprakla konuşmak, dağla söyleşmek, su ile fısıldaşmaktır. Adada iyodu, yaylada çayır ve çimen kokusunu içine çekmektir.
Aklım ve duygularımın bilişsel gezintisinde, doğa hafızasının gizemini deşifre ediyor; yazılarımı de geleceğin kumaşına dokuyorum.
Yüz yıllar öncesinde, belgelerde nüfus yerleşiminin olmadığı zamanda, HASANYERİ adını taşıyan bir yer vardı. Bu gün de aynı adı taşıdığını öğrendiğimde, doğanın hafızasının gücünü duydum içimde. İnsanımızın, ad konusundaki hassasiyetini de. Muhtarı aradım, yaşlılarla görüştüm, bilgileri karşılaştırdım. Evet, isim aynıydı yöre insanı, benim kadar etkilendi mi bilmiyorum ama kalıcı olması için kitaplaştırdım. Okur severlere saygılarımla…
İşte bu şelale, kervanları kendisine çeken, nüfus yerleşimi olmadan kervanlara konak yeri olan.
Öğretmen Okulu öğrencisiydim, Psikoloji dersinde işlediğimiz Pavlov’un “şartlı refleks” deneyi ilgimi çekerdi. Pavlov, köpeklere et verirken zil çalmış ve bu deneyi sürekli tekrarlamış. Sonra zili çalmış ama et vermemiş, köpekler de et gelecek zannettiklerinden salyaları akmaya başlamış.
Reklam filmlerini izlerken, siz de benim gibi bu deneyle ilişkilendirir misiniz bilmiyorum. Katkı maddeleriyle allanan pullanan gıda ürünleri, reklamasyonla ağız sulandırır. Sonra da toplumu bağımlı hale getirir. Hele çocuklar, bu kandırmacanın içinde, kendi olmayı keşfedemeden büyürler. Sürdürülebilir kazanç kapısı oluşur, gdo’lu ürünlerin de istekli tüketicileri hazırdır.
Kralın çıplak olduğunu bile bile KRAL ÇIPLAK diyemeyen toplum ve KRAL ÇIPLAK diyen küçük çocuk, ne güzel bir derstir. Pavlov’un zil sesi etkisi gibidir korku ile oluşturulan dayatmalar. Toplumun normlarını oluşturur ve toplum da kabulleniverir. Sorgulamaz, araştırmaz ve boyun büker.
Ne isterdim biliyor musunuz? Öğrenilmiş çaresizlik, yerini öğrenilmiş uygarlığa bırakabilseydi. Filmi tersine çevirseydik de, zil sesi iyiliğin, doğruluğun anonsunu özümüze işleseydi. Kötülüğün hızla büyüdüğünü göreceğimize, iyiliğin hızla büyüdüğünü ve yayıldığını görebilseydik. Y.SARIKAYA
Sinop, tarihin her döneminde önemli insanların yetiştiği bir kenttir. Nasıl sevmem bu kenti, çocukluğumun sınırsız hayalleridir Sinop. Zeytinlikte semaya uçmak sanılı koşmalarım, Rum çocuklarından kalma SAAT KAÇ oyunu oynadığım mahallem, bahar bayramında komşularla zeytinlikte top oynarken kolumu bacağımı, çokça da ayak bileğimi burktuğum Sinop’um.
Boztepe adı, birçok ilde vardır biliriz ama bizim Sinop öyle mi? İki burun, birbirinden uzaklaşarak süzülür Karadeniz’in içine, içine ve de hava atarlar birbirlerine. Gece, önü ardı denizle sarılan boğazın en dar kıstağında; inci gerdanlık gibi parlayan başka bir şehir var mıdır? Bu doğada yaşamak, her yönden esen rüzgarı içine çekmek, kısacası Sinoplu olmak bir ayrıcalıktır.
Bağımsız koloni dönemlerinden bu güne dek süregelen SİNOPLU özelliği, kentin coğrafyası ile beslendiğini her dem yansıtır. Eşsiz doğası, zengin tarihi ile ilimizin turizm potansiyeli çok yüksektir. Doğru değerlendirilmelidir ve zenginliklerini dünyaya duyurmalıdır.
Ölümsüzlük iksiri ve Sinop ne alaka der misiniz bilmiyorum ama geçmişin verilerini ilişkilendirelim mi ne dersiniz? M.Ö 132-63 yıllarında Sinop’ta yaşamış olan, BÜYÜK MİTHRİDATES diye de anılan Pontus Kralı, M.Ö 120-63 yıllarında hüküm sürmüştür. Arsenik deyince, çoğumuzun aklına mutlaka Mithridates gelecektir. VI. Mithritdates ömrü boyunca geliştirdiği ve adını verdiği zehre karşı bağışıklık kazanma yöntemi olan Misriditüzmin ustasıdır.
Mesir macunu ve MİSRİDİTÜZM konusuna yer veren Tıp Tarihi Kitabı 148. sayfadan bir bölümü paylaşıyorum:
“Mesir macununun geçmişi 2000 yıl öncesine dayanır. Pontus kralı VI.Mithridates’in [M.Ö. 132-63] zehirlenmekten korunmak amacıyla hazırladığı terkip, daha sonra Roma’da Neron [37-68] zamanında, Andromaque tarafından thériaque adıyla geliştirilmiş ve popüler olmuştur. Başta zehirlenmelere karşı kullanılan bu terkip, daha sonra her derde deva bir ilaç durumuna gelmiştir. (TIP TARİHİ- PROF. DR ALİ HAYDAR BAYATs,148)”
Sinoplu Ömer Şifai Dede’nin 18. Yüzyılda yazdığı kitaplar da aynı konularla ilgilidir.
“Ömer Şifaî, XVIII. yüzyılda Sinop’ta doğmuş bir hekimdir. Çocuk yaşta yetim kaldıktan sonra Sinop’u terk ederek Kahire, Konya ve başka pek çok yer gezmiştir. 1746 yılında vefat etmiştir. Değersiz metallerden altın yapılabileceğinin ve ölümsüz yaşam sağlayan el-iksir elde edilebileceğinin ipuçlarını verir. Simyaya olan inançlarını da, altın ve el-eksirin elde edilebilmesi için en önemli koşulun, bu işlere niyetlenen birinin, öncelikle ruhu ve bedeninde ulaşılabilecek en üst düzeyde arınma ve olgunlaşmaya ulaşması gerektiğini ifade ederek ortaya koyar.(Ayten Koç,18. yüzyılda Osmanlılarda İatrokimya çalışmaları(Avrupa ile Mukayeseli ve Ömer Şifaî’ninÇalışmaları Esas Alınarak),Yüksek Lisans Tezi(Ankara Üniversitesi-basılmamış), Ankara199, s.71.)”
Sinop’ta arsenik bulgusunu paylaşıyorum:
“2010 yılında Durağan (Sinop)ilçesinin 6 km doğusunda yer alan Çayağzı köyü güneyinde izlenen arsenik mineralizasyonu incelenmiş ve aynı yıl MTA adına ruhsatlandırılmıştır. Doğal Kaynaklar ve Ekonomi Bülteni (2018) 26: 41-43”
TIP TARİHİ 148. SAYFA TAMAMI:
MİTHRİDATES’TEN MESİR MACUNUNA
Mesir macununun geçmişi 2000 yıl öncesine dayanır. Pontus kralı VI. Mithridates’in [M.Ö. 132-63] zehirlenmekten korunmak amacıyla hazırladığı terkip, daha sonra Roma’da Neron [37-68] zamanında, Andromaque tarafından thériaque adıyla geliştirilmiş ve popüler olmuştur. Başta zehirlenmelere karşı
kullanılan bu terkip, daha sonra her derde deva bir ilaç durumuna gelmiştir.
İslam dünyasında, 750-950 yılları arasında, Antik Yunan dünyasının bütün eserleri Arapça’ya tercüme edilmiştir. Bu tercümelerde, Arapça karşılıkları olmayan bazı Yunanca kelimeler, okunuşları Arapça’ya uydurularak, tahrif edilerek kullanılmıştır. Mitridates’in terkibi de tıbbi eserlere Misridates/misiridates/misroditus/misrûditûs/misriditus olarak girmiştir. Bunun en açık delili, Huneyn bin
İshâk’ın, Hippokrates ile Galenus arasındaki hekimleri sayarken Mithridates’ten “misriditûs sâhibü’l-akâkîr” (bitki kaynaklı ilaç yapıcısı, eczacı) olarak bahsetmesidir. İslam hekimleri, mesela Taberî, Mecûsî, İbn Hubel ve Antakî de ufak değişikliklerle terkipten aynı isimle bahsetmişlerdir. Bazı eserlerde mejdikos/
mısr-ı taytis olarak da yazılmıştır.
Klasik Osmanlı tıbbının temel kaynakları, başta İbn Sînâ olmak üzere İslam hekimlerinin yazdığı eserlerdir. Misrûditûs, Hacı Paşa’dan itibaren İbn Şerîf, Kahvecizâde, Sâlih bin Nasrullah gibi birçok Osmanlı tıp yazarının kitaplarında yeralmıştır. Ayrıca, İmâmeddîn Ebi Abdullah Muhammed ibnü’l-Abbâs’ın [ö.
1287] Kitâbu’l-Misrûditûs adlı müstakil bir eseri vardır.
Antikiteden gelen ve İslam medeniyetinin geliştirdiği hekimliğin zirvesinde olan İbn Sînâ’nın en muhteşem tıbbi eseri el-Kânûn-ı fi’t-Tıb, Yunan tıbbının tamamını sistematik olarak ihtiva etmektedir. Onun muhtelif tıbbi eserlerinde, bilhassa Kânûn’unda misrûditûs’un tarihçesi, terkibi ve kullanıldığı hastalıklar
detaylı olarak verilmiştir. Kânûn’daki ilgili bölümü aynen aktarıyoruz:
“el-Misrûditûs: Misrûditûs’un icat ettiği bir macundur. İsmi de kendi adıyla anılır. Misrûditûs özellikle zehirlenmeler konusunda faydası denenmiş bir ilaç olup başka hastalıklarda da kullanılırdı. Daha sonra Andromah, yılan eti ve diğer bazı nesneler katarak veya eksilterek tiryak adını verdi. Andromah’ın ilacı yalnız yılan zehrine karşı Misrûditûs’tan daha etkilidir.
Neden köy kültürleri çalışması yapıyorsun, bırak şu köyleri diyen çok arkadaşım oldu. Popüler kültür, zengin görsel medya, sanal göz boyamalarla toplumu etkisi altına almışken, kendimi bu çalışmalara devam etmek zorunda hissediyorum. Doğanın belleğinde saklı olan izler, toplum bilincini etkileyen kültürler, insanlık için ne kadar önemli. Bu gün anlamayan, anlamamakta ısrar edenler olsa da, özü KENDİNİ BİLMEK erdemi olan çalışmalarım devam edecek. 2006 baskılı MEMLEKETİM TİLKİLİK kitabımda beşikte SİNOP’A yolculuğumu yorumladım. İyi okumalar…
1956 yılı Ekim ayıydı, Kezban gelin beşiği sırtında Tirkilik köyünden Gerze’ye yürüyordu. 7- 8 saat sürecek olan bu yolculukta, babası Molla Hasan’ın Mehmet de ona eşlik ediyordu. 8 aylık kızı Ayşe beşikte, 4 yaşındaki oğlu Mehmet de yanında idi. Mehmet, dedesinin diktiği çarıkları ayağına giymiş, küçük adımlarla onları takip ediyordu. Kezban gelin, annesinin dokuduğu 3 yün kilimi, bir gelinlik yorganı ve birkaç parça eşyasını eşeğe yüklemişti. Ablasının kocası Mehmet UYSAL, yükü Gerze’ye bırakıp sonra eşekle beraber tekrar köye dönecekti.
Kezban gelin, sabahın erken saatlerinde umuda yelken açmış, kaderine yürüyordu. Dere tepe geçti, zor yollardan Gerze’ye ulaştı. Akşam olmak üzereydi. Otobüsler Sinop’a sabah saatlerinde gittiğinden, akşam Gerze’de kalmak zorundaydı. Çocukluk arkadaşı Cılız’ın Emine Gerze’de evliydi. Onu buldular. 13 Şubat günü çıkan Gerze yangınında evleri yanmıştı. Yangından sonra 8 ay geçmişti ama hala çadırda kalıyorlardı. Kezban, o gece çocukları ile yangın çadırında misafir oldu.
Ertesi günü Sinop otobüsüne bindiler. Eşi Cafer Sinop’ta işe girmiş ve onları yanına çağırmıştı. Kezban gelin Sinop garajında indi, çocuklarını ve yüklerini toparladı. Cafer, Sinop’a geldiklerinde at arabacısı Ömer’i bulun diye köye haber göndermişti. Babası da hemen at arabacısı Ömer’i sordu ve buldu. Sonra yüklerini yerleştirip kendileri de at arabasına oturdular. Arabacı Ömer, onları adada Cafer’in verdiği adrese götürdü.
Beşikteki Ayşe, bu yolculukta olan bitenden habersizdi. Yaşadığı o günleri hafızasında Sinop’a taşımıştı. Ayşe, Sinop’ta büyüdü, okudu ve öğretmen oldu. Doğduğu toprakların kokusunu, beşikteki yolculuğu unutmadı. Annesinin yanık türküleri onun vefa duygusunu besledi. Ve bu kitaba vesile oldu…
Sinoplu olup da Mamalika ya da kaşık kesmesi adını verdiğimiz yemek türünü bilmemek mümkün değil. Ne zengin bir coğrafyada yaşıyoruz. Sinop otlarından yapılan sac böreği çeşitlerini, yoğurtlu ve kavurma otlarımızı, yine bu otlardan yapılan tepsi ve çiğ börekleri değerlendiremedik. Her biri zengin soğuk ve sıcak meze, ara sıcak, ana yemek olabilecek özellik taşıdığı halde.
Sinop rüzgarı eser kuzeyden güneyden
Eksik kalmaz doğudan ve batıdan
Bir serin, bir sıcak, bazen de alabora
Rüzgarın mesti olmuşuz hepimiz
Esinti sersemliğinde.
Değerlendirilir bir gün diyelim ve gelelim mi kaşık kesmesine. Yazıyı yazmama sebep olan aşağıdaki 1893 yılı fotoğrafı. Alman gezgin Flottwell TİLKİLİK köyünde araştırma yaparken çekmiş. Flottwell gezgin ama, bu fotoğraftakiler de gezginliğin kitabını yazmışlar desem inanın kelime tam da anlamını bulacak. Kim bilir belki de içlerinde büyük büyük dedem vardır. Kostüm, yemek kapları, oturuş, duruş 120 yıl öncesi TİLKİLİK halk kültürü hakkında çok şey anlatıyor.
Fotonun sol kenarında bir kadın oturuyor. Hep derim ki, bizim kadınımız erkeğimiz misafirperverdir. Kadın, erkek birlikte iş yaparlar, kadın her alanda erkeğinin yanındadır. İşte fotoda yabancı araştırmacıların içinde köyün kadını ve erkeğini bir arada otururken görüyoruz. Foto için Sayın Bünyamin KIVRAK’A vesile olan Sayın Ahmet KÜÇÜKBAŞ’A teşekkür ediyorum.
İşte bu köyde kaşık kesmesinin adı, beni sözcüğün hafızası içine öyle bir sürükledi ki, zamanda geçirdiği evreler gözümün önümde açılıverdi. Ve doğru, bir çok doğru ile desteklendi.
2010 baskılı BİR İNCİ MEMLEKETİM kitabımın KÖLAMUR bölümünü bu foto eşliğinde paylaşmak istedim: