Eski zamanlarda askerlik vakti gelen delikanlının biri askere çağrılır. Yeni evlendiği eşine yalnız kaldığında şöyle der.
” Eve gönderdiğim her mektubun sonuna üç tane nokta koyacağım. Üç tane nokta… O üç nokta senin içindir. Anladın değil mi?”
Uzun askerlik yıllarında eve gönderdiği her mektubunun sonuna o üç noktayı koyar delikanlı. Mektup eve gelince önce delikanlının anası tarafından kucaklanır. Sonra delikanlının babası, dedesi, nenesi, amcası, teyzesi, derken konu komşu da dahil olur bu mutluluğa ve hepsi doluşuverirler heyecanla tek göz odaya. Evin okumayı bilen en küçüğünün eline tutuşturulur mektup ve okutulur.
Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öpüldüğü, komşular, teyzeler, amcalar ve tüm tanıdıkların hâl ve hatırlarının sual edildiği, sağlık ve sıhhat temennisiyle devam eden mektup, selam ile son bulur. Ve sonunda kimsenin dikkat etmediği o üç nokta olur. Bitti diye elden bırakılan mektubu delikanlının eşi alır ve son satırındaki o üç noktayı arar, bulur ve okur!
Herkesin bitirdiği yerde başlar onun satırları. Görünmez bir kalemle yazılmıştır sanki, dakikalarca bakar bakar, hem okur hem ağlar. Mektubu üzerine damlayan gözyaşları ile yıkar. Gelen her mektubun son satırında hep olur o üç nokta. Heyecanla ve sabırsızlıkla yeni gelecek bir sonraki mektubu bekler kadın. Aradan çok çok uzun zaman geçer ve toruna torbaya karışır, iki yaşlı çift olurlar.
Bir gün evin en kıymetli eşyalarının saklandığı bir kutudan afacan torunları tarafından ortaya saçılır sararmış mektuplar. Çocukları babalarının askerlik mektuplarını görünce hemen alır ve heyecanla okurlar. Anneleriyle babalarının askerlik döneminde evli olduğunu bilen çocuklar merakla sorar babalarına, yazdığı mektuplarda neden annelerinin halini hatırını sorup ona selam göndermediğini. Adam cevap verir.
“Ben ona harfler değil, yüreğimi gönderdim o okudu!”
Kadın devam eder.
“Kim demiş o mektupta bana ithafta bulunulmamış diye. O mektupta en güzel cümleler, en güzel şiirler bana yazıldı!”
Yıl 2021… İletişim aletleri zenginleşti, iletişim fakirleşti. En güzel cümleler bile artık samimiyetsizleşti. Ne kimse kimsenin anlatmak istediğini anlıyor, ne de kimse kimseye kendini anlatabiliyor. Uzun yollara çıkan insanlar yarı yolda iniyor. Çoğu insan bakıyor görmüyor, dinliyor duymuyor…
Yani şu üç noktada anlatılanları artık hiçbir cümle vermiyor. Üç nokta bazen aşktır, bazen pişmanlıktır… Bazen çok büyük bir haykırıştır. Söyleyemediklerin, anlatamadıklarındır. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı andır. Yalnızca ve yalnızca okuyanın anladığı kadardır.
Yürekten konuşanlara alfabe, yürekten duyanlara sestir. Böyle insanlara denk gelebilmek ise en büyük nimettir. Kulakları duyan, kalbi sağır olan ; gözleri gören, yüreği âmâ olan insanlar uzağınızda olsun. “Konuştuklarınızı duymayanlara inat, Sustuklarınızı duyabilen insanlar hayatlarınızda hep var olsun.
Dert nedir üzüntü, keder, sevinç, mutluluk nedir diye sorsak, herkesten ayrı ayrı cevaplar alırız. Aile varlığının desteğiyle yaşamını sürdüren, aç halinden ne kadar anlayabilir? Tırnaklarıyla kazıyarak var olma çabası gösterenler ne kadar kendini anlatabilir? Ya da kendini anlatmak ile oyalanabilir mi? İki zıt yaşamın, mutluluk ve üzüntü anlayışı aynı olabilir mi?
Yaşamın iki yüzü ile beni tanıştıran değerli insan, halk kültürü derlemelerime kaynak oldu. Uğurladık O’nu, geride türküleri, ninnileri, ağıtları ve hikayeleri kaldı. TRT çekimlerine zaman ayırmaktan hiç yorulmazdı. Doğduğu köyün kültürünü yeni nesle taşımaktan da. Bu gün bilişim çağının gelişmelerinden yararlanıyoruz. Onlar ise yoklukta üretiyorlardı.
Halk kültürü araştırmalarımın nedeni de; toplumun yaşam seviyesinin geçirdiği evrelerin önemine dikkat çekmekti. Uygarlaşmak; tabanda var olan katılaşmış kültürün, en kestirme eğitim yollarına kapı aralamasını sağlamaktı. Kültür katmanları, bizi halkın benimsediği tabuların nedenlerine götürecekti.
Sevgililer Günü kapıda ve birçoğumuz kalplerimizin ritmini daha hızlı hissettiğimiz bu özel günü iple çekiyoruz. Ancak bu yıl, sıradan romantik kutlamalara bilimsel bir dokunuş katmaya ne dersiniz? Sevgililer Gününü, fiziksel dünyanın tarafsız gözüyle ele alalım ve aşkın gizemli formülünü Enerji, Kütle ve Aşk olarak çözelim.
“Fizik formülle açıklanabilir, ancak aşkın ölçüsü kalpte saklıdır.”
Aşk ve fizik, başta birbirinden farklı iki kavram gibi görünmesine rağmen, derinlere indikçe aralarında benzerlikler anlam dolu bağlar bulabiliriz. Her ikisi de evrenin temel prensiplerine tabidir. Aşk, insan ilişkilerini ve duygusal bağları içeren karmaşık bir kavramdır. Fizik ise evrenin doğasını anlamak için kullanılan bir bilim dalıdır ve soyut kavramları barındırır.
Beyin ve beden kimyasını incelediğimizde, aşkın belki de fiziksel bir temeli olup olmadığını merak edebiliriz. Beyindeki kimyasal maddeler, özellikle serotonin, dopamin ve oksitosin gibi hormonlar, âşık olduğumuzda ortaya çıkan duygusal durumları etkiler. Fizikteki çekim kuvvetleri ve etkileşimlere benzer şekilde, aşk da insanları birbirine çeken ve etkileşime geçiren bir süreçtir. Bu etkileşim, duygusal bağları güçlendirebileceği gibi zayıflatabilir de. Aşkın dinamikleri, termodinamik prensiplere benzerlik gösterir. İlişkilerde zaman içinde enerji transferi ve değişim yaşanabilir. Bu değişimler ilişkinin sürdürülebilirliğini etkileyebilir ve aşk, belirli bir denge durumuna ulaşabilir.
Bu anlamlı ve güzel günde, kalbimizin atışını sadece duygusal bir coşkuyla değil, aynı zamanda evrenin derinliklerinde dolaşan fiziksel bir enerji de hissedelim. Aşkın sadece romantizmle sınırlı olmadığını, evrenin dokusuna entegre bir güç olduğunu da düşünerek, bu özel günü daha anlamlı ve bilimsel bir yaklaşımla kutlayalım.
Enerji: Kalp Atışlarının Derin Gücü
Kalp atışlarımız, duygu dünyamızın müstesna kaynağı gibi gelir bize. Kalbimiz, bu muazzam mekanizmanın merkezinde yer alır ve her atışında enerji üretimini hızlandırarak duygusal coşkuyu canlandırır. Enerji, ilişkilerimizin özünü oluşturur ve Sevgililer Günü, bu enerjinin yoğun bir şekilde yaşandığı anı temsil eder. Bir gülümseme, bir dokunuş veya bir bakış, enerjinin farklı ve büyülü formlarını yansıtır. Sevgili ile geçirilen zaman, enerjinin yoğunluğunu artırır ve aşkın enerjisini zirveye taşıyabilir.
İki kişi arasındaki çekim, adeta fizikteki çekim yasalarının romantik bir dansıdır. Bu çekim, bir enerji alanının varlığını bize müjdeleyen bir işarettir. Coulomb yasası, iki noktasal yük arasındaki elektrostatik kuvveti inceler ve iki kişi arasındaki çekim kuvveti, derin duygusal bağın bir yansımasıdır. Sevgililer Günü, bu çekimin en üst seviyeye ulaştığı, aşkın derinliğini ve gücünü belirleyen özel bir gün olarak kabul edilebilir. Bu çekim, ilişkinin dokusunu oluşturur ve Sevgililer Günü, enerji dönüşümünün ve çekim kuvvetinin ön planda olduğu bir zaman dilimini simgeler.
“Çekim kuvveti evreni bir arada tutar, aşk ise kalpleri birleştirir.”
Enerji, sadece romantik ilişkilerde değil, tüm ilişkilerde de bir etken olarak belirir; aile bağları, dostluklar ve iş ilişkileri de enerjiyle dolup taşar. Bu ilişkilerdeki enerji, güven, saygı ve sevgi gibi duygusal bileşenlerle şekillenir. Sevgililer Günü, bu enerjinin farklı yönlerini düşünmek ve kutlamak için özel bir fırsat sunar.
Termodinamikteki ısı transferi, enerjinin akışını sembolize eder. Aşk da bir enerji formu olduğuna göre, romantik bir birlikteliğin duygusal enerji transferine neden olduğunu düşünmek oldukça mümkündür. Gülümseme, dokunuş ve paylaşılan anı, bu enerji transferinin güzellikleriyle doludur. İki kişi arasında uyum varsa, sıcaklık yükselir ve enerji transferi daha da güçlenir. Ancak termal denge bozulduğunda, soğuma yaşanabilir ve ilişkisel enerji kaybı hissedilebilir. Termodinamik yasaları, enerjinin her zaman korunduğunu vurgular. Aşkın da bir enerji türü olduğunu düşündüğümüzde, ilişkilerdeki enerjinin sadece korunmakla kalmayıp aynı zamanda dönüştüğünü de görebiliriz. Bir çift arasındaki romantik enerjinin, zaman içinde nasıl evrildiğini ve dönüştüğünü anlamak, termodinamik bir bakış açısından ilişki dinamiklerini değerlendirmek anlamına gelir. Termodinamikte bir sistemin farklı fazlardan geçtiği durumlar vardır. Aşk da bir ilişkinin farklı evrelerini ifade edebilir; başlangıçta tutkulu ve enerji dolu bir birliktelik, gaz fazına benzer. Daha sonra, ilişki ve enerji yoğunluğu değiştikçe, sıvı veya katı fazlara benzer bir istikrar kazanabilir.
“Sevgililer Günü, kalplerin ritmini yakalamak ve aşkın enerjisini gökyüzüne salmak için bir fırsattır.”
Kütle ve Aşk: Anıların Yükü ve Fiziksel Bağların Büyülü Dansı
İlişkilerimiz, birbirinden değerli anılar ve unutulmaz deneyimlerle şekillenir. Bu anılar, ilişkilerimizin kütlelerini oluşturur ve her biri, duygusal bağlarımızın ağırlığını belirler. Fizikte karşılaştığımız kütle kavramını bu ilişkisel dünyaya uygulamak, duygusal bağlarımızın derinliklerine inmemize ve onların muazzam ağırlığını kavramamıza yardımcı olabilir. Her anı, sanki bir kütle gibidir ve bu kütle, ilişkimizin omurgasını oluşturarak dengede kalmasını sağlar. Sevgililer arasındaki bu kütle, birbirlerine olan bağlılıklarını ve birlikte yaşadıkları anıların yükünü taşır. İlk buluşmanın heyecanı, evlenme teklifinin romantizmi, çocuğun doğumundaki sevinç; bu anılar, ilişkinin kütle merkezini belirleyen ve zaman içinde bir çiftin birbirine olan bağlılığını güçlendiren kilometre taşları gibidir. Zorluklar, çatışmalar ve yaşanan zor anlar, ilişkinin kütle merkezini etkiler. Ancak bu zorluklar, çiftin birlikte yaşadığı anıların ağırlığıyla dengelenir.
“Kalplerimizin ritmi, gökyüzündeki yıldızların melodisiyle buluştuğunda, aşkın büyülü enerji dönüşümü başlar.”
Enerji, aşkın güçlü itici motorudur ve romantizmin büyülü patlaması gibi hissedilebilir. Kalp atışları, bu enerjinin ritmi gibidir, her atış aşkın gücünü yansıtan bir enerji dalgası olarak düşünülebilir. Fizikteki enerji korunumu ilkesi, aşk enerjisinin kaybolmadığını, sadece dönüştüğünü düşündürür.
Sonuç olarak, “Sevgililer Günü İçin Fiziğin Formülü: Enerji, Kütle ve Aşk” başlıklı yazımızla, aşkın bu büyülü birlikteliğinin özel anlarını siz değerli okuyucularımızla paylaşmaya çalıştık. Sevgililer Günü, romantizmin yanı sıra bu anların ve bağların kutlandığı, aşkın fiziksel ve duygusal boyutlarının muazzam bir buluşma noktasıdır. Ancak unutmamamız gereken şey, bu sadece bir benzetme olup insan ilişkilerinin aynı zamanda duygusal, psikolojik ve sosyal faktörlerle de yoğrulmuş bir gerçeklik olduğudur. Tüm sevenlere mutlulukların ve güzelliklerin en üst düzeyde bir Sevgililer Günü diliyorum.
BİLKE YORUM: Sevgililer günü geçse de, sevgiler bitmez. Çünkü aşk, varoluşun yapısında vardır. Fizik profesörü gözüyle, aşkın yorumlandığı bu yazıyı okumanızı öneriyoruz. Teşekkürler Sayın ERSANLI.
Hava ne sıcak ne soğuktu. Komşudan bir müzik sesi yankılandı.” Mevsim rüzgarları ne zaman eserse, o zaman hatırlarım çocukluk anılarım.”
Birdenbire gözümün önüne bir portakal ağacının altında yere uzanmış çocuklar belirdi. Birbirlerine “Gözlerinizi kapatın ve hayal edin.”, diyorlardı. Onlardan biraz daha ileride küçük bir çocuk elindeki parayı düşürmemek için sıkı sıkıya tutuyor ve ilk alışverişini yapmanın heyecanını yaşıyordu, ayağına büyük gelen terliklerle kendinden emin olmayan adımlarla ilerliyor, acaba bana bakıyorlar mı diye geriye doğru tereddütle bakıyordu, pencereden ailesi onu izliyordu, çocuk “bu ne ya bir Münir Özkul, Zeki Alasya, Metin Akpınar, Halit Akçatepe eksik” diye mırıldandı.
Müsamereye çıkmış gibi heyecanlıydı, kalbi güm güm atıyordu, içinden tekrar etti, parayı vereceğim, alacağım, o kadar basit, niye heyecanlanıyorum ki, geçtiği yerler buram buram tarih kokuyordu, önce harabeye dönmüş sadece merdivenleri sağlam kalmış eski bir evin onundan geçti, sonra bir bahçe içinde binanın duvarı ayakta kalmış eski bir Rum evinin önünden geçti, yine arkasına döndü, “yine bakıyorlar”, dedi. Bahçe içinde birkaç çocuk patlıcan inciri ağacının ilerisinde bir kulübenin yanında ekşi portakalları olan bir ağacın altında, gözlerini kapatıp, hayal etme oyunu oynuyorlardı. Çocuk elindeki parayı tekrar kontrol etti, düşürmemeliyim dedi kendi kendine. Sonra tek katlı bakkalın önünde durdu. Tezgahta sebze vardı, bıyıklı bakkal çocuğa şöyle bir baktı. “Ali Abi, ben bir şey alacağım da, ne kadar?”
“Dert etme, ucuz. “
Çocuğun beklemediği bir cevaptı, “iyi ucuz da, ne kadar ucuz, acaba parası yetecek mi?”
“Ali Abi, ne kadar, param yetecek mi?”
“Merak etme, ucuz”
Aslında pos bıyıklı bakkal, çocuğun heyecanını görmüş, eğlencesine soruyordu. Hiç gülmüyordu, ama çocuk içten içe güldüğünden emindi. Bundan sonra diyaloglar hep öyle olacaktı. “Ne kadar?” karşılık olarak “Ucuz”, sanki günaydın, merhaba gibi.
Bazı zamanlar Ali Abi’nin babası da dükkanda olurdu, o zaman çocuk daha rahattı, babası ciddiydi, oturduğu bir koltuk vardı, duvarda bir vesikalık resmi vardı, büyütülüp, çerçeveletilmişti, çocuk bakkalda bir resme bir de ona bakardı, tamam bu resimdeki adam. Resmin yanında o zamanların meşhur veresiye satan, peşin satan tablosu bulunuyordu. Adamın oturduğu koltukta yıllar sonra torunu oturacaktı.
Birden müzik sesi tekrar yükseldi, “akşama doğru azalırsa yağmur”, yağmur azalmıştı. Birden o eski günler daha mı iyiydi, biz büyüdük te, kirlendi mi dünya diye düşünmeden edemedi. O eski zamanlarda ne saçlarına dövizleri bigudi şeklinde saran insanlar vardı, ne de bankadaki parasına normal gelirinin kat be kat üstünde kazanç elde etmek isteyen insanlar. Her şey mükemmel değildi elbette. İnternet yoktu, cep telefonu yoktu, basit ve tekdüzeydi hayat bir nev’i, ama ekşi tadı olan portakal ağacının altındaki hayaller bile basitti. O zamanlar mahallede top oynarken bile takım sahadan çekilmezdi, hakem asla dövülmez, tekmelenmezdi. Belki de bir akademisyenin dediği gibi; toplumsal çöküş yaşıyoruz. Trafikte en ufak kazada silaha sarılıp birini vurmak gibi.
Geçmişin sadeliği, saygınlığı günümüzde aranıyor maalesef, zamanında abartılı eski Türk filmleri bu masumiyeti, normatif ahlakı yansıtıyormuş aslında.
Zamanla Ali Abi, babası ve hatta oğlu da ebediyete intikal ettiler. Şimdi tek katlı bakkal dükkanı sanıyorum depo olarak kullanılıyor. Portakal, incir ağaçlarının olduğu yerse şimdi bir otopark. Zeytinlikte olduğu gibi, ağaçlardan eser yok. Merdiveni olan eski binanın yerinde yeni bir apartman var.
Şimdi düşünüyorum da; Ali Abi, babası ve oğlu şimdi hayatta olsa, ben ne kadar desem, o da yine ucuz dese ve hep beraber gülsek ne iyi olurdu, değil mi?
Komşudan gelen şarkı da bitmiş zaten, yağmur da dinmiş İstanbul’da. İçimizdeki bitmeyen şarkı ise hep çalmakta…
Yıllar yıllar önceydi. Turizm Danışma Bürosu’na bir Yeni Zelandalı gelmişti. Heyecanla gezdiği yerleri anlatıyor, anlatımını elleri, kolları ve hareketleri ile zenginleştiriyordu. Çankırı yakınlarında yolda kalmış, otostop çekmiş, köylüler ona çay ikram etmişler, Türkçe arkadaş demeyi öğrenmiş. Gözlerinin içi gülüyor, mutluluğunu belli ediyordu.
O zaman, “ Türkiye dünyanın bir ucu, ama bak aramış bulmuş gelmiş ve üstelik geldiğine de hiç pişman olmamış”, diye düşünmüştüm.
Aradan siz deyin 4 ben diyeyim 5 yıl geçmiş bu sefer müzenin karşısında aile kuruyemişçimiz ÖZBİL’ e bir müşteri gelmişti. Onun yorumu dikkate değerdi. Sinop için:
“çok ufak bir yer, burada çok fazla şey yok galiba” diyerek küçümseyici ifadeler kulandı.
Ben de:
“ne aradığınıza bağlı” dedim.
Sonra da:
“eğer metropoller gibi uzun katlı taş bloklar arıyorsanız bulamazsınız, ama yine de eskiye göre betonlaşmış olmasına rağmen Sinop, doğası, tarihi ve denizi ile eşsiz bir yer” diye cevap verdim.
İki farklı portre, iki farklı yorum. Biri dünyanın bir ucundan, diğeri ise Sinop’a yakın bir yerden gelmiş. Ne kadar farklı pencerelerden bakıyorlar, mutlulukları da farklı, arayışları da…
Ama Yeni Zelandalılı’ yı görmeliydiniz esprili, basit şeylerden mutlu olan biriydi. Dünyanın bir ucunda da olsa, güzelliklere aynı bakacak insanlar vardı.
Babam, hayatının detaylarını en ince ayrıntısına kadar yazmış. Bu ifadeler 1930 doğumlu biri için çok değerli. Ben, anıların bazı bölümlerini o hasta iken kendisine okumuştum. Çok mutlu olmuştu. Okumadığım bölümleri şimdi okuyorum. Babamın yazıları sanki dile geliyor ve bana “bu notlar kesinlikle roman olmalı”diyor.
Anıların, kent-köy gerçekleri, çalışma ve azmin sonuçları açısından insanlık dersi niteliği taşıyacağını düşünüyorum. Kaybettiğimiz değerler, çalışmak ve üretmek konusunda gelecek nesillere ışık tutacaktır.
Anıları takip edenler için bazı bölümleri Cafer SARIKAYA ANILAR KATEGORİSİNDE yayınlamaya devam edeceğim.
Yaşar SARIKAYA
BABAMIN ANILARINA DEVAM
Kezban hem akrabam, hem de köyün en gözde kızlarındandı. Onunla evlenmek canıma minnetti ama dokmazadan[1] geliyordum. “Üveylik var geçim olmaz, sonra hepimizin başı ağrır” dedim.
Esasen benim köyde durmaya gönlüm yoktu. Yaşım daha 18’di ve okumak arzum hala devam ediyordu. Aile sorumluluğu almak istemiyordum. Babamın gencecik yeni eşi, bir sürü yeni çocukları vardı. Evde benim yerim, bu nüfusun bakımını yapmak ve onları mutlu etmekti. Yani anlayacağınız benim hayatıma hayat denilmezdi. Bütün işler ve hizmetler bana bakıyor, evlenirsem de eşim benim gibi bu düzene mahkum olacaktı. Herkes benim bu evlilik işinden bu yüzden korktuğumu biliyordu.
Benim evlilikteki çekimser tavrım, babalığımın kulağına da gitmiş. Kezban’ın babası bizim eve geldi ve benimle görüşüp benim gerçek fikrimi anlayıp dinlemek istedi. Ve bana “bizim kulağımıza hoş olmayan sözler geliyor eğrilik ve doğruluk bunun neresinde” diye sordu.
Ben görüşümü açık açık söyledim. Şöyle ki “ben dışarı gitmek istiyorum 2 ayak 4 olunca çoluk çocuk olacak yani bana ayak bağı olacaklar” dedim. “Böyle olduğu takdirde köyden dışarı gidemeyeceğim, köy kalabalık, üveylik var, tarla bağ bahçe çok, köy işleri bana ve eşime kalacak. İyi bir geçim olacağını düşünmüyorum. Evlilik geleceğime engel olacak. Hem Kezban’ın geleceği bana göre daha parlak görünüyor. Onu bizden daha rahat ettirecek aileler gelin olarak istiyor. Niçin hem benim hem onun başı ağrısın. Üstelik Kezban benim akrabam, birlikte yetiştik. Ben onunla gelecek düşündükçe bir çıkar yol bulamıyorum” diye cevap verdim.
Ama büyükler karar vermişler beni dinlemediler. Yazımın 21. Sayfasında babamın beni gelip Sinop’tan almasına değinmiştim. Ne güzel Sinop’a kaçmış, adada kendime bir düzen kurmaya çalışıyordum. Babamın beni almaya geliş nedenini şimdi daha iyi anlıyordum. Bunun başını bağlayalım bir daha köyden kaçmasın diye benim önümü kesiyordu. Babamın emeli gerçekleşse de sonuçta gene benim dediğim olacaktı.
Büyükler bana hiç sormadan işe karar vermişlerdi. Bir ara ben bizim evde, yüklük dolabında bir çift kundura görmüştüm. Başka yeni eşyalar da vardı. Meğer gelin urbası imiş. Ben ne kadar ”evlenmem, ben kendimi zar zor idare ediyorum” desem de beni dinlemediler.
Nihayet bir kış günü öyle bir kar yağıyor ki o biçim. Sözüm ona güya bizim düğün kuruluyor. Birkaç kişinin beraberliğinde bizim Kezban Hatun bir at üstünde evimize geldi, hoş geldi sefa geldi. Gelişinde de epeyce kar getirdi, gelen üç beş kişi evde birazcık patırtı gürültü yani düğün yaptılar ve kızlarını bırakıp gittiler. Babam bizim imam nikahımızı yaptı, herkes yerli yerine çekildi.
Bizim evde ocak gündüzden beri yanıyordu, ocakta kor ateşi boldu. Ev sıcaktı, dışarıda kar yağmaya devam ediyordu.
Kezban ve ben ilk defa baş başa kaldık. Ben 18 yaşındayım, Kezban ise 17 yaşında bir genç kız. O, lafı hiç uzatmadan direk konuya girdi “duyduğumuz bazı şeyler var, eğer sen gene aynı şeyleri düşünüyorsan hiç benim günahımı alma. Beni köyde bırakıp şehre kaçacaksan bunu bilelim. Biz zaten akrabayız, ben geldiğim gibi geri dönerim. Yok, eğer anlaşıp karı koca olacaksak Birbirimize söz verelim ve birbirimize sahip çıkalım” dedi.
Cafer SARIKAYA ANILAR
[1] dokmazadan gelmek: aldırmıyor gibi yapmak anlamında kullanılr. Dokmada yani midesi tok biçimi bu şekilde kullanılmıştır.
Zamanımızda atmosfer olsun iklimler olsun her şey çok değişti. Mesela çocukluğumda çok fazla kar yağardı. Bir yağdı mı aylarca kar çiğnerdik. Hayvanların bakımları zorlaşır, gün olur saman yetmez bazen de suları dahi masal olur. Ben, hayvan sulamak için bizim evin önünden akan dereden faydalanırdım. Suya ulaşmak için, karı delip tünel gibi ark açardım ve öyle su çekerdim. Evin çatılarından sarkan buzlar tam tamına büyük pırasa gibi sallanırdı. İnsanın başına düşse öldürebilir büyüklükte olurdu.
Köylerimizin yazı da çok sıcak olurdu. Yengem erik bahçemizden erik pestili yapardı. Pestil karaca erikten olursa üf tadına diyecek olmazdı. Bizim bahçenin eriklerinin tümü karaca olduğu için, gayet hoş ve tatlıydı. Ama onu da bol bol yiyemezdik. Çünkü pestil yapılır kışa saklanırdı. Önce erikler toplanıp olgunlaşması beklenir, olgun erikler yıkanıp kazanda kaynatılırdı. Sonra kalburdan geçirilir, 20-25 cm eninde, boyu en az 3 metre olan uzun tahtalara serilirdi. 5-10 tane tahtanın üzerine serilen erikler bir buçuk cm kalınlığında dökülüp güneşlenirdi. Yağmur,taş, toprak ve pislikten korunması gerekiyordu. Kuruduktan sonra bir bıçak yardımıyla rulo helinde katlaya katlaya toplanırdı.
Pekmez yapımı daha farklı ve ayrı bir işlemdi. Meyvenin olgun olması önemliydi, pestile göre pekmez daha fazla kaynatılırdı. Meyveler kazanda kaynatılır ve bir çuval içinde düzen dediğimiz düz bir tahtaya yerleştirilirdi. Çuval, 80-90 cm eninde 1.40 veya 1.50 cm uzunluğundaki düzene yatırılır ve üzerine gene bir tahta daha konurdu. Baskı ile çuvaldaki kaynayan meyveler cırgana ile sıkılır bundan sonra uzun süre kaynatılır ve pekmez kıvama gelince ateşten alınırdı.
Şimdi pestil pekmez derken kendi arayışlarım ve buluş becerilerim de beni çok meşgul ederdi. Mesela o zamanlar ben hiç tutkal kullanmadığım gibi adını dahi duymamıştım. Bu günkü gibi basın medya da yok, sadece yaşarken gördüklerimizi biliyoruz. Tutkal konusunda hiç bir fikrim yok. Nereden ve nasıl aklıma geldi bilmiyorum, erik ağaçlarındaki sakız gibi maddeyi biliyorum, ağaçlarda çok olduğunu görüyorum. Doğal olarak biriktirip saklasam, bekleyince kuruyordu. Yapışkan özelliğini, bazı işlerimizde kullanmayı düşünüyordum. Ben ağaçtaki sakızları top top topladım ve bir kapta kaynattım. Merhem kıvamına gelince tam oldu diyordum, ama olmuyordu. O zaman, 15 yaşlarındayım, elimizde olan şeylerle yeni bir şeyler icat etme duygum vardı.
Bir de kemik işini işlemeyi düşündüm. Mesela hayvan tırnaklarını ve de boynuzlarını işlemeyi tasarladım bu işler için bilgi ve görgü lazım. Dahası takım ve tezgah lazım. Ama hiç biri yok. Ben kömüş boynuzlarından tarak yapıldığını duymuştum. Ben de tarak yapabilirim düşüncesiyle işe başladım. Zayıf bir ateşle yani gaz ocağında kaynatmaya başladım istenilen hararet olmayınca sonuç alamadım. Bu arada mahalleyi koku bastı, her zamanki gibi “Cafer gene madik çıkarıyor” dediler. Bunu da beceremedim.
Dahası da var kafama takılanlar arasında ama, işten güçten kendi düşüncelerimle ilgilenecek zaman yok. Birbirine bitişik büyük kayaların yüzeyinde nokta nokta çiçek gibi yosunu andıran bizim kına dediğimiz yosunlar var. Biz köyde bunları kayalardan kazıyıp su ile karıştırarak kına yakardık. Bu kınalar benim kafamı çok meşgul ederdi. Yani kına imalatı yapmak gibi ve dahası da var.
Köy ormanlarında kızılcık ağacına benzeyen bir ağacın meyvesi içinde yuvarlak boncuk taneleri tespih ve kolye üretimi için zihnimi meşgul ederdi. Gene dağlarda salep toplayıp para kazanmak gibi daha başka değerlerin de değerlendirilmesi gibi fikirlerim vardı. Mesela her mevsimde olmasa bile mantar çeşitlerimiz o kadar çok olurdu ki köy evini mantarlarla doldururduk. Bunların kurutulup kışa saklanması, ticaretinin yapılması beni düşündürürdü. Mesela ormanda çam ağacından kesilen köklerden dışarıda ve toprak içinde olanlar sonra çıra olurlar. Bunlara da kafamı çok yorardım. Çünkü bu çıra olan kökler un haline getirilip sıkıştırılıp paketlenir ve sobada yakılabilir diyordum. Hayvan gübresi için de kurutulup toz halinde gübre olarak değerlendirilmesini düşünürdüm.
Herkes, çok faydasız şeylerle uğraştığımı düşünür ve hep benimle alay ederlerdi. Yıllar yılları kovalarken hani derler ya biz çıkalım kerevetine şimdi bizim de kerevetimizi anlatalım. “26” numaralı sayfada kalmıştım. Gübük dayının Osman Cafer sana diyeceğim şu ki, babanla babalarımızın araları iyi. İkisi de bana Cafer’in ağzını yokla dediler. Biliyorsun Kezban’ı köyde çok isteyen var. Herkes peşinde, Cafer de Kezban da yetiştiler. Bu kızcağız dışarı ele gideceğine biz bunları baş göz edelim.diyorlar.
Daha sonraları babamın ve Gübük dayımın dostlukları ilerledikçe ebemin rızası olmadan Hatibin Kör Yusuf’a zorla veriyorlar. Bu zorlu evlilik ne kadar sürdü bilmiyorum, biz gelelim eski meşe evine. Babam Gübüge diyor ki “meşe evini alıp sökeceğim, ben burada senden fazla hakka sahibim.” Sendin bendim derken iş nerelere açılıyor. Bir ara, ikisi yukarı oluktan aşağı doğru bizim eve gelirlerken Gübük belinden bıçağını çekti babamın sırtına sapladı. Sonra Gübük dayı sapladığı bıçağı çekip çıkardı. O ayrı bir taraftan gitti, babam eve geldi. Yaralarını birilerine sardırdı. Ben onların yanında neden ve nasıl bulunduğumu hatırlamıyorum. Hiç bir şeyle meşgul olduğumu bilmiyorum. Oynuyordum desem köy çocukları zaman bulup oyun bilmezler. Hele benim gibi hiç çocukluğunu yaşamayanlar nereden bilsin oyunu. Çatı metti kaç etti diye bir oyun vardı, şehirde uzun eşek diyorlar, işte o oyunu küçükken oynardık. eğer boş bir anım olur da babamın yanında olsam, hemen bana “git yüzünü yıka” derdi. Yani sen burada boş boşuna durma der gibi. Yengeme( üvey annem) gelince o da her işi benden bekler beni postalardı. Unutamadığım ve çok ağladığım taraflar, küçük kardeşlerimin bakımı, temizliği bana kalırdı.
Ben ne işler yapmazdım ki, Bulaşık yıkardım, evi silip süpürür, aş ve çorba pişirirdim. Evimizde su yok, çeşmeden su çeker hayvanların yiyeceklerini samanlıktan çekerdim. Damları temizler, hayvanları kaşır tımarlarını yapardım. Tavukların inlerini rahat etsinler diye ustalıkla temizler, kışın soğuktan korunmaları için onlara sıcacık yerler hazırlardım. Kürt sepetine yumurtaları toplar merakla onları istif ederdim. Kürt sepeti dediğimizi, elekçiler satardı. Onlar 3-5 kuruş kazanmak için sulak yerlerde bulunan sazlıkları toplayıp sepet yaparlardı, o zamanlar plastik yoktu. Sepetler çamaşır koyma meyve toplama bir çok ihtiyaçlar için kullanılırdı. Biz bu günün teknoloji nimetlerini köyde hiç görmedik. Çocukluğumuz çok sefalet içinde geçti. Üstte yok, başta yok. Ya yalın ayak ya da çarık, onlar da öyle bol bolamaç değil. Biz yeni bir çift çarık bulursak, çarık süslü olsun diye bağına dikişine çok önem verirdik. Giydiğimiz bazı şeyler erkek kız diye far etmezdi. Bazen tepesini delip ayak bileklerine kadar uzun gömlek giyerdik. Kış günü banyo zordu, dolap hamamlarımız vardı soğukta ayda bir yıkanılırdı. Yaz gelince de göl ve derelerde yıkanırdık. Köye okul ve öğretmen gelmesi bazı yeniliklerin gelmesine sebep oldu. Okulda el ayak ve tırnak temizliği gibi yeni temizlik alışkanlığı getirdi. Bizler okula yaşımızda gitmedik. 10-11 yaşlarında falan okuldaydık. 1942 yılı köyümüzde okul açıldı. Öğretmenimiz Rasim ALCAN köyümüzün insanıydı, kendi köyümde okul açmak istiyorum demiş ve köyümüzde okul açılmıştı. Okul, bizim tarlamıza yapıldı.
Babamın köyde olmadığı bir zaman komşu köyden birisi 3-5 tane okul çantası getirmiş. Evinin nazlı çocuğu olan arkadaşlarım çantaları kapıştılar. Ben imrenerek bakıyorum, adam ” baban beni ben babanı iyi tanırım sana kızmaz al bu çantayı” dedi. Ben de kaptığım gibi doğru eve koştum. Neredeyse sevincimden çıldıracağım. Çantayı, kapıdan girenlerin görecekleri bir yere çivi bulup çaktım, çantayı da çiviye astım. Üzeri kirlenmesin diye bir şey bulup örttüm, her tarafını değil canım. Herkes görsün diye sevincimi paylaşmak istiyorum. Yengem başladı homurdanmaya, masraf etmiş diye söylenip durdu. Fiyatı da pek öyle büyük ücret değildi. Sanırım 2 lira falan, belki de babam ona az bir para verdi, ya da hiç vermedi. Daha sonra adamdan 2 tane sandalye satın aldı. O zamanlar sandalyeyi kim tanır. Herksin evinde 30-40 cm uzunluğunda 25-30 cm genişliğinde bir tahta parçasını 2 ayak üzerine çiviledin mi oldu sana sandalye. Sonraları sana bana bir oturak çoğu evlerde ise odaya keşikleri kullanılırdı. Bu güzel yıllarıma çantam güzellik katmadı.değil. çünkü artık epeyce sivrildik, etrafa hava atmaya başlıyoruz.okulda kızlar var. Kızlardan göz kırpan, yanaşmak isteyenler gençlik işte. Ben geleceğimin peşindeyim. Ama gözümün az çok takılmadığı yok değildi.
Okulda bir müsamere oynadık, çok da güzel olmuştu. Veli dayı isimli bir piyesti. Ben köy ağası olmuştum. Başımda kalpak, belimde kuşak, üstüne yelek, köstekli saat, duvarda mavizer ve gaz lambası asılı. Döşenmiş odada Veli dayıyı temsil ediyorum. Mustafa Kuş da Ayten Öğretmen oldu. Üzerinde uzunca bir entari vardı. İsmail çolak ve daha çok arkadaşlar sahnede birlikteydik. Piyes 3 perde idi. Köylüler büyük ilgi göstermişti. Çok hoş oldular ve gelecek için de hoş dileklerde bulundular. Tabi köylülerin hoş olmasıyla hem öğretmenimiz hem de bizler hoş olmuştuk.
Önce bir köpek sesi duyulur, martılar buna karşılık verir ve peşinden ağaçlar yaprak sesleri ile şarkı söyler. Yaşlı kadın iki katlı ahşap evinden kafasını uzatır, derin bir of çeker. Pencereden gözü gibi baktığı bahçesine şöyle bir göz gezdirir ve yüzünde hafif bir gülümseme ile eski günlere özlem duyarcasına bir ah çeker. Yan tarafta bir tavuk maydanozların üzerinde gezinmektedir.
Kadın kaşlarını çatar ve tavuğa “kışşttt “,der.
Bahçesini sıra sıra ceviz, kara dut, malta eriği, mürdüm eriği, hurma (Trabzon Hurması), erik, vişne gibi ağaçlar süslemektedir.
İyi bir kadındır aslında, tek başına yaşamaktadır. Sadece bahçesine dokunmayın ve onu yalnızlığıyla baş başa bırakın, şairin dediği gibi “beni benimle bırak”, havasındadır. Bir de yan taraftaki bahçede top oynayan çocukların gürültüsü olmasa. Plastik top nedense maydanozların üzerine kaçar ve pencerenin sürgüsü bir gıcırtı ile açılır, “aşağı inersem topunuzu keserim (kasıt plastik toptur).
“Kaç kere şakıdım ben size”, nidaları yükselir.
O esnada çocuklar iki incir ağacı arasında kıpırdamadan bekleşirler. Halbuki hemen biraz ileride tarla denilen kocaman bir alan top oynamak için uygunken, çocuklar ısrarla burada oynamayı tercih ederler. Tarlaya giden patika yol Balatlar Kilisesi denilen tarihi bir yere çıkar. Yol üstünde de çok farklı ağaçlar vardır, hünnap (niye hırnap derler bilinmez), dut, kiraz, keçiboynuzu ağaçları taş basamaklı yolda size eşlik eder.
Zaman geçer, martılar uçuşur, ağaçlar rüzgarla hışırdar ve yaşlı kadın gözü gibi baktığı bahçesini bırakır bir gün. Artık pencereden efkarlanmaları işitilmez., Tavuklar ve çocuklar artık rahattır. Birkaç yıl bahçeye bakılır yaşlı kadının ardından, ağaçlar rüzgar eşliğinde her zamanki gibi salınıp hareket ederler, belki de yaşlı kadını özlemle anarlar. Bahçenin sahibi hayatta olmasa da; bahçe, bu şehrin adına yakışır şekilde mutlu ve huzurludur yine. Kısa bir zaman sonra bahçe ıssızlaşır, iki katlı ev de, terk edilmiş bir hal alır.
Bir sokak köpeği yaklaşır bu ahşap evi ve bahçeyi mesken edinir. Aslında bu dişi köpek karnında taşıdığı yavruları doğuracağı güvenli bir yer aramaktadır. Bu güvenli yer olarak hemen komşu bahçeyi bulur. Bahçede elleri nasırlı kısa boylu bir adam sabah akşam demeden çalışmaktadır. Elinde eldivenlerle üzüm asması ile uğraşır. Kavak ağaçlarına ve eriğe iyice dolanmış üzüm, bahçenin geniş bir alanına uzanmıştır. Köpeğe iyi davranan yaşlı adamda, etrafından bulamadığı şefkati ve güveni bulur köpek. Yan taraftaki binanın bodrum katında yavrularını doğurur.
hikayedeki köpeğin yavruları bahçede
Artık yaşlı kadının bahçesinin ve çevresinin yeni sahibi bu dişi köpektir ya da sahibi olduğunu zannetmektedir. Aslında toprağın sahibi kimdir, yaşlı kadın mı, ağaçlar mı, yoksa bu sokak köpeği mi? Zaman, bu mülkiyet kavramına farklı yorumlar biçmekte ve atfetmektedir.
hikayenin kahramanı köpek
Eskiden insanlar bahçesiz evlerde oturmuyorlardı, evlerin küçük de olsa büyük de olsa mutlaka bir bahçesi vardı. Zamanla insanlar bahçeleri yerle bir edip apartman bloklarına tıkışmaya başlayınca mülkiyet kavramı ağaçsız, hayvansız, soğuk bloklara yönelen insanların doğadan uzaklaşmalarına geçit verdi. Nedendir insan toprak üzerinde hakimiyet hissi çok uzun yıllar hep var, topraktan yararlanan diğer canlıları yok sayıp insanın kendi malıymış gibi hep hareket etmiyor muyuz aslında?
Gel zaman git zaman dişi köpek yavrularını doğurup komşu bahçede büyütür, minik köpekler kuyruklarını sallaya sallaya annelerinin peşi sıra büyürler ama anne en sonunda sadece bir dişi yavrusu ile yalnız kalır. Diğer erkek yavrular sahiplenilir. Önce dişi yavru, daha sonra bahçedeki yaşlı adam göçer bu dünyadan. Bu bahçe de ıssızlaşır.
Ama dişi köpek hayat mücadelesine devam eder bir gün yaşlı kadının gözü gibi baktığı bahçeye önce iş makineleri girer. O güzelim ağaçlar teker teker gider, yerine bir apartman dikilecektir.
Zavallı köpek bahçe yok olurken havlamaktan sesi kısılır. Artık bahçenin daha doğrusu inşaatın sahibi farklı biridir. Bu da köpeğin hiç hoşuna gitmemiştir. Artık ağaçlar olmasa da, köpek bu alanda rahatça gezinebilir çünkü aradan geçen zamana karşı inşaat ilerlemez. Her yerine kazma vurulan bu memleketin toprağının altı eser kaynamaktadır, bu yüzden inşaatın devam edebilmesi için bazı prosedürler vardır. Bu beklemede, bu alanın tek bir hakimi vardır. O da dişi köpektir. Yarın sahibin kim olacağı bilinmez ama köpek bugün bu alanda rahatça dolaşmaktadır. Buralarda zafer kazanmış bir komutan edasıyla eski bahçenin her yerini karış karış gezer. Ceviz, dut, erik ağaçlarının, kışt denilen tavukların ruhları da belki ona eşlik eder. Belki de yaşlı kadın, bir yerlerden gülen gözlerle bakıyordur bilinmez.
Eskiden yaşayanların eserleri kendileri gibi toprak olmuştu. Güçleri ve hakimiyetleri de birer birer toprak olmuştu. Zamanla diğer nesillere doğru aktarım yapmak hedefimiz olmalı belki de, yıllar öncesinde zeytin ağaçlarının yok olup gitmesi gibi. Giden sadece ağaçlar olmuyor binlerce yıllık gelenek de yok olup gitmekte.