RSS

Etiket arşivi: bilke anılar

SİYAH BEYAZ BİR FOTOĞRAF

19.04.2021- Şafak Gündüz SARIKAYA

Siyah beyaz bir fotoğraf, Eduardo’nun elindeydi.

Fotoğrafta bir kadın, kucağında küçük bir kız gülümsüyor. Yanında tedirgin, sakallı bir adam.

Kadın muhasebeci, adam mühendisti.

Onlarla hiç karşılaşmamış, hiç görüşmemişti.

Ama bu aileye sempati duyuyor ve bu fotoğrafı ne zaman görse gülümsüyordu.

Trinidad çoğu ormanla kaplı bir adaydı, Eduardo evine yürürken kahve kokusu buram buram burnuna geliyordu.

Eve geçince hemen Red Kit, Texas, Tommiksleri okumaya başladı. Bu çizgi romanlar o kirli sakallı mühendis adamındı. İlginç olan, bu çizgi romanları okuyan adamın aslında göründüğü gibi olmadığıydı.

Bu kitapları okuyorsa çocuksu bir ruhu olmalıydı. Eduardo çocuk hali ile bunu anlayabiliyordu. Ama mühendis çok eleştiriliyordu özellikle karısı tarafından. Sigara ve içki yüzünden karısı çok kızıyordu ama cezayı da çizgi romanlar çekiyordu.

Bu cezalı çizgi romanları ise Eduardo okuyordu. Yaşlı Roberto Amcası, özellikle Red Kit’i okumayı çok severdi. Yaşlı adam Red Kit’e, Dalton Kardeşlere ve özellikle hile yapan kumarbazlara uygulanan katran tüy uygulamasına bayılıyordu. Yaşlı adam ve küçük çocuk saatlerce gülüyorlardı. Ne zaman karısı kocasına kızsa, hırsını kitaplardan alıyor, onları toplayıp kapının önüne koyuyordu. Eduardo’nun annesi bu çizgi romanları oğluna getiriyordu. Annesi  ve kadın aynı muhasebecide beraber çalışıyorlardı.

“Eduardo” , dedi amcası. “İnsanları görünüşleri ile yargılamamak lazım. Bu içki sigara müptelası adam, eşi beğenmese de bana göre iyi bir insan.” Eduardo, döndü ve gülümsedi amcasına, destekler gibi seslendi, “Bence de, amca. ”

Eduardo da, amcası gibi en fazla Red Kit’i seviyordu, Rin Tin Tin, Daltonlar, Dül Dül en sevdiği karakterlerdi. Aslında annesi getirmeden önce bu tarz kitapları çok az okurdu, bunları bir misyonmuş ve cezalı bir adamın cezasını yerine getiriyormuş gibi hissediyordu, böylelikle ruhu da hafifliyordu, vicdanı da rahatlıyordu bir nev’i.

Roberto Amca, “getir şu fotoğrafı bakayım” , dedi. Yavaş yavaş konuşuyordu:

Siyah beyaz fotoğraf.

Bir kadın, bir adam ve bir kız çocuğu.

Dağılan bir yuva. Alkolik bir adam.

Ne gördüm ne de karşılaştım onunla, ne Trinidad’da ne de Tobago’da.

Çiçekleri, ağaçları, hayvanları seviyormuş, bence o iyi bir insan.

Eduardo aradan geçen onca yıla rağmen garajlarındaki bu tozlu çizgi romanları görünce gülümsedi. Artık Roberto Amca da yoktu, çizgi romanlar tozlanmış, hatta örümcek ağları kaplıydı.

Sonra birden o siyah beyaz fotoğraf dikkatini çekti. Orada duruyordu. Karışık duygular içindeydi.

Mühendisi ve amcasını saygıyla andı.

Hafifçe tebessüm etti.

ŞGS

 
 

Etiketler: , , ,

BRUGGE-BİR ORTA ÇAĞ ŞEHRİ

21.01.2021-Şafak SARIKAYA

Brugge, Belçika‘nın kuzeyindeki Flaman bölgesinin en özel şehirlerinden biridir. Orta Çağ atmosferi ve sanatsal birikimi ile kültür turlarından hoşlanan gezginleri kendisine çekiyor. Bir zamanlar ticari gemilerin Avrupa’nın dört bir yanından değerli yükler taşıdıkları kanalları ise görülmeye değer. Ben Amsterdam’a iş için gelmiş ve trenle önce Brüksel’e oradan da Brugge’e geçmiştim.

Şehrin gastronomik zenginliğini de atlamayalım. Belçika’nın çikolatası meşhur. Çikolata dükkanları Brüksel’deki gibi dikkat çekiyor. Hava biraz daha açık olsa iyiydi diyorum içimden.Brugge, kuzeyin Venedik’i olarak bilinir. Nüfusun çoğu Flaman’dır. Kamusal alanda Fransızca ve Almanca etkin olmasa da; hukuksal alanda 3 dil kullanılır. Zira Belçika’nın resmi 3 dili var. Şehrin ismi Flemenkçe olan versiyon; Fransızcası Bruges, Almancası Brügge, İngilizce’de de Bruges olarak kullanılıyor.

Brugge’e gelmeden önce şehri şöyle bir turlayayım derseniz In Bruges filmini izleyebilirsiniz.Brugge, her sokağında sizi geçmişe ışınlayan pek sevimli, bir o kadar da estetik bir şehir. Bir zamanlar ona liman kimliğini kazandıran kanalları, bugün Brugge’ün her yerde karşımıza çıkan tablo gibi manzaralarının sahibi. Tabii, tüm bu güzellik kanallarla sınırlı değil. Ne şanslı ki insanı nostaljik bir filmin oyuncusu gibi hissettiren Orta Çağ mimarisi savaşlarda hiç zarar görmemiş. Yıllar sonra aslına uygun şekilde tamamen yenilendiğinde bile şehirdeki bu Orta Çağ dokusu hiç değişmemiş ve bu sayede Brugge, Avrupa’nın en iyi korunmuş şehirlerinden biri haline gelmiş.Arnavut kaldırımlı film seti gibi sokaklar, renkli kapı ve pencere detaylı eşsiz taş mimari, rengarenk meydanlar ve şimdilerde turistik amaçlı gezilerin merkezi olan kanallar Brugge’ü bugün dünyanın en romantik şehirlerinden biri yapan detaylardan sadece bazıları.

Her ne kadar kendisine Kuzey’in Venedik’i dense de; Brugge’ün sadece kanallarına odaklanmak biraz haksızlık olur. En iyisi, yürüyerek Brugge’ü keşfe çıkın. Brugge eski çağlarda bulunduğu coğrafyanın en önemli ticaret merkezi idi. Brugge Avrupa tarihinde, 13. Yüzyıldan itibaren menkul kıymetler borsacılığının geliştiği ilk şehirdir. Arnavut kaldırımı sokakları, kanalları ve ortaçağdan kalma yapıları gezilmeye değer. Havası sert biraz, yaz akşamları bile serin. Her birinin dokusu ve mimarisi sayesinde kendinizi adeta Orta Çağ’ın içinde hissedeceksiniz.

Brugge’de bir fahri başkonsolosluğumuz da var. Gezilebilecek yerler için şöyle bir sıralama yaptım:Market Meydanı: Hani o her fotoğrafta gördüğümüz renkli renkli dondurma tadında evler var ya işte bu meydanda. Dön dolaş bütün yollar buraya çıkıyor. Belediye binası ve Kutsal Kan Kilisesi sizi karşılıyor. Kilisede Hz.İsa’ya ait olduğuna inanılan kanlı bir bez fanusun içinde sergileniyor. Rivayetlere göre bu fanus Kudüs’ten getirildiğinden beri hiç açılmamış. Kiliseye giriş ücretsiz fakat öğleden sonra 14.00-17.00 arası açık. Yine bu meydanda paçalı atların olduğu faytona binebilirsiniz. Buraya gelmişken gözünüze hemen ilişecek olan Historium müzesini de gezebilirsiniz. Teras kafesi pek meşhur.

Belfort Tower: Belfort 13.yy’da inşa edilmiş ve en önemli özelliği 47 tane farklı çan sesine sahip olması. 83 metre uzunluğundaki Belfry Kulesine çıkabilirsiniz ama içeriye aynı anda sadece 70 kişiyi alıyorlar. 1240 yılında yapılmış ama zarar gördükçe tekrar tekrar restore edilmiş. UNESCO Dünya Mirasları Listesi’nde. Kanal Turu: Tur esnasında kaptanlar sizi şehirle ilgili bilgilendiriyor ama çok sıra var. Ama Brugge’e gitmişken bence o tur mutlaka yapılmalı. Binaları yakından görüyorsunuz, yapılış tarihleri üstlerinde yazıyor, 1614, 1683 gibi.

Teknede neden çok İngiliz var derken, düşünüyorum ve denizin karşısı İngiltere aslında yadırgamamak lazım.Minnewater Park: Aşk Gölü anlamına gelen park Nisan – Mayıs döneminde giderseniz lalelerle dolu. Her güzel şehrin güzel parkı olur mottosuna ait tasarlanmış bir huzur merkezi.Aziz Salvator Katedrali:Brugge şehrinin en büyük kilisesi. Yapımı 10. yüzyıla dayanır. Belçika’nın 1830 yılındaki bağımsızlığına kadar bu katedral Fransız yönetimine bırakılmış. son olarak 1839 yılında kule yapılmıştır.

Historium Müzesi:İçinde gezerken Orta Çağ’ı özel efektler eşliğinde çok iyi anlatan 7 oda içeriyor. Yılda 200.000 turist ziyaret ediyormuş.Eski Aziz John Hastanesi:11.yüzyıldan kalan bugünlerde müzeye çevrilmiş eski bir hastane.Diğer görülebilecek yerler arasında Grote Markt , Begijnhof , Groeningemuseum, Kutsal Kan Bazilikası , Gruuthusemuseum ,Bizim Leydi Kilisesi (The Church of Our Lady) , Belediye Sarayı , Choco-Story , De Halve Maan Bira Fabrikası , Kantcentrum , Torture Museum Oude Steen , Frietmuseum sayılabilir.Şu an nerede miyim, elbette evdeyim, market-ev arasında alışveriş ve yürüyüş amaçlı gezinti yapabiliyorum.Sağlıcakla kalın!

1-https://gezimanya.com/brugge2-https://www.journavel.com/brugge-gezi-rehberi-ve…/ŞGS

 
 

Etiketler: , ,

PARİS’İ GEZELİM Mİ?

Paris Esintileri-Şafak SARIKAYA- 06.01.2021

Paris’e bir toplantı için gitmiştim, havaalanından otele geçmek için metroyu kullandım. Metro çıkışında taksiye bindiğimde, şoför otelin çok yakın olduğunu belirtti. Gerçekten 500 metre kadar yürüdüm. Yürürken sanki Paris’te değil de; sırası ile Çin, Hindistan ve Arap ülkelerinden geçiyor gibiydim. Paris’in göbeğinde farklı kültürler kendi mahallerinde yaşamlarını sürdürüyorlardı.

Elimdeki haritaya bakıp otelin yerini tam arıyordum ki, bir Fransız nereye aradığımı, yardımcı olmak istediğini sordu, bereket az Fransızcam sorusunu anlayıp cevaplandırmaya yetiyordu. Takım elbise ile elimde harita tutan bir turist gibi miydim bilmiyorum, otelin yerini gösterdi ve hemen şurada dedi. Otelin yakını sanki zamanda yolculuk yapmış havası veriyordu, küçük bir pazar yeri kurulmuş çoğu Araplardan oluşan kişiler yaprak tütün, baharat satıyorlardı. Biraz daha ileride Afrikalılar vardı, onlarda tezgah açmıştı. Fransa’da, olaya Fransız kalmıştım.

Otele yerleştikten ve toplantı bittikten sonra en yakın yer olarak Montmarre’de bulunan Paris’in sembolü sayılan Sacre Coeur Bazilikası vardı.16 Haziran 1875 tarihinde başlayan inşaat, maliyetinin tamamına yakın Fransız halkı üstlenmiştir. Yapımı 1914 yılında biten Basilique du Sacré-Cœur, sadece I. Dünya Savaşından sonra açılmıştır. Burası, şehrin en yüksek 2. Yeri, (Ressamlar Tepesi olarak ta bilinir)manzara sevenler için çok uygun bir yer, merdiven basamaklarını çıkmak zorundasınız mutlaka.

Kesinlikle görülmesi gereken başka bir yer elbette ki Louvre Müzesi. Brası dünyanın en büyük sanat müzesi. Louvre Sarayı’nda kurulmuş bu müze şehrin içinden geçen Sen Nehri’nin kıyısında yer alıyorr. Tarih öncesi çağlardan, 21. yüzyıla kadar uzanan, oldukça geniş bir koleksiyon yelpazesi var. Yaklaşık 35.000 kadar tarihi sanat eseri, 72.735 metrekarelik bir alanda sergilenmekte. Paris Metrosu 1. hatla kolayca ulaşılabilirsiniz.

Sadece içeriğiyle değil, içine kurulmuş olduğu tarihi yapıyla da oldukça önem taşıyan müzenin binası; 12. yüzyılın sonları ile 13. yüzyılın başları arasında dönemin kralı II. Philippe tarafından kale olarak yaptırılmış, fakat şehrin hızla gelişip kale sınırlarını aşması sonucunda yapı savunma özelliğini kaybettiği için 1546 yılında I. François’in emriyle Fransız krallarının resmî konutu olarak kullanılması adına saraya çevrilmiştir.

Bugün müzenin bodrum katında hala kalenin kalıntılarından izler görülebilir. Defalarca genişletme çalışmaları geçirdikten sonra nihayetinde 1682 yılında XIV. Louis’nin Versay Sarayı’na taşınma kararı vermesiyle beraber Louvre, aralarından Yunan ve Roma medeniyetlerinden kalma önemli eserlerin de bulunduğu kraliyet koleksiyonun sergilenmeye başladığı müze olmayan ama aynı işlevi gören bir yer haline gelmiştir. Yaklaşık 10 yıl kadar kullanıldıktan sonra 1692 yılında kraliyet adına kurulmuş olan edebiyat ve heykeltıraşlık okulları buraya taşınmış ve 100 yıl boyunca burada eğitime devam etmişlerdir.

Fransız Devrimi sırasında kurulan meclis, Louvre’un Fransız sanatının eserlerinin sergilendiği bir müze olarak kullanılması gerekliliğine karar verdiği için tekrar müzeye çevrilmiştir. Yine de, XVIII. Louis, X. Charles ve İkinci Fransız İmparatorluğu devirlerinde büyümesini sürdüren müzenin koleksiyonuna 20.000 yeni eser ilave edilmiştir. Bugün müzenin sahip olduğu tüm sanat koleksiyonu sekiz ayrı başlığa göre ayrılmış durumdadır ve bu düzene göre sergilenmeye devam etmektedir. (1)Müze içindeki önemli eserler olarak Marsysas Heykeli, Üç Güzeller Mozaiği, Mevsimler Mozaiği, Auxxere Kadını, Rampin Binicisi, Heracles Heykeli, Milo Venüsü, Büyük Sfenks hemen akla gelebilir.Ama en dikkat çeken elbette Mona Lisa ve etrafında bir fotoğraf çekecek fırsat bulabilirseniz ne ala, inanılmaz kalabalıktı.

Notre Dame Katedrali: Türkçede bizim hanımımız, hanımımız veya hanımefendimiz gibi anlamlara gelir. Anlatılmak istenen kişi Meryem Ana’dır. Paris’e gittiğim yıl 2016’ydı. 2019 yangının da 3 yıl önceydi ve 2 ay önce yapılan metro saldırısı nedeniyle her yer elleri silahlı polisle doluydu. Temeli 1163’te dönemin papası tarafından atılan yapı, Seine Nehri’nin kıyısındaki Ille de la Cite Adası’nda bulunuyor.

Victor Hugo’nun 1831 tarihli “Notre Dame’ın Kamburu” eseriyle ünü ölümsüzleştirilen katedral, özellikle Fransız Devrimi döneminde ciddi zarar gördü ve tarih boyunca birçok kez restore edildi. Vatikan’ın da “Hristiyanlığın Fransa’daki sembolü” olarak tanımladığı yapı, Paris Başpiskoposluğuna ev sahipliği yapıyor. Paris’te görülmesi gereken bir diğer yer, yapımına 1661 yılında başlanan Versay Sarayı’dır. Paris’in biraz dışında ama tarihi bir Fransız şatosu gibi. Ancak gittiğimde tadilatı ve onarımı devam ettiği için göremeden geri geldim. RER C hattını ve treni kullanmalısınız.

Elbette Paris’in ve Fransa’nın sembolü nedir derseniz akla önce Eyfel Kulesi gelir. Gitmek için yine metrodan yararlandım. Aslında Şanzelize’den (Champ Elysee) uzaktaki kuleyi seçebiliyorsunuz. Şanzeli’den yürüyerek Eyfel Kulesi’ne geçtim. Bir yazıda dolandırıcı olduklarını öğrendiğim bir kadın yere bir şey düşürdüğümü söyledi bak ne buldum gibi bir şeyler söylüyordu, ama ona hiç aldırmadım. (Bu numarayı çok yapıyorlarmış.) Kule yılda 6 milyon turist çekmekteymiş.

Eyfel Kulesi 1887 ile 1889 yılları arasında Gustave Eiffel’in firması tarafından, Fransız Devrimi’nin 100. yıl kutlamaları çerçevesinde düzenlenen Expo 1889 Paris fuarının giriş kapısı olarak inşa edilmiştir. Aslında kulenin mimarı Gustave Eiffel değil, İsviçreli Maurice Koechlin ‘in siparişi üzerine tasarlayan Stephen Sauvestre’dir. Fotoğraf çekmesini istediğim kişilerin Türk çıkması da tesadüftü.Paris’te Şanzelize (Champ Elysee) Caddesi ve cadde sonundaki Zafer Takı (Arc de triomphe), Disneyland, Orsay Müzesi, Pantheon, Lüksemburg Bahçeleri, Moulin Rouge, Rodin Müzesi diğer görülebilecek yerler arasında, aslında daha çok yer var.Sadece Louvre Müzesi’ni uzun uzun gezmek bile saatlerinizi biraz zorlarsanız 1 gününüzü alabilir. Bu güzel şehre ayrı zaman ayırmak lazım. Belki onları görürsem ve tekrar gidebilirsem başka bir yazıda anlatırım.Sağlıcakla Kalın!

1- https://tr.wikipedia.org/…/fransanin-sembolu…/1803968

 
 

Etiketler: , , ,

ABD RADAR ÜSSÜ ANILARI

Cafer SARIKAYA ANILAR 1959 24.10.2020

Hasan ağabeyin iyiliğini hiç unutamam. Ona vefa borcumu nasıl öderim diye fırsat kolluyordum. Hala radarda çalışıyorum, işim iyi ve radarda güvenilir isim yaptım. Bu sayede Amerikalıların önem verdiği yüksek rütbeli bir subay yanıma gelip kiralık ev sordu. Komisyon alanlar, fahiş fiyat verenler çoktu. Bu anlamda bana güveniyorlardı. Hasan ağabey bir ara kiralık evim var demişti.  Ben subaydan önce gittim ve eve baktım. Çok güzeldi. Kira için subayı önerdim o da kabul etti. Subay da evi beğendi. Hanımı gelecekmiş, onun için çok inceliyordu. Hanımına denize nazır tam beğeneceğin ev tuttum, önünde iskele var diye anlatıyor, beğenecek diye yerinde duramıyordu. Hanımı gelmeden evi dekore etmeye başladı.

Odanın birinin tabanına oda büyüklüğünde bir küvet koydurdu. 8- 10 tane yataklı divan koydu. Bu divanlar çok değil mi deyince, hanımı Mary’nin öğretmen olduğunu söyledi ve “Mary gelince bunların üzerinde sevişeceğiz” dedi. Amerikalıların konuşma tarzları, tavır ve davranışları hakkında her gün yeni şeyler öğreniyordum. Evin her tarafını çok güzel dekore ettirdi. Ve hanımı geldi. Hakiaten hanım batılı bir kadın değil de, sanki bildiğimiz bir aile hanım efendisi idi. Ahlak sahibi, olgun, terbiyeli bir hanımdı.

Biz onlara onlar da bize gelirler, ailece görüşürdük. Hasan ağabeyin kızı evleniyordu. Onları Osmaniye köyüne düğüne götürdüm. Her şeyi beğendiler ama silah atılmasını hiç hoş görmediler. Subayın görev süresi doldu ve gitti. Hasan abi hem onların insanlığına hem de benim gösterdiğim davranışa nerede ise ağlayacaktı. Önceden kira için bir başkası aracı olmuş, Amerikalı birini oturtmuş ama Hasan ağabey bu işten çok pişman olmuştu. Benim bulduğum subaydan memnun kaldı ve bana da fazlası ile vefa borcumu ödediğimi söyledi.

Osmaniye köyünde düğün Mary kütük üzerinde oturuyor eşi Herald fotoğraf çekiyor

Daha önceki konumuza geri dönelim. Sanırım 1958- 59 idi, çamaşır işinde eşim çok yoruyor. Ailece tanıdığımız güçlü kuvvetli bir kadın, bu işi ben de yaparım diyor. Fakat bizim hatun o kadının hareketlerini tasvip etmiyor. Kadının eşi ile araları yok, boşanmayı planlıyorlar. Sohbetlerimiz sürerken kadın tabi biraz ileri gidiyor. Haline bak halıya sarıl derler ya. O cinsten değil.  Haline göre biraz hızlı yani, sözü sohbeti çok iyi, bunun yanında bir de sigara içiyor. O zaman ben de sigara içiyorum. İçerken kadına da uzatıyorum, onun sigarasını da yakıyorum.

Geceleri bize oturmaya geliyor sohbet ediyoruz. Benim hanım onun sigarasını yaktığımı görünce sinirlenip çakmağı elimden kaptığı gibi atıp fırlatmaz mı. Aslında benim davranışlarım kadına çamaşır işini yaptırmak içindi. Galiba Emine hanımı biraz şımartmış oldum. Ama amacım işimizi büyütmekti. Emine hanım eşimin tepkilerine hiç aldırmıyordu. Bu sefer bir de hem iş yaparım hem de bu evde yatıya kalırım düşüncesindeydi.

“Muhtacım, biliyorsunuz ki kocamla aram yok, çocuklarımın da bana faydalı olacak durumları yok. Onlar da bana muhtaç”. Ne olursunuz gibilerinden açıkça merhamet dileniyordu. Benim de yüreğim yufka hiç garibanları reddedemiyorum. Ama öbür yanda hanım bir türlü eve gelmesini istemiyor. İşi nerede isterse orada yapsın, ama eve gelmesin diyor. Komşularımız da aynısını diyor. Sakın kadını eve alma diyorlar.

Çadırda “hause boy” görevim sürüyor.   Bu sefer ev sahibimin ve arkadaşlarının işine son verdiler.  Hemen akabinde ev sahibim işten çıkışına bozularak bana evden  çıkacaksın demez mi? Olurdu olmazdı derken epeyce gün aldık. Ev sahibinin hanımı benim hanımı rahatsız ediyor. Ya askıdaki çamaşırları topluyor, ya yere atıyor, veyahut da yok ediyor. Güya kocası radardan çıkmış, ben neden müdahale etmemişim? Elimden gelse yapmaz mıyım?

Aslı hiç de öyle değil. Onların işi de benim işim de askerlerin kalmalarına bağlı. Askerler zaten senelik kalıyorlar, yerlerine gelen olmayınca onların da işleri bitmiş oldu. Ama anlatamadım, tekrar işe al o zaman diye sitem ediyordu. Benim hiç kimsem yok, 27 yaşlarında ailemi geçindirme derdindeyim.

Bir gün ev sahibime “beni ve hanımı da rahatsız ediyorsunuz bak Mehmet ağabey ben sana kolaylık gösteriyorum. Hemen ev bulamıyorum, sen bul çıkayım veya bizi rahatsız edip durma. Böyle devam edersen sabrımı taşırıyorsun. Ya da mahkemeye ver bu işi mahkemede çözelim” dedim.

O zaman da insanlar eski evleri, kullanılmadık bodrumları ev yapmaya çalışıyorlar. Sıkıntı buradan kaynaklanıyor. Bizi ev sahibi mahkemeye verdi. Ev sahibi evi kendim kullanacağım diye açmış davayı. Git gel mahkemeye, hakim bana “ bu adamla uğraşmaya değmez sen akıllı birisin 3 ay mühlet veriyorum, dedi. Ben de peki deyip imza verdim. Meğer büyük hata etmişim. 3 ay bitti, ama ben gene ev bulamadım. Çamaşır işi, radardaki iş hiç boş zaman yok ki. Ne zaman ev arayayım. Bu sefer kanun bana evi boşalt demez mi. Ben gittim hakime hakim “imza vermeseydin, sokağa taşınacaksın” dedi.

Derken bu sıkıntıda bir tanıdık, bir ev var dedi. “Sana yetmez ama iyi bir yer bulana kadar buraya taşın” dedi. Hemen taşındık. Ev sahibi Mehmet ağabey benden sonra evi hemen kiraya verdi. Ben o kadar zor durumda kalmıştım ki, çok canım yandı. Madem kiraya verecektin beni neden çıkardın diye üzüldüm. Avukata danıştım ve ev sahibini sulh cezaya verdim. 3-4 celsede adam 6 ay hapis ve ağır para cezası ile hüküm giydi. Bu sefer o düştü telaşeye.

Bizi dağ başından gelmiş köylü diye hor görüyor, bir menfaat varsa ben faydalanayım istiyordu. Parayı nereden bulup ödesin. Kendisi emekli gardiyan. Mahkumlar duymuşlar hüküm giydiğini “emin billah buraya gelirse ölüsü çıkar” diyorlar. Çünkü kendisi ceza evinde gardiyan iken hükümlüleri falakaya yatırıp da dövdürürmüş. Onlar da onun içeriye geleceğini duyunca şimdi sıra bizde, kızılcık sopa ile falakada adam dövmek neymiş nasıl oluyormuş gelince gösteririz diyorlar. İşte korkudan 6 aylık hapis cezasını Boyabat’a aldırmış. Zaman ona yardım etti de 1960’ta ihtilal olunca 2 ay ile çıktı. Bu başımdan geçen olaylar işimin dışında oluşan olaylar. Ben geçim derdindeyim, başımızdan da ekstra bela eksik olmuyor.

İşimde daha fazla kazanmanın yolunu bulabilmem için daha çok askerin işine bakmam lazımdı. Daha çok insan, daha çok para demekti. Çamaşır işine devam ediyoruz, lisanım da hayli ilerledi. Çünkü asker çok olduğu için konular konuşmalar da fazla oluyordu. Hem kazancım hem de lisanım artıyordu. İşim okul gibiydi. Hem çalışıyor hem de dil öğreniyordum.

Kocaman uzun tek katlı tahta barakaların içinde 30-35 asker yatıyor dinleniyordu. Bunların yanında bir sürü eşyaları, müzik aletleri vardı. Askerlerin hepsi birden işlerine gitmiyorlar, vardiyalı çalışıyorlardı. Sabah işe geldiğimde önce boş olan bölümlerin temizliğini yapıyorum, sonra masa, komedinler ve müzik aletlerinin tozunu alıyordum.

Böyle belki de 1-2 sene geçti. Bir gün gene iş yapıyorum, müzik dinledikleri güzel bir pikap var. Telaştan o büyük pikabı düşürdüm. Oda aksi gibi ters bir askerin değil mi. Tuttu bana yenisini alacaksın demez mi? Sinop’ta ne arasın o zaman pikap, nereden bulurum. Ben anlatıyorum, o yenisi diye tutturuyor. Başkaları araya girip işi halletti. Zaten aksi birisi dedim ya. Hem eski pikabı vermiyor, hem de yenisini alacaksın diyor.

Bu sorunu subayların sayesinde çözdük. Subaylar benim canla başla çalışmamı görüyorlar ve beni seviyorlardı. Subay gazinosunda çalışmamı istediler. Buradaki işim de aynıydı. Gazinonun tüm sorumluluğu benim üzerimdeydi. Lisanım da hayli ilerledi.

devamı var

 
2 Yorum

Yazan: 24 Ekim 2020 in Cafer Sarıkaya ANILAR

 

Etiketler: , , , , , ,

BABAMIN ANILARI

CAFER SARIKAYA ANILAR 20.10.2020-

Dilekçemi daktiloda kendim yazdım ve Recep Bey’e verdim. Çünkü gece uyumuyor, daktilo çalışıyordum. Bana “seni çok takdir ediyorum, çünkü memurlarıma karşı benim yüzümü kara çıkarmadın. Gel seni gece bekçiliğine alayım ve daha sonra santraldaki arkadaş da çok becerikli, orada sana uygun bir iş çıkar.  İşi askerde öğrenmişsin zaten, santralda kalırsın. İstediğin kadroya gelince, Kastamonulu zabıt katibi geliyor. Onun atamasını genel müdür yapmış” dedi. 

Ben de bekçiliği istemedim, santraldaki görevim devam ederken bir gece Gerze cayır cayır yanıyor diye duyduk. Acaba oradaki durum nasıl diye merak ediyorduk. Dışarı çıkıp baktığımızda gökyüzü kızarıyordu. Sonradan duyduk, Gerze yanmış, kül olmuş. Devlet ihaleyi müteahhite vermiş. Gelen haberler de çalışana ihtiyaç var para bol diyorlar. Ben de Recep Bey’e haber vermeden doğruca Gerze’ye gitmek niyetindeyim. İyi para kazanabilirsem çocuklarıma aileme faydalı olabilirim hevesi ile Sinop’a geldim.

Kaldığım handa öğrendim ki radara Amerikalılar adam alıyormuş. Hemen gittim kahvehanenin önüne  3-5 tane Amerikan cemseleri adamları radara götürüyor. Ben de binmek istedim, görevli Türk olmaz diyor ben ısrar ediyorum, o olmaz diye diretiyor, ben dinlemeyip ısrar ediyorum. Zayıf ve çelimsizim. Beni güçsüz diye tercih etmiyorlar. Ben dinlemedim atladım cemseye, çıktık radara. Herkesi dizdiler kuyruğa, meğerse onlar da işe girecek kişilermiş. İsimleri yazan üsteğmen biraz da Türkçe biliyor,  geçtim öne bağırıp çağırıyorum.  “Beni de yaz, beni de yaz” diye. Adamcağız gayretimi görünce yazdı. Oh be hele şükür dedim.

Böylece yeni inşa edilen Amerikan radarı inşaat işlerinde çalışmaya başladım. Bu benim düğünüm bayramımdı, ne de olsa gençlik var. 1956 yılı 25- 26 yaşlarındayım.  Beton harcını teskereye doldurduğumuzda, yeminle söylesem başım ağrımaz, hep teskerenin kollarını kırardık. Çünkü sevincimize diyecek yoktu, artık gündüz çalışıp yevmiyemizi iş paydosunda alıyorduk. Yanlış bir iş yapmadıktan sonra buradaki işin ömrü uzun görünüyor. Bunun için gözümü daldan budaktan sakınmıyorum. Göze girmeye çalışıyorum.

Burada da ileri bir mesafe almaya başladım. Bir gün askerin biri, kuyruktaki işçilere işaretle adam gelsin dedi. Ben hemen kuyruktan fırladım, askerin yanına gittim. Ve bu askerde su işlerine bakan birisi. Radara her şey yeni tesis ediliyor.  Hem askerin, ve de askerlerin lisanında anlaşamasak da işaretle anlaşıyoruz.  Sonuçta asker beni, ben de askeri sevip kaynaşıyoruz. Bu ara ben anladım ki burada en önemli ihtiyaç lisan bilmek. Ve ben bunu destur edip lisanı öğrenmeye çalıştım.  Ben artık çat pat az da olsa, az çok evet hayır gb.  Günlük ihtiyaç olan kelimeleri ezberlemeye çalışıyorum.

Bir gün ilk kez beni işe alan teğmen bana yarı lisan yarı işaretle sen gelsene dedi. Bana yükseğe asılacak bir tel dolap asmamı söyledi. Hal buysa, yanımdaki ve bana yardım edecek kişi usta işte bu Amerikalılar böyle, birileri. Ben itiraz etmedim, ustanın yardımı ile dolabı gösterdiği yere astım.  Yaptığım işten memnun kaldı. Öyleydi böyleydi derken, ben hep ilerisini düşünüyorum. Daldan dala atlayan kuş misali yağlı boya badana derken yanında çalıştığım asker “sen dışarıda çalışmayı bırak, çadırda bizim işleri yap hem parası fazladır hem de başın kurulukta olur” dedi. Tabi ben ona da hemen peki dedim. 3 çadırda yeni bir işe başladım. Ben onlardan onlar da benden memnundu.

Ailemi getirdim, daha fazla para kazanmam lazım. Onun için evde çamaşır yıkamaya başladık. Velhasıl günden güne işler ileri gidiyor. Tabi bu ara lisanımda da ilerleme var. Bazı kurumlara ufak ufak tercümanlık da yapabiliyordum.  Çamaşır işi devam ederken kola da yapmamı istediler.  O zamanlar  kuru temizleme kola işlerini Sinop’ta yapacak kimse yok. Olsa da olmasa da o işleri de yapmaya kalkıştık. Ama canımız da çıkacak. Gece gündüz ütü kola iflahımız kesiliyor. Bazen servis cemselerini kaçırıyorum, bu sefer de yaya olarak tırman bakalım adaya. Cafer elde kolalı elbiseler, omuzda koca çuval çamaşır torbası bu işi daha da büyüttüm. Başka koğuşların çamaşırlarını da aldım.

İş büyüdükçe ev işimize el vermiyor. Evi değiştirelim dedim. İstediğim fiyatta yeni bir ev kiraladım. Bu ev görünüşte çok iyi, çünkü yakınımızda köyden tanıdıklarımız gel git derken sohbetler ilerledi sık sık görüşmeler velhasıl bu dostluklar devam ederken kadınlar kocaları için radardan iş dediler keza ev sahibi de aynı teklifi yaptı. Hepsini de işe aldırdım. Ev iş için sahibi hem kendisi hem de 2 kişi daha getirmiş. Bunların durumları da iyi değil. Adamları işe aldık. Herkes çalışıyor ve herkes hayatından memnun. Çamaşır işinden çok yoruluyoruz, yanımıza yardımcı arıyorum. Dost sandığımız ailenin karısı çalışmaya elverişli, güçlü kuvvetli ve istekli. Ben de ona “çalışır mısın” dedim. “Memnuniyetle” dedi.

Fakat benim hanım buna itiraz etti, ilerisini düşündü. Düşündüklerinde haklı olabilirdi.  Kadın pek sağlam biri değildi. Kocası ile hiç mi hiç arası yoktu. Kadın bizim bildiğimiz kadınlardan da farklıydı. Elinden dilinden her şey geliyordu. Kocası ise ver yiyeyim, getir yiyeyim cinsindendi. Ben kocasını radara işe yerleştirdim, 3-5 gün sonra adam hırsızlık yaptı bakır çalmak, büyük araba motorlarını ve lastiklerini çalmak ve götürüp satmak suçundan  yakalandı ve kovuldular.

Bu adam daha sonra gelip beni buldu “ben bu Sinop’ta barınamayacağım, eğer bildiğin birileri var ise şu benim köyü onlara satıp İstanbul’a gideceğim” dedi. Yaşım genç, arkamda kimse yok, sorumluluğum çok. İki çocuğum eşim var, ev yok, babadan hiç kimseden para desteği yok. Kimseyi tanımıyorum.

Gel zaman git zaman, aradan epeyce zaman geçti. Derken adama “senin köyün ne durumda diye” sordum. Ona kalırsa hudutları geniş, büyük meşelik ormanı evi ve samanlığı var. Tapulu arazisi var, ayrıca orada da yerim var” dedi. Sinop’a çok yakın o yere hodul diyorlar. “E gidip şu senin anlattıklarını yakından görelim” dedim ve birlikte gittik. Eğer söyledikleri doğru ise pazarlık etmek benim de işime geliyor. Çünkü radarda işim iyi, iyi kazanıyorum. Benim de böyle bir köy veya toprak alma niyetim var. Çok iyi olacak. Çünkü biz köylüyüz, durumunu biliriz. Deyip almaya karar verdik. Elimdeki hazır parayı ona vereceğim, o da İstanbul a gidip kendine bir geçim yolu arayacak.

Geri kalan para da hisseli tapu olduğu için, kardeşleri ile anlaşıp bize tapuyu verecek kalan parayı o zaman alacak. Ovadaki yer de ekili içindeki mısırı biz alacağız ve böylece anlaştık. Anlaştık da biz ovadaki yer tapusuz olduğu için ben hisseme düşen parayı vereceğim ama korkuyorum, ya tarlayı vermezse diye. Bunun için ben parayı hazırladım, noter tasdikli senet aldım. Parayı da yaşlı ve de zengin diye itimat ettiğim karşı komşumuzun dükkanında sayıp teslim ettim.

Ama öyle oldu ki mısır hasat zamanı geldi.  Yer sahibi beni daha borç bitmedi diye tarlanın mısırını alıp eve götürmüş. Ben kendisini buldum, “yahu böyle mi anlaştık seninle” dedim. “Sen bana tapuyu getireceksin ben kalan parayı sana öyle vereceğim” dedim. Adamın umurunda değil, nasılsa peşin parayı aldı sen borçlusun demez mi? İleri geri münakaşa ettik. Aldığı paranın üstüne oturdu adam. Ben o parayı nasıl kazandım, her bir kuruşunda alın terim var.

Sonra ekim zamanı geldi, adam gene beni borçlu gösterip tarlayı ekti. Ben bu sefer onu men müdafaa asliye hukukta mahkeme açtım. Adamın hiç umurunda değil. O yana baş vur, bu yana baş vur, yorulmaktan başka elimden bir şey gelmiyor. Tekrar tarlayı ekim zamanı geldi, bu sefer parayla adam tuttum, 1-2 çift koşu buldum.  Gittik tarlayı sürmeye.

Biz tarlayı sürüyoruz. Adam duymuş geldi, borcunu öde tarlayı öyle sür demez mi. Ölür müsün öldürür müsün. Ben gene yaya olarak geldim şehre Eve uğrayıp mahkeme ilamı ile doğru savcılığa,  savcı da beni başka türlü oyalıyor. Yer hisseli, uzun işlemi varmış meğer. Adam sormuş soruşturmuş, mahkemeyi de beni de takmıyor. Ücretle tuttuğum koşumları bıraktırdık. Savcılıktan da elim boş döndüm. Hem benden istenilen para çok değil ama, ödemek hakkım değil, adam senet vermiyor, tapu yok. Adam bunu da biliyor, bile bile parayı kaynatıyor. Ben bu sefer oranın muhtarını ele aldım, yedirdim içirdim ama işin içinde o da varmış. Gene bir yolunu bulamadım.  Didinip duruyorum. Üzüntüden hastalandım, midem kanıyor, Samsun’a tedaviye gidiyorum. Yok mide ağrısı yok uzamış, yok gastrit, yılar yılı git gel Samsun’a.

Bu hal devam ederken hiç beklemediğim bir anda Allah’ın yardımı olacak ya, hiç tanımadığım bir adam kahveye geldi beni buldu ve yanıma oturdu. Çay söyledim “merhaba nasılsın” falan filandan sonra adam bu davalı yerin hikayesini duymuş, bana direk kendisinin de bizim köylü olduğunu söyledi. Fakat çok eskiden babası Osmaniye köyüne gelmiş yerleşmiş. Beni dinledikten sonra “o seni süründüren gelsin de adamsa benim karşıma çıksın” demez mi? “Sen şimdi eve git, mahkeme ilamını ve noter senedini getir bana ve beni kahvede bekle” dedi. Garibin işini Allah yapacak diye düşünüyorum. Bu ara işimi de düşünüyorum. Postaneden iş yerine telefon edip çok önemli bir işim olduğunu söyledim.

Ben adamın istediği ilam ve senedi adama verdim okudu inceledi. Bana dönüp “sen de benimle gel deyip o şimdi gördü gününü” dedi. Biz doğruca gittik karakola. Baş çavuş, bu adamın çok iyi görüştüğü biriymiş. Verdi evrakları, baş çavuş okudu, bu böyle mi deyip peşinen küfür etti. Adama “ulan bu senin zulmün dağ başını aştı” deyip bana döndü “sen bu adamı ve muhtarı bana hemen şimdi getir” dedi. Tesadüfen köylüler tütün satışı için şimdi halk eğitimin olduğu yer yer o zaman tütün deposu idi. Yeri teslim etmeyen kaba dayıyı getirmeleri için benim yanıma 2 asker kattı. Onları bulup getirin diye. Biz askerlerle geldik, tütün deposuna. Benim başımı dolaştıran muhtar ve ilgili  kardeşine asker “karakola baş çavuşum sizi istiyor” dedi. Muhtar işi anladı, ve ağırdan almak istedi askerler muhtara hadi yürü bekletmeyelim baş çavuşumu deyip iteledi. Tabi öbüründe ise gık yok.   Çavuş bunlar niye geciktiler diye 2 asker daha postalamaz mı, ben şimdi ey Allah’ım sen neye kadirsin diye şükrediyorum.

Böylece biz karakola geldik. Biz içeri girer girmez baş çavuş hemen muhtarın 2 yakasından yapıştı. Biraz iteleyip döndü öbürüne, bu garibin söyledikleri doğru mu. Doğru efendim dediler. Onlara bağırdı çağırdı. Bizim köylü hasan da bacak bacak üstüne atmış kahvesini höpürdetiyor. Onlar da değirmenci Hasan’a karşı çavuşun her söylediğine “olur efendim doğru söylüyorsunuz kumandan” gibi sözlerle tasdik ediyorlar. Daha sonra ben Hasan ağabeye ve kumandana çok teşekkür ettim.  Huzurdan ayrıldık, Hasan ağabey beni öyle bir beladan kurtardı ki ona minnet borçluydum. O, hali vakti yerinde Osmaniye köyünün hem muhtarıydı hem de sözü geçen biriydi. Daha sonra beni dolandırmak isteyen adamın başka yanlış işleri olduğunu da öğrendik.

Çavuş ve Hasan ağabey akraba imiş. Benim yer kabadayısı da Hasan ağabeyin aleyhinde bulunurmuş. Kendi ağırlığını tanıtmak isteyen Hasan Ağabey de beni bulmuş. Ama gösterdi kendisini hem de tam gösterdi. Neredeyse dolandırılmak üzereydim. Beni zor durumdan kurtardı. Daha sonra çift zamanı geldi, ve Hasan ağabey tarlaya geldi. “Gelsin senin yer kabadayısı bakalım şimdi dayılığını göstersin” dedi. Adam bal gibi yerin sürüldüğünden ve Hasan’ın da orada kendisini beklediğinden haberi vardı. Ama korkudan gelemedi. Bu yıllar yılı çektiğim beladan Hasan ağabey sayesinde kurtuldum. Daha sonra Hassan ağabeye vefa borcumu ben de fazlasıyla ödemiş oldum. Birbirimizden çok memnunduk.

 
 

Etiketler: , , , ,

BABA NOTLARIN ROMAN OLMALI

23 TEMMUZ 2020

Samsun Medical Park Göz kontrolünden sonra  

Babam, hayatının detaylarını en ince ayrıntısına kadar yazmış. Bu ifadeler 1930 doğumlu biri için çok değerli. Ben, anıların bazı bölümlerini o hasta iken kendisine okumuştum. Çok mutlu olmuştu. Okumadığım bölümleri şimdi okuyorum. Babamın yazıları sanki dile geliyor ve bana “bu notlar kesinlikle roman olmalı”diyor.

Anıların, kent-köy gerçekleri, çalışma ve azmin sonuçları  açısından insanlık dersi niteliği taşıyacağını düşünüyorum. Kaybettiğimiz değerler, çalışmak ve üretmek konusunda gelecek nesillere ışık tutacaktır.

Anıları takip edenler için bazı bölümleri Cafer SARIKAYA ANILAR KATEGORİSİNDE yayınlamaya devam edeceğim.

Yaşar SARIKAYA

BABAMIN ANILARINA DEVAM

Kezban hem akrabam, hem de köyün en gözde kızlarındandı. Onunla evlenmek canıma minnetti ama dokmazadan[1]  geliyordum.  “Üveylik var geçim olmaz,  sonra hepimizin başı ağrır” dedim.

Esasen benim köyde durmaya gönlüm yoktu. Yaşım daha 18’di ve okumak arzum hala devam ediyordu. Aile sorumluluğu almak istemiyordum. Babamın gencecik yeni eşi, bir sürü yeni çocukları vardı. Evde benim yerim,  bu nüfusun  bakımını yapmak ve onları mutlu etmekti. Yani anlayacağınız benim hayatıma hayat denilmezdi. Bütün işler ve hizmetler bana bakıyor, evlenirsem de eşim benim gibi bu düzene mahkum olacaktı. Herkes benim bu evlilik işinden bu yüzden korktuğumu biliyordu.

Benim evlilikteki çekimser tavrım, babalığımın kulağına da gitmiş. Kezban’ın babası bizim eve geldi ve benimle görüşüp benim gerçek fikrimi anlayıp dinlemek istedi. Ve bana “bizim kulağımıza hoş olmayan sözler geliyor eğrilik ve doğruluk bunun neresinde” diye sordu.

Ben görüşümü açık açık söyledim. Şöyle ki “ben dışarı gitmek istiyorum 2 ayak 4 olunca çoluk çocuk olacak yani bana ayak bağı olacaklar” dedim.Böyle olduğu takdirde köyden dışarı gidemeyeceğim, köy kalabalık, üveylik var, tarla bağ bahçe çok, köy işleri bana ve eşime kalacak. İyi bir geçim olacağını düşünmüyorum. Evlilik geleceğime engel olacak. Hem Kezban’ın geleceği bana göre daha parlak görünüyor. Onu bizden daha rahat ettirecek aileler gelin olarak istiyor.  Niçin hem benim hem onun başı ağrısın. Üstelik Kezban benim akrabam, birlikte yetiştik. Ben onunla gelecek düşündükçe bir çıkar yol bulamıyorum” diye cevap verdim.

Ama büyükler karar vermişler beni dinlemediler. Yazımın 21. Sayfasında babamın beni gelip Sinop’tan almasına değinmiştim. Ne güzel Sinop’a kaçmış, adada kendime bir düzen kurmaya çalışıyordum. Babamın beni almaya geliş nedenini şimdi daha iyi anlıyordum. Bunun başını bağlayalım bir daha köyden kaçmasın diye benim önümü kesiyordu. Babamın emeli gerçekleşse de sonuçta gene benim dediğim olacaktı.

Büyükler bana hiç sormadan işe karar vermişlerdi. Bir ara ben bizim evde, yüklük dolabında bir çift kundura görmüştüm. Başka yeni eşyalar da vardı. Meğer gelin urbası imiş. Ben ne kadar ”evlenmem, ben kendimi zar zor idare ediyorum” desem de beni dinlemediler.

Nihayet bir kış günü öyle bir kar yağıyor ki o biçim. Sözüm ona güya bizim düğün kuruluyor. Birkaç kişinin beraberliğinde bizim Kezban Hatun bir at üstünde evimize geldi, hoş geldi sefa geldi. Gelişinde de epeyce kar getirdi, gelen üç beş kişi evde birazcık patırtı gürültü yani düğün yaptılar ve kızlarını bırakıp gittiler. Babam bizim imam nikahımızı yaptı, herkes yerli yerine çekildi.

Bizim evde ocak gündüzden beri yanıyordu, ocakta kor ateşi boldu. Ev sıcaktı, dışarıda kar yağmaya devam ediyordu.

Kezban ve ben ilk defa baş başa kaldık. Ben 18 yaşındayım, Kezban ise 17 yaşında bir genç kız.  O, lafı hiç uzatmadan direk konuya girdi “duyduğumuz bazı şeyler var, eğer sen gene aynı şeyleri düşünüyorsan hiç benim günahımı alma. Beni köyde bırakıp şehre kaçacaksan bunu bilelim. Biz zaten akrabayız, ben geldiğim gibi geri dönerim. Yok, eğer anlaşıp karı koca olacaksak Birbirimize söz verelim ve birbirimize sahip çıkalım” dedi.

Cafer SARIKAYA ANILAR

[1] dokmazadan gelmek: aldırmıyor gibi yapmak anlamında kullanılr. Dokmada yani midesi tok biçimi bu şekilde kullanılmıştır.

 
 

Etiketler: , , ,

SİNOP KÖYLERİNDE 1940’LI YILLAR

16 TEMMUZ 2020-BİLKE

 CAFER SARIKAYA ANILAR

Zamanımızda atmosfer olsun iklimler olsun her şey çok değişti. Mesela çocukluğumda çok fazla kar yağardı. Bir yağdı mı aylarca kar çiğnerdik. Hayvanların bakımları zorlaşır, gün olur saman yetmez bazen de suları dahi masal olur. Ben, hayvan sulamak için bizim evin önünden akan dereden faydalanırdım. Suya ulaşmak için, karı delip tünel gibi ark açardım ve öyle su çekerdim. Evin çatılarından sarkan buzlar tam tamına büyük pırasa gibi sallanırdı. İnsanın başına düşse öldürebilir büyüklükte olurdu.

Köylerimizin yazı da çok sıcak olurdu. Yengem erik bahçemizden erik pestili yapardı. Pestil karaca erikten olursa üf tadına diyecek olmazdı. Bizim bahçenin eriklerinin tümü karaca olduğu için, gayet hoş ve tatlıydı. Ama onu da bol bol yiyemezdik. Çünkü pestil yapılır kışa saklanırdı. Önce erikler toplanıp olgunlaşması beklenir, olgun erikler yıkanıp kazanda kaynatılırdı. Sonra kalburdan geçirilir, 20-25 cm eninde, boyu en az 3 metre olan uzun tahtalara serilirdi. 5-10 tane tahtanın üzerine serilen erikler bir buçuk cm kalınlığında dökülüp güneşlenirdi. Yağmur,taş, toprak ve pislikten korunması gerekiyordu. Kuruduktan sonra bir bıçak yardımıyla rulo helinde katlaya katlaya toplanırdı.

Pekmez yapımı daha farklı ve ayrı bir işlemdi.  Meyvenin olgun olması  önemliydi, pestile göre pekmez daha fazla kaynatılırdı. Meyveler kazanda kaynatılır ve bir çuval içinde düzen dediğimiz düz bir  tahtaya yerleştirilirdi. Çuval, 80-90 cm eninde 1.40 veya 1.50 cm uzunluğundaki düzene yatırılır ve üzerine gene bir tahta daha konurdu.  Baskı ile çuvaldaki kaynayan meyveler cırgana ile sıkılır  bundan sonra uzun süre kaynatılır ve pekmez kıvama gelince ateşten alınırdı.

Şimdi pestil pekmez derken kendi arayışlarım ve buluş   becerilerim de beni çok meşgul ederdi. Mesela o zamanlar ben hiç tutkal kullanmadığım gibi adını dahi duymamıştım. Bu günkü gibi basın medya da yok, sadece yaşarken gördüklerimizi biliyoruz. Tutkal konusunda hiç bir fikrim yok. Nereden ve nasıl aklıma geldi bilmiyorum, erik ağaçlarındaki sakız gibi maddeyi biliyorum, ağaçlarda çok olduğunu görüyorum. Doğal olarak biriktirip saklasam, bekleyince kuruyordu. Yapışkan özelliğini, bazı işlerimizde kullanmayı düşünüyordum.  Ben ağaçtaki sakızları  top top topladım ve bir kapta kaynattım. Merhem kıvamına gelince tam oldu diyordum, ama olmuyordu.  O zaman, 15 yaşlarındayım, elimizde olan şeylerle yeni bir şeyler icat etme duygum vardı.

Bir de kemik işini işlemeyi düşündüm. Mesela hayvan tırnaklarını  ve de boynuzlarını işlemeyi tasarladım bu işler için bilgi ve görgü lazım. Dahası takım ve tezgah lazım. Ama hiç biri yok. Ben kömüş boynuzlarından tarak yapıldığını duymuştum. Ben de tarak yapabilirim düşüncesiyle işe başladım. Zayıf bir ateşle yani gaz ocağında kaynatmaya başladım istenilen hararet olmayınca sonuç alamadım. Bu arada mahalleyi koku bastı, her zamanki gibi “Cafer gene madik çıkarıyor” dediler.  Bunu da beceremedim.

Dahası da var kafama takılanlar arasında ama, işten güçten kendi düşüncelerimle ilgilenecek zaman yok.  Birbirine bitişik büyük kayaların yüzeyinde nokta nokta çiçek gibi yosunu andıran bizim kına dediğimiz yosunlar var. Biz köyde bunları kayalardan kazıyıp su ile karıştırarak kına yakardık. Bu kınalar benim kafamı çok meşgul ederdi. Yani kına imalatı yapmak gibi ve dahası da var.

Köy ormanlarında kızılcık ağacına benzeyen bir ağacın meyvesi içinde yuvarlak boncuk taneleri tespih ve kolye üretimi için zihnimi meşgul ederdi. Gene dağlarda salep toplayıp para kazanmak gibi daha başka değerlerin de değerlendirilmesi gibi fikirlerim vardı. Mesela her mevsimde olmasa bile mantar çeşitlerimiz o kadar çok olurdu ki köy evini mantarlarla doldururduk. Bunların kurutulup  kışa saklanması, ticaretinin yapılması beni düşündürürdü.  Mesela ormanda çam ağacından kesilen köklerden dışarıda ve toprak içinde olanlar sonra çıra olurlar. Bunlara da kafamı çok yorardım. Çünkü bu çıra olan kökler un haline getirilip sıkıştırılıp paketlenir ve sobada yakılabilir diyordum. Hayvan gübresi için de kurutulup toz halinde gübre olarak değerlendirilmesini düşünürdüm.

Herkes, çok faydasız şeylerle uğraştığımı düşünür ve hep benimle alay ederlerdi. Yıllar yılları kovalarken hani derler ya biz çıkalım kerevetine şimdi bizim de kerevetimizi anlatalım. “26” numaralı sayfada kalmıştım. Gübük dayının Osman Cafer sana diyeceğim şu ki, babanla babalarımızın araları iyi. İkisi de bana Cafer’in ağzını yokla dediler. Biliyorsun Kezban’ı köyde çok isteyen var. Herkes peşinde, Cafer de Kezban da yetiştiler. Bu kızcağız dışarı ele gideceğine biz bunları baş göz edelim.diyorlar.

Cafer SARIKAYA -ANILAR

 

 
 

Etiketler: , , ,

İNSAN OKUMASIN DİYE EVLENDİRİLİR Mİ?

25 HAZİRAN 2020-BİLKE

CAFER SARIKAYA- ANILAR

Babamın elleri ile yazdığı anılar

Sinop’tan döndüm, eski hayat yeniden başlıyor. Eskiden uğraşlarım mal masal ev ocak işleriydi, bu sefer tarla tefek çift çubuk yani artık işlerin hepsi beni bekliyordu. Sinop’a kaçtığım için, herkeste bana karşı gizli bir kırgınlık vardı.  İşlerimiz çoktu, babam bazı işlerle ilgilense de yeterli olmuyordu. Babamın yeni eşinin 5 çocuğu vardı. Tarlamız çok, babamın şehirden ve diğer köylerden misafirleri hiç eksik olmazdı. Kardeşlerimin hepsi de küçüktü, işlerimize buğday, meyve, un karşılığında komşularımız yardım ederdi.

Ben anladım ki benim okul öğretmenlik düşüncelerim hayal oldu. Köyümüzde okul 1942 yılında açıldı. 4.sınıfım ama işlerden okula tam gidemiyorum. 15-16 yaşlarındaki çocuk ikisini nasıl becerecek. Okul zaten bizim yerimize yapıldı, hemen evimizin altında eve yakın tarlamıza, ama ben okul varken çifte giderim, koşulu hayvanlar hazırlarım. Öncelik çifte gideni göndermekti, bu sebepten ben daima okula geç kalırdım. Zil çalmış teneffüs olmuş okula öyle varırdım. Öğlen ise tarlaya işe yardım,  tohum, kömüşlere sap ve saman götürür ve gene okula geç kalırdım. Öyle veya böyle gene sınıfı bitirmiş oldum.

Neyse biz devam edelim tarla çift çubuk işleriyle uğraşmaya; babamın da kafasından bazı siyasi düşünceler geçiyor. Babam kendi kendine düşünmüş bu çocuğun gözü açıldı dışarı çıktı, en iyisi bunu ben evlendirirsem eve bağlamış olurum. Yoksa bir daha elden kaçırırsak asla eve bağlayamayız. Okumak hayaliyle 18 yaşına geldim,  babam benim haberim olmadan evlendirme işine koyulur.

Bir ara evde,yeni geline ait kundura atkı gibi bize ait olmayan bazı eşyalar gördüm. Zaman sonra, Gübük dayının Osman ile bizim bahçeden birlikte camiye gidiyoruz. Osman bir ara bana “Cafer sana bir şey diyeceğim ama sen ne diyeceksin” dedi ve sustu. Ben de “ne söyleyeceksen bir kerede söyle bakalım” dedim. O gene susuyor, ben ısrar edince başladı konuşmaya. “Biliyorsun babamla baban iyi konuşurlar. Seni evlendirmek istiyorlar.”

Burada bir ara verelim ve birazcık geçmişe dönelim. Babamın 2. Hanımı yani benim üvey annem Havva, Gübük dayımın yeğenidir.

Üvey annem, birinci dünya savaşında kaybolan, ölü ve dirisinden haber alınamayan Mustafa Çavuş’un kızıdır. Mustafa çavuşun hanımına köyde ebe diyoruz. Ebemizin Ayşe, Havva ve Saniye isminde kızları var. Eşi Kafkas Cephesinden dönmeyince, aile büyükleri onları küçük bir meşe evine ayırıyorlar. Dul kalan ebem ve 3 kızı birlikte zorlu bir yaşam mücadelesi veriyor. Kızı Ayşe büyüyünce, benim dayımla evleniyor, Havva büyüyor babama, anamın üzerine kuma geliyor. Ebem ve yanındaki küçük kızı saniye bazen bizlerde bazen de Kabaağaçtaki büyük kızı Ayşe’nin yanında kalıyorlardı. Ayşe’nin kızı Kezban ile beni evlendireceklerdi.

 
Yorum yapın

Yazan: 25 Haziran 2020 in Cafer Sarıkaya ANILAR

 

Etiketler: , ,

GÖÇTÜN BABAM NOTLARIN ATEŞ KORU

20 Haziran 2020- A. Yaşar SARIKAYA

BABALAR GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN  

Babanız göçüp gidince size elleriyle yazdığı notlar bıraktı mı? O notları her okuduğunuzda yüreğinize düşen ateş koru içinizi sine sine yaktı mı?

Radar Hristiyan din görevlilerini Büyük Camiyi gezdirirken çekilmiş foto

Babam 1984 yılında emekli olduğunda, hayatını yazmasını istemiştim. Çünkü Yalı köyü sahilinde aldığı arazide, kavak dikiyor, artezyen kuyusu çıkarıyor, tarlayı tel örgülerle çeviriyordu. Bu uğraşlar güzeldi ama gecelere kadar eve gelmiyordu. O eve gelene kadar endişeleniyorduk.

Çevrede iki fabrikadan başka hiçbir şey yoktu. O zaman cep telefonu da icat edilmemişti. Babamın kalemi sağlamdı, bildiğim için, hayatını yaz baba belki roman olur demiştim. Yazdıklarını saklamış, bize göstermemişti. Hastalandığı zaman, dolapları temizlerken notlara rastladım ve onları sakladım.

Babam, yaşadıklarını bizimle paylaşırdı. Bu yüzden hayatını biliyordum. Yazdığı anıları okurken, samimi itiraflarında içindeki küçük çocuğun sesini duydum. Tüm babaların babalar günü kutlu olsun.

 

ANILARIM-Cafer SARIKAYA

1947 yıllarıydı… Abim ve benim hayatım anasızlık, yokluk içinde geçiyordu. O, bana hep sahip çıkar kollardı. En büyük korkum, abimin olmadığı bir hayattı. Abimin askerliği geldi çattı ve askere gitti.  Babam, onun askerlik yaptığı İstanbul’a iş için gitmiş, ama abimi görmeden dönmüştü.

Abim babam gelmedi diye bu olaya çok içerlemiş kahretmiş ve sağlığı bozulmuştu. Ağır hasta olup yatağa düşünce, askerden köye gönderivermişler. Bana haber geldi: “Mehmet abin hastalanmış, tebdili hava ile köye yollamışlar. Ancak Sazak köyüne Salih amcaların evine kadar gelebilmiş. Durumu ağırmış, Cafer gelsin beni alsın diye haber göndermiş” dediler.

Babam köyde değil gene hayvan alım satımı için dolaşıyor, abim elin köyünde hasta, kimsesiz garip kalmış. Babam bana git demeden gidemem ki. 20 gün sonra bana “atı al abini getir” dediler. Ben gittim sazak köyüne, orada herkes kendi işiyle meşgul, tabi bir aya yakın zamandır abimi düşünecek değiller ya. Ben oraya vardığımda abim ağlar, ben ağlarım gözyaşlarımız sel misali.  Biz daha fazla zaman geçirmeden aileye teşekkür ettik. Yolumuz uzak, abim yardımsız ne ata binebilir ne de inebilirdi. Kendi başına ayakta duramıyordu.  Çöp kadar kalmıştı, içim parçalanıyor elimden bir şey gelmiyordu. Ben de zaten öyle güçlü biri değilim ki, 14- 15 yaşlarında zayıf çelimsiz biriyim. Gene de çok şükür, ah ve oh çekerek evimize gelebildik. İşte gel burada ana arama. Ana olmayınca karşılama nerede. Durum aynen:” niye geldin bela mısın nesin” der gibiydi.

Canım abim yavaş yavaş eridi ve gün geçtikçe bitti. Anasızlık, sahipsizlik abimi ölümün eşiğine getirdi. O arada nereden aklıma geldiyse, Tıkı dayımı  ilaç için atla Gerze’ye gönderdim. Tıkı dayımın Gerze’den atla evin önüne geldiği anı hiç unutamıyorum.

Akşamüzeri, atımız acı acı kişnemeye başladı. Hayvanlarımız abimi severdi. Abim o sıralarda yaradanına kavuşuyordu. İlacınız da şifanız da sizin olsun der gibi gitti. Tıkı dayım, elindeki ilaçları ve iyi gelir diye aldığı portakalları üzüntüsünden evin önüne saçıverdi. Allah rahmet eylesin, ben çok çektim ama abim benden de çok çekmişti.

Abim ölünce işlerin çoğu benim sırtıma bindi. Hayvanların bakımı, çift çubuk, orak harman, değirmen işleri, öküz ve kömüş ile odun çekme. Bütün bu işler arasına aklıma gelmeyen başka şeyler de karışınca çıldırasım geliyordu. Çıldırmadan çareyi Sinop’a kaçmakta buldum.

 

Cafer Sarıkaya- ANILARI

 
Yorum yapın

Yazan: 20 Haziran 2020 in Cafer Sarıkaya ANILAR

 

Etiketler: , , ,

KIŞ GÜNEŞİ

20.04.2019 Şafak Gündüz SARIKAYA

Elindeki kremalı bisküviyi yerken, birden duyduğu sesle irkildi. Tarkan’ın “Kış Güneşi” şarkısı çalıyordu. Türkiye’nin en soğuk yerlerinden birinde, hem de alayın içinde idi. Bu güzel melodiyi duyduğuna şaşırtmıştı. Acemilik döneminde, kulağı sadece askeri marşlar duymaya alışmıştı. Amasya’dan sonra, bu müzik çavuşa farklı duygular hissettirmişti. TRT FM radyosunda KIŞ GÜNEŞİ şarkısı yankılanıyordu. Köşeye geçip, şarkıyı tek başına bitinceye kadar dinledi. Ayaz, iliklerine kadar işliyor, zaman ise geçmek bilmiyordu. Kendini mutlu edecek, basit şeyler arıyordu. Yavaş yavaş yedi bisküvisini. Kremalı bisküvi almak ve yemek ortama göre bir lükstü.  Müzik bitti, bisküvi bitti o da bölüğün yolunu tuttu.

Sarıkamış, bazı anlar ibrenin -40 derece soğuğu gösterdiği bir yerdi. Saçaklardan sarkan buzlar, çok tehlikeliydi. Tümen içinde uzakta, sarıçam ormanında 1896 yılında inşa edilen 2. Katerina’nın Köşkü bile vardı. Çavuş tarihi bir yerde askerdi. Yavaş yavaş yürüdü ve birden sivil hayatta felsefe öğretmeni olan, kendisi gibi kısa dönem olan arkadaşını gördü. Aylardır onu göremiyordu. Alayda konuşulacak ender sayıda insanlardan birisi diye düşündü. Kucaklamak istedi ve hamle yaptı. Arkadaşı, eliyle dur işareti yaptı.

“Bitlendim, önce temizlenelim”, dedi.

Bütün askerler, komutla banyoya girdiler ve kıyafetlerin çıkarılması akabinde yine kıyafetler, komutla yakıldı. Olsun, onu görmek bile yeterliydi,  “daha sonra konuşuruz”, dedi, içinden. İlerledi ve lahmacun fırınının önünden geçerken, Onbaşı Ahmet, fırına vücuduna dayamış duruyordu,

“Ahmet, ne yapıyorsun, ne oldu” dedi.

Onbaşı cevap vermedi, acı çektiği belliydi. Sarıkamış çok soğuktu, “üşümüş belli ama yaptığı çılgınlık” diye düşündü. Bölüğe giderken yolda kendi kendine:

“Acaba hata mı yaptım, ben çavuşum ona nedenini sormalıydım”

Düşünceler beynini kemirmeye başlamıştı, zira Ahmet, onun ranza komşusuydu. Birkaç gün önce gece uyurken inlediğini duymuş, sinirlenmiş ve ses yapma herkes uyuyor diye onu terslemişti. Ama onbaşı her sabah çarşaf, battaniye katlanmasında çavuşa yardım ederdi. Bazen yan ranzadaki futbolcu da onlara katılırdı, üçü battaniyeleri bir uçtan tutup, karşılıklı katlarlardı. O an ne çavuşluk, ne onbaşılık ne de erlik kalırdı. Üstelik çavuşun saçlarını da, yine Ahmet kesiyordu. Futbolcunun ailesi İstanbul Bayrampaşa’daydı ama aslen Karslıydı, yani bir nev’i memleketinde askerdi.

Çavuş, Ahmet’in durumu üzerinde çok durmadı. Zaten kafası karmakarışıktı. Ertesi sabah, güne kahvaltı sonrası sabah sporu ile başlanılmıştı, kocaman göbekli bir subay,  Ahmet’e yüklenirdi.

“Koş Ahmet, o göbeğini eritmesini bilirim, ben” derdi.

Olimpiyat Şampiyonu Yaşar Doğu’nun hemşerisi Ahmet, ailesinin tek çocuğu olarak askere gelmişti. Ufak tefek, vücudu ile elinden geleni yapıyor, minyon vücudundan olsa gerek, ona bölükte herkes “Porti” diyordu. Yapamamasına rağmen, asla koşuyu bırakmıyordu, ama zorlana zorlana bitiriyordu. Askerlik önemliydi, bitirdikten sonra köyüne dönecek belki de evlenecekti.

Birkaç gün sonra çavuş, fırının yanından geçerken Ahmet’i, yine sıcak fırına vücuduna yaslamış gördü, bir yandan da titriyordu. Bu sefer dayanamadı gitti “Ahmet, yarın hemen revire gidiyorsun”, dedi. Ertesi gün içtima (1) alanında takım komutanı Ahmet’e tokat indirdi ve “ben size, benden izinsiz revire gidilmeyecek demedim mi? “ dedi ve sesi alanda yankılandı. Çavuş, hayır dedi isyanla, yerinden fırlamaya çalıştı ama arkadaşları ona engel oldular. Yoksa o da dayak yiyecekti. Kendi kendine:

“Ahmet çok acı çekiyordu, ona revire gitmesini ben söyledim.”, dedi.

Başka bir subay tekrar Ahmet’e yükleniyordu. Çavuş subayın talimatını unutmuştu ama bir yandan ne kadar çok, “ben demedim miler” , “ben bilirimler” havada uçuşuyor diye düşünüyordu. Bir koğuş içinde ağrılar, sızılardan zerre kadar haberiniz yok, hep yıkılmayan otoritelerinizin kazara sekteye uğrayacağı endişesiyle, fillerin çimene basması gibi karar veriyorsunuz diye tepkiliydi. Çimenler eziliyor, günden güne yok olup, gidiyorlardı.

Yanlış anlaşılmasın diye belirtmekte fayda var, çavuşun otoriteyle ilgili düşündükleri askeri kişiliklere ait değildi, zaten göbekli subay da yedek subaydı. Pırıl pırıl nice insanlar vardı askeriyede. Sarıkamış’ta buz üstünde bir atın arkasından kayak yapan yüzbaşı gibi. Çavuş ne zaman görse onu gülümser, yüzbaşı da karşılık verirdi, sempati, saygı, sevgi her zaman sözle, uzun uzun konuşmadan da oluyordu. Ne bir örseleme, küçümseme, öfke belirtisi yoktu. Onun yüzünü görmek bile insanın kalbini rahatlatırdı. Ama toplumun her kesiminde, çalışma hayatında, bürokraside, siyasette, eğitimde normal hayatta görebileceğiniz her alanda otoriteler mevcuttu. Otoritenin, kişisel korku ve kaygılardan ördüğü bir anlayış hakimdi. Yetkilerin, psikoz ve hezeyan içinde kullanabilmesi mümkündü. Toplumsal erozyon ve dejenerasyon ise ayrı bir konuydu.

Bilimsel açıklamak gerekirse; “Weber iktidarı, insanları itaat etmeye ve arzu etmedikleri şeyleri yapmaya zorlayabilme olarak tanımlar. İktidar bir kişinin ya da grubun, diğerlerinin davranışlarını kontrol etmesini ifade eden toplumsal bir ilişkidir diyebiliriz. Buna karşın otorite, kurumsallaşmış ve yönetilenler tarafından benimsenen meşru iktidardır. Sennet, ise, otoriteye hem gereksinim duyduğumuza, hem de ondan korktuğumuza dikkat çeker.”

Ahmet’in yanağına inen tokat ya da kıçına vurulan tekme vücudu bir müddet incitirdi. Peki ya  ömür boyu kıvranan vicdan ve ruhun derinliklerine inen acılar ne olacaktı. Yüze inen bir tokat çok acı vermese de; ruhlarda bıraktığı üzüntü, kalplerdeki acının yıllar boyunca unutulması ve hepsinden de önemlisi aileleri nezdindeki teessürü karşısında umursamazlıklar, ben yaptım oldu demeleri düşündürücü değil mi sizce?

Bana göre yönetmek, liderlik bambaşka bir şeydi. İnsanlar korkularıyla yönetilmemeliydi. Korkunun esir aldığı iradeler, yönettikleri insanların çok uzağında karar alabiliyor ve uygulamaya çalışıyorlardı. Bu kararlar da sistemin ve toplumsal hayatın iyileştirilmesi yerine,  otoritenin başarısına özgülenmiş, kişisel egolarla da çerçevelenmişti. Bu yüzden otorite, kendini hapsettiği fildişi kuleden çıkarak, halkın arasına girmeliydi.  Belki o zaman karşısındakini anlayacak, korku yerine sevgiyle yaklaşacaktı. Toplumun en ince sorunlarından biriydi bu.  Çavuş böyle bir çıkarım yapmıştı kendince.

O gün Ahmet’i son görüşleriydi. Yalpalaya, yalpalaya gitti. Kafası bir yana yıkıktı. Aylar sonra bir mektup geldi ondan. Böbrek yetmezliği teşhisi konmuştu, mektubu durumunun kötüleşmesine neden olanlara sitem doluydu. Çavuş, çok zaman geçse de, vicdanen rahat değildi. Ahmet için üst ranza komşusu için bir şeyler yapabilir miydim diye hep düşünür olmuştu. Ona mektup gönderdiler ve neredeyse tüm bölük mektuba imzalarını attı, ellerinden sadece bu geliyordu.

Yıllar sonra İstanbul’da çavuş ve göbekli subay Tophane’nin meşhur çay bahçelerinde tesadüfen karşılaştılar. İkisi de, birbirini görmezden geldi. Ahmet’in göbeğini eritmekle meşgul subay –ama kendi göbeğini eritmekten aciz- sivil hayatta avukat olmuştu, üstelik çavuşun çalıştığı eski şirkete. Çavuşun elinde değildi, emin de değildi ama Ahmet’e çektirdikleri yüzünden bu adamı hiç affetmiyordu. Bir gün Ahmet’in öldüğü haberini İstanbul Ayazağa’da başka bir asker arkadaşından öğrendi. Üzüntüsü yine depreşmişti. Öfkesi ona askerde iken yaşadıklarını bir kez daha hatırlattı. “Ailesi bin bir ihtimamla askere gönderdikleri tek çocuklarının itilip, kakıldığını ve ağrı içinde kıvranırken en normal hakkı olan sağlık hizmetinden yararlanma hakkının bile engellendiğini  görse ne derdi acaba?” diye düşündü, öfkeliydi.

Yine Ayazağa’da başka bir gün bir televizyon haberiyle irkildi. Tunceli kırsalında çıkan çatışmada 2 er hayatın kaybetti. Ekrana bir fotoğraf yansıdı. Aman Allah’ım bu futbolcuydu. Şoför olarak operasyona gitmiş ve ilk kurşunla hayatını yitirmişti.( Mekanı Cennet olsun, keza Ahmet’in de öyle.) Çavuşun battaniyelerini beraber katladıkları arkadaşlarının ikisini de kaybetmişti. Üst yanı boştu, sağ yanı da yoktu artık.

Çavuş bir sabah uyandığında Sarıkamış’ın -40’lara varan soğuğunu hissediyordu, sobada yanan odunların sesini duyuyordu. Koğuşun camları soğuktan buz tutmuş, sarkıtlar oluşmuştu. Rüya mı bu diyordu. Battaniyesini katlamak istiyordu, bir yanında Ahmet yoktu, öbür yana dönüyordu futbolcu da gitmişti. Kış Güneşi şarkısı silinip gitmiş, çok uzaklarda, soğuk diyarlarda kalmıştı. Artık kremalı bisküvi de tat vermiyordu.

 

ŞGS

Şafak Gündüz SARIKAYA

1-İçtima:Askerlerin silahlı ve donatılmış olarak toplanmaları.(TDK)

 
 

Etiketler: , , ,