Yoğurdu ağzına aldığında şöyle derin bir oh çekti. “Yaban mersini koymak aklıma geldi, gerçekten harika oldu. Kendimi Moda’da dondurma yiyormuş gibi hissettim. Orada meşhur bir dondurmacı var, biliyor musun? Gözlerini kapadı, tekrar tattı ve işte Moda’dayım.”
Bu kadar ilaç, ağrı, sızı içerisinde yoğurttan dondurma tadı almak ilginçti. Ama ne yapsın insan belki tutunacak bir dal, bir ümit arar ve böyle basit şeyler basit gözükse de bazen çok önemli ve kıymetli olabiliyorlardı. Bir şeyin önemini anlamak ve kavramak onun yokluğu ile çok daha iyi anlaşılır olabiliyordu.
Yoğurt tatlı bir rehavet verdi ve düşünmeye başladı ya da düşündüğünü mü sanıyordu yoksa hayal mi görüyordu emin değildi. Bulutların üstünde gibiydi, üç çocuk Zeytinlik’te çelik çomak oynuyordu. Aslında ikisi oynuyor, üçüncüsü izliyordu. “Çocuklar, buraya gelin.”, dedi. Artık dördü bulutun üstünde birlikte oturuyor ve aşağısını izliyorlardı.
Şöyle bir düşündü: “Bu bahçede asılı çamaşırlar var kokusunu alıyorum”, dedi. Birden bir kadın ve yanında 5-6 yaşlarında küçük bir kız belirdi. Kadın çok sinirliydi ve bağırıyordu. “Bana bak sen! Oraya gelirsem ağzını carrrrt diye ikiye ayırırım.”
Yeri gelmişken cart kelimesini açmak istiyorum, hani öyle kağıdı keser gibi değil, carrrrrt diye yani r harfine vurgu yaparak, anlatımı kuvvetlendiren el hareketleri ile, elini beline koyup, kafasını da hafif sallayıp, kaşlarını ve gözlerini de oynatarak karşısındaki kadına gözdağı veriyordu. Jest ve mimik de tamamdı, büyük oynuyordu. Peşinden o ile başlayıp u ile biten malum ve masum olmayan kelime ile anlatım iyice kuvvetleniyordu. (Efendim sosyal medyada zılgıt yemeyelim siz anladınız ne olduğunu.) Ufak kızcağız da annesinin dedikleri aynen tekrar ediyor ve bazen koro halinde karşısındaki kadına baskın çıkmaya çalışıyorlardı. Aradan geçen zamanda bu ufak kız büyümüş çok başarılı bir öğrenci akabinde hatırı sayılır bir mesleği olmuştu. Ama zihinlere kazınan bu hali ise insanı gülümsetmeden edemiyordu. Bulutun üstündeki 4 kişi de, kah gülüyor kah “bak gördün mü, ne dedi”, diye birbirlerini iterek şakalaşıyorlardı.
Adam çamaşır kokusunu tekrar içine çekti, “yumuşatıcı kokusunu çok iyi duyuyorum, ne güzel”, diye aklından geçirdi. Çamaşır içine dolan rüzgarla dalgalanıyordu. “İşte bu sese de bayılırım.”, dedi.
O esnada “hadi kalk amca, damar yolunu bulacağım, ilaç zamanı”, diye bir sesle irkildi, gelen hemşireydi. O zaman nerede olduğunu fark etti. Acıları, ümitsizliği, çaresizliği aklına geldi.
İyi ki yoğurt var dedi, ama süzme olacak, iyi ki akıl ettim bu yaban mersinlerini üstüne koymayı. Aslında çare ve ümit ne yaban mersininde ne de yoğurttaydı. Ama kimi zaman bir çareye bir ümide bu basit gözüken şeyler vesile olur. Basit gözüken şeyler işte o an inanılmaz olur. Bir çare olur, bir ümit olur.
Hemşire doktor hanım gelecek birazdan dedi. Doktor geldi tetkiklerini yaptı.
“Yahu bu bizim ufak kız değil miydi biraz önce gelen, ağzını cart diye ikiye ayıracağım diyen, nereden nereye. Biraz önce bulutların üstündeydim, çocuklar da gitmiş. Ama olsun yoğurt var, hem de yaban mersinli. Bir oh demek varmış, çok şükür, şimdi bu odada değil de; Moda’da olmak varmış.”
Bu ad, al beni oku diye frekans ötesi seslenen kitaplardan birinin adı. Bu düşündürücü soru cümlesi, herkesi düşündürdü mü bilmiyorum. Ah taş küre sen, “SER KÜRE” mi yoksa “YER KÜRE” misin dedim içimden. Biraz geç kalsam da, kitabı Sinop Kitapevinden aldım ve okudum.
Okudum ki, format atılmamış özgür şiirler, özgün algoritması içinde dizelere dökülüyor; evrensel matematiği yadsımıyor ve analitik düşün boyutunda akıp gidiyor.
Var yoktan doğmadan, evren evirilmeden önceye sürüklüyor insanı. Anlam doygunluğu, sizi takyon kanatlarında uçuruveriyor zamandan, zamana. Varoluş evrelerinin kesitlerinde konaklıyor, milyarca yılın hafızası içinde gezgin gibi geziyorsunuz. Zaman bükülüyor, şiir sizi kara delik gibi içine çekiyor. Sorgulamalar, yeni sorgulamalara açılıyor ve şiir şimdiki zamanın açıkta saklı gerçekleri ile okuru yüz yüze bırakıyor.
Sancılar içinde doğan şiirin ağlayışını duyuyorsunuz, mutluluğunu da. Duyargalar aktifleşiyor, çoklu duyunun kapıları açılıyor. Uyaklar ve noktalama işaretleri anlam derinliğine şapka çıkarıyor, yok oluyorlar. Yol mitolojiye açılıyor, nesneler varlıklar dizelerde can buluyor.
İlyas TUÇ’un dizelerini okudukça, çocukluğuma döndüm. O zamanlar, anlam giymemiş çıplak sözcüklere, herkesin kendi anlamını yüklemesi ilgimi çekerdi. Doğru hangisi diye düşünür dururdum. Düşün değirmenimde, sorular döner ben yorulurdum.
Örneğin,“uyku gelir” diyoruz ya. Uykunun ayakları mı vardı da geliyordu? O geliyorsa ben onu neden görmüyordum? Ah, uykuyu görmek için uykusuz kaldığım geceler. İncitici söz mü yoksa iğne batması mı daha acıydı ki? Yani ten acısı mı can acısı mıydı fazla olan. İğneyi elime batırıp, test ettiğim günler ah. Sorular, sorgulamalar, yine sorular tekrar sorgulamalar. Ah çocukluğum.
İlyas Hocam, şiirlerinizle beni geçmişe götürdüğünüz gibi, çocukluğuma da götürdünüz. Kemal Koca kitabını ne güzel isimlendirmiştiniz. “HERKES İŞİNDE GÜCÜNDEYDİ”. Yazanlar yaza dursun, söyleyenler söylesin, herkes işinde gücünde ya İlyas Hocam. Okurlar bu kitapla buluşmalı ve okumalı.
Sinop’a kış nazlanarak gelir. Kasım başında Dıranaz’a kar düşer. Düştüğü yerde kalır. Sahile aralık sonuna kadar uğramaz. Kış özlenmez diyeceksiniz. Haklısınız. Bazı kendini bilmezler özler. Arabalarına atlayıp Soğuk suya bile çıkarlar. Kayak takımı olanı görmedim ama leğenle kayanlar vardır. Poşetlerle, şamyelle hatta araba paspaslarıyla… Karda sucuk ızgara yapanlar da olur. Sıcakken yedin yedin. Çene çalmaya dalarsan ekmeğin arasında yağıyla birlikte donuverir. Kardan adam yapanlar illa ki fotoğraf çeker. Arkadaşlara gönderir. Ağzımda donmuş sucuk tadı, kardan adamın omzuna elimi atmışım. Karın içine oturmuş yan yana iki kadeh… Fotoğrafta hiç görünmemişler. Çünkü kar da beyaz, kadehte…
Aralık ortasında bahardan kalma güneşli bir hava var. Hareketlenip sokakları doldurmuş. Sakarya Caddesi kıpır kıpır… İnsanlar sokakların güneş vuran kaldırımlarına sandalye atıp oturmuşlar. Akşamın dördüne kadar tersane de güneş alır. Sakarya Caddesindeki turumu kısa kesip aşağıya Demirkollar Fırınının aralığından aşağıya sarkılıyorum. Canım sıkkın biraz. Televizyondaki haberlere bozuldum. Bir balıkçı teknesine Ruslar el koymuş. Koskoca Rusya ne ister ki fukara balıkçıdan? Türkiye neden bir şey yapmıyor?
Cafer’i tanırsınız. Tersane eski bir dükkânları var. Boş bir mağaza. Birkaç arkadaş çalışırlar. Çileci işte. Ağ yamar, tamir eder. Kurşun, mantar bağlar… Bütün işi bu… Eskiden balığa da çıkardı ama bıraktı. Deniz bir hastalıktır. Sigara bırakır gibi bırakamazsınız. Hastalandı. Kışın ortasında bele kadar hamsiye girmek kolay mı? Madene inmekten zordur. İnsanı on yılda tüketiverir. Bir iki sene daha kalsa ölecekti. Can tatlı, bıraktı. Tersaneye her indiğimde değil arada uğrarım. Çayla sohbet iyi gider. Bazı insanlar can sıkar, bazıları da can sıkıntısına iyi gelir. O öyle biridir işte. Canım sıkkındı. Azıcık hafiflerim belki dedim. Yanına gittim.
Duydun mu Cafer? Bizim balıkçıları tutuklamış Rusya yine?
Duydum abi, normaldir.
Nasıl normal, her gün mü oluyor?
Sık sık oluyor abi de kimseye duyurmuyorlar. Yetkililer araya girip kurtarıyor.
Hadi be ordan…
Ciddiyim abi, bana inanmazsan git balıkçılara sor.
Koskoca Rusya fukara balıkçıdan ne istiyor?
Rusya ne istesin abi. Bizimkiler kendisi kaşınıyor.
Yapma be Cafer Usta. Sen gâvurdan yana mısın, bizden yana mı? Deniz Rusların babasının malı mı? Bıraksınlar insanları da canları istediği gibi avlansınlar.
Deniz’in de kanunu var, yasası var. Öyle herkes canın istediği gibi avlanamaz. Kara suları var, uluslararası sular var. Uluslararası anlaşmalar var.
Ustam utanmasan bizimkiler suçlu diyeceksin be…
Utandığım falan yok abi. Suç zaten bizimkilerde… Yasalara saygılı olsalar onlara kimse dokunamaz ki zaten.
Ne yasası be ustam? Kalkan yasa mı dinler? Hamsi, istavrit veya lüfer… Bizimkiler de balık nerede oraya koşuyor işte. Ekmek belası. Şimdi nasıl soğuktur deniz, ağlar.
Haklısın abi ama bu başka o başka.
Nesi başka, ekmek işte… Var mı bunun ötesi.
Abi adamlar denizlerini koruyor. Örneğin balık büyüsün, çoğalsın diye dört beş yıl avlanmıyor. Balıkçısına sosyal yardım dağıtıyor. Bize gelince av sezonu beş gün bile gecikmeden açılıyor. Böyle olunca balık onların kıyılarında çoğalıyor. Bizde balık yok. Bizimkiler de basıp elin denizlerine gidiyor. İzin almadan avlanıyor. Yakalanmadan kaçıp geri gelirse yaşadı. Bir sürü para. Ama kedi her zaman bal yemiyor. Çekirge bir sıçrıyor, iki sıçrıyor üçüncüde… Rusların sahil güvenliğinin eline düşüyorlar. Yaptıklarının kaçak avcılık olduğunu bildikleri için tam gaz kaçmaya başlıyorlar. Anonslar, uyarı atışları bir kıyamet kopuyor. Durup teslim olmazlarsa bu defa doğrudan tekneye nişan alıyorlar. Hatta bazen batırdıkları bile oluyor. Geri kalanları denizden toplayıp doğru hapishaneye… Ruslar böyle yapıyor, Romanyalılar, Bulgarlar, Ukraynalılar da… Bizim sahil güvenlik yabancı bir gemiyle karşılaşsa ve kaçmaya çalışsalar ne yapar? Elbette aynısını… Mahkeme, hapis falan… Bunda anlaşılmayacak bir şey yok. Bütün yollar Roma’ya çıkıyor.
Tamam, yasa var falan ama anlaşsalar. Tatsızlık çıkmasa.
Komşu ülkelerle bu anlaşmalar zaten var abi. Bizimkiler yasaları takmıyor. Biraz fazla kazanabilmek için bile bile yanlış yapıyorlar.
Tamam, suç bizimkilerde anladım. Televizyonların hepsi yalan mı söylüyor?
Yalan söylemiyorlar abi, eksik söylüyorlar.
“Türk balıkçı gemisi bilmem ne limanına çekildi. Durmuş Kaptan iki senedir Ukrayna hapishanesinde yatıyor. Romanya üç Türk balıkçıyı gözaltına aldı.” Okudukça insanın gücüne gidiyor. Cafer Usta bence bu işin içinde başka bir iş var, senin anlattığından başka bir şey…
Ben bildiğimi, duyduğumu anlattım. Ötesine aklım ermez abi,
Bu gün ilk kez Cafer Usta’nın muhabbeti beni açmadı. İnsan belki de başkasının duymak istediğini söylemesini bekliyor. Hep bizim balıkçılar mı hatalı. Yasadışı, kaçak avcı… Onları kovalayan, ateş açan, tutuklayan, hapse atanın hiç mi suçu yok. Canımın sıkıntısı hiç azalmadı.
Beton zeminde mor, kalın iplikten örülmüş ağlar, kesilip atılmış mavi renkli eski ağ parçaları, kırılmış plastik ağ mantarları, yosun tutmuş halatlar yorgun yorgun yatıyorlar. Tavana asılmış çengellerden yere onarılmış ağlar sarkıyor. İp sarılmış, yarısı boşalmış mekikler bir kutuda, ağlara dikilecek kurşunlar büyük bir suskunlukla sıralarını bekliyorlar.
Nerde o eski adamlar? Kılıcını çekti mi bütün dünyayı tir tir titreten Osmanlı paşaları. Yasaymış, kanunmuş, uluslararası anlaşmalar falan, hepsi fasa fiso. Kimin gücü kime yeterse.. Ne demiş İngiliz? “Güçlü olan haklıdır.” İşte bütün mesele bu . Güçlü olacaksın. Hakkını da ekmeğini de başkalarına yedirmeyeceksin. Cafer Usta iyi adamdır, hoş adamdır. Ama bütün solcular gibi aklı bulanıktır. Ne zaman ortaya milli bir mesele çıksa… Hep ötekilerden yana olurlar…
Biraz rüzgar, biraz deniz, biraz yıldız ve ağaçlarda usul usul salınan yapraklar. Bir çay çek bana. Mavi demlikten. Dertli falan değilim ama tadım yok işte. Ağzımın tadı sası, paslı demir yalamışım sanki. Körfezin üzerinde hala tek tük martılar uçuyor. Bardağın yanına iki de şeker bırak ustam. Çay harareti kesermiş. Kesmiyor. Boynum sırılsıklam ter içinde… Oradan inen damlalar tenimde gezinerek gömleğimin yakalarına, omuzlarına iniyor.
Meltemi yüzümde gezdirmek, gömleğimin kollarından içeri almak için kalkıyorum. Telefonum çalıyor, cebimde, kıpır kıpır. Abla diyor biri, bir şey söylememe bile izin vermeden sayıp dökmeye başlıyor. Bilmem hangi turizm şirketinden arıyormuş. Bana başka bir otel ayarlayacakmış. Bodrum’un bilmem hangi büklü yerinde. Beş yıldızlı, her şey dâhil… İşini yapmayı otomatiğe bağlamış bir genç kız. Olur diyorum. Erkek esi duyunca kısa bir tereddüt yaşıyor. Bir kaç saniye susuyor. Ben Selma Abla’yı aramıştım, diyor. O isimde birini tanımadığımı söylüyorum. Otel, tatil, turizm işim de yok diyorum. Özür dileyip kapatıyor. Azıcık sabretsem kızcağız beni tatile gönderecekti, diyorum. Kendi kendime gülüyorum.
Bu akşam eve hiç gitmesem, diyorum. Bu sahilde, çimenlerin üzerinde yatıp uyusam… Her geçen dakikada hava sanki azıcık daha serinliyor. Ya da ben kendimi kandırıyorum. Bekçiler rahat bırakmazlar ki adamı. Sivrisineklerle birlikte… Belki de küp gibi içmeli önce. Sarhoşlarla kimse uğraşmak istemez. Ben böyle saçma sapan düşüncelerle yürürken on metre önümde kavga başlıyor. Bir kadın, erkek… Az önce önüme geçmişlerdi. Birbirlerine sıkı sıkı sarılarak yürüyorlardı. Onları görünce mutlu olmuştum. Bu kentte hala aşıklar var diye düşünmüştüm. Ne güzel.
Kadın çığlık çığlığa;
-Benim yanımda bari yapma. Şu telefonuna iki saat bakmazsan ölmezsin ya… Azıcık dürüst ol be adam. Biraz insan ol. Ver şu telefonu bana. Ver diyorum, ver. Cebine koyma sakın, elime ver. O şıllığa iki laf söyleyeyim de görsün gününü.
Adam telefonu vermedi. Hatta daha çok gizlemeye başladı. Kadın adamın üzerine atladı. Adamın ellerini, kollarını tutup telefonu almak istiyor ama gücü yetmiyor. Kadın telefonu alamayınca iyice öfkelendi. Erkekler gibi küfür etmeye başladı.
– Senin, ananı, avradını, yedi ceddini…. O… pu çocuğu. Benim yanımda bari yapma…
Adamın sabrı tükenmeye başladı. Etrafında toplanan insanlardan utandığı açıkça belli oluyordu. Üzerine tırmanmaya çalışan kadını iterek uzaklaştırdı. Kadın istediğini alamayınca öfkeden deliye döndü. İşte şimdi, bu kadının bir tabancası olsa, diyorum. Bu adamı gözünü bile kırpmadan vurur. Kadın telefonu almak için bir hamle daha yaptı. Adamın sabır pili tükendi. O da kadın gibi ağzına geleni sayıp sövmeye başladı. Kadının ne o…puluğu kaldı. Ne şerefsizliği… Üzerine gelen kadını savurup itti. Kadın çimenlerin ve bodur bitkilerin üzerine düştü. Sahile dolaşmaya çıkmış herkes aniden oraya birikiverdi. Bir erkek kavgaya müdahale edip erkeği uyardı. Kadına el kaldırılmaz, dedi. Polis gelirse seni hapse atar. Adam yüzünde ben bir şey yapmadım ifadesi ile kalabalığa baktı. Sonra aniden bir mucize oldu. Her zaman olay bittikten sonra gelen polisler şıp diye oraya damladılar. Sıcağı sıcağına…
Ne oluyor burda, dediler. Adam ezik, büzük “ bir şey yok, dedi. Eşimle tartışıyorduk. Polisin genç olanı adama “hakkınızda şikayet var,” dedi. Kadına vuruyormuşsunuz. Adam yeminler etmeye başladı. Diğer insanlardan yardım bekleyen gözlerle kalabalığa baktı. Vurmadı desinler istedi. Ama kimsenin sesi çıkmadı. Sadece azıcık ittim. Yere düşüverdi, dedi. Polisler için iş ciddileşiyormuş gibi bir hal aldı. Sanki suçüstü yapmışlar gibi davranıyorlardı. Adam iyice köşeye sıkışmış gibiydi. Karakola götürmeleri an meselesi gibiydi. Kadın birden sessizliğini bozdu. Adam ile polislerin arasına girdi. Kocam bana vurmadı, dedi. Sadece tartışıyorduk. Meraklı kalabalığı baktı. Eşimle aramızda geçenler bizim özelimizdir, dedi. Bu hiç kimseyi ilgilendirmez. Ben kimseden şikâyetçi değilim. Hadi evimize gidelim kocacığım. Kalabalığı yarıp iskeleye doğru yürümeye başladılar. Polisler toplanan meraklı insanlara döndü. Herkes işine gücüne baksın, diye bağırdı. Hadi, dağılın, ayı mı oynuyor burda?
Biraz rüzgar, biraz akşam, körfezde uyuklayan gemiler… Tadım tuzum eksik bu akşam. Canım Karataş’a kadar yürümek istiyor. Bacaklarım itiraz ediyor. Ayakkabılarım da ayaklarıma ağır geliyor. Yalın ayak olmak istiyorum. Denize bakan bir banka oturuyorum. Bir otobüse atlayıp Varyantı mı çıkmalı? Metroya inip Üçyol’a mı gitmeli? Karar veremiyorum. Arkamdaki balık lokantasından televizyonun renkleri zaman zaman sulara yansıyor. Yüzümü çevirip televizyona bakıyorum. Ulusal Arap Orkestrasında Mai Farouk İnta Omri’yi okuyor. Orkestra şefi kuyruklu frakı ile ritimlerin içinde kendini kaybetmiş. Çekirge gibi sıçrayıp duruyor. Neden ayakkabıları turuncu ve kahve diyorum, kendime. On beş dakika kadar bir süre televizyonu bakıyorum. Kalkıp yürümeye devam ediyorum. Ama şarkı arkamdan hala sürüyor…
19.06.2022- Ezgi Fatma AÇIKGÖZ-Eliz Edebiyat Dergisi, Kasım 2019, Sayı 131
“Seher vaktinin en güzel anlarındayım. Bahçe içindeki küçük köy evinin dantel perdeli penceresinden dışarıyı seyrediyorum. Yarı açık pencerenin aralığından içeriye dolan sabah rüzgârı, efil efil, serin serin esiyor. Doğayı daha rahat selâmlayabilmek için üzeri çiçek motifleriyle bezenmiş perdeyi tamamen kenara sıyırıyorum. Tam da o anda sanki olağanüstü bir dünyanın kapısı ruhumdan içeriye doğru açılıyor. Ne tuhaftır ki, bu kez kendimi çocukluğumda zevkle okuduğum ‘Alice Harikalar Diyarında’ adlı romandaki küçük Alice gibi hissediyorum. Tek bir farkla tabii: Benimki hayâl dünyasının değil, gerçek dünyanın içinde saklı olan olağanüstü hâlleri deneyimlemek bir bakıma.
Gözlerimi kapatarak dinginliğe teslim ediyorum ruhumu…
Arada bir hızlanan rüzgâr, insana özünü hatırlatan o muhteşem toprak kokusunu evin içine kadar taşıyor. Gece ne zaman yağmur yağsa, sabahlara sunulan armağanlardan biri oluyor bu koku. Zihnimde uzak diyarlardan gelen ve kanatları arasında taşıdığı gizemli râyihâları yeryüzüne bırakıveren mitolojik bir kuş beliriyor. O kuşun varlığında, kâinatı selâmlıyorum.
Bahçemdeki güller, sabah rüzgârının etkisiyle bir o yana bir bu yana sallanırken ortancalar da onlara eşlik ediyorlar. Küçük bahçemin en nâdide üyelerinden olduklarının farkındalar belli ki. Etraflarına kokularını yaymak için birbirleriyle yarışan lavanta, kekik ve naneler de pek havalılar. Onların biraz ötesinden güne merhaba demeye hazırlanan biberiyelerin sevinci de yabana atılacak gibi değil doğrusu. Her biri suya doymuş olmanın mutluluğuyla uyanmışlar bu sabah. Heyecanları da bu yüzden olsa gerek. Peki ya bahçenin diğer köşesinde sabırsızlıkla güneşin doğmasını bekleyen ayçiçeklerine ne demeli? Onların güne kavuşmak için yaşadıkları heyecanı görmezden gelebilmek mümkün mü sizce? ‘Günebakan’ veya ‘Gündöndü’ olarak da bilinen bu çiçekler, tıpkı yerdeki çimenlere eşlik eden papatyalar gibi, kendi içlerine kapanmış hâlde günü karşılamayı bekliyorlar . Yüzlerini sevinçle güneşe dönecekleri anları ben de onlarla birlikte sabırsızlıkla bekliyorum.
Uzaktaki ormanlarda toplu olarak yaşadıkları söylenen çakalların ulumaları bir an için ürpermeme neden olsa da, hayvanların seslerini duyabilmenin biz insanlar için aslında ne büyük bir lütuf olduğunu düşünüyorum. Bugüne kadar bir çakalı yakından görmesem de, belgesellerde rastladığımda onların da tıpkı tilkiler gibi zarif görünümlü olduklarını düşündüğüm geliyor aklıma. Bir aralar kimi köylerdeki kümeslerden tavuk çaldıklarını işitmiştim. Buna karşılık, ürkek ve vahşi yaratılışları nedeniyle, aç olmadıkça çakalların ormanda yaşayan ailelerini bırakarak insanlara yanaşmadığını da duymuştum. Bugüne kadar bizim köye geldikleri görülmemiş. Fakat özellikle gecenin sabaha kavuştuğu ve günün yerini geceye bıraktığı saatlerde ulumaya benzer sesleriyle hep yanı başımızdalar sanki. Bu canlılar sayesinde, ürpertici olduğu kadar size doğayla bütünleştiğinizi de hissettiren sıra dışı bir senfoni dinliyorsunuz âdeta.
Bahçemdeki senfoni bunlarla da sınırlı değil elbette. Rüzgârın sesine eşlik eden yaprakların hışırtıları, ağaç dallarının birbirlerine değerken çıkardıkları o gizemli sesler, güneşin karanlığı ışıtmasıyla ve yeryüzünü ısıtmasıyla birlikte yuvalarından çıkan börtü böceğin pıtırtıları, arıların ve sineklerin vızıltıları, cırcır böceklerinin hiç aralıksız ötüşleri, serçelerin cıvıltıları, bahçe sınırlarının dışından da olsa içeriye anlam katan tavuk ve horozların sesleri, yoldan gelip geçen ineklerin boyunlarına asılı çıngıraklardan yayılan melodiler, köpeklerin havlamalarına karışan kedi miyavlamaları.. daha neler neler var bu senfoniye dahil olan.
Aradan geçen dakikaların ardından güneşin yavaş yavaş gülümsemeye başladığı anlarda bu kez Mevlâna’nın içimi huzurla dolduran bir sözünü hatırlıyorum:
‘Kalp bir bahçe gibidir. Onda mutlaka bir şeyler bitecektir. O halde güzel şeyler ekin ki güzel şeyler bitsin.’
Kalplerimizin bahçelerine, açtıklarında etrafa ruhlarımızı hoşnut edecek râyihâlar yayacak çiçek tohumları ekiyor muyuz sahiden? Zihinlerimizin gün aydınlıklarına kavuşması için besliyor muyuz o bahçeleri? Yoksa dünyanın karmaşık ve her şeyi görünenden ibâret sayan hâllerine mi teslim ediyoruz çaresizce?
Sorular, cevaplar, sorgulamalar…
Gecenin gizemi yerini gündüzün şeffaflığına bırakırken, yüzümde tebessüm, aklımda evrenin sonsuzluğuna dair düşüncelerle bahçemdeki o muazzam senfoniyi dinliyorum…”
Zamanla alışkanlıklar ve kültürler ne kadar hızlı değişiyor. Yazılı kaynaklar, bu değişimin kanıtları olarak önemli belge niteliği taşıyacak ileride. Yaşanmışlıklar, o anın duygusal yoğunluklarını da taşıyarak belleğimizde saklanıyor. Varlık ve eşyaların insanlara bıraktığı izleri ve insanın zaman ve eşyaya bıraktıklarını bu yazılarda okuyor, sanki video kaydı gibi izliyor, kaybettiklerimize tanık oluyoruz. Konuk yazarlarımıza HALKBİLİMİ alanına katkıları için teşekkür ediyoruz. BİLKE
Çocukluğumun sokakları hep denize çıkardı. Pencere kenarlarında sardunyalar, kapı önlerinde kokularıyla mest eden hanımeller. Bahçelerde gülü, leylağı, kasım patları, karagözleri. Her evden gelen çocuk seslerine karışan büyüklerin kahkahaları. Kimi görsen tanıdık. Eve gidene kadar bir kayık dolusu selam yollanırdı anneye babaya.
Öyle kaygılar yoktu “bu çocuk nerde ?” diye mutlaka bir komşu evinden çıkıverirdi elinde koca bir dilim salçalı ekmek. Sokak arasında seslerimiz yankılanırdı:
”Saniye yenge , Emine abla, annem içi etli hamur yaptı sizi de çağırıyor.”
Bütün yarım ada bu çağrıları duyardı sanki. Çocuklara ayrı yer sofrası kurulurdu. Döke saça yiyebilelim diye. O meret, yalnızların yemeği değil ki. Yer sofrası coşacak, şen kahkahalar içinde kaşıklar birbiriyle çarpışarak. Annemin hikayeleriyle sohbet koyulaşacak. Herkes ağzına bakacak. Annemin anlatımı, mimikleri usta bir tiyatrocu gibi içine çekerdi insanı. Ben ne kadar kalemime hakimsem, annem de o kadar diline hakimdi. Sonra anladım ki okumanın faydalarıydı bunlar. Annem okumayı çok severdi. Yolda gazete parçası görse okurdu. Kütüphaneye üyeydi kitap alırdı. Kerime Nadir, Yakup Kadri Karaosmanoğlu daha niceleriyle büyüdük. Benim şehrim büyülüydü sanki. Her şehrimin insanı gibi bende aşıktım şehrime. Bütün yollar denize çıkardı.
Kasımda geldi gidiyor. Soğuk bir kasım sabahından geçmişe bir yolculuk yapalım . Memleket sevdalısı yazar , araştırmacı, köşe yazarı Tufan Bilgili’nin de yazdığı gibi Altmışlarda çocuk olmak muhteşem bir şeydi. Yaz vazgeçilmezimdi , köyde ananemin yanında.
Ananem yalnız bir kadındı rahmetli dayım yapardı bütün dışarı işlerini. İple çektiğim orak ayı en eğlenceli yanıydı . Biçilip destelenen ekinler öküz arabalarıyla harmana taşınırdı. O zamanlar henüz biçer döğerler köye gelmemişti . Harman yeri denilen yerde desteler yığın yapılır, bütün buğdaylar toplanana kadar o yığınlar dururdu .
Biz çocuklar için en güzel yanı öküz arabasına binmekti. Sonrasında o yığınlar bozulur desteler harman yerine serilir, öküzlerin çektiği düvende buğdaylar saplarından ayrılırdı. Düvene binmek en güzel eğlenceydi. Dön baba dönelim hesabı geniş alanda döner dururduk. Bu işlem olurken harmanlarda türküler sesler birbirine karışırdı. Günlerce sürerdi düven işi, sonra yabayla rüzgara karşı savrulur samandan buğdaylar ayrılır, ambarlara taşınırdı ambarlar devasa olurdu bölüm bölüm.
Senelik un için ayrı bölüm, tohumluk ayrı bölüm, cinsine göre ayrı bölüm . Fazlası köye gelen al yazmalımın kırmızı kamyonu gibi kamyon gelir , her evden topladığı koca çuvalları kantarla tartar geride koca bir toz yığını bırakarak giderdi. Bize oyun, emek verene ayların yorgunluğu teri ve bir çoğunu borca vereceği para olurdu…
13 Nisan 1914 de doğan ve 36 yıllık ömrünü 14 Kasım 1950 yılında tamamlayan Orhan Veli Kanık, daha çok Orhan Veli olarak bilinir.
Melih Cevdet ve Oktay Rıfat ile birlikte yenilikçi Garip akımının kurucusu olan Türk şair. Kanık, Türk şiirindeki eski yapıyı temelinden değiştirmeyi amaçlayarak sokaktaki adamın söyleyişini şiir diline taşıdı.
Şairimizin doğum gününde sözleri ve şiirlerinden bir demet:
Her yeni cereyan şiire yeni bir hudut getirdi.
Şiir, bütün özelliği edasında olan bir söz sanatıdır.
Öyle bir zamanda gel ki vazgeçmek mümkün olmasın.
Boş konuşan insan çana benzer, içi boş olduğu için çok ses çıkartır!
Sokakta giderken, kendi kendime gülümsediğimin farkına vardığımda, beni deli zannedeceklerini düşünüp gülümsüyorum.
Her gün bu kadar güzel mi bu deniz? böyle mi görünür gökyüzü her zaman? her zaman güzel mi bu kadar, bu eşya, bu pencere? değil, vallah…
Bilmezler yalnız yaşamayanlar, Nasıl korku verir sessizlik insana; İnsan nasıl konuşur kendisiyle; Nasıl koşar aynalara, Bir cana hasret, Bilmezler.
Cep delik cepken delik
Uyuşmayız, yollarımız ayrı. Sen ciğercinin kedisi, ben sokak kedisi.
En delikanlı mevsimdir kış. Yüzüne yüzüne vurur yalnızlığını.
Gün ışığında hissemize razıydık kendimize hüzünler icad ettik avunamadık.
Güzel kadınları severim, işçi kadınları da severim, güzel işçi kadınları daha çok severim.
Ne kadar severim o insanları! o insanları ki, renkli, silik dünyasında çıkartmaların tavuklar, tavşanlar ve köpeklerle beraber yaşayan ins…
Siyah akar Zonguldak’ın deresi. Yüz karası değil, kömür karası. Böyle kazanılır ekmek parası…
İmkansız şey şiir yazmak aşıksan eğer; ve yazmamak, aylardan nisansa.
Oysa kahve içmişliğimiz de vardı: ‘bu ne hatır gönül bilmezlik’ diyemedim.