RSS

Etiket arşivi: cafer sarıkaya

ABD RADAR ÜSSÜ ANILARI

Cafer SARIKAYA ANILAR 1959 24.10.2020

Hasan ağabeyin iyiliğini hiç unutamam. Ona vefa borcumu nasıl öderim diye fırsat kolluyordum. Hala radarda çalışıyorum, işim iyi ve radarda güvenilir isim yaptım. Bu sayede Amerikalıların önem verdiği yüksek rütbeli bir subay yanıma gelip kiralık ev sordu. Komisyon alanlar, fahiş fiyat verenler çoktu. Bu anlamda bana güveniyorlardı. Hasan ağabey bir ara kiralık evim var demişti.  Ben subaydan önce gittim ve eve baktım. Çok güzeldi. Kira için subayı önerdim o da kabul etti. Subay da evi beğendi. Hanımı gelecekmiş, onun için çok inceliyordu. Hanımına denize nazır tam beğeneceğin ev tuttum, önünde iskele var diye anlatıyor, beğenecek diye yerinde duramıyordu. Hanımı gelmeden evi dekore etmeye başladı.

Odanın birinin tabanına oda büyüklüğünde bir küvet koydurdu. 8- 10 tane yataklı divan koydu. Bu divanlar çok değil mi deyince, hanımı Mary’nin öğretmen olduğunu söyledi ve “Mary gelince bunların üzerinde sevişeceğiz” dedi. Amerikalıların konuşma tarzları, tavır ve davranışları hakkında her gün yeni şeyler öğreniyordum. Evin her tarafını çok güzel dekore ettirdi. Ve hanımı geldi. Hakiaten hanım batılı bir kadın değil de, sanki bildiğimiz bir aile hanım efendisi idi. Ahlak sahibi, olgun, terbiyeli bir hanımdı.

Biz onlara onlar da bize gelirler, ailece görüşürdük. Hasan ağabeyin kızı evleniyordu. Onları Osmaniye köyüne düğüne götürdüm. Her şeyi beğendiler ama silah atılmasını hiç hoş görmediler. Subayın görev süresi doldu ve gitti. Hasan abi hem onların insanlığına hem de benim gösterdiğim davranışa nerede ise ağlayacaktı. Önceden kira için bir başkası aracı olmuş, Amerikalı birini oturtmuş ama Hasan ağabey bu işten çok pişman olmuştu. Benim bulduğum subaydan memnun kaldı ve bana da fazlası ile vefa borcumu ödediğimi söyledi.

Osmaniye köyünde düğün Mary kütük üzerinde oturuyor eşi Herald fotoğraf çekiyor

Daha önceki konumuza geri dönelim. Sanırım 1958- 59 idi, çamaşır işinde eşim çok yoruyor. Ailece tanıdığımız güçlü kuvvetli bir kadın, bu işi ben de yaparım diyor. Fakat bizim hatun o kadının hareketlerini tasvip etmiyor. Kadının eşi ile araları yok, boşanmayı planlıyorlar. Sohbetlerimiz sürerken kadın tabi biraz ileri gidiyor. Haline bak halıya sarıl derler ya. O cinsten değil.  Haline göre biraz hızlı yani, sözü sohbeti çok iyi, bunun yanında bir de sigara içiyor. O zaman ben de sigara içiyorum. İçerken kadına da uzatıyorum, onun sigarasını da yakıyorum.

Geceleri bize oturmaya geliyor sohbet ediyoruz. Benim hanım onun sigarasını yaktığımı görünce sinirlenip çakmağı elimden kaptığı gibi atıp fırlatmaz mı. Aslında benim davranışlarım kadına çamaşır işini yaptırmak içindi. Galiba Emine hanımı biraz şımartmış oldum. Ama amacım işimizi büyütmekti. Emine hanım eşimin tepkilerine hiç aldırmıyordu. Bu sefer bir de hem iş yaparım hem de bu evde yatıya kalırım düşüncesindeydi.

“Muhtacım, biliyorsunuz ki kocamla aram yok, çocuklarımın da bana faydalı olacak durumları yok. Onlar da bana muhtaç”. Ne olursunuz gibilerinden açıkça merhamet dileniyordu. Benim de yüreğim yufka hiç garibanları reddedemiyorum. Ama öbür yanda hanım bir türlü eve gelmesini istemiyor. İşi nerede isterse orada yapsın, ama eve gelmesin diyor. Komşularımız da aynısını diyor. Sakın kadını eve alma diyorlar.

Çadırda “hause boy” görevim sürüyor.   Bu sefer ev sahibimin ve arkadaşlarının işine son verdiler.  Hemen akabinde ev sahibim işten çıkışına bozularak bana evden  çıkacaksın demez mi? Olurdu olmazdı derken epeyce gün aldık. Ev sahibinin hanımı benim hanımı rahatsız ediyor. Ya askıdaki çamaşırları topluyor, ya yere atıyor, veyahut da yok ediyor. Güya kocası radardan çıkmış, ben neden müdahale etmemişim? Elimden gelse yapmaz mıyım?

Aslı hiç de öyle değil. Onların işi de benim işim de askerlerin kalmalarına bağlı. Askerler zaten senelik kalıyorlar, yerlerine gelen olmayınca onların da işleri bitmiş oldu. Ama anlatamadım, tekrar işe al o zaman diye sitem ediyordu. Benim hiç kimsem yok, 27 yaşlarında ailemi geçindirme derdindeyim.

Bir gün ev sahibime “beni ve hanımı da rahatsız ediyorsunuz bak Mehmet ağabey ben sana kolaylık gösteriyorum. Hemen ev bulamıyorum, sen bul çıkayım veya bizi rahatsız edip durma. Böyle devam edersen sabrımı taşırıyorsun. Ya da mahkemeye ver bu işi mahkemede çözelim” dedim.

O zaman da insanlar eski evleri, kullanılmadık bodrumları ev yapmaya çalışıyorlar. Sıkıntı buradan kaynaklanıyor. Bizi ev sahibi mahkemeye verdi. Ev sahibi evi kendim kullanacağım diye açmış davayı. Git gel mahkemeye, hakim bana “ bu adamla uğraşmaya değmez sen akıllı birisin 3 ay mühlet veriyorum, dedi. Ben de peki deyip imza verdim. Meğer büyük hata etmişim. 3 ay bitti, ama ben gene ev bulamadım. Çamaşır işi, radardaki iş hiç boş zaman yok ki. Ne zaman ev arayayım. Bu sefer kanun bana evi boşalt demez mi. Ben gittim hakime hakim “imza vermeseydin, sokağa taşınacaksın” dedi.

Derken bu sıkıntıda bir tanıdık, bir ev var dedi. “Sana yetmez ama iyi bir yer bulana kadar buraya taşın” dedi. Hemen taşındık. Ev sahibi Mehmet ağabey benden sonra evi hemen kiraya verdi. Ben o kadar zor durumda kalmıştım ki, çok canım yandı. Madem kiraya verecektin beni neden çıkardın diye üzüldüm. Avukata danıştım ve ev sahibini sulh cezaya verdim. 3-4 celsede adam 6 ay hapis ve ağır para cezası ile hüküm giydi. Bu sefer o düştü telaşeye.

Bizi dağ başından gelmiş köylü diye hor görüyor, bir menfaat varsa ben faydalanayım istiyordu. Parayı nereden bulup ödesin. Kendisi emekli gardiyan. Mahkumlar duymuşlar hüküm giydiğini “emin billah buraya gelirse ölüsü çıkar” diyorlar. Çünkü kendisi ceza evinde gardiyan iken hükümlüleri falakaya yatırıp da dövdürürmüş. Onlar da onun içeriye geleceğini duyunca şimdi sıra bizde, kızılcık sopa ile falakada adam dövmek neymiş nasıl oluyormuş gelince gösteririz diyorlar. İşte korkudan 6 aylık hapis cezasını Boyabat’a aldırmış. Zaman ona yardım etti de 1960’ta ihtilal olunca 2 ay ile çıktı. Bu başımdan geçen olaylar işimin dışında oluşan olaylar. Ben geçim derdindeyim, başımızdan da ekstra bela eksik olmuyor.

İşimde daha fazla kazanmanın yolunu bulabilmem için daha çok askerin işine bakmam lazımdı. Daha çok insan, daha çok para demekti. Çamaşır işine devam ediyoruz, lisanım da hayli ilerledi. Çünkü asker çok olduğu için konular konuşmalar da fazla oluyordu. Hem kazancım hem de lisanım artıyordu. İşim okul gibiydi. Hem çalışıyor hem de dil öğreniyordum.

Kocaman uzun tek katlı tahta barakaların içinde 30-35 asker yatıyor dinleniyordu. Bunların yanında bir sürü eşyaları, müzik aletleri vardı. Askerlerin hepsi birden işlerine gitmiyorlar, vardiyalı çalışıyorlardı. Sabah işe geldiğimde önce boş olan bölümlerin temizliğini yapıyorum, sonra masa, komedinler ve müzik aletlerinin tozunu alıyordum.

Böyle belki de 1-2 sene geçti. Bir gün gene iş yapıyorum, müzik dinledikleri güzel bir pikap var. Telaştan o büyük pikabı düşürdüm. Oda aksi gibi ters bir askerin değil mi. Tuttu bana yenisini alacaksın demez mi? Sinop’ta ne arasın o zaman pikap, nereden bulurum. Ben anlatıyorum, o yenisi diye tutturuyor. Başkaları araya girip işi halletti. Zaten aksi birisi dedim ya. Hem eski pikabı vermiyor, hem de yenisini alacaksın diyor.

Bu sorunu subayların sayesinde çözdük. Subaylar benim canla başla çalışmamı görüyorlar ve beni seviyorlardı. Subay gazinosunda çalışmamı istediler. Buradaki işim de aynıydı. Gazinonun tüm sorumluluğu benim üzerimdeydi. Lisanım da hayli ilerledi.

devamı var

 
2 Yorum

Yazan: 24 Ekim 2020 in Cafer Sarıkaya ANILAR

 

Etiketler: , , , , , ,

CAFER SARIKAYA ANILAR

30 TEMMUZ 2020-BİLKE

ASKERLİK

18 yaşımda evlendim, cicim ayların devamında sıra geldi vatani göreve. Asker olup evden ayrıldım. O zamanlar elbiseyi askerlik şubesi veriyordu. Potinler dar geldi ve ayaklarımı yara yaptı. Tam da Gerze’nin panayırı idi. Şube askerleri toplayıp vapurla yol verecekti. Elbiseyi giymeden önce 1-2 gün Gerze’de kaldık. Panayır olduğu için Gerze’nin bütün sokakları plak ve davul zurna sesleri ile yıkılıyordu. Benim isteyip de hiç görmediğim bir manzara. Tam tamamına özgür olmuşum ve kendimi müziğe kaptırmışım, şarkı türkü ne çalarsa söylüyorum. Tanıdıklardan bazıları beni görmüşler ve Cafer’e ne olmuş sanatçı gibi sokaklarda türkü söylüyor diyorlarmış.

Neyse  bu coşkulu hava çok sürmedi, şube bizi Tarı vapuruna bindirdi.  Vapur İstanbul’da askerlerle dolmuş. Trakya, Ege, İstanbul derken askerleri toplayarak Karadeniz’e açılmış ve hep birlikte gidiyorduk. Bütün kamaralarda askerler balık istifiydi. Vapur şehir kasaba geçse de hiç bir iskeleyi geçmiyor. Her yere uğruyorduk. Gel zaman git zaman 3 günlük yolu bir haftada varabildik. Trabzon’a 3. Orduya ait olan askerleri indirdiler. Değirnmendere mevkiinde, 3 gün içtima eğitim ve talim atışlarını yaptık.Eline silah almayan bir kişi olarak hedefi tam vurdum. Çok güzel bir Türkçesi olan bir Amerikalı subay vardı, bana “hedefi tam vurdun aferin ” dedi ve bir paket palmel sigarası verdi. Evde sandığa koy çok güzel kokar dedi. Eğitimin sonunda 45 gün sonra bizi sınıflara ayırdılar. Benim sınıfım aslında piyadeydi. Başarı gösterdiğim için muhabereye aldılar.

Değirmendere’de Boztepe mevkii bambaşka koskoca bir alandı. 143. Piyade alayı,çok kalabalıktı. Yemek ve yatak işleri,temel ihtiyaçlar zordu, tuvaletimiz bile yoktu. Kepçe geliyor, boş bir alana uzunca bir ark yarıyor, gece olunca asker buraya tuvaletini yapıyordu. Asker içine düşmesin diye su matarası misali içi gaz yağı dolu gaz lambası bırakılıyordu. Su yoktu taharet yapılmıyordu. Çamaşırlarımızı tatil günü derelerde yıkıyorduk. Bir gün hiç unutmadığım bir dönüş ve çıkış olayı ile karşılaştım. Tabaklarımız elimizde yemek için kuyruktayız. Elimdeki tabak dörtgen alüminyum, 20-15 cm ve tel saplarını elle tutuyoruz. Kuyrukta beklerken arkadaki biri elindeki dürülü çamaşırlarını benim aşıma attı. Atan kişiyi gördüm. Ben de ona elimdeki tabağı attım. Bir de üzerine çullandım. Çocuk fena halde ağlıyor. Ne de olsa köylü delikanlıyız, ufak tefeğim ama yaptığının altında kalmadım. Çocuk şehirli, anasının kuzusu ben hem tabağı attım, hem de üzerine çullandım. Çocuk ağlıyor da ağlıyor. Sivaslı uzun boylu çavuş beni ve çocuğun ağladığını gördü. İkimizi de koğuşa götürdü, arkadaş ağladığı için bana dönüp “ulan burasını dağ başımı sandın” diyerek destekleme bana bir salladı ama gözlerimde şimşekler çaktı. Askerde yiyip de unutamadığım asker dayağı buydu.

Değirmendere ve Sarıkışladaki eğitim sonrası kalabalık asker grubuna muhabere kursu verdiler. Ne kadar kaldığımı hatırlamıyorum, ama orada da büyük oranda başarı aldım ki kursun sonunda beni Erzurum’daki uzman çavuş kursuna ayırdılar.  Erzurum’a gitmeden önce kaledeki kursumuz esnasında telli telsiz hatlar nedir hiç öğrenmedik. Kuru pil sulu pil öğrenmedik, usta asker bizim gibileri bulunca hiç eğlenmeden durur mu. Usta askerler acemilerin eline mikrofonu veriyor cereyan akımına bağlıyordu. Bu sefer acemi askerin elleri titremeye başlıyor, usta olanlar da gülüşüyorlardı. Ben usta olunca hiç kimseye öyle şaka yapmadım. Ve de takılmadım.

Burada başarı göstermeme rağmen takım komutanımız üsteğmen Ali Rıza İleri hem beni severdi hem de üsteğmen Şevket Kuleli benimle samimi diye sık sık bana tokat atardı ama bana fotoğrafını verdi. “Cafer biliyorum  bu fotoğrafımı sana veriyorum beni sevmen için değil bana küfür etmen için veriyorum demişti”.  Üsteğmen Şevket Kuleli ise Rizeli bir subaydı, adam beni çok severdi. Alayda ün salmıştı, büyük küçük Şevket Bey diye tanınır sevilirdi, hiç kimseyi  de takmayan birisiydi.

Kalede beni hatlı muhaberede başarı gösterince hatsız muhabere yani mors kısmına ayırdılar. Burada öyle ilerledim ki tabur komutanının telsizine verdiler. Manipleyi öyle kullanıyorum ki dakikada 80- 100  üzerinden alma  ve gönderme yapabiliyorum. Bu başarımın sonucu 3. Ordudan tek kişi olarak Erzurum’daki kursa gönderdiler. Erzurum’un kavak denilen yerde yatıyor, yemeği de kursun mareşal hastanesinin  yanındaki kurs binasında görüyorduk. Bir yandan 1. 2. ve 3. Ordulardan seçme gönderilen kursiyerlerin sayısı 50-60 kadar olduk. Kurs hocalarımız çok iyi kimselerdi bizlere şanslı olduğumuzu söylüyorlardı. Kurs tamir atölyesi çok değişik genel anlamda tamirat ve tadilat montaj işlerini yürüten bir yerdi. Kursumuz devam ederken bir gün kurs hocamız bizi topladı, “çocuklar çok üzgünüm atölyeyi Erzincan’a kaldırıyorlar, sizleri de kıtalarınıza  gönderiyorlar” dedi. Kursun istikbalini iyi gördüğüm için ben babama mektubumda o zamanlar Kore’ye asker gönderiliyor gidebilr miyim diye babama sordum. Babamdan gelen cevap görevini bitir ve köye gel oldu. Köyden benim ayrılmamı kesinlikle istemiyordu. Öyle  olunca kurs da dağıldı Kore’ye gitmeme de izin olmadı.

Bulunduğum kıtadan iyi bir telsizci olmam nedeni ile beni Artvin’e göndermek istemediler. Yazı ile durumu bildirdiler. Oradan gelen cevapta ise onbaşı Cafer”in sınır alayına ve sınır alayının dokunulmazlığı olduğu için kıtamda kalamayacağımı bildiren cevaptan sonra beni Artvin’e gönderdiler. Oraya gidince bazı eski arkadaşlarda karşılaştım. Havamız gayet iyi, iyi kötü bir de onbaşı rütbesi var. Bir de bana bonservis vererek, direk santralde görevlendirdiler. Havadaki durum ve rahatımız Trabzon’dan çok daha iyi. Bir ara Rus sınırındaki arkadaşların günleri bitmiş tezkereleri gelmiş. Onlar başkaları ile değiş olacak. 1 asteğmen 1 çavuş ve bir onbaşı 15-20 tane askerin yer değiştirme görevi bizlere verildi. Dağ taş düştük yollara seyyar mutfak var, her türlü ihtiyaç yanımızda. Tam bir askeri disiplin içinde yol alıyorduk. Dağa sapınca gece yolu şaşırdık. Zifiri karanlık, önümüzü zor görüyoruz. Köpek ve horoz sesleri dinliyoruz. O da yok. Nihayet sola doğru bir ev bulduk. Yol soruyoruz Gürcüce biliyorlar, zar zor anlaşabildik. Nihayet karakola varabildik. Rus sınırında Diyaban karakolunda askeri değiştirdik.

Askeri koğuşumuz şehre yakın muhit küçük 211. Sınır alayının tabur bölükleri ve karargahın  tam teşekküllü alayı biz şimdi muhabere bölüğündeyiz. Bölük komutanımız yüzbaşı Cavit Tunç  üsteğmen Şevket Kuleli takım komutanı, üsteğmen Ali Rıza İleri. Ben Ali Rıza üsteğmenin takımındayım. Adamın benimle arası hiç yok. Çok tokadını yedim. Sonradan öğrendik sebep Şevket Kuleli Rizeli ben de Karadenizliyim, adam kopuk mu kopuk efe hiç kimseyi takmıyor, beni de çok seviyor. Diğer subaylar nöbetlerinde hep ders yaparlar, askerler sevmezlerdi. Rizeli komutana gelince çağırır çalgıcıları sabaha kadar vur paylasın çal oynasın askere moral verirdi . Ali rıza ise bu adama çok gıcık olurmuş. Ali Rıza üsteğmen bana fotoğrafını verirken “ikimiz de birbirimiz sevmiyoruz, bu fotoğrafı bana küfür etmen için veriyorum”derken komutana kızdığı için sanki hıncını benden çıkarıyordu.

Trabzon’da da  asker arkadaşı olduğum bir terzi vardı.  Yüzü sanki Zeki Müren’e benziyordu. Arkadaş hem terzi hem de güzel bağlama çalıyordu. Ben Artvin’e gelince gene karşılaştık. Bana da yeni elbise verilmişti,elbise bol geliyordu. Ona elbiseleri düzeltmesi için verdim. Ama düzeltmeyi bırak adeta ilgi çekici bir vaziyette yapmış, beni görenler kıyafetime imreniyordu. Neyse bir sabah eğitimine çıktık, mola verildi ben bir kenarda ayaklarım üstünde çömelmiş vaziyette iken bizim üsteğmen asteğmen ve bir de yüzbaşı bana doğru geliyorlar. Ayağa kalkıp selam durdum. Yüzbaşı başımdan kepi aldı kendi başına koydu. Şevket üsteğmene soruyor nasıl yakışıklı mıyım diye. Biraz eğlendiler ve “sana bu elbiseyi kim dikti “diye sordular. Ben de söyledim, o arkadaşla birlikte onun istediği saatte üsteğmenin huzuruna geldik. Arkadaş çok korktu. “Ulan bu elbiseyi sen mi diktin” dedi, “evet komutanım” dedi. “Derhal aldığın parayı geri ver” dedi Benim de kıçıma dayak vurdu. Biz çıktık. Ama ben de o elbiseyi öylece eskittim. Ama terzi çok güzel diktiği için herkes kıyafetini ona yaptırdı.

Sonra Şevket Bey beni izine gönderdi, izinden önce oğlum Mehmet’in dünyaya gelişini komşumun oğlu Şükrü’den öğrenmiştim. Evde karım çocuğum var biliyorum, eve geldim yoklar. Onlar eve geldiler, benim de iznim bitti. Asker ocağı bana uğurlu geldiği için rahatım  çok iyiydi. Çok kilo aldım, izinden dönünce iskelet gibi geri döndüm. Şevket komutan beni seviyor hediye beklermiş. Tilkilik kaşında ben kotra  nedir nereden bilecem.

 

29 Mayıs için tiyatro hazırlandı. Önemli rol için beni seçtiler, çok mutluydum. Başarı ile tiyatromuzu gerçekleştirdik

Nihayet teskere geldi ve ben eve döndüm. Ev eski tas eski hamam. Evde karı yok çocuk yok. Hanım babasının evine gitmiş. Babam bana git karını çocuğunu getir dedi. C.SARIKAYA

 
 

Etiketler: , , ,

BABA NOTLARIN ROMAN OLMALI

23 TEMMUZ 2020

Samsun Medical Park Göz kontrolünden sonra  

Babam, hayatının detaylarını en ince ayrıntısına kadar yazmış. Bu ifadeler 1930 doğumlu biri için çok değerli. Ben, anıların bazı bölümlerini o hasta iken kendisine okumuştum. Çok mutlu olmuştu. Okumadığım bölümleri şimdi okuyorum. Babamın yazıları sanki dile geliyor ve bana “bu notlar kesinlikle roman olmalı”diyor.

Anıların, kent-köy gerçekleri, çalışma ve azmin sonuçları  açısından insanlık dersi niteliği taşıyacağını düşünüyorum. Kaybettiğimiz değerler, çalışmak ve üretmek konusunda gelecek nesillere ışık tutacaktır.

Anıları takip edenler için bazı bölümleri Cafer SARIKAYA ANILAR KATEGORİSİNDE yayınlamaya devam edeceğim.

Yaşar SARIKAYA

BABAMIN ANILARINA DEVAM

Kezban hem akrabam, hem de köyün en gözde kızlarındandı. Onunla evlenmek canıma minnetti ama dokmazadan[1]  geliyordum.  “Üveylik var geçim olmaz,  sonra hepimizin başı ağrır” dedim.

Esasen benim köyde durmaya gönlüm yoktu. Yaşım daha 18’di ve okumak arzum hala devam ediyordu. Aile sorumluluğu almak istemiyordum. Babamın gencecik yeni eşi, bir sürü yeni çocukları vardı. Evde benim yerim,  bu nüfusun  bakımını yapmak ve onları mutlu etmekti. Yani anlayacağınız benim hayatıma hayat denilmezdi. Bütün işler ve hizmetler bana bakıyor, evlenirsem de eşim benim gibi bu düzene mahkum olacaktı. Herkes benim bu evlilik işinden bu yüzden korktuğumu biliyordu.

Benim evlilikteki çekimser tavrım, babalığımın kulağına da gitmiş. Kezban’ın babası bizim eve geldi ve benimle görüşüp benim gerçek fikrimi anlayıp dinlemek istedi. Ve bana “bizim kulağımıza hoş olmayan sözler geliyor eğrilik ve doğruluk bunun neresinde” diye sordu.

Ben görüşümü açık açık söyledim. Şöyle ki “ben dışarı gitmek istiyorum 2 ayak 4 olunca çoluk çocuk olacak yani bana ayak bağı olacaklar” dedim.Böyle olduğu takdirde köyden dışarı gidemeyeceğim, köy kalabalık, üveylik var, tarla bağ bahçe çok, köy işleri bana ve eşime kalacak. İyi bir geçim olacağını düşünmüyorum. Evlilik geleceğime engel olacak. Hem Kezban’ın geleceği bana göre daha parlak görünüyor. Onu bizden daha rahat ettirecek aileler gelin olarak istiyor.  Niçin hem benim hem onun başı ağrısın. Üstelik Kezban benim akrabam, birlikte yetiştik. Ben onunla gelecek düşündükçe bir çıkar yol bulamıyorum” diye cevap verdim.

Ama büyükler karar vermişler beni dinlemediler. Yazımın 21. Sayfasında babamın beni gelip Sinop’tan almasına değinmiştim. Ne güzel Sinop’a kaçmış, adada kendime bir düzen kurmaya çalışıyordum. Babamın beni almaya geliş nedenini şimdi daha iyi anlıyordum. Bunun başını bağlayalım bir daha köyden kaçmasın diye benim önümü kesiyordu. Babamın emeli gerçekleşse de sonuçta gene benim dediğim olacaktı.

Büyükler bana hiç sormadan işe karar vermişlerdi. Bir ara ben bizim evde, yüklük dolabında bir çift kundura görmüştüm. Başka yeni eşyalar da vardı. Meğer gelin urbası imiş. Ben ne kadar ”evlenmem, ben kendimi zar zor idare ediyorum” desem de beni dinlemediler.

Nihayet bir kış günü öyle bir kar yağıyor ki o biçim. Sözüm ona güya bizim düğün kuruluyor. Birkaç kişinin beraberliğinde bizim Kezban Hatun bir at üstünde evimize geldi, hoş geldi sefa geldi. Gelişinde de epeyce kar getirdi, gelen üç beş kişi evde birazcık patırtı gürültü yani düğün yaptılar ve kızlarını bırakıp gittiler. Babam bizim imam nikahımızı yaptı, herkes yerli yerine çekildi.

Bizim evde ocak gündüzden beri yanıyordu, ocakta kor ateşi boldu. Ev sıcaktı, dışarıda kar yağmaya devam ediyordu.

Kezban ve ben ilk defa baş başa kaldık. Ben 18 yaşındayım, Kezban ise 17 yaşında bir genç kız.  O, lafı hiç uzatmadan direk konuya girdi “duyduğumuz bazı şeyler var, eğer sen gene aynı şeyleri düşünüyorsan hiç benim günahımı alma. Beni köyde bırakıp şehre kaçacaksan bunu bilelim. Biz zaten akrabayız, ben geldiğim gibi geri dönerim. Yok, eğer anlaşıp karı koca olacaksak Birbirimize söz verelim ve birbirimize sahip çıkalım” dedi.

Cafer SARIKAYA ANILAR

[1] dokmazadan gelmek: aldırmıyor gibi yapmak anlamında kullanılr. Dokmada yani midesi tok biçimi bu şekilde kullanılmıştır.

 
 

Etiketler: , , ,

SİNOP KÖYLERİNDE 1940’LI YILLAR

16 TEMMUZ 2020-BİLKE

 CAFER SARIKAYA ANILAR

Zamanımızda atmosfer olsun iklimler olsun her şey çok değişti. Mesela çocukluğumda çok fazla kar yağardı. Bir yağdı mı aylarca kar çiğnerdik. Hayvanların bakımları zorlaşır, gün olur saman yetmez bazen de suları dahi masal olur. Ben, hayvan sulamak için bizim evin önünden akan dereden faydalanırdım. Suya ulaşmak için, karı delip tünel gibi ark açardım ve öyle su çekerdim. Evin çatılarından sarkan buzlar tam tamına büyük pırasa gibi sallanırdı. İnsanın başına düşse öldürebilir büyüklükte olurdu.

Köylerimizin yazı da çok sıcak olurdu. Yengem erik bahçemizden erik pestili yapardı. Pestil karaca erikten olursa üf tadına diyecek olmazdı. Bizim bahçenin eriklerinin tümü karaca olduğu için, gayet hoş ve tatlıydı. Ama onu da bol bol yiyemezdik. Çünkü pestil yapılır kışa saklanırdı. Önce erikler toplanıp olgunlaşması beklenir, olgun erikler yıkanıp kazanda kaynatılırdı. Sonra kalburdan geçirilir, 20-25 cm eninde, boyu en az 3 metre olan uzun tahtalara serilirdi. 5-10 tane tahtanın üzerine serilen erikler bir buçuk cm kalınlığında dökülüp güneşlenirdi. Yağmur,taş, toprak ve pislikten korunması gerekiyordu. Kuruduktan sonra bir bıçak yardımıyla rulo helinde katlaya katlaya toplanırdı.

Pekmez yapımı daha farklı ve ayrı bir işlemdi.  Meyvenin olgun olması  önemliydi, pestile göre pekmez daha fazla kaynatılırdı. Meyveler kazanda kaynatılır ve bir çuval içinde düzen dediğimiz düz bir  tahtaya yerleştirilirdi. Çuval, 80-90 cm eninde 1.40 veya 1.50 cm uzunluğundaki düzene yatırılır ve üzerine gene bir tahta daha konurdu.  Baskı ile çuvaldaki kaynayan meyveler cırgana ile sıkılır  bundan sonra uzun süre kaynatılır ve pekmez kıvama gelince ateşten alınırdı.

Şimdi pestil pekmez derken kendi arayışlarım ve buluş   becerilerim de beni çok meşgul ederdi. Mesela o zamanlar ben hiç tutkal kullanmadığım gibi adını dahi duymamıştım. Bu günkü gibi basın medya da yok, sadece yaşarken gördüklerimizi biliyoruz. Tutkal konusunda hiç bir fikrim yok. Nereden ve nasıl aklıma geldi bilmiyorum, erik ağaçlarındaki sakız gibi maddeyi biliyorum, ağaçlarda çok olduğunu görüyorum. Doğal olarak biriktirip saklasam, bekleyince kuruyordu. Yapışkan özelliğini, bazı işlerimizde kullanmayı düşünüyordum.  Ben ağaçtaki sakızları  top top topladım ve bir kapta kaynattım. Merhem kıvamına gelince tam oldu diyordum, ama olmuyordu.  O zaman, 15 yaşlarındayım, elimizde olan şeylerle yeni bir şeyler icat etme duygum vardı.

Bir de kemik işini işlemeyi düşündüm. Mesela hayvan tırnaklarını  ve de boynuzlarını işlemeyi tasarladım bu işler için bilgi ve görgü lazım. Dahası takım ve tezgah lazım. Ama hiç biri yok. Ben kömüş boynuzlarından tarak yapıldığını duymuştum. Ben de tarak yapabilirim düşüncesiyle işe başladım. Zayıf bir ateşle yani gaz ocağında kaynatmaya başladım istenilen hararet olmayınca sonuç alamadım. Bu arada mahalleyi koku bastı, her zamanki gibi “Cafer gene madik çıkarıyor” dediler.  Bunu da beceremedim.

Dahası da var kafama takılanlar arasında ama, işten güçten kendi düşüncelerimle ilgilenecek zaman yok.  Birbirine bitişik büyük kayaların yüzeyinde nokta nokta çiçek gibi yosunu andıran bizim kına dediğimiz yosunlar var. Biz köyde bunları kayalardan kazıyıp su ile karıştırarak kına yakardık. Bu kınalar benim kafamı çok meşgul ederdi. Yani kına imalatı yapmak gibi ve dahası da var.

Köy ormanlarında kızılcık ağacına benzeyen bir ağacın meyvesi içinde yuvarlak boncuk taneleri tespih ve kolye üretimi için zihnimi meşgul ederdi. Gene dağlarda salep toplayıp para kazanmak gibi daha başka değerlerin de değerlendirilmesi gibi fikirlerim vardı. Mesela her mevsimde olmasa bile mantar çeşitlerimiz o kadar çok olurdu ki köy evini mantarlarla doldururduk. Bunların kurutulup  kışa saklanması, ticaretinin yapılması beni düşündürürdü.  Mesela ormanda çam ağacından kesilen köklerden dışarıda ve toprak içinde olanlar sonra çıra olurlar. Bunlara da kafamı çok yorardım. Çünkü bu çıra olan kökler un haline getirilip sıkıştırılıp paketlenir ve sobada yakılabilir diyordum. Hayvan gübresi için de kurutulup toz halinde gübre olarak değerlendirilmesini düşünürdüm.

Herkes, çok faydasız şeylerle uğraştığımı düşünür ve hep benimle alay ederlerdi. Yıllar yılları kovalarken hani derler ya biz çıkalım kerevetine şimdi bizim de kerevetimizi anlatalım. “26” numaralı sayfada kalmıştım. Gübük dayının Osman Cafer sana diyeceğim şu ki, babanla babalarımızın araları iyi. İkisi de bana Cafer’in ağzını yokla dediler. Biliyorsun Kezban’ı köyde çok isteyen var. Herkes peşinde, Cafer de Kezban da yetiştiler. Bu kızcağız dışarı ele gideceğine biz bunları baş göz edelim.diyorlar.

Cafer SARIKAYA -ANILAR

 

 
 

Etiketler: , , ,

KENDİ GÖÇTÜ NOTLARI KALDI

11 Temmuz 2020- BİLKE

CAFER SARIKAYA ANILAR

Günün birinde baş müfettiş okulunuza gelmişti. Bizim de tam paydos saatimizdi. Topluca paldır küldür dışarı çıkarken  ben müfettiş beyi gördüm. Onun ilgisini çekmek geldi aklıma. Gözüne girmek istiyordum. Çünkü okumam için yardımı olacağını düşünüyordum.

Üzerine tir tir titrediğim yeni çantamı arkadaşın birine uzatarak nazik ve kibarca ”arkadaşım lütfen çantamı tutar mısın” diye çantamı arkadaşa uzattım. Bu hitap karşısında müfettişten beklediğimi almıştım. O da bana “çocuğum kimin oğlusun sen” dedi. Benden önce arkadaşlar “Şuayıp ağanın oğlu” diye cevap verdiler. Bana tekrar tekrar “aferin” dedi, “çocuğum sen akıllı birisin bizler yardımcı olalım seni Kastamonu öğretmen okuluna gönderelim” diye devam etti. Müfettiş, bizim öğretmen ve babamla konuşmuşlar. Ama oracıkta kalmış hatta babam konuşulanları bana da söyledi. Ama ne çare ki ilerisini okumayı bırak, beşi bitirip okul diploması bile alamadım. Yıllar sonra Bafra’da çalışırken diploma gerekti. O zaman Bafra İlköğretim Müdürlüğünden almıştım. Sırası geldiğinde bu konulara değinirim. Çünkü Bafra’ya kaçışım da ayrı bir maceradır.

Bu yazdıklarımın hepsi gerçek, hepsini acısıyla tatlısıyla yaşadım. Yaşım şimdi 70’e gidiyor, bu anılar hala aklımdan çıkmıyor. Maksadım kimseyi suçlamak değil. Zamanla babam da bizleri sevdi ve hepimiz için sevgi doluydu. Rahmetli Mahire kardeşimiz çok küçüktü. Onu kucağına alıp sever ona türküler söylerdi. Benim anam yok, o zamanlar babam beni de sevse ne olur diye içimden geçirmiştim.

Gene hiç unutmadığım bir olay da babamla çifte gitmiştim. Öğle vakti olunca hem hayvanlar hem de biz acıkmıştık. Babamın yiyeceği ayrı olurdu. O yiyeceğini önüne alıp yiyor ben de yiyeceğimi kendi önüme alıp yiyordum. Bir ara bana içimden gülme geldi, kendimi tutamıyorum. Babam “ne var da gülüyorsun” dedi.  Ama ben kendimi tutamıyorum, sürekli gülüyorum.  Oturduğumuz yer biraz yüksekti. Kayadan doğru aşağıya inen soğanı bahane ettim ” soğan yuvarlandı da ona gülüyorum” dedim. Babam beni dövmedi ama çok kötü azarladı.

Değirmen arkası dediğimiz tarlamız vardı. Ben deha çok küçüğüm, babam beni ve  Mehmet abimi tarlaya götürdü. Tarlanın sağında solunda temizlenmesi gereken çalı çırpı  ağaçlık ve ormanlık vardı. Köyde bu işe kökleme deriz. Biz köklenecek olan ağaçları kökler tarlayı temizleriz. Alanlar daha evvelinde temizlenmediğinden,tarlada toprağın içinde bayağı derinde bulunan kayaların temizlenmesi gerekirdi. Bu işleri abim ve ben yapmaya çalışırdık. Bir seferinde hiç  unutmuyorum tarlada bulunan büyükçe bir kayayı çıkarmaya çalışıyoruz . Tarlada biraz bayır büyük küsküler yardımıyla tam yarım gün uğraştık. Bu uğraşıdan sonar kayayı aşağıdaki dereye yuvarlamalıydık. Kayanın büyüklüğü su değirmen taşından da büyüktü. Uğraşa uğraşa küskülerle aşağıya doğru iterken kaya birden yuvarlansın mı. Mehmet abim kayanın üzerinde kaldı, kaya gittikçe süratleniyor. Neredeyse abimi altına alıp ezecek. Ben abim ölecek diye bağırıyorum. Babam ve benim yapabileceğim bir şey yok. Ben ağlıyorum, bağırmaya devam ediyorum. Neyse ki abim bir yolunu bulup atladı.ve kendini kurtardı. Çok şükür deyip tehlikeyi atlattık.

 
 

Etiketler: ,

CAFER SARIKAYA-ANILAR

01.07.2020-BİLKE

BABAMIN NOTLARI

4 sene önce

Daha sonraları babamın ve Gübük dayımın dostlukları ilerledikçe ebemin rızası olmadan Hatibin Kör Yusuf’a  zorla veriyorlar. Bu zorlu evlilik  ne kadar sürdü bilmiyorum, biz gelelim eski meşe evine. Babam Gübüge diyor ki “meşe evini alıp sökeceğim, ben burada senden fazla hakka sahibim.” Sendin bendim derken iş nerelere açılıyor. Bir ara, ikisi yukarı oluktan aşağı doğru bizim eve gelirlerken Gübük belinden bıçağını çekti babamın sırtına sapladı.  Sonra Gübük dayı sapladığı bıçağı çekip çıkardı. O ayrı bir taraftan gitti,  babam eve geldi. Yaralarını birilerine sardırdı. Ben onların yanında neden ve nasıl bulunduğumu hatırlamıyorum. Hiç bir şeyle meşgul olduğumu bilmiyorum. Oynuyordum desem köy çocukları zaman bulup oyun bilmezler. Hele benim gibi hiç çocukluğunu yaşamayanlar nereden bilsin oyunu. Çatı metti kaç etti diye bir oyun vardı, şehirde uzun eşek diyorlar, işte o oyunu küçükken oynardık.  eğer boş bir anım olur da babamın yanında olsam, hemen bana “git yüzünü yıka” derdi. Yani sen burada boş boşuna durma der gibi. Yengeme( üvey annem) gelince o da her işi benden bekler beni postalardı. Unutamadığım ve çok ağladığım taraflar, küçük kardeşlerimin bakımı, temizliği bana kalırdı.

Ben ne işler yapmazdım ki,  Bulaşık  yıkardım, evi silip süpürür, aş ve çorba pişirirdim. Evimizde su yok, çeşmeden su çeker hayvanların yiyeceklerini samanlıktan çekerdim. Damları temizler, hayvanları kaşır tımarlarını yapardım. Tavukların inlerini rahat etsinler diye ustalıkla temizler, kışın soğuktan korunmaları için onlara sıcacık yerler hazırlardım. Kürt sepetine yumurtaları toplar merakla onları istif ederdim. Kürt sepeti dediğimizi, elekçiler satardı. Onlar 3-5 kuruş kazanmak için sulak yerlerde bulunan sazlıkları toplayıp sepet yaparlardı, o zamanlar plastik yoktu. Sepetler çamaşır koyma meyve toplama bir çok ihtiyaçlar için kullanılırdı. Biz bu günün teknoloji nimetlerini köyde hiç görmedik. Çocukluğumuz çok sefalet içinde geçti. Üstte yok, başta yok. Ya yalın ayak ya da çarık, onlar da öyle bol bolamaç değil. Biz yeni bir çift çarık bulursak, çarık süslü olsun diye bağına dikişine çok önem verirdik. Giydiğimiz bazı şeyler erkek kız diye far etmezdi. Bazen tepesini delip ayak bileklerine kadar uzun gömlek giyerdik. Kış günü banyo zordu, dolap hamamlarımız vardı soğukta ayda bir yıkanılırdı. Yaz gelince de göl ve derelerde yıkanırdık. Köye okul ve öğretmen gelmesi bazı yeniliklerin   gelmesine sebep oldu. Okulda el ayak ve tırnak temizliği gibi yeni temizlik alışkanlığı getirdi. Bizler okula yaşımızda gitmedik. 10-11 yaşlarında falan okuldaydık.  1942 yılı köyümüzde okul açıldı. Öğretmenimiz Rasim ALCAN köyümüzün insanıydı, kendi köyümde okul açmak istiyorum demiş ve köyümüzde okul açılmıştı. Okul, bizim tarlamıza yapıldı.

Babamın köyde olmadığı bir zaman komşu köyden birisi 3-5 tane okul çantası getirmiş. Evinin nazlı çocuğu olan arkadaşlarım çantaları kapıştılar. Ben imrenerek bakıyorum, adam ” baban beni ben babanı iyi tanırım sana kızmaz al bu çantayı”  dedi. Ben de kaptığım gibi doğru eve koştum. Neredeyse sevincimden çıldıracağım. Çantayı, kapıdan girenlerin görecekleri  bir yere çivi bulup çaktım, çantayı da çiviye astım. Üzeri kirlenmesin diye bir şey bulup örttüm, her tarafını değil canım. Herkes görsün diye sevincimi paylaşmak istiyorum. Yengem başladı homurdanmaya, masraf etmiş diye söylenip durdu. Fiyatı da pek öyle büyük ücret değildi. Sanırım 2 lira falan, belki de babam ona az bir para verdi, ya da hiç vermedi. Daha sonra adamdan 2 tane sandalye satın aldı. O zamanlar sandalyeyi kim tanır. Herksin evinde 30-40 cm uzunluğunda 25-30 cm genişliğinde bir tahta parçasını 2 ayak üzerine çiviledin mi oldu sana sandalye. Sonraları sana bana bir oturak çoğu evlerde ise odaya keşikleri kullanılırdı. Bu güzel yıllarıma çantam güzellik katmadı.değil. çünkü artık epeyce sivrildik, etrafa hava atmaya başlıyoruz.okulda kızlar var. Kızlardan göz kırpan, yanaşmak isteyenler gençlik işte. Ben geleceğimin peşindeyim. Ama gözümün az çok takılmadığı yok değildi.

Okulda bir müsamere oynadık, çok da güzel olmuştu. Veli dayı isimli bir piyesti. Ben köy ağası olmuştum. Başımda kalpak, belimde kuşak, üstüne yelek, köstekli saat, duvarda mavizer ve gaz lambası asılı. Döşenmiş odada Veli dayıyı temsil ediyorum. Mustafa Kuş da Ayten Öğretmen oldu. Üzerinde uzunca bir entari vardı. İsmail çolak ve daha çok arkadaşlar sahnede birlikteydik. Piyes 3 perde idi. Köylüler büyük ilgi göstermişti. Çok hoş oldular ve gelecek için de hoş dileklerde bulundular. Tabi köylülerin hoş olmasıyla hem öğretmenimiz  hem de bizler hoş olmuştuk.

Cafer SARIKAYA-ANILAR

 

 
 

Etiketler: , , , ,

İÇİMİZE KOR DÜŞÜREN BABA NOTLARI

23 HAZİRAN 2020- BİLKE

Babamın geride bıraktığı notlar okurlarımızdan ilgi gördü. Devamı yok mu diyenler için, köyden kaçmayı planladığı bölümün arkasındaki konuya, onun yazdığı gibi aynen yer vereceğim. Bu gün dünya, gerçek hayat yerine sanal öğretilerin ezberini yaşıyor. Alın terinin akmadığı kazançlar, emeğin karşılığını almadığı sonuçlar, kolayca varlık sahibi olanlar o kadar çoğaldı ki.

O nedenle babamın anıları, insanlarda her hangi bir hikaye etkisi mi, yürek yangını mı, yoksa ihmal edilen Türkiye gerçeklerini mi hatırlatıyor burası düşündürücü? Derneğimizin kuruluşuna temel olan ana neden de bu gerçeklerdi. Ülke  yaşamlarının yok sayılan  gerçekleri üstüne vurulan cilalar, insanların gözlerini bürüyen sanal ışık ve  ana ögelerden uzaklaşmak.

Ülkesinin değerlerini korumak, kaybolan kültürüne sahip çıkmak yerine, geçmişini yok saymak, gösteriş dünyasının cafcaflı rengine  aldanmak, sevgiyi saygıyı kaybetmek.

Baba ellerinle yazdığın bu anılar, yeni nesle  ulaşır mı bilmiyorum. Ama çalışmak, mücadele etmek, tek başına ayakta durabilmek üzerine örnek olacaktır ümit ederim… Yaşar SARIKAYA

Cafer SARIKAYA – ANILAR

Uzun zamandır köyden kaçmayı düşünüyordum. Arkadaşım Osman Sinop’ta Ada’da çobanlık yapıyordu. Annesine mektup göndermiş. Annesi mektubu okutmak için bizim eve geldi. Ben hemen alel acele Osman’ın adresini not ettim. Onu çok çalışkan gördüklerinden köyde senin gibi çalışkan varsa gelsin aman bize getir demişler. Benim bundan haberim oldu, bu işi de kafama koymuştum. Sinop’a gitmek için yol bilmem, param yok,bu sefer yanıma bir yoldaş bulup yola çıkmaya karar verdim.

Zaten okul açıldı, 1-2 ay oldu. Benim işten okula gitmeye imkanım yoktu, okula gidenler de hep evin önünden geçerken  hepsi “okula gelmiyorsun öğretmen sana ceza yazıyor” diyorlardı. Babam gene at üstünde başka köylerde, ben İşi bırakıp da okula nasıl giderim. Okulu seviyorum, gidemiyorum. Sinop’ta valiye gidip durumu anlatmak var kafamda. Okumaya çok meraklıyım, köyden kaçarsam çok iyi olacak.

Aynı zamanda öğretmen, ” Cafer’in durumu çok iyi, Kastamonu’ya öğretmen okuluna gönderelim” diye konuşmuş babamla.  Ama babamın cevabı olumsuz olmuş. Babam köyde yokken fırsat bu fırsat, hemen yanıma Osman Karakaya’yı kandırdım. Osman okumak istemiyor, onun durumu benim gibi değil, o macera arıyor. Onun anası babası onun her istediğini yerine getiriyor. Neyse Osman ve ben evden epeyce ekmek aldık yanımıza ve çıktık yola. Yürü yürü, ta Tilkilik köyünden(Gerze’ye 37 km) Sinop’a yürüyoruz. Derken, akşam üzeri Çiftlik köyüne gelmişiz. Rastladığımız bir gence rica ettik, biz yatak istemiyoruz, başımız kurulukta olsun, bize bir yer bul o bizi samanlığa götürdü. Nereden nereye rastlantının bu kadarı.

Bizim Kabaağaç’tan Emin’in  Ahmet çıkmaz mı?. Bize “işte burası samanlık, başınız kurulukta. Yatın bu gece, sakın ha sıgara filan içmeye kalkmayın,  sonra yangın çıkar başıma iş açarsınız” dedi. Sabah oldu, biz gene düştük yollara. Sora, sora bazı kapılardan da ekmek isteye isteye, öğleye yakın Sinop askerlik şubesine geldik. Askerler eğitim yapıyorlar. Biraz onları seyrettik, akşam üzerine doğru Sinop’ta arkadaşım  Osman’ı bulduk. Ee “Osman gardaş biz geldik”;

“Eyi hoş geldiniz, siz oturun bakalım, ben şimdi gelirim” dedi.

Az sonra bir adamla geldi, adam baktı bize “ikisi de iyi, biri diğerinden ala, hangisi gelirse gelsin” dedi.

Gof gof Ali’nin Osman kalktı ve adamla gitti. Sinoplu çoban Osman “hadi şimdi sıra sende, seni de bir yere bırakacağım” dedi. Ben “vali ile görüşeceğim önce ona gidelim” dedim.

Osman “senin okul, öğretmenlik ve vali işini sonra düşünürüz”dedi. böylece beni de yüzü sakallı ve de karanlık birinin yanına götürdü. Beni görünce yaşlı adam “anamı babamı” sordu. Ben de “anam da babam da yok” dedim. Yıllık ne alacağımı sordu. Ben de “siz bilirsiniz, ben de Osman’ın gördüğü işleri görürüm” dedim. Adamın hoşuna gitmiş olacak ki  “hele bak sen Osman kaç senedir burada her şeyi iyi biliyor, sen de öyle olursan görüşürüz” dedi. Ve ben de orada kalmaya karar verdim. Hemen beni soydular, Allah gani gani rahmet eylesin Münire Teyze sırtımı yıkadı. Giyecek verdiler, beni hemen sofralarına aldılar. İhtiyar dediğim kişi yüzü kara ama ruhu güzellerden de güzeldi.

Onu da rahmetle anıyorum. Dürüst mü dürüst, bana bir kaç gün benden ne bekliyorsa gösterdi. Hiç alışıp görmediğim bir ortam, sanki o evde doğup büyümüşüm evdekilerle hep kaynaştık. Evdeki insanlar çok iyi, iş de öyle köye göre hiç yorucu değil. Büyük küçük herkes beni seviyor. Bir akşam dede, “Cafer oğlum, seninle biraz konuşmam lazım. Bak söyleyeceklerimi yüzüne söylüyorum. Sen bana anam da babam da yok dedin, ama ben senin haberin olmadan adeta gölgen oldum, ne yaptın ne gördün seni izledim. Gördüm ki sen çok iyi aile eğitimi görmüşsün. Senin her yaptığın her tuttuğun benim çok hoşuma gidiyor, her şeyi açık seçik yüzüne konuşuyorum. Sakın ha doğruyu söyle, benim de kendi hesabıma yapacaklarım var. Benim 2 tane oğlum var, biri terzi diğeri şimdi askerde ama okumuş gelince memur olur. Şimdi senin bana vereceğin güvence ile ben de sana yardımcı olayım. Okumuşluğun var eski yeni yazı okuyorsun. Seni ister yeni ister eski hangisini istersen okuturum. Çünkü sen akıllı bir çocuksun, bana söz verirsen seni oğlum gibi sever seni ayrıca evlendiririm” dedi. Bu söz ve durum karşısında bense içimdekini söyleyemiyorum.

“Siz nasıl istiyor nasıl uygun görüyorsanız onu yapın efendim” diyebildim. Baba korkusu her an içimde. Bu Hasan dedenin ise 3-5 sığırı var, başkasının elinde 25-30 danası var. Adada da Asmakaya adı altında şahsına ait, kısmen kapalı, içinde ormanı suyu bulunan bir küçücük çiftliği var. Ben buraya sabah gidip akşam dönüyorum. Ben hayatımdan, evin halkı benden razıyız, güle oynaya bir yaşam sürdürüyoruz. Hasan dedenin hanımı Münire Nene çok temiz, çok hanım bir nine. Terzi olan büyük oğlu Mustafa Abi çok terbiyeli efendi biri. Hanımı Fahriye yenge çocukları hepsi bir başka insanlar. Kızları Hatice, Zahide ilk okula gidiyorlar, Melekse yaşında evde öyle kaynaştık ki, vaktimiz bir araya gelince güle oynaya geçiyor. Hasan dedenin asker olan oğlu, Ahmet Abi o da sakin biri. Benimle beraber çiftliğe gidip geliyoruz. Ta ki sonbahar kış geçmiş, ilk bahar gelmişti. Ahmet Abi ile çiftlikte iken ben koyunları sağmak için elimde bakraç ağıla doğru gidiyorum. Baktım uzaktan 2 adam bize doğru geliyorlar. Ben işime döndüm yeni koyunların sağıyorum, bir ara bir ses oldu, “ulan çoban bize doğru baksana” diyor birileri. Elindeki dayakla da ağılın çitine vuruyor, tak- tak. Ben başımı kaldırıp baktım ki, hiç aklımda yokken babam karşımda duruyor. Karşımda bana da seslenen adam babamın asker arkadaşı Demirci köyünden Çakırın Süleyman. Ben babamı karşımda görünce elimdeki süt bakracı yere düştü, süt döküldü. Başladım ağlamaya “eyvah yine köye mi gideceğim” diye ağlıyorum. O gün Ahmet Abi de yanımda idi. O ise olayların gelişmesine şaşırdı kaldı. Çünkü hiç beklemiyordu.

Ama olanlar oldu. Bendeki şaşkınlığı anlatamam. Hele bir de babama desem ki “köye gelmiyorum” asla kabul etmeyeceği için mümkün yok diyemem. Çünkü babama göre benden çektikleri çok fazla. O, koca bir köyün köy ağası,herkes sözünü dinler, saygı  duyar, benim yaptıklarıma ise  babam sabrediyor. Benden bakarsan farklı, babamdan bakarsan farklı. Ben geliyorum da demiyorum, gelmiyorum da diyemiyorum. Çünkü sonucu biliyorum. Babam kesinlikle dinlemez, sözü mutlaka yerine getirilir. Ben bir yandan ağlıyor, bir yandan da peşlerinden gidiyorum. Bu halde eve geldik. Babam ve arkadaşı ise eve uğramak istemiyorlar.

Ben eve gelince kızılca kıyamet koptu. Ben ağlıyordum ya, bu sefer de bağırmaya başladım. Münire Nine ile Bahriye Yengenin halleri görülmeye değerdi. İkisi de birden “yahu ne oldu bu çocuğa, oğlum yavrum söyle kim ne yaptı sana, niçin böyle bağırıp çağırıyorsun”. Ben artık durumu söyledim. Onlar da olanlar karşısında şaşırıp kaldılar. Hasan dede “yaptığını beğendin mi,sana inandım ve güvendim,onun için de 25-30 hayvanımı el üstünden aldım. Ben şimdi ne yapacağım. Bir de durmuş ağlıyorsun. Vay benim başıma gelene” diyerek haklı olarak bana çıkıştı. Gene de babamları eve davet etti. Misafirim olun dedi, babam ise teşekkür etti ve ayrıldık.

Ben köyün yolunu tuttum,babam da atını demirci köyünde bırakmıştı, o da atını almaya oraya gitti. Böylece bu fasıl da burada bitmiş oldu. Vali ile görüşmem hayal oldu, okumak dersen o da öyle. Gene köye gelmiş olduk. Her şey yine eskisi gibi olacaktı.

Cafer SARIKAYA-ANILAR

 

 
Yorum yapın

Yazan: 23 Haziran 2020 in Cafer Sarıkaya ANILAR

 

Etiketler: , , ,

GÖÇTÜN BABAM NOTLARIN ATEŞ KORU

20 Haziran 2020- A. Yaşar SARIKAYA

BABALAR GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN  

Babanız göçüp gidince size elleriyle yazdığı notlar bıraktı mı? O notları her okuduğunuzda yüreğinize düşen ateş koru içinizi sine sine yaktı mı?

Radar Hristiyan din görevlilerini Büyük Camiyi gezdirirken çekilmiş foto

Babam 1984 yılında emekli olduğunda, hayatını yazmasını istemiştim. Çünkü Yalı köyü sahilinde aldığı arazide, kavak dikiyor, artezyen kuyusu çıkarıyor, tarlayı tel örgülerle çeviriyordu. Bu uğraşlar güzeldi ama gecelere kadar eve gelmiyordu. O eve gelene kadar endişeleniyorduk.

Çevrede iki fabrikadan başka hiçbir şey yoktu. O zaman cep telefonu da icat edilmemişti. Babamın kalemi sağlamdı, bildiğim için, hayatını yaz baba belki roman olur demiştim. Yazdıklarını saklamış, bize göstermemişti. Hastalandığı zaman, dolapları temizlerken notlara rastladım ve onları sakladım.

Babam, yaşadıklarını bizimle paylaşırdı. Bu yüzden hayatını biliyordum. Yazdığı anıları okurken, samimi itiraflarında içindeki küçük çocuğun sesini duydum. Tüm babaların babalar günü kutlu olsun.

 

ANILARIM-Cafer SARIKAYA

1947 yıllarıydı… Abim ve benim hayatım anasızlık, yokluk içinde geçiyordu. O, bana hep sahip çıkar kollardı. En büyük korkum, abimin olmadığı bir hayattı. Abimin askerliği geldi çattı ve askere gitti.  Babam, onun askerlik yaptığı İstanbul’a iş için gitmiş, ama abimi görmeden dönmüştü.

Abim babam gelmedi diye bu olaya çok içerlemiş kahretmiş ve sağlığı bozulmuştu. Ağır hasta olup yatağa düşünce, askerden köye gönderivermişler. Bana haber geldi: “Mehmet abin hastalanmış, tebdili hava ile köye yollamışlar. Ancak Sazak köyüne Salih amcaların evine kadar gelebilmiş. Durumu ağırmış, Cafer gelsin beni alsın diye haber göndermiş” dediler.

Babam köyde değil gene hayvan alım satımı için dolaşıyor, abim elin köyünde hasta, kimsesiz garip kalmış. Babam bana git demeden gidemem ki. 20 gün sonra bana “atı al abini getir” dediler. Ben gittim sazak köyüne, orada herkes kendi işiyle meşgul, tabi bir aya yakın zamandır abimi düşünecek değiller ya. Ben oraya vardığımda abim ağlar, ben ağlarım gözyaşlarımız sel misali.  Biz daha fazla zaman geçirmeden aileye teşekkür ettik. Yolumuz uzak, abim yardımsız ne ata binebilir ne de inebilirdi. Kendi başına ayakta duramıyordu.  Çöp kadar kalmıştı, içim parçalanıyor elimden bir şey gelmiyordu. Ben de zaten öyle güçlü biri değilim ki, 14- 15 yaşlarında zayıf çelimsiz biriyim. Gene de çok şükür, ah ve oh çekerek evimize gelebildik. İşte gel burada ana arama. Ana olmayınca karşılama nerede. Durum aynen:” niye geldin bela mısın nesin” der gibiydi.

Canım abim yavaş yavaş eridi ve gün geçtikçe bitti. Anasızlık, sahipsizlik abimi ölümün eşiğine getirdi. O arada nereden aklıma geldiyse, Tıkı dayımı  ilaç için atla Gerze’ye gönderdim. Tıkı dayımın Gerze’den atla evin önüne geldiği anı hiç unutamıyorum.

Akşamüzeri, atımız acı acı kişnemeye başladı. Hayvanlarımız abimi severdi. Abim o sıralarda yaradanına kavuşuyordu. İlacınız da şifanız da sizin olsun der gibi gitti. Tıkı dayım, elindeki ilaçları ve iyi gelir diye aldığı portakalları üzüntüsünden evin önüne saçıverdi. Allah rahmet eylesin, ben çok çektim ama abim benden de çok çekmişti.

Abim ölünce işlerin çoğu benim sırtıma bindi. Hayvanların bakımı, çift çubuk, orak harman, değirmen işleri, öküz ve kömüş ile odun çekme. Bütün bu işler arasına aklıma gelmeyen başka şeyler de karışınca çıldırasım geliyordu. Çıldırmadan çareyi Sinop’a kaçmakta buldum.

 

Cafer Sarıkaya- ANILARI

 
Yorum yapın

Yazan: 20 Haziran 2020 in Cafer Sarıkaya ANILAR

 

Etiketler: , , ,

RADYO

 
BABAMIN RADYOSU

19.01.2020-Yaşar SARIKAYA

Radyo, seninle göz göze geldik. İçimi sızlattın benim, her köşende babamı saklıyorsun. Seninle göz göze gelince anılarım, çocukluğum canlandı hafızamda. Senin bana, benim de sana anlatacak o kadar çok şeyimiz var ki. Anlatır mısın, çocukluğumun şarkı türkü söylediğimiz tatlı günlerini, anlatır mısın babamla paylaştığın zamanları?

  • Anlatırım tabi. Sana babanı hatırlatıyorum değil mi? Benim her zerremde onun izleri var dostumun, arkadaşımın kızı. Sinop’ta daha evlerde radyo yaygınlaşmamıştı, baban aldı beni sizin eve getirdi. Çocuklarını, eşini sevindirecekti. Bir heyecanlıydı ki. Dostluğumuz o günlerde başladı. Ben o zaman gıcır gıcır, pırıl pırıldım.
  • Sevgili RADYO, senin evdeki ilk gününü hatırlamıyorum büyük ihtimal küçüktüm, ama ilkokula giderken seninle çok anımız var. Babam askerliğini muhabereci olarak yapmış. Elektronik cihazları tamir eder, onlara eklemeler yapar yeni buluş için dağıtır, sonra da tekrar toplamaya uğraşırdı. Babamın sayesinde, seni hem radyo, hem de amfi olarak kullanıyorduk. Tahtadan yaptığım, evdekilerin DIM DIMI dediği(bağlama benzeri) çalgı aleti ellerimi parçalamış, halime acıyan babam da, bir sene sonra eve küçük bir bağlama getirmişti. Kendi kendime çalmayı öğrendiğim bağlamayı, sen amfi olunca, sana bağlamıştık. Babam mikrofon ayarladı, makaralı teyp de almıştı, seslerimizi kaydetmişti, o seslerimiz hala duruyor.
  • Kızım, senin baban var ya, küçük bir arızam olsa, içimi açar, bütün parçalarımı dağıtırdı. Artık benden radyo olmaz zannederken, o ne yapıp eder, beni tekrar eski halime getirirdi. Benim üstüme kaç radyo eskittiniz, ama bak ben hala duruyorum. Dış yüzüm, düğmelerim biliyorsun hep babanın elinden geçti.
  • Eşyaların içinde saklı olan yaşam izlerini okumak, görmek ve paylaşmak özel bir duygu sanırım. Babam seni yıllarca bodrumda saklamıştı, sonra “al kızım bu sana emanet” dedi. Sen o nedenle çok değerlisin benim için, seneleri içinde taşıyan bir arşiv ve canım babamın dostu arkadaşısın.
  • Hatırlıyor musun kızım, kardeşlerinle birlikte sıra kapardınız, ben şarkı söyleyeceğim, hayır ben türkü söyleyeceğim diye. Baban da organize eder, hepinize fırsat verirdi.
  • Çocukluk günleri, her insanın hem belleğinde saklanıyor, hem de bedeninin tüm hücrelerinde hissediliyor. İnsan yaşlanınca çocukluğuna dönüp baktığında, anılarını belleğe attığı yaşta oluveriyor. Çocukluğumun aynası oldun radyo, seni yerine koyalım. Daha sonra yine geçmiş zamana yolculuk yaparız, sevgili dost hoşça kal.

Babamı hasta olmadan önce yoğun temposundan kahve içmeye götürebildiğim anlardan

Yaşar SARIKAYA

 
 

Etiketler: , , ,

BABAMIN HAYATI KENDİ EL YAZISI İLE

HAYATIM ROMAN ÖRNEKLERİNDEN-02.12.2019- BİLKE


Babamın elleri ile yazdığı 140 sayfadan oluşan anıları, hatıra kaldı

Her birimizin belleğinde çok farklı yaşanmışlıklar saklıdır. Dünyada ne kadar insan varsa, bir o kadar hikaye, bir o kadar da akıl yürütme yöntemi olduğunu görebiliriz. Acıların, sevinçlerin ve sevgilerin bir o kadar farklı algılandığı ve yansıdığı dünyamızda, bireyden topluma, toplumdan bireye etkileşim gerçeklerinden bir kesit  paylaşacaklarım.

Babam 4 Ağustosta bize veda etti. Gerze ilçemizin en yüksek köylerinden biri olan Tilkilik (Çağlayan) köyünde 1930 yılında başlayan hayat serüvenini, kendi el yazısı ile yazarak arkasından hatıra bıraktı. Okumak hayali ile 13 yaşında yürüyerek köyden kaçışı, çobanlık yapışı, sonra babasının onu alarak tekrar köye götürmesi……..

Kendi anlatımından bir bölüm:

Köye okul ve öğretmen gelince, yenilikler de   geldi. Bizler okula yaşımızda gitmedik. 10-11 yaşlarında falan okuldaydık.  Köyde okul bizim tarlamıza yapıldı.Öğretmenimiz Rasim ALCAN, Köy Enstitüsü  ilk mezunlarındandı. Bizim köyden olduğu için mezun olunca köyümüze öğretmen olmuştu. Okula komşu köyden birisi satmak için 3-5 tane okul çantası getirmişti. Okul çantası o kadar güzeldi ki, almak istiyorum ama babamdan korkuyorum, satıcı “babanı tanıyorum sana kızmaz al sen bunu” dedi. Ben de kaptığım gibi doğru eve koştum, sevinçten neredeyse çıldıracağım. Onu kapıdan girenlerin görecekleri  bir yere çivi bulup çaktım. Üzeri de kirlenmesin diye bir şey bulup örttüm. Herkes görsün, ben seviniyorum ama  herkes de sevinsin istiyorum. Analığım, postunu koydu başladı homurdanmaya. Anam olsaydı nasıl olurdu bilmiyorum.  Babam ücretini ödedi ve bana bir şey demedi. Çocukluk yıllarıma çantam güzellik katmadı değil. Çünkü artık sivrildik, etrafa hava atmaya başlıyoruz. Okulda bir müsamere oynadık, çok da güzel olmuştu.

Adını hala hatırlıyorum. Veli Dayı isimli bir piyesti. Bana köy ağası rolü verdi öğretmen. Başımda kalpak belimde kuşak üstüne yelek, köstekli saat, duvarda mavizer asılı gaz lambası hazır vaziyette, döşenmiş odada Veli dayıyı temsil ediyorum. Arkadaşım Mustafa Kuş da Ayten öğretmen oldu. Üzerine uzunca bir entari giydi, İsmail Çolak ve daha çok arkadaşlar vardı sahnede ama diğerlerini unuttum. Piyes 3 perdelikti. Köylüler büyük ilgi göstermişti. Çok hoş oldular ve gelecek için de hoş dileklerde bulundular. Tabi köylülerin hoş olmasıyla hem öğretmenimiz  hem de bizler hoş olmuştuk. Gene bir gün dersimiz tarım idi. Öğretmenimiz sınıfa demir pulluk getirdi. Hiç görmediğimiz için bize tanıtmaya çalışıyordu. Tanıtımın sonunda hepimize pulluğun üzerindeki bir parçayı “çocuklar bu ne işe yarar” diye sordu. Biraz  beklemeden sonra, Mustafa kuş yedek parça öğretmenim dedi. Doğruyu söylemişti, Mustafa çok zeki ve uyanıktı. Gene bir gün öğretmen İsmet İnönü’nün büyük posterleri vardı duvarda. Öğretmen Eyüp Ünal arkadaşa, bu kim diye sordu. Ismet Dimçağ öğretmenim diye cevapladı. Sınıf tümüyle gülmüştü. Gene birinde baş müfettiş okulumuza geldi. Bizim de tam paydos saati, topluca paldır küldür, dışarıya çıkıyoruz müfettiş beyi görünce hemen aklıma onun ilgisini çekmek geldi, gözüne girmek istiyordum. Üzerine tir tir titrediğim güzel çantamı arkadaşın birine uzatarak nazik ve kibarca” arkadaşım lütfen şu  çantamı tutar mısın” diye çantamı arkadaşa uzattım. Bu hitap karşısında baş öğretmenden beklediğimi almıştım.O da bana birden “çocuğum kimin oğlusun sen” dedi. Benden önce arkadaşlarım,  “Şuayıp Ağa’nın oğlu” dediler. Aferin diye 1-2 kere tekrar etti. Sonra “çocuğum sen akıllı birisin bizler yardımcı olalım seni Kastamonu’ya okumaya gönderelim dedi. Baş öğretmen ve bizim öğretmen babamla konuşmuşlar. Ama oracıkta kalmış hatta babam konuşulanları bana da söyledi. Babamın 2. eşinden 5 kızı bir de oğlu vardı, hepsi küçüklerdi. tarlaya, bağa bahçeye, ev işlerine, hayvanlara kim koşacaktı.

Cafer SARIKAYA- EL YAZISI İLE BIRAKTIĞI ANILAR

1944 YILI-Tilkilik Köyü okul öğrencileri öğretmenleri R.ALCAN ile

Sosyal dengelerin kurulmadığı bir dünyada, bireysel çabalarla sonuç almaya çalışanlar, emek harcayanlar hiç tükenmesin. Çağımız bilişim, teknoloji ve sanayi alanında hızla ilerlerken, insanların duyguları, vicdanları, ahlaki yapıları zarar görüyor. Kendi tırnakları ile kazıyarak kazananlar, yaparak yaşayarak eriştiklerinin değerini biliyorlar. İdeallerini belirliyor ve onun için çalışıyorlar. 1940′ lı yıllar, yüksek bir dağ köyünde tiyatro sergileyen öğrenciler. Neredeyse 80 yıl önce, şimdi sanatta, estetikte çok daha büyük farklar atmalıydık. Bu gün ideallerimizi belirleme konusunda ne kadar özgürüz, bunu düşünmeliyiz. Kendimizi  tanımalı ve kendi özgür irademizi kullanarak başarılara imza atmalıyız.  Yaşar SARIKAYA

 

 

 
Yorum yapın

Yazan: 02 Aralık 2019 in Cafer Sarıkaya ANILAR

 

Etiketler: , , ,