Hemen, “Küçük adam derken kısa boylu, ufak tefek bir adamı kastetti.”, dediler.
Biri hayır dedi, aslında bir çocuk ama adam olacak çocuk.
Başka biri fantastik bir anlatım yaptı aslında, yok küçük adam dedi.
Herkes bir şey söyledi ama hiç biri değildi aslında.
Zeytin ağaçları arasından heyecanla koşarak indi taş merdivenlerden. Büyülü bir atmosferde masmavi deniz karşınızdaydı. Küçük bir koy içinde çocukların neşe dolu sesleri uzaktan da işitiliyordu. Denize dalınca bile o sesler yine duyuluyordu.
İşte o esnada birbirine yakın 2 kayalık göründü. Alelade kayaydı. Ama bulunduğunuz ortamı diğerlerinden farklı, kalıcı kalan gözünüzle gördüğünüz mü, yoksa belleğinizde kalıcı olarak yer etmesi mi?
Bu kayalık yer çok sıradan dediler. “Hiçbir özelliği yok, neresini beğendin. “
Çocuk burası çok farklı, çok özel dedi. Burası onun için kayadan çok bir ada gibi görünüyordu. Kayanın üzerine çıkıyor, denizin ortasında bir adada gibi hissediyordu. Burası benim adam dedi, burası Küçük Ada’m.
Küçük Adam buydu, aslında.
Çok konuşulmuştu, çok yorum yapılmıştı ama küçük olan bir adam değil, bir adaydı, aslında ada bile değildi, bir kayalıktı.
Her bir obje, her bir şey insanın belleğinde nasıl yer ederse o kadar özeldi, herkes kendi bakış açısına göre yorum yapıyordu.
Demek Küçük Ada’yı Küçük Adam anlamışlardı Büyük Adamlar.
Olsun adası bile küçük oluversin, hayal etmesi bile güzeldi, hayallerine de mi engel olacaklardı?
Önemli olan küçük şeylerle mutlu olmasını bilmekti. Yoksa herkes zaten eleştiriyordu doğası gereğince.
Dünyanın herhangi bir anında, hiç kimse aynı noktada değildir. Hepimiz farklı yerlerdeyiz ve bu yüzden dünyaya farklı açılardan bakıyoruz.
Uzmanlar diyor ki; ağaçlar dışarı çıkmak, yürüyüş yapmak için harika bir motivasyon kaynağı.
Hayatımda yer alan ve tesirini de yıllarca hissettirmiş çok ağaç var.
Yıllar önce doğduğum evin hemen bitişiğinde sırtını eve dayamış harika kirazları olan bir ağaç vardı. O kiraz ağacına çıkıp, o çatpat kirazlarını yemeye bayılırdım. O ağaca tırmanıp evin üstüne çıkardım. Katran karası renkli zeminde 3 tekerlekli bisikletimin seslerini duyar gibiyim hala.
3 tekerlekli bisikletle evin bahçesinde dut ağaçlarının, şeftali ağacının, erik ağacının arasında gezinirdim. Dut ağaçları bahçenin bir köşesinde yan yana dururlardı. Aslında Kuruçeşme Sokak’tan oraya kadar birçok farklı bahçede farklı dutlar, erik ağaçları, hünnap, incir aklınıza gelebilecek çok farklı meyve ağaçları vardı.
Ama kiraz ağacı farklıydı. Kökü evin temelindeydi. İki adımda hadi bilemediniz üç adımda evin tepesine çıkardım ve hemen karşıda Yesari Baba Türbesi gözükür, kazara elimle gösterirsem, yapma büyük günah deyince, bu türbe daha korkulur bir hal alırdı küçük bir çocuğun gözünde.
Arkamı döndüğümde iskele uzaktan bizi selamlar, hatta şileplerin gürültülü sesi bu selamı uzaktan size iletirdi. Sol tarafta zeytin ağaçları Zeytinlik’ten seslenirdi martılara.
Oranın bir büyülü havası vardı. Birbirine yakın yerlerde ne çok hatıra bırakmışız. Dönüş yolunda taş merdivenden inerken Tarzan Kemal bahçesinde çalışırdı her zamanki gibi, zaten tembellik ona göre değildi.
Şimdi ağaçlar şöyleymiş diyesi geliyor insanın, ama boş verin, her şeye rağmen, bence dikili bir ağacı olmalı insanın.
Uzun zamandır kiraz yemedim, her yerde erik var ama erik te çok az yedim. Bırakın meyveyi bu sene çok canımız yandı, çok ağaç gitti, ormanlarımız gitti, içindeki canlılar gitti, hatta canla başla çalışan işçiler, gönüllüler de gitti.
Uzmanlar diyor ki;
“Bitkiler stresi, öfkeyi, acıyı azaltmaya yardımcı olur ve refah duygusu yaratır. Bitkileri evinize veya iş ortamınıza yerleştirmek, yaşamınızda olumlu değişikliklere yol açabilir. Araştırmalar, hastanelerde bulunan ve doğaya bakan odalarda kalan hastaların daha hızlı düzeldiğini göstermiştir.”
“Bitkilerin bizimkilere benzeyen duyu organları, dokuları ya da sinir sistemleri olmayabilir, ama buna rağmen onlar gene de hisseder ve çevrelerinde olup bitenleri algılar. Tıpkı bizler gibi onlar da görür ve koklar. Hatta duyar, tat alır, teması hisseder, iletişim kurar, mutlu olur ve dans ederler.”
Altay Mitoloji’sinde kutsal ağaç kavramı vardır. Ağaç yaşamın devamlılığını ve kozmik düzeni temsil eder.
Gecenin 3’ü mü, yoksa 4’ü müydü bilemiyorum. Gürültülü çalan ev telefonu uykumu bölmüştü. Karşıdaki ses ablan ya da annenle görüşmek istiyorum diyordu. İçimden gecenin bu vakti aranır mı demek istiyordum, gözlerimden de uyku akarken annemi uyandırırdım
Annem uykusundan uyanan herkesin yapacağı gibi;
” niye arıyor bu kadın, ne istiyor gece gece” diye söylenip gelir, uzunca derdini döktükten sonra da telefon kapatılır, herkes uykusuna dalardı.
Ama bu bir rutine bağlanmıştı, zırrrrr diye çalan telefonla gecenin bir yarısı uyanır buldum kendimi yine, içimden,
“buyurun efendim Sarıkayalar Malikhanesi demek gelmedi değil. Söylem, aynıydı :“Ablan ya da annen lütfen.”
Bu ne böyle bir bilgisayar programı gibi, “for next” döngüsü içinde dönüyoruz diye düşünüyorsunuz bir an, ama yapacak bir şey yok, telefon yatağımın hemen yanımda, annem yine teselli eder, öğütler verir,
Kızmak kolaydı, belki ters söz söylemek, işin gücün yok mu senin, gecenin bu saatinde arıyorsun demek de gerekti.
Ama bir taraftan karşıda acısı olan bir insan vardı ve yırtık yelken ve kırık direklerle bir liman arıyorken, ne yapacaktık, git başka limana mı diyecektik.
Annem vicdan sahibiydi, bir de eğitim almamışken nasıl kendini yetiştirmişti, böyle duyarlı olmuştu? Varsın uykunuz gitsin ama karşıdaki insanın yarasına merhem olduysanız bu sizi değerli kılmaz mı?
Vicdan, merhamet insanın merkezinde ve odağında olmalı, insan adil olmalı, merhametli olmalı, bunu kendisi için istiyorken başkaları için de istemeli. Bizi farklı kılan, onurlu kılan bu değil mi?
Vicdan bu işin merkezinde olmasa, öfkeyle hareket edip bir çuval inciri berbat edebilirsiniz, ya da kurnaz hareket edip kendinize menfaat sağlayıp, karşınızdakini de incitebilirsiniz. Bizim örf ve geleneklerimizde zaten yardımcı olmak, dayanışma sağlamak yok mu, düşünün bir köye bir turist gelse köy yardım edeceğim diye seferber olur. Buna karşın trafikte birbirimize nazik davranmayı hala çözemediğimiz de bir gerçektir.
Yıllar öncesinin o zırıltılı telefonu yine kulaklarımda çınladı. Zamanla telefonlar azaldı, ama ben müsterihtim, keza annem de öyle. Vicdan önemlidir, hatta deriz ya vicdanın hiç sızlamadı mı diye. Vicdan aradan yıllar yıllar geçer, geçmiş gelir aklınıza, ama rahatsınızdır. Peki vicdanımıza ne oldu, nereye gitti, bir yerlere mi gizlendi?
Vicdan sahibi bir toplum gelecek nesillere de güvenli, ferah ve huzurlu bir emanet bırakır.
Yaşar Kemal’in sözleri ekleyerek bitirmek istiyorum:
Bayramın ardından, güzel bir bayram yazısı ile sizlerleyiz. Konuk yazarımıza teşekkür ederiz. BİLKE
Bugün bayramın üçüncü günü. Öncelikle sevdiklerinizle birlikte sağlıklı ve mutlu bir bayram geçirmenizi dilerim.
Sinop’un bayramlarında yer alan nokul ve yine Sinop Mutfağının mantısı, islamasinda bulunan çok faydalı bir besin kaynağı cevizden bahsetmek istiyorum.
Ceviz binlerce yıldır tüketilen sağlıklı bir besin kaynağı. Hafızayı güçlendirir, kemik sağlığında önemli rol oynar ve daha çok sayıda faydası var. Çocukken kurulan Sinop Pazarında annem Naciye Teyze’den alış veriş yapardı. Hamamın hemen yan tarafında rahmetli Naciye Teyze, anneme “cöğüz vereyim mi?” diye sorardı. Yahu, “bu cöğüz ne ola ki’, diye kendime sorardım. Elbette cevizi kastettiğini anlamam çok zamanımı almadı. Ana bu tanımlamaları hep kaba, köylü yorumu gibi düşündük normatif olarak. Sonra merak ettim, bu ceviz kelimesi hangi dilden gelir diye. Wikipedia şöyle tanımlıyor efendim:
Ceviz, (Cawz)malum ağaç ve sert kabuklu meyvesi sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Orta Farsça aynı anlamda gaws veya göz sözcüğünden alıntıdır Bu sözcük Aramice/Süryanice aynı anlama gelen eviz sözcüğü ile eş anlamlıdır. Arapça Caws kelimesinin okunuşu da Coguz gibi bir telaffuza yol açabilir Bu bağlamda düşününce Naciye Teyze’nin cövüz kelimesini doğru bile kabul edebiliriz Doğru kelime kaba, köylü kabul ettiğimiz kısmında orijinalliğini yitirmemiş, kültür böyle korunup zaman içinde daha sonraki kuşaklara aktarilabiliyor. Zaman içinde anlamını yitirip başka alanlara çekilen o kadar kelime var ki…
Bayram bayram başımıza dilbilimci mi kesilsin dediginizi duyar gibiyim. O zaman ne diyelim her gün en azından bir avuç ceviz yiyelim Iyi bayramlar! ŞGS
Eskiden cep telefonu, internet olmadığı zamanlardı.
Hayat basit ancak rafineydi sanki, kim bilir o zamanlar daha mutluyduk belki de.
Şimdi dijital ve global dünyada insanlar daha kopuk, bireyci ve pragmatik olmaya başladılar gibi.
Çocukken, oyun oynamak için gelen arkadaşlarım eve seslenirlerdi. Ya balkondan ya da mutfak camından bakardım.
Yine bir gün bir arkadaşım gelmişti, evin önünde başı önüne eğik duran kavak ağacının hışırdayan yaprakları arasından gördüm arkadaşımı. O kavak ağacının başı önüne hep eğikti, saygılıydı ama bir o kadar da mutluydu. Bu gün yerinde olmasa da, hışırdayan yapraklarının melodik sesi hala kulaklarımda.
Neyse arkadaşımı unutmayalım, bana “N’apisin, tipitip oynilim mi?”, diye sordu. Bu konuşma tarzı Sinop merkezde olup, bir tür n’apiyon, n’örüyon gibi bir ağız diyebiliriz. Ayrıca tipitip de, 1970’li yıllardan günümüze kadar uzun burunlu, büyük gözlüklü, papyonlu, yuvarlak şapkalı bir çizgi kahramanı. Sakızın ambalajında tipitipin ayrı maceraları olurdu o günlerde.
Hala var mı, inanın bilmiyorum. Ama bakın burası çok önemli, alt tarafta da bir sıra numarası olurdu. Biz oyunumuzu bu numaraya göre oynardık. Arkadaşım:
“n’apisin, geli misin?”, dedi. Ben de doğal olarak:
“gelim” (anlamı geliyorum) diye karşılık verdim.
Cebime tipitipleri doldurup aşağı inip, alt 10, üst 15 diye oynuyorduk. Alt 10 yani alttaki rakam üsttekinden büyükse kaybeden karşı taraf kazanana 10 adet veriyordu. Gel zaman git zaman ben bu oyunu çok iyi oynar oldum, hatta namımı duyan Sinop’un çok farklı yerlerinden çocuklar benle tipitip oynamaya gelirlerdi. Hani batının hızlı silahşörleri gibi(!), neyse onun sonu iyi olmuyordu galiba. Yani havam o biçimdi tipitipte.
Ben de bir gün, iyi oyunculardan birini İstiklal İlkokuluna davet etmiştim. Okulun dik yokuşu evimizin de olduğu Kuruçeşme Sokağa çıkıyordu, sokağın sonundan kıvrılan yol Tarzan Kemal’in evinin önünden Balatlar Kilisesi’ne dönüyordu. Tarzan Kemal’in evinin önünden devam eden yol ise Ada Mahallesi’ne ve Zeytinliğe devam ediyordu. Okuldaki çocuklar terleyince musluktan kana kana su içiyorlardı, yani su bile o zaman daha berrak ve temizdi.
Tipitip işinde ilerleyince, ablamın öğretmen okulunda yaptığı güzel mukavva kutuya tipitipler koymak için kullanmaya başladım. Oynadığım kişiler karton kutunun içindeki tipitip kağıtlarını görünce, özenime çok şaşırıyorlardı.
Daha ilkokulda olmama rağmen, benden büyük kardeşlerimle birlikte evde öğrenmediğim iskambil oyunu kalmamıştı. Sayı tamamlamak için oyuna ablamı da davet ederdik. Biz 3 erkek kardeş oyunda tecrübeliyiz, ablamın sorularını da gülerek hatırlıyorum.
” Koz hangisi? ” Sonunda, aramızda o da tecrübe kazandı.
Tavlayı da çok iyi öğrenmiştim. (Rahmetli Selçuk Bıçakçı hatta çok şaşırıyordu bu halime, toprağı bol olsun.) Bu becerilerim, daha sonraki yıllarda beni kahve köşelerine çekmeyi başaramadı. Düşünüyorum da, o gidişle kumarbaz bile olabilirdim.
Bu tür oyunlar ve kazanma hırsı aslında insan egosunu, bilinç altına sürülmüş kırılganlıklarından dışa vuruş yansıması bir nev’i. Yani geliri iyi olanlar da olmayanlar da yapıyor. Belki başka faktörler de olabilir, kısa ve çabuk yoldan zengin olma, topluma kendini ispat etme v.s.
Günümüzde cep telefonları, sosyal medya, arama motorları ile dolu dünyamızda, teknoloji hayatı rahatlatmasına rağmen eskiye daha mutlu olduğumuz geçmişimize özlem duymuyor değil miyiz?
Abdül, kıvır kıvır kısa siyah saçları ile Afrika’nın kavurucu sıcağında gözlerini kısarak gökyüzüne baktı. Gülmek istiyor, gülemiyordu. Çok yukarılarda uçan bir kuş gördü, biraz sonra gözden kaybetti. Kuşlar ne kadar özgürdüler, istedikleri zaman kanatlarını çırpıp istedikleri yere gidiyorlar diye düşündü. “Bir gün o kuşlar gibi ben de özgür olacağım” dedi içinden.
Bir sesle irkildi Abdül:
“Gel şunu al, babana götür”.
Çocuk yaşta olmasına rağmen elleri çalışmaktan nasırlaşmıştı, Senegal’in sıcağında bir o işe bir bu işe koşturuyordu. Senegal nehrine yakın küçük bir köy evinde yaşıyordu. Gün içinde o kadar yoruluyordu ki, günün en sevdiği anı uyuduğu zamanlardı. O zaman, yüzünü bile hatırlamakta güçlük çektiği annesini rüyasında görüyor, onunla hasret gideriyordu.
Abdül annesini çok küçük yaşta kaybetmişti, simasını hayal meyal hatırlıyordu. Geceleri inci gibi beyaz dişleri ve simsiyah gözleriyle sessizce kendi kendine konuşuyordu.
“Bir gün o kuşlar gibi ben de özgür olacağım”.
O hayat ona sıkıcı geliyordu. Aslında yediği, içtiği yanındaydı, sıkıntısı yoktu denebilirdi ama anne hasreti bambaşkaydı. Abdül yaşlandığında bile bu eksikliği gideremeyecekti, çocukları ve hatta torunları olacak ama annesini asla unutamayacaktı, yerini hiçbir şey dolduramayacaktı.
Günün en sevdiği kısmı düşündüklerini geceleri rüyalarda görmekti. Bir sabah erkenden:
“ Abdül kalk hadi” diyen ses ve tekmeyle uyandığında, çok ama çok korkmuştu. Sabahları artık hep böyle uyandırılacaktı ve yapacağı işler sıralanacak, bunları çabuk ve temiz yapması istenecekti. Kendisinden birkaç yaş büyük bir arkadaşı ile tarlada büyük bir kayayı yerinden çıkarmak için tüm gün uğraşmışlardı. O tarla sürülecekti, ama kayayı yerinden oynatmak zordu. Ellerinde hiç alet edevat yoktu, temin etmek de imkansızdı. Zaten köyleri Mali sınırında ve Dakar’a çok uzaktı.
İşleri bitince arkadaşına:
“Ben bu köyden kaçacağım” dedi o günün akşamı.
“Delirdin mi sen Abdül, nereye gideceksin, nasıl geçineceksin” dedi arkadaşı Yusuf (Youssouf).
Kısa bir münakaşadan sonra Yusuf’un aklını çeldi ve 2 gün sonra köyden kaçtılar. Trene kaçak binip Dakar’a kadar geldiler. Gece Yusuf Abdül’ün rüyasında konuştuğunu ve:
“işte, oradan doğru”, dediğini duydu. Sabah sordu;
“gece rüyanda işte oradan doğru dedin, ne anlama geliyor?” Abdül ise;
“Bilmiyorum, gerçekten öyle mi dedim.”
Kaçakların Dakar macerası uzun sürmeyecek, Yusuf ve Abdül’ün babaları onları bulup köylerine geri getireceklerdi. Fakat Yusuf Abdül’ün uykusunda konuştuğuna tekrar şahit olacaktı. Abdül annesini düşünüp:
“ah keşke annem hayatta olsa, beni ne güzel uyandırırdı”, diye düşündü.
Hep böyle olmasını istediği halde, bir de üstelik kaçış sonrası sabahları daha sert bir şekilde uyandırılıyor olacaktı.
Abdül hep asırlar önce zincire vurulmuş ve köle yapılmış atalarını düşünürdü. Ben de bir nev’i köleyim aslında, zincirler ellerime ve ayaklarıma vurulmak yerine, ruhuma asılı diyordu kendi kendine. Ne zaman bu prangalardan kurtulursam işte o zaman ruhumu özgür bırakabilirim ve yaralarımdan kurtulurum. Kim bilir belki bir gün o kuşlar kadar özgür olabilirim.
Bu düşüncesini gerçekleştirdi, 21 yaşında Avrupa’ya gitti, Afrika’yı, Senegal’i çok sevmesine rağmen, ruhunu özgür bırakmayı ve kuşlar gibi rota tayin etmeyi tercih etti.
Bir gün Paris’te Eiffel Kulesi’ni arayan birkaç Türk uzun boylu bir siyahi adamla karşılaştılar, dişleri inci gibi beyaz, saçları kır, kocaman elleri ile kararlı gözlerle bakıyordu. Ona soru sordular, o da turistlere yardımcı oldu.
“Eiffel’e şöyle gideceksiniz, işte oradan doğru, önce sağ, sonra direkt.”
Türk turistler, teşekkür ettiler adama, gülüştüler:
” ne kadar yakınmış o kadar çok aradık ki” dediler. Adamın yol ve yer tarifine hayran oldular.
İşte oradan doğru, ilgilerini çekti ve bu söze hep beraber gülüştüler.
Ama “işte oradan doğru” aslında Abdül’dü, Abdül’ün hayat hikayesiydi.
Yıllar yıllar önceydi. Turizm Danışma Bürosu’na bir Yeni Zelandalı gelmişti. Heyecanla gezdiği yerleri anlatıyor, anlatımını elleri, kolları ve hareketleri ile zenginleştiriyordu. Çankırı yakınlarında yolda kalmış, otostop çekmiş, köylüler ona çay ikram etmişler, Türkçe arkadaş demeyi öğrenmiş. Gözlerinin içi gülüyor, mutluluğunu belli ediyordu.
O zaman, “ Türkiye dünyanın bir ucu, ama bak aramış bulmuş gelmiş ve üstelik geldiğine de hiç pişman olmamış”, diye düşünmüştüm.
Aradan siz deyin 4 ben diyeyim 5 yıl geçmiş bu sefer müzenin karşısında aile kuruyemişçimiz ÖZBİL’ e bir müşteri gelmişti. Onun yorumu dikkate değerdi. Sinop için:
“çok ufak bir yer, burada çok fazla şey yok galiba” diyerek küçümseyici ifadeler kulandı.
Ben de:
“ne aradığınıza bağlı” dedim.
Sonra da:
“eğer metropoller gibi uzun katlı taş bloklar arıyorsanız bulamazsınız, ama yine de eskiye göre betonlaşmış olmasına rağmen Sinop, doğası, tarihi ve denizi ile eşsiz bir yer” diye cevap verdim.
İki farklı portre, iki farklı yorum. Biri dünyanın bir ucundan, diğeri ise Sinop’a yakın bir yerden gelmiş. Ne kadar farklı pencerelerden bakıyorlar, mutlulukları da farklı, arayışları da…
Ama Yeni Zelandalılı’ yı görmeliydiniz esprili, basit şeylerden mutlu olan biriydi. Dünyanın bir ucunda da olsa, güzelliklere aynı bakacak insanlar vardı.
Pencereden bakıyor, gözlerinin içi gülüyordu. “Guguş”, dedi. Guguş, teyzemin güvercinlere ve kumrulara verdiği bir isimdi. Kedileri de PAMUK, YUMAK kedi diyerek severdi. Günün ilk ışıklarıyla uyanırken; özellikle güneş doğduktan sonra, havada tatlı bir serinlik varken hepimizin duyduğu sestir guk-guk. Kumrular çıkartırlar, ve insana huzur verirler.
Teyzem Cemile Demir’in, iç dünyasının kahramanları güvercinler ve kedilerdi. Kendimi bildim bileli teyzem hep bizim yanımızdaydı. Annem onu yalnız bırakmak istemezdi, o yüzden ablamın ilk tayin olduğu Ordu’nun Aybastı ilçesinin Belen Köyü’nden tutun, üniversite yıllarım ve hatta hayata gözlerini yumduğu İstanbul günlerine kadar hep beraberdik.
Teyzem otistikti. Biz ona içe kapanık, kendi halinde derken, Yağmur Adam filmi ile bu kelimenin anlamı hafızamıza iyice yerleşmişti. Teyzemin dünyası çıkarcı, pragmatik ve paraya endeksli, kirli dünyamızın çok çok uzağındaydı. Belki de teyzemin bu yüzden kahramanları kediler ve güvercinlerdi. Hayattan çok bir beklentisi yoktu, karnı doysun, kendisine iyi davranılsın yeterdi.
1992- yeğenlerimden biri teyzemin kucağında
Annem, aslında onun için bir abladan ziyade bir ebeveyn yani bir anne-baba gibiydi. Aslında yalnız yaşayabilirdi ama yalnız yaşamaktan çok, kendisini anlayamayanlara ifade etmek durumunda olmaya katlanamıyordu. Sadece kendi ekseninde dönen insanların, otistik birisine acıyan, küçük gören bakışları, kaçınılmaz olabiliyordu. (Sanki bir ömür insanın sağlıklı olma garantisi varmış gibi!) Anlamaları ise, ileri bir tekamül gösterme süreciydi doğal olarak.
Kendisi ile konuşmaya çalışsanız ağzından 6-7 kelime alabilirseniz, ayrıcalıklısınız demektir. Diğer otistikler gibi göz teması kısıtlıydı ve kesinlikle dokunma, sarılma ve öpme gibi fiziksel temastan asla hoşlanmazdı. Asla!
Bir ambulans geçse ve siren sesi duysa Sinop’taki Yeni Mahalledeki evimizin penceresinden kim geçiyor diye ısrarla ve heyecanla bakardı. Çevresinde olan biten her şeye hakimdi. Hafızasına kaydederdi.
Şimdi düşünüyorum da, annem ona karşı şefkatliydi. İnsan olarak bir çoğumuzda eksik olan bir hasletti bu. Eğer canlılara şefkatiniz yoksa, hatta bırakın canlıları, doğayı görmezden geliyorsanız, umursamıyorsanız, bir insan olarak gelişiminizi tamamlamamışsınız demektir. (Sorun da burada değil mi?)
Teyzem de şefkati bulduğu yerde, korunaklı olduğu ortamda kendini huzurlu hissediyordu. Annem sert görünüşü altında teyzemden şefkatini hiç esirgemedi.
Ölümünden önce de birkaç hastalık tanısı konulmuştu. Vasisi olan ablamla ben bir ambulansta yanındaydık, hemşire “kim o, anneniz mi”, dedi, “hayır teyzemiz”, dedik. Aslında bir ömür süren birliktelikti bizimki. Bizim için teyze ya da başka bir kelime yetersizdi. Onun özel durumu, bizim içimizde çok özel bir sevgiye dönüşmüş ve o sevgiyi büyütmüştü. Gel de bunu hemşireye anlat.
Teyzemin durumu çok ağırdı. Ambulans sirenini duyunca kafasını kaldırdı, işte o zaman boşuna arama teyze, hasta sensin diyesim geldi. (Bunun farkında değildi.)
1998’de vefat eden teyzem, şimdi İstanbul’da Sanayi Mahallesinde bir mezarlıkta, sen, hep bizim kalbimizdesin teyzem. Aile olarak onu her ziyaretimiz, bizi derinliklere sürükleyip götürür. Bu bayram da ziyaretine gideceğim.
O yüzden otistik denince şöyle bir dururum, teyzemin hayatı bir film şeridi gibi akar gözümün önünden. Siyah beyaz bir fotoğrafta dut ağacı önünde gülümseyen bir yüz. Teyzemin kelimeleri dökülür dilimden belli belirsiz, guguş, pamuk kedi. Anlarım ki mutlu ve yüzü güler.
Sabahları bir kumru uyandırır beni, kanat çırpar, “ guguş geldi”, diyesim gelir ve gökyüzüne bakar hafif tebessüm ederim.
Geç kalmıştım. Aceleyle evden çıktım, Deniz Otobüsünü yakalarsam işe yetişebilirdim. O zamanlar İstinye ve Yeniköy’e eşit mesafe uzaklıkta bir evde oturuyordum. Deniz Otobüsü İstinye’den kalkıyordu. Yeniköy yolunda yürümeyi, mis gibi kokan ıhlamur ağaçları ve manzara için tercih ediyordum. Deniz manzarası, ıhlamur kokusu unutulmazdı.
O zamanlar annem ve babam benimle birlikte oturuyordu. Bir gün evde kitap okuyordum. Aniden kuvvetli bir sesle sarsıldığımızı hissettim. Binanın penceresinin demir korkuluğuna kamyon çarpmıştı. Çarpmakla kalmamış demir korkuluğu yerinden çıkarmıştı. Birkaç saniyede kamyonun önüne nasıl kendimi attığımı hatırlamıyorum. Şoföre bağırmış da olabilirim, ne yapıyorsun diye.
Ama şoför durur mu? Aracı hareket ettirdi, ben hızlıca aracın önüne geçtim, o da mecburen durdu. Yol aşağı doğru meyilli, rampaydı. Ondan sonrası hayal gibi. Adam ben önündeyken aracı tekrar hareket ettirdi, yani beni ezmeye çalıştı. Hızlıca düşündüm, yapacak fazla seçeneğim yoktu. Ya bir kaleci edasıyla yana kendimi atacak ya da ezilecektim.
Fakat ben ne yaptım, ayağımda terliklerle kaputun üstüne çıktım, çıkmasam ezilecektim. Şoför o kadar korkmuştu ki, ne bilsin aksiyon filmlerindeki gibi hareket halindeki kamyona bir adam terlikle çıkacak. Ben yavaş yavaş şoför kabinine ilerliyordum. Olayın yaşattığı heyecan ve adrenalinle bağırdım, şoför de aracı durdurdu.
Annem ve babam da gürültünün etkisiyle evden çıkmıştı. Onlar da hasar var diye arabanın önüne geçip durumu anlatmaya çalışıyorlardı. Bir taraftan da beni aşağıya indirmeye çalışıyorlar, bir taraftan şoföre hasarı ödemesi gerektiğini söylüyorlardı. Bir ara annemin o kısacık boyu ile kaputa tırmanmaya çalıştığını görünce, Türk Filmlerindeki Adile Naşit’i anımsadım. Masum kamyon şoförüne saldırı yapan çılgın aile film karesi gözümün önüne geldi.
Aslında arabada rehin kalmıştım, inmek istiyordum ama adam kaçmaya çalışıyordu. O kaçıyor, arabada beni de kaçırıyordu. Sonrasında olaylar şaka gibi gelişti. Kamera şakası gibi mahalleli bir anda birikti, hani şu işi organize yapalım deseniz senkronize olamazsınız. 30-40 kişi birden toplandı, in oradan, yapma, adamı tanıyoruz, iyi bir insandır.
Yine inmek istiyorum ama kalabalık toplanmış aslında bir konuşma yapmak daha iyi olurdu diye düşündüm.
-“Romalılar, sevgili halkım, ne iyi ettiniz toplandınız, bu masum şoföre eziyet ettiğim için kusura bakmayın der, oradan da bir tirada bağlayabilirdim.”
Bir de itibarlı bir işim vardı, onları düşünemiyorum. İş arkadaşlarım, boş vakitlerinde Tom Cruise gibi kamyon üstlerinde vakit geçiren bir çalışanları olduğunu bilseler, ne yaparlardı. Tom Cruise bu arada aksiyon sahnelerinde dublör kullanmıyor diye de duymuştum.
Neyse elbette en sonunda aşağıya indim, kalabalık biz hallederiz, şoförü tanıyoruz, zararı karşılar dedi ve sakinleştim.
Yani siz, siz olun kamyon üstlerine falan çıkmayın, hem sizi ezmeye çalışırlar, hem de haklılığınızı anlatmak isterken haksız duruma düşerseniz. Bu arada şoförün sarhoş olduğunu sonradan öğrendim. Mahalleli kusuru binaya çıkarmıştı bu arada, zaten gitmişler yola bina yapmışlar. (Yani kusur binadaydı ve ona izin veren belediyede, suçlu bulunmuştu.)
Aradan geçen zamanda şoför elbette pencereyi verdiği zararı karşılamadı. Toplanan kalabalıktan bir kişi de destek olmadığı gibi, adaletsiz davrandılar. Ama yine de kamyon üstünde, ayağımda terliklerle adamın gözündeki korkuyu düşündükçe utanasım değil de gülesim geliyor. Yine ıhlamur ağacının yanından geçiyor, kendimi Yeniköy sahiline atıyorum varsın deniz otobüsü kaçsın.
Bu kokuları çekmektense, ıhlamur ağacı senin kokun yeter!
Evet, bu bir tavuk hikayesi. Oturduğumuz evin üçüncü katının inşaatı bitmiş, camları takılmamış, henüz oturmamıştık. Babam pencereleri ağlarla kaplamıştı. Tam ortaya da oynamak için bir masa tenisi kurmuştu. Ağ, masa tenisi oynarken topun kaçmasını engellemek içindi. Ben genelde kardeşlerime yenilirdim. Sokaktan geçenler topun masadaki sesini duyup gayriihtiyari yukarı bakarlardı. Ama ilginç olan sadece bu değildi. O masadan önce yine aynı katta tel örgü ile ayrılan köşede, taze yumurta için babamın baktığı birkaç tavuk vardı. Zeminden yukarıda tam üçüncü katta düşünebiliyor musunuz? Babamın böyle değişik uğraşıları olurdu. Elektronik cihaz parçaları ile yeni icatlar yapmak gibi.
Gelelim tavuklara. Civciv olmalarından büyümelerine kadarki süreci izlemek ayrı bir keyifti. Küçük horozların birbirleri ile anlaşamamalarını gördükçe horozlanmak deyiminin ne kadar doğru olduğu net görülüyordu. Zamanla tavuklar ve hatta horozlar büyüyor, alan onlara küçük gelmeye başlıyordu.
Bir gün tavuklardan biri, ağın kenarından bir açık bulup sanki kanatlanmışçasına kaçtı. Kuruçeşme Sokağı’nın arka bahçelerinde tavuk arama faaliyetimizi bugün bile unutamam.
Annem:
“koş tavuğu yakala “deyince
“yahu nasıl yapacağım” demiştim içimden.
Diğer taraftan bir Cyborg ya da yapay zeka ürünü bir robot gibi,
“evet bugün görevin tavuk yakalamak, görev anlaşıldı, yerine getirilecek, hedef İlyas Amca’nın bahçesinde, bugün görevin Jim, kaçan tavuğu yakalamak” gibi cümleleri de tekrar ediyordum. Annem:
“yakala oğlum tavuğu, bu beceriksiz ya”sözleri arasında zavallı tavukçağız, Kuruçeşme Sokağı gezintisine başladı.
Önde tavuk arkada ben, benim arkamda annem, mancarlar arasında o bahçe senin bu bahçe senin fellik fellik tavuk arıyorduk. Tavuk hızını alamayıp diğer bahçeye geçmişti bile. (Tavşan kaç tazı tut misali)
Cyborg görevini yerine getirme sorumluluğunda hedefine hızla ilerliyordu. Bahçelerde tavuk ararken,
“a bahçeye giren kim, hırsız mı o”, sözlerine muhatap olunca durumu da izah etmek güçtü. Neyse “tavuk kaçtı da yakalamaya çalışıyorum”
“ Niye kaçırıyorsunuz tavuğunuzu, sahip çıkın tavuğunuzu, bak ezdin mancarları”
“ yok teyze ezmiyorum, dikkat ediyorum, annem de arkadan geliyor zaten.”
(Bir de o tavuğun üçüncü katta bakıldığını bilseydiniz boş ver Cyborg, görevini tamamla) Sanıyorum üçüncü bahçede tavuğu köşeye sıkıştırdım ve bir kaleci planjonuyla yakaladım ve tavukcağız ise çok korkmuştu.
Bir yandan da düşünüyordum. Kimsenin tavuğuna kışt dememiştim, kendi tavuğumuza ise çok eziyet çektirmiştim. Anneme götürüp tavuğu teslim ettim. Görev tamamdı.
Gerçi oradaki tavuklar yerinde yine rahat durmayacaktı. Komşu da kaçan tavuğumuzun yerine kendi tavuğunu tanımamış, alın bu tavuk sizin bu diyerek bize vermez mi? Tavuklar karışmıştı ama bize yanlış tavuk gelmiş, bu bizim tavuk değil desek te, komşu kabul etmemişti. Bizim tavuk tekrar yerine geliyor, onların tavuğu da tekrar evine dönüyordu. Sonunda tavukların ve bizim dediğimiz oldu. Babam bu alemden göçse de konuşulacak çok anı biriktirmiştik. çoğu da Aziz Nesin hikayelerine benziyordu.
Yani işin özeti hayvan besleyecekseniz, bahçeli bir alanda besleyin, ona ya da onlara uygun bir alanınız olsun, maazallah kaçabilir.