İlk efsanemiz şöyle. Vaktiyle seyyar berberlerin yasak edildiği bir dönem varmış…
Bu dönemlerde belediye zabıtasını gören berberler sürekli kaçış halindedir. O yasak döneminde berberlerin tek ekipmanı olan tas ve tarağı toplayıp kaçışı bugüne ‘tası tarağı toplama’ olarak geçmiş.
Bağdat’ta Abbas Oş adında meşhur bir dilenci varmış. Mevsimine göre ya cerre çıkmak (yardım toplamak) yahut dilencilik yapmak suretiyle zengin olmuş. Bütün Bağdat’ın tanıdığı bu adamın şöhretinden istifade etmek isteyen bir sefil, Abbas’ı kollamaya başlamış.
Nihayet bir Ramazan gecesinde hamama girdiğini görüp, ardınca içeri dalmış ve kurna başında yanına yaklaşıp şöyle demiş:
Efendim! Bendeniz dilenciliğe başlamaya karar verdim.
Umarım ki bu asil sanatın inceliklerini bu kulunuzdan esirgemezsiniz. Ne türlü usul ve kaidesi var ise bilcümle öğrenmek isterim. Şu mübarek geceler hürmetine lütfediniz.
Bir, her nerede olursa olsun istemeli.
İki, her kimden olursa olsun istemeli.
Üç, her ne olursa olsun istemeli.
Yeni dilencimiz bu kuralları duyunca hemen Abbas’ın elini öpmüş ve ‘Ben fakirim, bir şeyler ver bana?’ demiş.
Abbas şaşırmış, kendisinin de onun kadar fakir bir dilenci olduğunu hatırlatmış.
Yeni dilenci ikinci kuralı hatırlatmış, herkesten dilenebileceğini söylemiş. Abbas artık diyecek bir şey bulamamış ve ‘Bu kurna başında ben şimdi sana ne verebilirim be adam? Elbisem dışarıda, paralarım evde. İşte ortada bir tasım, bir tarağım var!’
Dilencimiz üçüncü kuralı hatırlatmış, “Her ne olursa olsun istemeli, ben tasa tarağa da razıyım.”
Abbas’ın dili tutulmuş, tasını tarağını alıp hamamdan çıkıp gitmiş. O günden sonra dilenciliğe tövbe eden Abbas neden bu yoldan ayrıldığını soranlara ‘Tası tarağı toplattık, bu işler bizden geçmiş…’ dermiş.onedio.com
Mehmet Kadir KOCABAŞ: Osmanlı İstanbul’unda elit kesimin gittiği meyhanelere “Gedikli” denirdi. Bunlar loncaya bağlı legal yerlerdi. Orta sınıfın müdavim olduğu illegal meyhaneler ise “Koltuklu” idi.
19. Asrın ortalarında sadece Istanbulda 80 gedikli vardı. Koltuklularla birlikte sayının 1000 olduğu tahmin ediliyor. Alt gelir gruptakilerine hizmet eden seyyar meyhaneciler ise “Ayaklı” diye anılırdı.
Sayıları 800’ü geçen ayaklılar, başlarında şerbetiye denen bir başlık ve omuzlarında peşkir ile gezinirlerdi. Bu onların tanınma alametleriydi. Bellerinde koyun bağırsağına doldurulmuş rakı ve kaftanlarının içinde ise kadehler bulunurdu. Bu kadehlere rakı tası anlamında “tas-ı arak” adı verilirdi. Zabıta baskını söz konusu olunca tas-ı arağını gizleyerek kaçmaları gerekiyordu. Bugün kullandığımız “tası tarağı toplamak” deyimindeki tarak, bilindiğiniz saç tarağından değil rakı anlamındaki “arak” tan gelmektedir.(Taner Iriz’den alıntı).
01.10.2023- Mehmet MOLLAOSMANOĞLU- Dünya Uygarlıkları
1973 yılında Van’da Urartulardan kalma olduğu düşünülen bir heykel ele geçirilir ve İstanbul Arkeoloji Müzesine teslim edilir. Fakat her nedense eser sergileneceğine, tam tersi kadife bezlerle sarılıp sarmalanıp kaldırılır. O zaman Türkiye’de yayımlanan ‘Bilinmeyen’ dergisi bu durumu konu eder. Çünkü bir roket içindeki başsız astronot heykelidir sözkonusu olan. Olay Alman dergilerine de yansıyınca dünyanın en tanınmış Sümeroglarından Zecharia Sitchin’in ilgisini çeker. Bu esnada ünlü Alman dergisi Magazin 2000, İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne bu eserin neden sergilenmediğini sorar. Gelen yanıt şöyledir:
“Heykel, ait olduğu dönemin tarzını yansıtmıyor, bir uzay kapsülünü andırıyor olsa da elbette o zaman böyle şeyler yoktu. Dolaysıyla heykelin sahte olduğunu düşünüyoruz.”
Dergiye verilen bu yanıtla daha da meraklanan Zecharia Sitchin, sırf bu heykeli görmek için İstanbul’a gelir. O zamanın Arkeoloji Müzesi Müdürü Dr. Alpay Pasinli ile görüşür. Müdür heykelin sahte olduğunda ısrar eder hatta alçı kalıba dökülmüş olabileceğinden bahseder. Bilim adamının ısrarıyla heykel getirilir. Sitchin evirir çevirir ve sorar, “Alçı kalıba dökülmüş sahte diyorsunuz da alçı kalıpların birleşim yeri çizgisi olur hani nerede?” Müdür, malzemenin hafif olmasını örnek gösterekek bu başsız astronot heykelinin alçı ile mermer tozu karışımından yapılma ihtimalinin yüksek olduğunu ve muhtemelen bir şakacının işi olduğunu söyler. Sitchin küçük heykelciklerin yumuşak kayalardan yapılmasının normal olduğunu, sert taştan küçük heykel yapılmasının imkansız olduğunu iddia ederek karşı çıkar. Devamında Z. Sitchin, tarihçi ve Sümerolog olduğu için buna benzer yüzlerce heykel gördüğünü iddia etse de müdür, bu işin sorumluluğu gereği dünyada benzer başka örnekler olduğunu görmeden sergilemeyeceğini söyler… Sitchin’de bir örneğin Meksika’da olduğunu ve resimlerini göndereceğini ilave eder.
Sitchin müzeden ayrılırken uyarmadan duramaz, “Elinizde Giza Piramitlerinden bile değerli bir nesne var, bunu görmek için yüz binlerce insan İstanbul’a gelirdi, siz saklıyorsunuz…” der.
Zecharia Sitchin ziyaretinin ardından müzeye toparladığı dokümanları gönderir, Meksika’daki bir heykelle olan benzerlikleri gösteren belgeler ekler… Arkeoloji Müzesi’nin müdürü Dr. Pasinler ikna olur veya inisiyatifini kullanır ve Ekim 1977 tarihinden itibaren heykel müzede sergilenmeye başlar. Fakat bu durum uzun sürmez, Dr. Pasinler’den sonra gelen müdür heykeli sergiden kaldırır ve kadife kutuların içindeki karanlık yuvasına geri yollar. Çünkü Urartular zamanında astronot olamayacağına göre heykel kesinlikle sahtedir. (Neden konuya açıklık getirecek karbon testi veya benzeri testler yapılmaz ya da özellikle mi yaptırılmaz, bu da benim merakım! Bir de, 2003 yılında Zaman gazetesinde çıkan bir haber yukarıdaki gelişmeleri haberleştirerek aslında heykelin 25 yıllık olduğunu müze müdürünün ağzından söyler ama bunu ispat edecek bir belge ortaya koymaz.Zaman gazetesinin bu haberi bir kaç blok sitesinde tekrarlanır ama dediğim gibi kuru bir iddiadan öteye gidemez hatta yasak savar bir hali vardır.)
Dünyanın pek çok yerinde tarih öncesi devirlerden kalma ve günümüze kadar ulaşmış, uçak-helikopter-uzay adamı heykelleri bulunur ve bunları sergileyen müzeler para basmaktadırlar. Bu gerçeğe vurgu yapan Zecharia Sitchin hayretler içerindedir ve tanık olduğu bu garip olayı ‘The Earth Chronicles Expeditions’ adlı kitabında anlatır. (Türkçe çevirisi de var: Dünya Tarihçesi-Ruh ve Madde Yayınları)
Z. Sitchin’in söz konusu kitabında dikkatimi çeken bir detayı paylaşmak istiyorum (Her ne kadar direk bu konuyla alakalı olmasa da…): Sitchin kitabının başında “…Müttefiklerin saldırılarını savuşturmayı başaran Türk General Mustafa Kemal Atatürk, modern Türkiye’yi kurarak yirminci yüzyıla taşıdı…” der. Daha sonraki bir paragrafta buna rağmen ülkede hâlâ yirminci yüzyıla entegre olamamış zihniyetlerin bulunduğunu ve bunların Atatürk’ten hazzetmediğini anlatır. Ve konuyu bu heykel meselesine getirir…
Mehmet Mollaosmanoğlu- ALINTI
BİLKE YORUM: Gizem, insanı etkileyen, kendine mıknatıs gibi çeken güce sahip diyebilir miyiz ne dersiniz? Konunun gerçekliği zamanla mutlaka bilim insanları tarafından aydınlatılacaktır. Göbeklitepe de gizem doluydu, şimdi dünya tarihine ışık tuttu.
İnsanlık, dinsel, mitolojik, spritüal yaklaşımlara tarih boyu hep ilgi duymuştur. Esas olan, önce kendini keşfetmeli, bilişsel yolculuğuna AKIL ve HİS eşliğinde VİCDAN sahibi olduğunun bilinciyle çıkmalı. Her yerde böyle yolculuk yapalım ve yapanlarla karşılaşalım dileklerimizle.
İlk baklavayı kim yaptı, kim yedi veya bu tatlı ilk nasıl bulundu, nasıl yenmeye başladı kimse bilmiyor. Fakat gelişimi konusunda çeşitli iddialar bulunmakta. Baklavanın kökeni sayılabilecek ilk yiyecek; Asurlular’da tüketilmiş. Asurlular; MÖ. 8. yüzyılda, mayasız yassı ekmeği, doğranmış kuru yemişlerle tabakalayıp, ilkel odun fırınlarda pişirerek ve daha sonra bala bulayarak tüketmiş. Bildiğimiz kadarıyla; baklavaya en çok benzeyen ilk yiyecek buymuş.
Baklava günümüz formuna gelirken özellikle; Orta Doğu, Doğu Akdeniz, Balkanlar ve Kafkasya’da şekil değişikliği yaşayarak gelişti. 15. yüzyıl Osmanlı İstanbul’unda en mükemmel halini almaya başladı. Özellikle Fatih Sultan dönemi Topkapı Sarayı mutfak defterlerinde; baklavaya ait çok fazla kayıt bulunmaktadır. 1408488606 tasnif numarası ile kaydedilen bir rapora göre; Saray’da 1473 yılında baklava pişirilmiştir. Baklavanın tam kökenleri bilinemese de; Ortadoğu ve Yakın Doğu’da her değişim rüzgarında (yönetimsel) baklavanın zenginleştiği yadsınamaz bir kesinliktir.
Bölge, dünyanın en eski kültürlerinin ve medeniyetlerinin çoğunun merkezidir ve her gelen kültür; baklavayı kendi tercihlerine göre değiştirmiştir. Mezopotamya’ya seyahat eden Yunan denizciler ve tüccarlar kısa süre sonra Baklava’nın lezzetlerini keşfetti ve ülkelerine döndüklerinde bu tatlı bilgisini beraberlerinde getirdi. Yunanlılar; bu tatlının hamurunu Asurlular’dan biraz daha ince taptı. Aslında “Phyllo” adı, Yunancada “yaprak” anlamına gelen Yunanlar tarafından icat edilmiştir.
Baklava, Osmanlı İmparatorluğu’nun Doğu sınırında Baharat ve İpek Yolları üzerinde bulunan Ermeni tüccarlar tarafından keşfedildiğinde; onlar da bir katkı sağladı. Baklava dokusuna tarçın ve karanfil kattılar. Daha da doğuda Araplar; gül suyu ve portakal çiçeği suyunu, baklavada kullanmaya başladı. Ana yöntem ve tarif değişmiyordu fakat eklenen veya çıkarılan aromalar ile tad değişiyordu. Tarif sınırları geçmeye başlayınca tadı ince nüanslarla değişti. Orta Doğu’daki ülkeleri arasında Lübnan; baklavaya en çok katkı sağlayan ülkedir. Antik çağlardan itibaren İran’da; pastacılar, yasemin kokulu bir fındık dolgusu içeren baklavalar üretmiştir. Altıncı yüzyılda bu tatlı; Konstantinopolis’teki Bizans, I. Justinianus sarayına tanıtılmıştır. Osmanlılar; Konstantinopolis’i ve batıdaki geniş toprakları alınca, tüm bölgelerde yapılan baklava bileşimlerine vakıf oldu.
Osmanlı saraylarında çalışan aşçılar ve pasta şefleri, geniş bir bölgeyi kaplayan bir imparatorluğun yemek pişirme ve pastacılık sanatının etkileşimine ve gelişmesine büyük katkı sağladı. 19. yüzyılın sonlarına doğru, İstanbul ve büyük taşra başkentlerinde orta sınıfa hitap eden küçük pastaneler açıldı. Baklavanın kökeni konusunda fikir ayrılığı olduğu gibi baklava kelimesinin kaynağı da tartışmalıdır. Baklava kelimesi, 1650 yılında Osmanlı Türkçesi’nden ödünç alınarak İngilizceye girmiştir. Türk etimologlar bunun Türk kökenli olduğunu belirtmektedir (baklağı veya baklağu); bazıları ise “baklava”nın Moğol kökünden ba comela- ‘bağlamak, sarmak, yığmak’ için gelebileceğini söylemektedir. Bayla’nın kendisi Moğolca bir Türkçe alıntıdır. –Va son eki Farsça kökenini öne sürse de; ancak ‘bakla’ kelimesi Farsça değil, Arapça kökenli fasulye anlamına gelir ancak Arapça ismi olan baklava, kuşkusuz Türkçeden bir alıntıdır. Bu konuyla ilgili başka iddialar da bulunmaktadır. Baklava adı; pek çok dilde, küçük fonetik ve yazım farklılıkları ile değişse de genel olarak ‘baklava’ olarak ifade edilmektedir.
BİLKE YORUM: Kültür, kanatlı kuşlar gibi mekandan mekana gezmektedir. Her coğrafyaya taşınır, yeni ekler alır ve okyanuslar, kıtalar aşarak yayılır.
İnsan iradesi, hayatta kalmak için temel ihtiyaçlarını karşılamak için hangi coğrafyada olursa olsun hep aynı adımları izlemiştir. Sanatsal derinlik kazanma ve kaliteli yaşam sergileme boyutu ise bilimsel gelişmelerin ışığında kentleşme kültürünü kazanmasıyla zenginleşir.
O’nu her yerde görmeniz mümkündü. Sinop için yapılan her organizasyonda, kuruluşlarda, açılışlarda, toplantılarda, gösterilerde ve seminerlerde. Şairler ve Yazarlar derneğinin kuruluşu için harcadığı zamana tanığız bizler. 15 Eylül Atatürk’ün Sinop’a geliş etkinliklerinde konser organizasyonunda çok koşturmuştu. Kurum amirlerini ilk o ziyaret eder, kendisine her kapı açılırdı.
Zeytin Projemizin toplantılarına katıldı ve bizlere gönül desteği verdi. Kültür Müdürlüğü Salonunda akademisyenlerin hazırladığı sergide beraberdik.
Foto: Sergide aramızdan ayrılan C. ÜNAL ile birlikte
Toplantılarda, babacan tavırları ile hep birleştiriciydi. Yeri doldurulamayacak bir insandı Erkan TURAN. Kendine özgü davranışları ile Sinoplu herkesle iletişimi vardı. Hep” herkes benim akrabam, dedemiz Ali Başoğlu” derdi.
2022 Bilke Halkbilim Ödülleri kapsamında, Yönetim Kurulumuz E.TURAN’I ONUR ödülüne layık gördü.
Kendisini rahmetle yad ediyoruz, ruhun şad olsun değerli insan.
Türkiye’nin en önemli liselerinden olan İstanbul Erkek Lisesi, 1925 yılında enteresan bir olaya sahne oldu. Öğretmene şaka yapmak isteyen bir öğrenci tüm sınıfın kaderini değiştirdi. İstanbul Lisesi’nin onuncu sınıf öğretmeni Salih Hoca ile öğrenciler arasında garip bir olay gerçekleşir.
İstanbul Lisesinin onuncu sınıfı öğretmen sandalyesine bir iğne yerleştiren öğrenciler, pusuya yatıp Salih Hoca ’nın iğnenin üstüne oturmasını izleyeceklerini düşünürler. Öğretmen zili çalınca o sınıfta dersi bulunan Arapca öğretmeni (Salih Hoca) sınıfa giriyor. Sandalyeye oturacağı zaman cübbesini iki eliyle düzeltirken eli bir iğneye değen Salih Hoca ise oturduğu yere bir iğnenin yerleştirildiğini hisseder, sandalyeye oturmaz ve Deftere imzasını attıktan sonra ;
“Ben bu muameleye layık değildim, sizlere çok teessüf ederim” diyerek dershaneyi terk eder.
Meseleyi Müdür Besim beye bildiriyor ve istifasını veriyor. Ondan sonra hızlıca araştırmaya geçen disiplin kurulu işin failini bir türlü bulamaz. O sınıfın dersleri durdurulur ve araştırmalar devam eder. Fakat hiçbir öğrenci itirafta bulunmaz. Sonrasında 1925 yılının öğretmenler toplantısı düzenlendiği gün öğretmenler odasında çaylar içilirken odaya birden Müdür ile lisenin güvenliği içeri girer ve müjdeyi verir… Muhterem hocamız Salih efendinin sandalyesine iğneyi koyan iğneci sınıfın tamamen ihracına karar verdik. Çünkü failini ele vermiyorlar…”
Sonrasında ise sınıftaki 41 öğrenci İstanbul Erkek Lisesi ’nden Bursa Lisesi ’ne sürgüne gönderilir. Olaydan seneler sonra ise Salih Hoca nin sandalyesine iğneyi koyan kişinin başka sınıftan olduğu anlaşılır. Ama İğneciler olarak adlandırılan ve Bursa ’ya sürgüne gönderilen sınıf ise çoktan mezun olmuştur bile 1925 yılının 10’uncu sınıfı, yani “iğneciler” arasından kimler çıktı:
228 Sait Efendi: Arkadaşları arasındaki lakabıyla H2O, yani sulu Sait. Ünlü hikayeci Sait Faik Abasıyanık.
697 Rahmi Efendi: Ünlü hekim, politikacı, şair ve akıl hastalıkları uzmanı Dr. Rahmi Duman.
748 Saffet Efendi: Ünlü hukukçu Saffet Nezihi Bölükbaşı.
725 Feridun Efendi: Ünlü gazeteci ve yazar Hikmet Feridun Es. Sabri Efendi:
Türk politika ve diplomasi hayatının unutulmaz isimlerinden, eski Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil. Sıtkı Efendi: Demokrat parti döneminin ünlü bakanlarından Sıtkı Yırcalı. Hikmet Feridun ES’in şu sözü çok meşhurdur. “Biz 43 iğneci idik. Fakat sonradan o kadar çok kişi iğneci sınıftan olduğunu iftiharla iddia etti ki, hayret etmemek mümkün değil …”
“Koca sınıf Bursa’ya sürülüyor, veliler müdürün odasını basıp tehdit etmiyor. Disiplin kurulunda ki hocalar tehdit edilmiyor. Kalitenin tesadüf olmadığı, ahlaklı olmanın kişiye ve topluma ne kadar büyük bir etkisi olduğunu tekrardan anlamış olduk.”
flood alıntı
BİLKE YORUM: Kararlılığın insan için önemini vurgulayan bu gerçek, geçmişin dostluğunun ne kadar HAS olduğunu gösteriyor bize. İnsan ayaklarını ne kadar sağlam basarsa o kadar yalpalamaz. Elektronların halkalara yerleşirken karar sayısını bilmeleri ve diğer halkaya otomatik olarak geçmeleri gibi. İnsan iradesi doğru kullanıldıkça otomasyona geçer ve doğal sisteme uyumlu davranır, kimsenin gölgesi, esiri olma durumuna düşmez. Sınıfın birlikte hareket edişi bize ders oldu, herkesin ders çıkarılması dileğiyle.
Mahalleye yeni bir komşu geldiği zaman mahalle sakinleri hemen yardıma koşarlar, eşyalarını taşırlardı. Hiç tanımadıkları dahi olsa kanlarından, canlarından biri gelmiş gibi kucak açılırdı. Birkaç gün yorgunluğun çıksın diyerek yemek yaptırmazlar, evini yerleştirene kadar evlerine alırlardı, (yemek ve yatmak için). Yeni komşu bu mahalleye taşındığına çok sevinir, komşuların yaptıkları bu içten ve samimi davranışlar karşısında kendisinin de komşulara karşı samimi ve dürüst olmak zorunda olduğunu kabul ederdi. Mahalleye uyum sağlar, komşusuyla birlikte güler, onunla birlikte ağlar, iyi veya kötü anlarında hep insanlar birbirlerinin yanında olurlardı.
Bir komşu mahalleden taşınırken yine toplanırlar, eşyasını arabaya yüklerlerdi. Vedalaşırken gözyaşları sel olurdu.
Şimdi gelen de tanınmıyor, gidende.
Komşunun çocuğu yanlış bir hareket yaptığında müdahale edilir, yaptığının yanlış olduğu söylenirdi. Aynı yanlışı tekrarladığı görülünce anne ve babasına söylenir onlarda teşekkür ederlerdi. Şimdi yanlış görülüyor ama müdahale edilemiyor, anne ve babaya söylendiğinde ise “sana ne” diye tepki alınıyor.
Dayanışma; köylerde daha belirgindi. Örneğin; bir kişinin bahçesine bir zarar geldi, sebzeleri yok mu oldu. Diğerleri o eksikliği fark ettirmezler, kalbur, kalbur sebze verirlerdi. Birinin bir meyvesi mi yok, olanlar o eksikliği tamamlarlardı. Kimin evinde ne noksanı var ise komşular tarafından sağlanırdı.
Köyde birinin bir hayvanının başına, yaralanma, kurt yaralaması gibi bir olay geldiğinde hayvanın iyileşmesi mümkün görülmüyorsa hemen o hayvan kesilir, eti komşulara dağıtılırdı. Kan düşmanı olan dahi o eti alır ve kasap fiyatından komşusuna değerini öder zararına ortak olurdu. Şimdi kasap çağırılıyor, 60 bin-60 bin liralık et olan hayvanı 5-10 bin liraya alıp gidiyor.
Bu acıyı paylaşma işine “bu bir ekmek sacıdır, hangi gün kimin ocağında kapanacağı belli olmaz”. Komşuyla gelen, düğün bayram denirdi.
Toplumda oturup sohbet edilirken oradaki insanların durumu göz önünde bulundurularak konuşulurdu. Örneğin toplumda çocuğu olmayan bir kişi mi var, onun yanında çocuk kelimesi konuşulmazdı.
Eskiden her şey hakiki idi, pişen ekmeklerin uzaktan kokusu gelirdi, sacdan inen veya fırından çıkan ekmeklerden yakında bulunanlara “kokmuştur” denilerek ikramda bulunulurdu. Her zaman yapılamayan bilhassa yapımı zor ve pahalı olan yemekler yapıldığında komşuya kokusu gitmiştir veya onun bunu yapmaya imkânı yoktur denilerek birer tabak dağıtılırdı. Kimin bahçesinde hangi sebze ve meyve yetiştiyse komşunun evine de giderdi.
Hoş şimdide resimleri çekilerek sosyal medyadan dağıtılıyor.
Eskiden kasaptan, manavdan, pazardan gelirken pazar sepetleri taşınır, içindekiler görülmezdi. Şimdi şeffaf poşetlerde göstere göstere geliniyor, alamayanların gözü kalıyor.
Nerede o eski dayanışmalar?
Nerede örf ve geleneklerimiz?
Nereye gidiyoruz?
Cevap arıyorum.
BİLKE YORUM: Yazı bizi aldı eski günlere götürdü. Çok haklısınız Necati Bey, kazandıklarımız, kaybettiklerimize değdi mi? Hepimizin düşünmesi gerekiyor. Düşünmekle birlikte, kaybettiğimiz değerleri yaşatmamız da tabii ki. Yazınız için teşekkürler.
“Çanakkale savaşları sırasında, Türk birliklerinden saka eri Mehmet, bozuk ve dumanlı bir havada katırla çeşmeye su almaya gitmiş. Çeşme biraz uzaktaymış. Suları doldurup dönerken sis yüzünden yolunu şaşırıp İngiliz birliklerinin bulunduğu bölgeye dalıvermiş. İngiliz askerleri Mehmet’i yakalamışlar.
Mehmet hiçbir telaş göstermeden, “Beni kumandanınıza götürün” demiş. Götürmüşler. İngiliz kumandanı karşısına çıkınca:
“Bizim kumandanın size selamı var, bugün her ne kadar savaş halinde isek de bu savaş bitince yine dost olur yüz yüze bakarız” demiş.
” Sizin tarafta su bulunmadığı için bu suları size gönderdi.” demiş.
İngiliz kumandanı katırın sırtındaki suların boşaltılmasını ve yerine bisküvi, çikolata, konserve, vs. yüklenerek geri gönderilmesini emretmiş.
Bu arada Türk tarafındaki arkadaşları saka Mehmedin sis yüzünden İngilizlere esir düştüğünü düşünerek üzülüp duruyorlarmış. Derken Mehmet çıkagelmiş. Üstelik katır tahmin edilmeyen şeylerle yükletilmiş olarak.
Arkadaşları merakla, ”Ne oldu böyle Mehmet, anlat hele şunu” dediklerinde Mehmet” Ne olacak” demiş, “Aldatıverdim elin gâvurunu…!”
KUTADGU BİLİG’DE OLUP TÜRKİYE TÜRKÇESİ YAZI DİLİNDE KULLANILMAYAN, ANCAK TÜRKİYE TÜRKÇESİ AĞIZLARINDA YAŞAYAN KELİMELER
Anadolu’ya gelen Oğuzlar, Orta Asya’daki ortak edebi yazı dilini kullanmak yerine, kendi diyalektlerini yazı dili haline getirmişlerdir. Bu yüzden, ses ve şekil özelliklerinin yanı sıra, söz varlıklarında da bazı farklı tercihleri olmuştur. Bu durum Kutadgu Bilig’in dili ile Türkiye Türkçesi karşılaştırıldığında daha açık görülür. Ancak Türkiye Türkçesinde kullanılmasa bile ağızlarında yaşamaya devam eden pek çok kelime de saklanmıştır. Aşağıda bunlardan bazıları listelenmiştir.
Ağızlara ait kelimeler, Derleme Sözlüğü’nden (DS.) alınmıştır:
Kutadgu Bilig’de (ARAT II) Türkiye Türkçesi Ağızlarında (DS)
adaş : arkadaş, dost adaş 1. Arkadaş, dost; 2. Kardeş, kardeş edinilmiş olan (DS.64)
ağ- : yükselmek, çıkmak ağmak 1. Aşağı inmek; 2. Aşmak; … 10. Yükselmek, yukarı çıkmak (DS.102)
al : hile al Hile (DS.165)
alım : alacak, borç alım (III) [→algı (II)-3] Vergi (DS.s.218)
aşa- : yemek, aş yemek aşamak (I) Yemek yemek (DS.s.350)
atık- : ad sahibi olmak, ismi yayılmak, meşhur olmak
atıkmak (I) 1. Kötü ünü çıkmak, 2. Ün kazanmak (DS.s.369)
aya- : acımak, korumak ayamak [ayalamak I] 1. Uz kullanmak, kayırmak, korumak, 2. menetmek, 3. Karşı koymak, dayatmak, 4. Çok yüz vermek, şımartmak, 5. Serbest bırakmak, …(DS.s.406)
ayak : çanak, kase, hadek ayak (I) 1. Tas, maşraba, 2. Kadeh, 3. Bardak (DS.s.399)
basıt- : bastırmak basitmek Hızla sokup yerleştirmek (DS.s.541)
yırla- : terennüm etmek, zikretmek yırlamak 1. Şarkı, türkü söylemek, 2. Koşuk okumak (DS.s.4274)
yiti : keskin yiti 1. Çok acı ya da ekşi, 2. Tatlı, 3. Tadı sertleşmiş, keskinleşmiş (DS.s.4281)
yod- : silmek, bozmak yoymak (IV) 1. Yazılan yazıyı silmek, bozmak, 2. Bozmak, işe yaramaz duruma getirmek (DS.s.4301)
yond : at yont Başıboş hayvan (DS.s.4294)
yund At (DS.s.4320)
yumuş : hizmet, vazife yumuş İş, hizmet buyruğu (DS.s.4318)
yülüg : saçı sakalı düzgün yülük Sakalsız (DS.s.4330)
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Sayı : 20 Yıl : 2006/1 (109-121 s.)
114
Türkiye’ye yerleşmiş muhacir bölgelerinden derlenen bazı sözler de Derleme Sözlüğü’nde gösterilmiştir. Biz, bu tür kelimeleri yukarıdaki listeye katmadık.
Bunlardan birkaç örnek:
Kutadgu Bilig’de (ARAT II) Türkiye Türkçesi Ağızlarında (DS)
ıduk : kutlu ve mübarek olan, mukaddes ıyıh kün Pazar günü (KARAÇAY AŞİRET)(DS.s.2498)
ong : sağ, sağ taraf, doğru oŋ (I) Sağ (RUMELİ GÖÇMENLERİ) (DS.s.3280)
orun : yer, mekan, mevki orun (I) Yer, oturacak yer (DS.s.3290)
tör : başköşe tör Evde ya da odada saygıdeğer kişilerin oturduğu
başköşe (KIRIM GÖÇMENLERİ) (DS.s.3983)
Derleme Sözlüğü’ndeki bazı kelimeler için sadece tek bir referans verildiği görülmektedir. Bunlardan bir kısmı, o zamanki derleyicilerin yanlış tespitleri olabilir. Hatta, Hasan Eren’in belirttiği gibi, bunlardan bir kısmı, eski metinlerde rastlanmış olan bazı sözlerin derleyiciler tarafından kendi yörelerinde kullanılıyormuş gibi gösterilmelerinden de kaynaklanmış olabilir. Biz, yukarıdaki listeye bu tür örnekleri almadık. O tür kelimelerden bazıları şunlardır:
Kutadgu Bilig’de (ARAT II) Türkiye Türkçesi Ağızlarında (DS)
BİLKE YORUM: Sayın Prof. Dr. Gürer GÜLSEVİN’e değerli ve gelecek için çok önemli olan bu çalışma için teşekkür ederiz. Sinop köylerinde yaşayan kelimelerin çoğu bu sözlükte var. Yabancı sözcükler yerine TÜRKÇE kelimeler kullanalım. Çalışmanın tamamın PDF olarak ulaşabilirsiniz:
KUTADGU BİLİG TÜRKÇESİNDEN ANADOLU AĞIZLARINA Prof. Dr. Gürer GÜLSEVİN
Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü
Sinop Kız Yetiştirme Yurdu vardı yıllar önce. 1976- 1978 yıllarında orada öğretmenlik yaptım. 20 yaşlarımda idim, öğretmen arkadaşlarımızın en büyüğü de olsa olsa 26 idi. Gençtik, tecrübesizdik. Müdürümüz Fehmi AYDIN, Köy Enstitüsü mezunu bir öğretmendi. O, hepimizi yetiştirdi. Yurt bizim ailemiz gibiydi.
Şimdi hala öğrencilerimiz ve torunları ile görüşüyoruz. Biz gençliğimize dönüyor, onlar da çocukluğuna. O günlerin tadı damağımızda, her karesi hafızamızda, geçmişte sörf yapıyoruz.
Grubumda bir öğrencim vardı, hiç unutmadığım. Yazları gidecek yeri, akrabası, hiç kimsesi yoktu. Sabunluk örmeyi severdi. İp ve tığ alırdım yazları, örgü ile oyalanırdı. Hala ona ulaşamadım, ördüğü lif ve mandal torbalarını hatıra olarak saklıyorum.
Müdür Baba ile yolda karşılaştık. Parkta bir ağacın dibine oturduk. O öğrencimin kardeşi ile nasıl buluştuğunu anlattı. Ben her zamanki gibi yine hüzünle doldum. İzlemek isteyenler için:
22.07.2023- TÜRKİYE SELÇUKLULARI DÖNEMİNDE AŞIKLAR ADASI “SİNOP”UN FETHİ Dr. Zekiye TUNÇ- Doç. Dr. Mustafa ŞAHİN
Eski Çağ’da Sinop’ta Türklerin Varlığı ile İlgili Tezler Karadeniz Bölgesi’nde Türk varlığı milattan önceki yüzyıllara dayandırılmaktadır. Araştırmalara göre bölgeye ilk olarak MÖ 3. bin ile 2. bin yılları arasında Oğuzların kollarından sayılan “Gas/Kas” ve “Gud/Gutîler”in geldiğinden bahsedilir (İnan, 2003: 72). Sonrasında Kimmerler ve İskitler ard arda Karadeniz’de görülmüşlerdir. İskitlerin vatanının Asya olduğu ve buradan göç ederek Kimmerlerin yurtlarına geldikleri Heredot’un kayıtlarında anlatılmıştır: “Göçebe Skyt4’hler Asya’daydılar. Massagetlerle yaptıkları bir savaştan yenik çıktılar, Araxes ırmağını geçtiler, Kimmerlerin yanına göç ettiler. (Skythlerin oturdukları yerler eskiden Kimmerlerinmiş, öyle derler)” (Heredotos, 2012: 298). İskitlerin sıkıştırması ile bugünkü Gürcistan’dan Doğu Anadolu’ya, oradan da İç Anadolu’ya gelen Kimmerler MÖ 695 civarında Frig Devleti’ni yıkarak bölgede bozkır-göçebe geleneklerini devam ettiren bir devlet kurmuşlardı. Bu sırada bir kısım Kimmer boyları da kuzeye çıkarak Karadeniz Bölgesi’ne yayılmaya başlamışlardır (Tellioğlu, 2007: 655). Anadolu’da gittikleri her sahada olduğu gibi Karadeniz Bölgesi’ni de siyasi ve sosyal bakımdan önemli ölçüde etkileyen Kimmerler, hâkimiyetleri süresi boyunca Sinop’tan Trabzon’a kadar uzanan kıyı şeridinin kontrolünü ellerinde bulundurmuşlardır (Tellioğlu, 2007: 23-24). Kimmerleri takiben Anadolu’ya giren İskitler MÖ 665’ten itibaren Kür Nehri’nin sağ yakasına yerleşmeye başlamışlardır. MÖ 401 civarında bölgedeki İskit hâkimiyet sahası Çoruh boylarına ulaşmıştır. Bu süre içerisinde, Sinop’tan Trabzon’a kadar olan sahil şeridi de bazı İskit boylarının eline geçmiştir (Tellioğlu, 2007: 655). Güney Karadeniz sahilinde Sinop’tan başlayan İskit hâkimiyeti bu şehrin yüz seksen km batısına kadar uzanıyordu. Yunanlılar, Karadeniz Bölgesi’nde koloni kurmaya başladıklarında, Sinop’tan Kolhis’e uzanan sahada mitolojilerinde ve edebiyatlarında büyük yer tutacak İskit kadınlar topluluğu olan Amazonlarla karşılaşmışlardır (Tellioğlu, 2007: 33).
(Sinop Tersane Kapısı üstünde kilit taşı olarak yerleştirilen taşın üstündeki simgeler “ticaret yapanlara ait damga, marka” gibi düşünen bilim adamları varsa da, farklı düşünenler de var, çünkü çok dikkat çekici. 2023 tahrip olduğunu gördük, kim sahip çıkacak bu değerlere BİLKE)
Orta Çağ’da Sinop’ta Türk Yerleşmeleri Orta Çağ’da Sinop’ta çeşitli Türk kavimlerinden Bulgar ve Kıpçak yerleşmeleri görülmüştür; ancak en güçlü tesiri Selçuklular yapmışlardır. Bulgarlar, Bizans topraklarına 482 ile 559 yılları arasında saldırıları sıralarında Bizans’a esir düşmüşlerdir. 530 yılında bir Bulgar birliğinin yenilmesi sonucunda Bizans ordularına alınıp Armenie ve Lazique bölgelerine yani Çoruh ve Yukarı Fırat çevresi sahalarına yerleştirilmişlerdir. Bulgarların özellikle nakledildikleri Armenie ve Lazique olarak isimlendirilen bölgenin bugün aşağı yukarı Trabzon’dan Sinop’a oradan da güneye Tuz Gölü’nün doğusundan geçerek Kayseri’yi de içine alan bir hat takip ettiği söylenebilir (Anzerlioğlu, 2003: 66). Bulgarların Sinop’taki varlığına dair bilgilerimizin yanında Kıpçaklarda bölgede yerleşmişlerdir. MS 13. yy.’ın ilk yarısında Moğol istilası ile Kıpçaklardan bir kısmının Balkanlara, diğer bir kısmının ise Kırım’a geçtikten sonra Sinop’a geçerek Karadeniz’in güney sahillerinde yerleştikleri bilinir. Moğol baskısı sonucu bir başka Kıpçak kolunun ise Gürcistan üzerinden Doğu Karadeniz’e geçtiğine bakıldığında Karadeniz’e çeşitli yollardan Kıpçak göçlerinin olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır (Acun, 1999: 27).
çalışmanın tamamına;
22-23 ağustos 2016 Gostivar Makedonya
14. Uluslararası Türk Dünyası Sosyal Bilimler Kongresi