RSS

Etiket arşivi: sinop bilke

DEDE KORKUT VATİKAN VE DRESTEN NÜSHASI

22.07.2022-BİLKE

Toprağımızın, ormanlarımızın, sularımızın, yer altı ve yer üstü kaynaklarımızın değerini bilerek tam kapasite işletebilseydik. Kendi ürünümüzü kendimiz üretir, ithal eden değil ihraç eden olurduk.

Kültür ve sanat değerlerimizi ne kadar koruduk? Kırsallardaki ahşap evler, ambarlar, kapı tokmakları, ağaç ile yapılan el sanatları, ileride bir yabancının çektiği fotoğraflarla torunlarımızın önene gelmemeli. Bu duyarlılıkla, bir yüksek lisans tezinin bazı bölümlerinin ilginizi çekeceğini düşündük. Elif ÖZKAN ve tez danışmanlarına teşekkürler.

foto: türkedebiyatı.org

DEDE KORKUT KİTABI’NIN VATİKAN NÜSHASININ TARİHÎ ve ETİMOLOJİK SÖZLÜĞÜ
YÜKSEK LİSANS TEZİ Elif ÖZKAN

………………………….

Eserin Ortaya Çıkışı ve Nüshaları

Dede Korkut Kitabı‟nın elde bulunan iki nüshası vardır. Bunlardan biri Dresden ötekisi Vatikan nüshasıdır. Dresden nüshasında on iki, Vatikan nüshasında ise biri eksik olmak üzere toplam altı hikâye bulunmaktadır. Bu nedenle bilimsel çalışma ve incelemeler yapılırken genellikle Dresden nüshası esas alınmıştır. Vatikan nüshası ise pek dikkate alınmamıştır.

Dresden Nüshası: Oğuzlar‟ın sosyal, kültürel, siyasal ve ekonomik faaliyetlerini destansı bir Ģeklilde anlatan Dede Korkut Kitabı‟nın bu nüshası on iki hikâyeden oluşmaktadır. Nüsha, “Almanya‟nın Dresden Ģehri Kral Kütüphanesi‟nde bulunmaktadır. İlk defa gören ve kayda alan Alman araştırıcısı Jacop ReyĢke (1716- 1774)‟dir” (Sakaoğlu, 1998: 7).Fakat, “19. Yüzyılın başlarında aynı kütüphanedeki yazmaları yeniden düzenleyen H. O. Fleischer, bu yazmanın üzerinde yer alan, Osman Paşa‟nın 993/1585 vefat ettiğini gösteren kaydı dikkate alarak eseri 16. Yüzyılın yazmaları arasında göstermiştir” (Sakaoğlu, 1998: 7). Bu nedenle eser Fleischer kataloğunda yer almış ve nüshayı ilk defa bulan olarak H. O. Fleischer kabul edilmiştir.

Fleischer 1831‟de Dresden‟de yayımladığı Catalogus Codicum Manuscriptorum Orientalum Bibliothecae Dresdensis adlı kataloğunda eserle ilgili Bu bilgileri vermektedir: “152 yapraklık Türkçe mecmua, küçük 4˚, nesih yazılı, eski Doğu Türkçesi veya Oğuz şivesi ile yazılmış Kitab-i Dede Korkut‟tur. İç Oğuz ve Taş Oğuz kabilelerinin Muhammed devrindeki maceralarının hikâyeleridir.

Kitabın adı bütün hikâyelerde Korkut adında birinin büyük rolü olmasından ileri gelmektedir. Korkut‟un dindar, akıllı ve Oğuz kabileleri mensupları arasında büyük itibar sahibi olduğu rivayeti ilk araştırmacı Heinrich Friedrich von Diez‟dir. Türkiye‟de yapılan ilk çalışmalar onun elde ettiği bilgiler ışığında gerçekleşmiştir.

Bugün elimizde fotokopisi bulunan Dresden nüshasının dış görünümünü ve çerçevesini Orhan Şaik Gökyay şöyle anlatır: “Dede Korkut kitabının bilinen ilk yazması Dresden Krallık Kütüphanesi, Fleischer külliyatı arasında 86 numaradadır. Bu yazma 153 yapraktır ve Avrupa rakamlarıyla numaralanmıştır. İlk yaprakta kitabın ünvanı Kitâb-ı Dedem Korkut âlâ Lisan-ı Taife-i Oğuzan diye verilmiştir. Pek güzel olmayan bir nesihle yazılmış olup sayfada 13 satır vardır. Pek az yerde konmuş olanlar bir yana, kitap baştanbaşa harekesizdir. Birçok yaprakta lekeler vardır. Gerek hikâyelerin başlıkları gerekse manzum parçalar ayrılmaksızın, bütün kitap düz-ara yazılmıştır. Yalnız hikâye başlıklarının yazısı ve tek tük kelimeler belli olacak denli büyük ve koyu yazıyladır. Boydan boya satırların içine serpilmiş iri noktaların gelişigüzel konduğu ve metnin okunuşunda bunların yararı olmadığı görülür” (Gökyay,2007: 643).

Sözlükten AYA kelimesini okurlar için seçtik. Kelimelerin diller arası etkileşim ve geçişlerine rastlarız. Ayasofya Aya irini, Ayandon isimlerinde Rumca olarak kullanıldığını sözlükler kaydeder.

Aya, sapanın taş konan yeri a.-sına 85b-3, 85b-6

“Çoban sapanınun ayasına ṭaş ḳodı atdı.”

aya DLT ata: avuç içi, aya, 2006: 53; Gülensoy KBS

aya < ET. aya (Uyg.); OT. aya (DLT)

*hāya (T. Tekin.), 2011: 91.

Çalışmanın tamamı:

 

Etiketler: , , , , , , ,

YOK SAYILAN HİKAYELER

20.07.2022- A. Yaşar SARIKAYA

Suyu metre ile, ağırlığı litre ile ölçme alışkanlığımız var mı nedir, ölçemiyoruz bir türlü. Ölçü şaşıyor, tartı tartmıyor. Şöyle bir düşünüyorum da, güneş milyarca yıldır hiç ölçüsünü şaşmadan döngüsünü sürdürüyor.

İnsanoğlu, hep üstün varlık olarak övünür de, bu ölçme işini bir türlü beceremez, ne dersiniz. Üniversite sınavında iyi koşullarda yetişen ve özel ders alan öğrenciyi, çobanlık yaparak sınavlara hazırlananla aynı kefeye koyarız. Sınav sorularını çalanla, çalışarak başaranı da. Böylelikle başarıyı ölçmek şöyle dursun, sistemi üst sınıflara fırsat sunmak için kullanırız.

Nedense, yurdumun göz ardı edilen yaşam kesitleri, gazete sütunlarının kıyısında köşesinde kalmış haberlere benzer. Bürokratın, dizi dizi konvoylarla açılışlara katılması her zaman flaş haber olurken, yanlış uygulamalara kurban edilen insan haberleri unutulur.

Siyasi partilerin, varlıklarını korumak için kıran kırana yaptığı yarışlar da aynı. Gereksiz kavgalar, münazara benzeri tartışmalar ülkeye ve halka bir şey kazandırmadığı halde gündemden düşmez. Ana temadan ayrılmak gibi bir alışkanlığımız var. İşin özü, halkın refah düzeyinin artması olmalıydı. Ana öge HALK, ana tema HALKIN RAFAHI olmalıydı, baskın lider siyaseti yerine.

2016 baskılı kitabımdan bir bölüm sunmak istiyorum. Kahramanı babamın anneden kardeşi olan amcam. O çocukluğumuzda evimize geldiğinde hepimiz bayram ederdik. Alnının teri ile kazanılan bir başarı öyküsüdür hayatı. Yıl 1969, evimizin bahçesi, fotoğrafta amcam ve kardeşlerim. En küçük kardeş henüz dünyaya gelmeden önce.

 
 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , ,

GÜNAYDINNNN…!! //Ayşe’ce//

14.07.2022- Ayşe EKŞİ ELMACI

Doğduğum evde güneş denizden doğardı. Şehir ayaklarımızın altında, taa şirin Gerze’sine kadar görünürdü. Rüzgara karşı mavilerin içinde beyaz kelebekler gibi yelkenliler süzülürdü.

Nevzer Yenge inekleri sağmış, Zeki dayım da önüne katmış adaya götürüyor. Biz incir ağacının tepelerinde. Selver anane bağırıyor:

”sabah sabah rüyanızda mı gördünüz incirleri” .

Şimdi önümüzü binalar kapattı. Gökyüzümüzü bile çalıyorlar. Selver ananenin evi çökmüş, tarihi eser diyorlar, ama bakan yok. Bahçeler de yok oldu, iki bina fazla olsun, üç beş dairem daha olsun. Yılların parkı dümdüz olmuş. Benim şehrim, güzelleştirme adına kelaynağa dönmüş.

Baba evinden bir seyreyleyeyim dedim şehrimi, kahve uzatsa alabileceğim mesafede binalar. Küçük bahçemiz de olmasa, dut ağacı dallarını nazlı nazlı sallamasa, taş duvarlara sıkışmış gibi hissedeceğim kendimi. Serin ve güneşsiz Sinop sabahından, GÜNAYDINNNN…!!

11 Temmuz 2022- Ayşe EKŞİ ELMACI

 
Yorum yapın

Yazan: 14 Temmuz 2022 in KONUK YAZARLAR

 

Etiketler: , , , , , , , , , ,

PROBLEM ÇÖZMEK VE EİNSTEİN GİBİ KARŞI DURMAK

12.07.2022-BİLKE

“Sosyal çevrenin önyargılarına aykırı fikirleri çok az kimse ılımlı bir şekilde ifade edebilir.
Çoğu insan bu tür fikirleri’ üretmekten bile acizdir. “ALBERT EINSTEIN

Bu gün değerli bilim adamı EİNSTEİN’in sözü ile başladık yazımıza. Neden biliyor musunuz, problem çözmek mi, problem yaratmak mı konusunu gündeme taşıyalım istedik. Toplumda tartışmalar, kavgalar, kadına şiddet, eşitsizlik git gide daha da artıyor. Eğitim problemleri, KPSS engeli, sözlü sınavlardaki torpiller aileleri ve öğrencileri keskin bir kıskacın içine almış durumda. Hayat pahalılığının boyutları artık her kesimin boyunu aşıyor. Problem çözme aşamasına kadar her şey mükemmel, fakat çözüme sıra geldiğinde ise sonuç alamıyoruz.

Aynı problemleri, her gün yüzlerce belki de binlerce kez yazıyor çiziyor, konuşuyor, tartışıyor, itiraz ediyor, eleştiriyoruz. Siyaset arenası, çözüm yerine inatçı tartışmalar, karalamalar, aklamalar, yalan dolanla işgal edilmiş durumda. Toplum ve bireye ÇÖZÜM adımlarını atma yolunda, EİNSTEİN’ın tavsiyelerini sayfamıza taşımayı düşündük.

Kavga değil barış, karalama değil yapıcı eleştiri, inanç sömürüsü değil, bilinçli iman. Doğayı egolara kurban eden değil, kendi varlığını eko sisteme kurban eden siyasetçi, zengini zengin eden değil, dengeli ekonomi uygulayan iktidar beklentimizle bilim adamımızın yöntemlerini birlikte okuyalım diyoruz.

A.Yaşar SARIKAYA

Einstein Gibi DüşünmekScott Thorpe
Kitabın Özgün Adı: How to Think Like Einstein © 2000 Scott Thorpe

Einstein ‘ın Sırrı

Einstein dünyanın kurallarını gayet sakin bir şekilde çiğneyen insanlardan biriydi. James Dean’in sinemada
yaptığı şeyin aynısını bilimde yapmıştı. Sadece fizik yasalarına meydan okumakla kalmadı; gelenekleri yıktı,
hükümetleri çileden çıkardı. Kuralları çiğnemek başını devamlı olarak derde soktu, fakat Einstein’ın kurallara karşı çıkma yürekliliği dehasının özüydü. Einstein büyük bir problem çözücüydü, çünkü kuralları hiç oralı olmadan çiğneyiveriyordu. Bu, dahilerin ortak bir niteliği ve becerisidir; öğrenilip geliştirilebilir. Hepimizin Einstein gibi düşünebilmesi için sadece kuralları çiğnemeyi öğrenmesi yeterlidir.

KURALLARIN İZİ
“Sosyal çevrenin önyargılarına aykırı fikirleri çok az kimse ılımlı bir şekilde ifade edebilir.
Çoğu insan bu tür fikirlert’ üretmekten bile acizdir. ” ALBERT EINSTEIN
Eğer bir problemi çözemediyseniz, büyük bir ihtimalle bir kuralın tekerlek izine takılmışsınızdır. Hepimiz belli kurallara uyarız. Kurallar, gerçeği bulmamızı engelleyen kemikleşmiş düşünce kalıplarıdır. Kurallarımız doğal olarak şekillenir. Fikirler tekrarlanarak kural haline gelir. Bir kural izi oluştuğunda, bununla çatışan bütün fikirler görmezden gelinir.
Kurallar her zaman kötü değildir. Bunlar tren rayları gibidir. Eğer rayın götürmek istediği yere gitmek istiyorsanız mükemmeldirler. Ama ıaylar sizin gideceğiniz yere gitmiyorsa, kurallara uyarak bazı çözümlere ulaşmazsınız. Oraya ulaşabilmenin biricik yolu, raydan çıkmak olur.
Kurallar çok doğru göründükleri için yenilikçi düşüncenin gelişmesini önlerler. Bizim uyduğumuz kuralların
dışında kalan çok sayıda önemli çözümü gizlerler. Bu büyük çözümler sadece kuralları çiğneyerek bulunabilir. Hiç kimse kuralların izlerine karşı bağışık değildir.

Kitabın pdf okumak isteyenler için:

https://docplayer.biz.tr/57974193-Einstein-gibi-dusunmek.html

 
Yorum yapın

Yazan: 12 Temmuz 2022 in Bilim

 

Etiketler: , , , , , , , , , ,

NEMRUT DAĞI VE ÇİĞ KÖFTE EFSANESİ

09.07.2022- BİLKE

Zamanımızdan 4000 yıl önce, İbrahim Peygamberin kabede putları kırması, insanların elleriyle yaptığı putlara tapmamasını öğrettiği bilinen bir gerçektir. İbrahim peygamberin kurban kesilmesi ile ilgili yaşadığı ise dünya insanlarının İNSAN KURBAN ETME ritüeline son vermesi dönemini başlatmıştır.

Adıyaman’da (eski adıyla Komegene Krallığı) Nemrut harabelerini gezenler yöredeki tarihi olayları da bilirler. İbrahim peygamber ve ÇİĞ KÖFTE arasındaki ilgiye değinmek istiyoruz bu gün. Doğanın hafızası, insan hafızası gibi her şeyi çok güzel kaydediyor. Yaşanmış gerçek bu güne kadar nasıl gelmiş, akademik bir makaleye bakalım isterseniz:

Çiğ köftenin ortaya çıkış hikâyesi inanışa göre şöyledir:
“Adıyaman yöresinde eski bir medeniyetin kralı olan Kral Nemrut, Hz. İbrahim’i tek tanrıya inandığı için yakmaya karar verir. Halkına verdiği emir ile krallıktaki bütün ağaç ve odun parçalarını büyük bir meydanda toplatır. Evlerde yemek pişirmek için odun parçası kalmamıştır ve ateş yakılmasını yasaklamıştır. Hz. İbrahim’i yakmak için meydana toplanan ağaç ve odun parçaları yakılacak tek ateştir. Halk kralın emriyle günlerce tahta parçalarını meydanda toplamıştır. Dağda avlandığı için bu emirden habersiz olan bir avcı, avladığı geyiği evine getirerek eşinden pişirmesini ister. Eş, kralın ateş yakma yasağını anlatır. Avcı da çaresiz emre itaat eder. Avcı geyiğin sağ arka budunu ayırır, ince ince taşla döverek ezer. Bulgur, biber ve tuz katarak, ezdiği et ile bunları iyice yoğurur. Çiğ köftenin ilk kez bu avcı ve ailesi tarafından yapıldığı rivayet edilir”(https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1254209) (Cilt:17 Sayı: 2 / Ekim 2020- İnönü Üniversitesi, Doç. Dr. Muhammet Fatih ALKAYIŞ)

Okurlarımıza, takipçilerimize ve herkese huzurlu, mutlu, sevgi dolu bayram geçirmelerini dileriz. BİLKE


 
Yorum yapın

Yazan: 09 Temmuz 2022 in Genel Kültür

 

Etiketler: , , , , , , ,

DEĞERLER VE TOPLUMSAL YAPIDA SOSYAL DEĞERLERİNYERİ

05.07.2022- Doç. Dr. Mehmet YAZICI

DEĞER KAVRAMI VE DEĞERLER
Değer ve değerler; hem felsefede hem de başta sosyoloji, psikoloji ve antropoloji olmak üzere
diğer sosyal bilimler literatüründe sıkça tartışılan konulardan biridir. Değerler, üzerinde çok
durulan bir konu olmasına rağmen henüz kavramsal olarak yeterince açıklığa kavuşturulmuş
değildir (Anar, 1983:8; Dilmaç, 2002). Değerlerle ilgili tartışmalar; değerlerin tanımı, kaynağı, relativ mi yoksa mutlak mı oldukları, önem sırası, kim tarafından ve nasıl korunması gerektiği, birey ve toplum yaşamı için önemi ve nihayetinde bireylere değerlerin öğretilmesi, benimsetilmesi
ve içselleştirmeleri amacıyla izlenecek doğru metodun hangisi olduğu vb. konularda devam
etmektedir.

Buna rağmen, yapılan bir araştırmaya göre Milli Eğitim Sistemimizde tarihsel süreç
içerisinde değerlerin öğretim programlarında yeterince yer almadığı sonucuna varılmıştır
(Yaşaroğlu, 2013).
Sosyal bilimlerin sosyal değerlere ilgisi, “birçok sosyal bilimcinin değerlerin insan davranışını
açıklamada temel bir öneme sahip olarak görmelerinden kaynaklanmaktadır. Ayrıca, değerlerin,
araştırmacılara hem birey, hem de grup düzeyinde bilgi sağlayabilen bir kavram olması da söz
konusu ilginin nedenleri arasında sayılabilir (Feather, 1975; Zavalloni, 1980). Değerler konusu
kuramsal yönden olduğu kadar hızla değişen dünya içinde yerini arayan toplumumuzu yakından
ilgilendirmesi açısından da önem taşımaktadır.

Sosyo-ekonomik gelişmelerin kaçınılmaz sonucu (ve, kimi zaman da, aracı) olarak ortaya çıkan yeni toplumsal düzenlemelerin bu türden düzenlemelerle uyumlu olmasıyla yakından ilişkilidir. Bu uygunluk sorunu, toplumsal siyasaların başarı için toplumun iyi tanınmasını, dolayısıyla da değerlerin ayrıntılı bir biçimde incelenmesini gerekli kılmaktadır.” (Kuşdil ve Kağıtçıbaşı, 2000: 60). Bu gerekliliğin bir sonucu olarak “değerler, bireylere olduğu kadar, toplumsal sisteme de mal edilmiştir. Değerler, bireysel değerler,
tutumlar, tercihler ve inançlar çerçevesinde ele alındığı kadar, toplumsal değerler, toplumsal
normlar çerçevesinde de ele alınmıştır.” (Anar, 1983: 9).
Sosyoloji ise, bir taraftan ilgilendiği olguları (sosyal ilişki, norm, kurum, grup vb.) tanımlamada ve açıklamada değerleri de kullanırken, diğer taraftan değerlerin betimlenmesini, meydana
geliş biçimlerini, toplumsal olgu, kuram ve süreçlerle olan etkileşimlerini, tipolojilerini ve bu
tiplerin teşkil ettikleri çeşitli sistemleri, belirli somut durumlarda rastlanan değer çatışmalarını
incelemeyi kendine görev haline getirmiştir (Anar, 1983: 8)

Makalenin tamamını okumak isteyenler için:

https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/157368

foto-indigo dergisi

NOT: Toplumu tanımak, sadece hakkında bilgi toplamak olmamalı. Bilgi hafızası, hiç bir zaman turşu küpü değildir. Bilgi kullanıldıkça yenilenir. Felç geçiren bir yaşlının nöron hücreleri bile egzersizle yenileniyor, buna tanık olan ve uygulayan biri olarak, deneysel çalışmanın doğru yöntem olduğunu vurgulamak istiyorum. Denenmiş ve yarar sağlamamış yöntemleri tekrar kullanma inadında olmak sonuçsuzluğu doğurur. Yaşar SARIKAYA

 

Etiketler: , , , , , , , , ,

ESKİ SİNOP FOTOĞRAFLARI

03.07.2022-SİNOP BİLKE

KAYNAK: Ç etin KOŞAR, Sait BEYDEŞ VE Y. SARIKAYA ALBÜMÜ

 
Yorum yapın

Yazan: 03 Temmuz 2022 in eski sinop

 

Etiketler: , , , , , , , , , ,

BİR YANIM DAĞLARIN KIZI BİR YANIM AMAZON SAVAŞÇISI

29.06.2022- A. Yaşar SARIKAYA

Sinop’un denizini, rüzgarını, güneşinin doğuşunu ve batışını bitimsizce yaşamak özel bir duygudur. Kentin kurulduğu dar boğaz, gece yakamozlar arasında inci bir gerdanlık gibi parlamaktadır. Binlerce yıl süregelen SİN adının gizemine, ay tanıktır gökyüzünde. Bir elim, suyun sinesinde SİNOPE’Yİ duyumsarken, diğer elim bilmem kaçıncı zamanda deniz dalgalarının yaladığı dağların sesini duyar. Bir yanım dağların kızı, bir yanım da Amazon savaşçısıdır.

Gezginliğin en derini, doğanın hafızasında toprakla konuşmak, dağla söyleşmek, su ile fısıldaşmaktır. Adada iyodu, yaylada çayır ve çimen kokusunu içine çekmektir.

 Aklım ve duygularımın bilişsel gezintisinde, doğa hafızasının gizemini deşifre ediyor;  yazılarımı de geleceğin kumaşına dokuyorum.  

Yüz yıllar öncesinde, belgelerde nüfus yerleşiminin olmadığı zamanda, HASANYERİ adını taşıyan bir yer vardı. Bu gün de aynı adı taşıdığını öğrendiğimde, doğanın hafızasının gücünü duydum içimde. İnsanımızın, ad konusundaki hassasiyetini de. Muhtarı aradım, yaşlılarla görüştüm, bilgileri karşılaştırdım. Evet, isim aynıydı yöre insanı, benim kadar etkilendi mi bilmiyorum ama kalıcı olması için kitaplaştırdım. Okur severlere saygılarımla…

İşte bu şelale, kervanları kendisine çeken, nüfus yerleşimi olmadan kervanlara konak yeri olan.

 
 

Etiketler: , , , , , , , , ,

Cumhuriyetin İlk Yıllarında Modern Toplum İnşa Sürecinde Sanayi Tesislerinin Rolü

21.06.2022- Doç. Dr. Mutlu KAYA- Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Turizm Fakültesi, Turizm Rehberliği Bölümü-Öğretim Üyesi

foto: Doç. Dr. Mutlu Kaya ve Prof. Dr Cevdet YILMAZ, Sinop konusunda yaptıkları akademik çalışmalar için kendilerini kutluyoruz. Dernek olarak, bu değerli çalışmaları Sinoplularla paylaşmak istedik. BİLKE HALKBİLİM ÖDÜLLERİ’ne ara verdik. Yeniden başladığımızda, iki akademisyenimiz Akademik Halkbilim Ödülleri adaylarımızdır. Çalışmalarını kutluyor ve Sinoplulara tanıtmaya devam ediyoruz BİLKE

GİRİŞ

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda, Osmanlı’dan nüfusun beşte dördü doğrudan veya dolaylı
olarak tarımla uğraşan, tarımın ilkel metotlarla ve daha çok köylülerin kendi tüketimi için yapıldığı bir
ülke devralmıştır. 1912 yılından başlayarak on yılı aşkın bir süre boyunca Anadolu, birbirini izleyen bir
dizi savaşın yıkımına uğramıştır. Balkan Savaşları (1912-1913), Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) ve
Kurtuluş Savaşı’nın (1920-1922) getirdiği yıkım ve ölümler, çok ciddi ve uzun süre etkili olacak
demografik, toplumsal ve iktisadi sonuçlar doğurmuştur. 1913 yılında, daha sonra Türkiye sınırları
içinde kalacak topraklar üzerinde toplam nüfus 17-18 milyon dolayındayken izleyen on yıllık dönemde, gerek askeri gerekse sivil Müslüman halk arasındaki kayıp toplamda yaklaşık 2 milyona ulaşmıştır.
Buna göçler de eklendiğinde 1920’li yılların başında Türkiye’nin nüfusu 13 milyon seviyesine
gerilemiştir. Bu durum on yıl öncesine göre %25 oranında bir nüfus azalması anlamına gelmektedir.
Savaş yılları boyunca üretim düzeylerinde de belirgin bir gerileme yaşanmış, tarım, sanayi ve
madencilik, gerek savaş yıllarında yitirilen insan varlığından gerekse aynı dönemde ekinlerin, yük
hayvanlarının, araç-gereç ve fabrikaların yok edilişinden olumsuz yönde etkilenmiştir (Pamuk ve Owen, 2002; Ünal, 2010).

Çiftçiler tohum, tarım aletleri ve koşumluk hayvan bulamamış, bu nedenle de toprakların büyük bölümü işlenememiştir. Ticaretin gelişimine uygun ulaşım imkanları oluşturulmamış, demiryolu az ve mevcut olanlar da kötü durumda, kara yollarının en iyisi ancak kağnıların geçişine izin verecek şekildedir. Ticaretin neredeyse tamamı azınlıkların elinde, sanayi el sanatlarından ibarettir. Kapitülasyonlar ve serbest ticaret, sanayi gelişimini engellediği gibi mevcutları da ortadan kaldırmıştır.


Fındık, kuru üzüm, incir, tütün gibi tarım ürünleri ile halı gibi el sanatları ürünlerinin dış satımı sonucu
elde edilen gelirle ülkenin ihtiyacı olan sanayi malları karşılanmaya çalışılmaktadır (Aktan, 1998). 1927
yılında yaklaşık 65.000 sanayi şirketi vardır ve bunlarda yaklaşık 250.000 işçi çalışmaktadır. Fakat bu
işletmelerden sadece 2.822’si makine gücüne bağlı olarak faaliyet göstermektedir (Zürcher ve Gönen,
1999) ve sadece 155’inde çalışan sayısı 100 kişinin üzerindedir (Ünal, 2010). Cumhuriyet Türkiye’sinin
ilk sanayileşme hamlesini üç beyazlar (un, şeker ve tekstil) ile simgelemesi aslında sanayileşmenin
durumunu özetlemektedir. Nitekim bunlardan tekstil bir sanayi kolu iken un ve şeker özünde birer
tarımsal üründür (Boratav, 2003).

Bu nedenledir ki Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kadrolar zaferden sonra hemen milli kalkınma davasını başarmaya odaklanmıştır (Özel, 2002). Böyle bir ortamda kurulan Cumhuriyet rejiminin ülkede sadece siyasi yaşamda belirleyici olduğunu söylemek eksik olacaktır. Cumhuriyet, toplumsal ilişkilere belli bir biçim veren, bu biçimi yeniden üretmek için gerekli kurumsal ve söylemsel pratikleri toplum üzerine empoze eden aktif bir özne olarak, ulus-devlet, sanayileşme ve modern-laik ulusal kimlik üçgeni üzerine yükselecek bir modern ulus hayali içeren bir modernite projesidir (Keyman ve İçduygu, 1998).
Modernlik, Batı Avrupa toplumunda on altıncı yüzyılda biçimlenmeye başlamış ve onu önceki
dönemlerden ve çağdaşı olan diğer toplumlardan ayırmış olan yapısal özelliklerin ifadesidir. Bu
özellikler endüstriyel genişleme, siyasal iktidarın kullanımı üzerine getirilen anayasal kısıtlamalar, sivil
bürokrasilerin yükselişi, kent merkezlerinin büyümesi, okuryazarlığın ve kitlesel eğitimin
yaygınlaşması, sekülerlik, içsel psikolojik benliğin ortaya çıkışı ve işlevsel farklılaşmayı içermektedir
(Jusdanis, 1998). Modernleşmeyle birlikte toplumun geleceğe yönelik beklentileri, çevrelerine bakış
açıları, çeşitli alanlardaki tutum ve davranışları, gündelik ilişkileri, kendi yaşam deneyimlerini
Mutlu Kaya-406

değerlendirme şekilleri değişime uğrar ve yeni bir biçim ve içerik kazanır. Diğer bir deyişle
modernleşme temeldeki kapitalist gelişmenin toplumsal, siyasal, ideolojik, kültürel, kurumsal ve etik
alanlarda yol açtığı değişimin bütünü olarak tanımlanabilir (Çulhaoğlu, 2007).
Türk modernleşmesinin temelini, teknik ve bilimsel ilerlemenin nimetlerinin, çoğunlukla devlet
yoluyla, her türlü insani faaliyet alanına uygulanması oluşturmaktadır (Bozdoğan, 2001). Cumhuriyet
rejimi, toptan bir toplumsal, ekonomik ve siyasi dönüşüm beklentisi içindedir. Modernleşme, ekonomik
ve toplumsal boyutlarla birlikte siyaseti ve kültürü de içeren geniş bir bütünlük olarak görülmekte,
toplum mühendisliği ve yukarıdan aşağıya modernleşme eğilimiyle gerçekleşecek köklü değişikliklerin
hem çağdaşlığı hem de çağdaşlaşmayı gerçekleştireceğine inanılmaktadır (Ahmad, 2006).

Bu sebeple Cumhuriyet’in siyasi otoritesi, ilke ve kurallarını kendisinin belirlediği, siyasal ve kültürel çağdaşlaşma gereğince kurmak istediği tamamen farklılaşmış yepyeni düzen için aslında bir tezat olarak geçmişteki hiyerarşiye dayalı yönetim geleneğini kullanmıştır (Kaliber, 2007). Bu durum yapılan değişikliklerin tam bir modernleşmeden ziyade imparatorluğun reorganizasyonu olarak görülmesine sebep olmuştur.
Fakat aslında Türk modernleşmesi geç ya da gecikmiş modernleşmenin güzel bir örneğini
oluşturmaktadır. Geç modernleşme, Batı’nın kendine özgü koşulları içerisinde yaşadığı modernleşme
sürecinin aşamalarını bir olağan süreç olarak yani kendiliğinden bir gelişme olarak ortaya çıkmasını
beklemeden bu süreçlerin sonuçlarının bilgisine sahip modernleştirici iradenin tarihin akışını
hızlandırması, önündeki basamakların birkaçını birden atlaması biçiminde tanımlanabilir (Çulhaoğlu,
2007; Livan, 2020). Ademi merkeziyetçi ve feodal toplumlarda modernleşme amacıyla belirli siyasal ve
kültürel kurumların ithal edilmesiyle oluşturulan modeller çoğunlukla dirençle karşılaştıkları için
Avrupa’daki benzerleri gibi işlev görmeleri pek mümkün olmamaktadır. Gecikmiş bir modernleşme
sürecinde modelin özelliklerini elde etmek amacıyla telaşlı bir çaba içine girildiği için bu değişimi
merkezi bir planlamayla yapmak zorunlu hale gelmektedir (Jusdanis, 1998).


Atatürk’e göre, Cumhuriyet ile birlikte bir devlet her şeyiyle yeniden inşa edilecektir. Bu
sebeple üniformasını bir kenara bırakıp sivil bir Cumhurbaşkanı olarak halkının karşısına çıkmış ve bu
yeni imajıyla halkına artık yeni bir döneme girildiği mesajını vermiştir. Acilen ülkeyi kalkındırma ve
halkının hayat düzeyini yükseltmek için başta endüstri olmak üzere her alanda hızlı bir gelişim
gerekmektedir (Lewis, 1993). Bu gelişimin, tarihsel özellikleri, yerel gelenekleri ve bölgesel dengeleri
gözeterek, yabancılaşmadan, taklitçiliğe düşmeden ve bağımlı hale gelmeden, yoksulluktan kurtulup
uygarlaşma olarak gerçekleştirilmesi hedeflenmiştir (Aydoğan, 1999).

Sanayi alanında meydana gelecek gelişim Cumhuriyet için hayati bir bileşen olarak görülmekte, sanayi ile uygarlığın beraber büyüyeceği düşünülmektedir. Avrupa mallarını ithal etmekten hoşnut olan yerli burjuvazinin tarımsal gelişime sıcak bakmasına rağmen Türkiye’nin uygarlık hedefine ulaşması için, güçlü, dengeli ve bağımsız bir sanayi ekonomisine sahip olması gerektiği temel düşünce olarak belirlenmiştir (Ahmad, 1995; Georgeon, 2000).
Yeni bir ulus devletin oluşturulması ve çağdaşlaştırılması, birbiriyle yakından ilişkili iki hedef
olarak görülmekte ve benimsenen iktisadi politikalara doğrudan doğruya bu bakış açısı kaynaklık
etmektedir (Pamuk ve Owen, 2002). Bu değişim önceleri özel sermaye ya da yabancı sermayeli
şirketlerin yatırımları ile gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Bu şirketlerle yapılan antlaşmalara özellikle
yerli hammadde kullanma zorunluluğu getirilmiş böylece yatırımların Anadolu’ya yayılması
Cumhuriyetin İlk Yıllarında Modern Toplum İnşa Sürecinde Sanayi Tesislerinin Rol

Mutlu KAYA- 407

hedeflenmiştir (Kaya ve Yılmaz, 2016). Ülkemize bu dönemde yatırım yapan yabancı sermayeli
şirketlerden olan Ayancık Zingal Kereste Fabrikası genç Cumhuriyet’in sanayiden beklentilerini ilk
ortaya koyan işletmelerden biridir. Şirketle yapılan sözleşme bu doğrultuda hazırlanmış, şirket üretimin
şekli yanında mesleki eğitim ve sosyal konular başta olmak üzere birçok konuda sözleşme ile teminat
vermiştir (Anonim, 1948). Ayancık’ta denenen proje her manada oldukça başarılı olmuş fakat ne yazık
ki ülkedeki sanayileşme özel sektör yoluyla istenen seviyeye ulaşamamıştır.

Lozan Antlaşması’nın gümrük tarifeleri için koyduğu sınırlamalar 1928 yılı içinde son bulmuş,
dolayısıyla 1929’dan itibaren yeni ve yerli üretimi korumacı bir gümrük tarifesi uygulama imkânı
doğmuştur. Dünya ekonomisini derinden etkileyen 1929 ekonomik buhranı, bu sistemin bağımlı ve
azgelişmiş çevresini oluşturan ülkelerde ilk kez kendi dinamikleriyle, ulusal bir sanayileşme fırsatı
yaratmıştır. Bu durumun ortaya çıkardığı sanayileşme fırsatını değerlendiren Türkiye’de devlet ekonomi
alanında doğrudan etkin olmaya başlamıştır (Boratav, 2003).

Atatürk’ün ekonomide devlet, fikrini özel
sektörün varlığı ve gelişimi için gerekli şartların sağlandığı bir ortam yaratma yanında devletin toplum
ihtiyaçlarını göz önüne alarak bazı alanlarda varlık göstermesi olarak tanımlamak mümkündür (Akpınar,
2013).

Diğer bir deyişle Atatürk döneminde uygulanan devletçilik politikası, kapitalizm ve sosyalizm
arasında, her ikisinin de bazı özelliklerini almış, bir iktisadi politika olmanın yanında aynı zamanda
bağımsızlığını yeni elde etmiş bir ülkenin kurduğu toplumsal bir sistemdir (Boratav, 1974).
1930’lu yıllardan itibaren devlet, coğrafi dağılış içinde hammaddelerimizin değerlendirileceği,
ithal edilen ürünleri durduracak ve böylece dışarıya döviz ödenmesini engelleyecek sanayi işletmelerini
kendi kurmaya başlamıştır (Doğan, 2013). İsmet İnönü’nün Karabük’te demir çelik fabrikasının temel
atma töreninde söyledikleri devletin sanayi tesislerinden beklentilerini ortaya koyar niteliktedir (Kiper,
2004: 27):
“Karabük Demir ve Çelik Fabrikaları ile memleketin her sahada çok kıymetli olan başlıca
ihtiyaçlarına cevap verecek bir müessese kurmakla kalmıyoruz, cumhuriyetçi ve milliyetçi Türkiye’nin
manevi ve içtimai bir medeniyet ve kültür müessesesini de meydana getirmiş oluyoruz.”
Fabrikalar kuruldukları bölgelerde yarattıkları istihdam olanakları sayesinde bu bölgelerin
nüfusunu arttırarak kentleşme sürecini hızlandırmıştır. Halk, tarımsal faaliyetlerden sanayi üretimine
geçmiş, beraberinde sanayi üretiminin gereklerine uygun bir yaşam sürmeye başlamıştır. Sanayi
yerleşmelerinde fabrikalar tarafından organize edilen faaliyetler işçilerin ve halkın sosyalleşmesine,
geleneksel kent dokusundan çıkılarak planlanmış mekanlarda yaşamın başlamasına ve kadınların da iş
hayatına ve sosyal yaşama karışmalarına imkan sağlamıştır. Fabrikaların bünyesinde üretim tesislerinin
yanında lojmanlar, alışveriş birimleri, yüzme havuzu, basketbol-futbol-tenis sahası gibi spor alanları,
sinema, balo salonu-gazino gibi eğlence mekanları ve mesleki kurslar ile ilk ve orta öğretim için
okullardan oluşan sosyal donatılar oluşturulmuştur.

(Şekil 1. Alpullu Şeker Fabrikası yerleşim planında sosyal alanların dağılışı
Kaynak: Durukan Kopuz ve Tetik, 2016.)

Fabrikaların çevresinde yaşayanlar sinema, tiyatro, konser, balo gibi etkinlikleri bu fabrikalar
sayesinde tanımış ve kadın – erkek toplumun tüm kesimi bunlardan faydalanmıştır. Her tesisin
kuruluşundan bir süre sonra çevresi ayrı bir şehir haline gelmeye başlamıştır. Ayancık, Alpullu,
Eskişehir, Nazilli, Ereğli, Malatya, Kayseri, Karabük, Kırıkkale gibi sanayi alanları Şevket Süreyya
AYDEMİR’in tabiriyle tesisleriyle, lojmanlarıyla, parklarıyla, spor alanlarıyla gün ışığında dünyaya
gülen ve geceleri ışıl ışıl parıldayan şehirlere dönüşmüşlerdir (Aydemir, 2003).


Bu çalışmanın amacı, Türkiye Cumhuriyeti’nin sanayileşme sürecinin sadece ekonomik
kalkınma mücadelesi olmadığını, ekonomik boyutunun yanında sosyo-kültürel boyutu olan,
Cumhuriyet’in oluşturmaya çalıştığı kültür devriminin öncüsü olacak bir modernite projesi olduğunu
ortaya koymaktır. Bu anlamda çalışma Türkiye’de sanayileşme hareketine farklı bir bakış açısı
getirmektedir. Çalışmanın konusunu teşkil eden Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde kurulan sanayi
tesislerinin toplumsal etkileri üzerine birçok çalışma yapılmış (Akpınar, 2013; Asiliskender, 2008;
Asiliskender, 2009; Bancı, 2006; Bigat, 2017; Cebecik, 2017; Demirer, 2013; Doğan vd., 2011; Durukan
Kopuz, 2018; Eldeş, 2019; Eren ve Tuna, 2018; Kaya, 2011; Kaya ve Yılmaz, 2016; Kaya ve Yılmaz,
2018; Kiper, 2004; Kiper, 2006; Mülayim ve Kaprol, 2016; Oğur, 2015; Özcan, 2020; Peri, 2006; Semiz
ve Toplu, 2019; Tekeşin, 2012; TOBB, 2016; Yavaşoğlu ve Özgül, 2020; Yücel, 2015) fakat genel
olarak yapılan çalışmalar konuya devlet eliyle kurulan sanayi tesisleri üzerinden yaklaşmıştır. Bu
çalışmada konu, 1925-1945 yılları arasında kurulan yabancı sermaye yatırımları, özel sermaye
yatırımları ve devlet teşekkülleri açısından ele alınmış böylece aslında Cumhuriyeti kuran kadroların
toplumsal değişim için sanayi tesislerinden beklentilerinin devletçi ekonomik uygulamalardan çok daha
önce var olduğu ortaya konulmaya çalışılmıştır. 1925-1945 yılları arasında kurulan sanayi tesisleri
içinden yabancı sermaye yatırımları olarak Sinop Kibrit Fabrikası ve Ayancık Zingal Orman İşletmesi,

Mutlu KAYA- 409

özel sermaye yatırımı olarak Alpullu Şeker Fabrikası, devlet teşekkülleri olarak da Eskişehir Şeker
Fabrikası, Karabük Demir-Çelik Fabrikası ve Sümerbank teşekkülü olan Nazilli, Kayseri, Ereğli
(Konya), Bursa Merinos fabrikaları araştırmaya dahil edilmiştir. Bu tesislerin kuruldukları çevrelerde
yarattıkları istihdam ve ekonomik etkilerle şehirsel gelişime, yarattıkları eğitim, sağlık, spor, sosyokültürel imkanlarla da halkın kültürel gelişimi ve modernleşmesine etkileri açıklanmaya çalışılmıştır.
Çalışmanın ele alındığı 1925-1945 yılları arasında kurulan sanayi tesislerine ait belge, fotoğraf ve arşiv
kayıtların yetersizliği nedeniyle konunun sadece belirli başlıklar (kentleşme, ulaşım, kırsal kalkınma,
sosyal –kültürel değişim) açısından değerlendirilmesi ve sadece 9 fabrika üzerinden ele alınması
çalışmanın sınırlılıklarını oluşturmaktadır.

Makalenin tamamı:

https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1552841?fbclid=IwAR1VDuqXXP-9sCABu87yBTyFthjuZGDWUEyn_fxcAzv8fN7T7j4OsJuI_3Y

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , ,

//ayşe’ce// GÜNAYDINNNN…!!

15.06.2022- Ayşe EKŞİ ELMACI

Serin ve geceden yağmış, pencereyi açtığında bahçeden gelen buram buram toprak kokusu. Yaşam gailesinden ve her tarafın betonlaşmasıyla unuttuğumuz dokular. Kendi ellerimizle yok ettiğimiz doğa ve mutsuz insanlar.

Komşunun bahçesinden gelen çilek kokusu. Annem geliyor aklıma geceden şekerlediği çilekleri biz uyurken sabah erkenden, ayaklarına dolanmayalım diye mutfakta kaynatmaya koyuluyor. Evi mis gibi çilek kokusu sarıyor. Oysa ben reçel sevmem, ama annemin bütün attığı çilekleri reçelin içinden toplar suda yıkar yerdim😅.

Bugün günlerden cumartesi , gemiler geçiyor boğazdan sabahı yaran düdüklerini çalarak. Daha dün çocuk sesleriyle doluyken bu ev, bugün sessiz sedasız. Çay demliyorum , kaynıyor kaynıyor kalkasım yok yerimden. Kahvaltı yapasımda yok. Ben reçel sevmem ama özledim annemin çilek reçelini . Çocukken varlıklarına inandığım periler gelse tutsa elimden o Rum evimize , o yıllara götürse beni . Annemin o güzel sesiyle söylediği şarkı mutfaktan gelen tıkırtılar, kardeşlerimle paylaştığım yer yatağı, yorgan çekiştirmelerimiz.

Bu sabah toprak kokusuyla uyandım. Çok uzun zamandır farkına varamadığım şeyler dans etti usumda. Ah!…biz insanoğlu ne çok şeyi kaçırıyoruz yaşarken. Haziran yağmuru ince ince inerken yeryüzüne, unuttuğum ne varsa hatırlatıyor bana …Bugün de böyle bir yazı çıktı umarım birilerinin yüreğine dokunmuşumdur.

Mutlu haftalar diliyorum.//ayşe’ce// 11. HAZİRAN.2022

 
Yorum yapın

Yazan: 15 Haziran 2022 in KONUK YAZARLAR

 

Etiketler: , , , , , , , , ,