Belgelemede, en çok sıkıntı çektiğimiz, GÖÇERLERİN İSKANI VE YERLEŞİMLERİ konusudur. Yüzlerce yıl önce, elverişsiz koşullarda, dağlarda, yaylalarda yaşam kavgası verenler; türküsüne, el sanatlarına, değerlerine sahip çıkmışlardı. Ezberlerden uzak, yaparak yaşayarak, doğa ile iç içe ve doğa dostu olarak.
İşlemeli ağaç kapıların güzelliği, oymalardaki detaylar gibi diğer yadsınamaz sanat eserleri, onların emeklerini günümüze taşımıştır. Korunanların yanında, kaybolanlar için üzülmemek elde değildir. Yılların göç yorgunluğunu taşıyanlar, modern çağda tekrar göç yaşamaktadırlar. Bu göç, aile geçimini sağlamak temelindedir, kültürlerini unutmaya kapı aralamıştır. Hayatının planını kendileri yapanlar; artık planlanmış, kurgulanmış, başı ve sonu ölçülüp biçilmiş yaşam alanında kurgunun bir parçası olmuştur. Dikkat çekmek ve farkındalık yaratmak için çabalıyoruz.
Yeri geldikçe, unutulmasın diye belgeleri paylaşıyoruz. Y.HALAÇOĞLU’ nun kitabından 1500 yıllarında Boyabat çevresine iskan edilen göçerlerin kayıtları:
Sinop’ta Şahıs İsimleri ve Kullanılan Lakaplar Arapça’dan gelen lakap kelimesi o kimsenin asıl adından başka bir ad takılması anlamına gelmesiyle oluşmaktadır.(16)
Bugün soyadı işlevini yerine getiren lakaplardan, kişiye ait aile yakınlarının kimler olduğu, mesleki durumları, sosyal statü, köken, fiziki yapı gibi birtakım özellikleri mevcuttur. 78 numaralı Sinop Şeriye Sicil’inde geçen lakap, unvan, soy belirten isimler bir hayli çeşitlilik göstermektedir. Şahısların özel durumunu gösteren topal, çolak, deli, fiziksel yapısını ifade eden uzun, küçük, şişman, kel, yanık tabirlerinin kullanımı sık sık görülmektedir. Bunun yanı sıra Arap, Nogay, Tatar, Laz, Çerkes, Mısırlı, Kırımlı, Kıbrısî, Zenci gibi millet, ırk ya da göç ettikleri memleketlerinin isimlerine de rastlamak mümkündür. Canikli, Samsunlu, Karasulu, Kengırılı gibi kasaba ve şehir ifade eden özel isimlerde kullanılmıştır. Yöresel anlamlar taşıyan Ketebeden, Conbur, Edel, Telkaç gibi lakaplar da vardır. Kullanılan lakap ve soy isimlerinde çeşitlilik fazla olsa da içlerinden birkaçı diğerlerine oranla fazla kullanılmıştır. Hacıoğlu (7), İmamoğlu (5), Gözümağaoğlu (6), Bektaş Ağazâde (5), Akmehmedoğlu (4), Ahmedoğlu (3), Köseoğlu (6), Dizdaroğlu (4), Kadıoğlu (4), Kâvîzâde (3), Kalafatoğlu (4), Memişoğlu (5), Bezircioğlu (4), Kantarcızâde (5) kullanılan aile isimlerinden en sık rastlanılanlardır. Taşçıoğlu (5), Çavuşoğlu (4), Topçuoğlu (2), Darıcıoğlu (4) isimleri hem Müslüman hem gayrimüslim ahali arasında kullanılmaktadır. Bunların dışında bazı toplumsal statü göstergesi olan şeyh, seyyid, hacı, derviş gibi unvanlara da kayıtlarda rastlanmaktadır.
16 Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ankara, 1988. s.541.
YÜKSEK LİSANS TEZİ-İbrahim ÖZDEMİR- SİNOP ÜNİVERSİTESİ-SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ-TARİH ANABİLİM DALI
1 Giriş Antik Çağ’da Sinop’un bilinen en eski ismi Sinope’dir. Sinop isminin Yunanca “zarar vermek, yok etmek” anlamındaki “sinomai”den türediği bilinmektedir (Demirkaya ve Tuluk, 2012: 48). Mitolojide Sinope, Irmak Tanrısı Asapos’un güzeller güzeli kızıdır. Bir gün Tanrılar Tanrısı Zeus kızı görür ve o anda tutularak aşkına karşılık kızın her dileğini yerine getireceğini söyler. Korku içindeki genç kız kızlığına dokunulmamasını ister. Zeus sözünü tutar ve Sinope’yi alıp en sevdiği ve güvenilir bulduğu bugün Sinop ilimizin bulunduğu ile Karadeniz’in cennete benzeyen yemyeşil ve bakir kıyılarına bırakır (Cengiz vd., 2000: XVII). Bazı kaynaklar Sinop isminin kaynağını Hititçe “Sinuwa” olarak göstermişlerdir.
Farklı bir görüşe göre ise ismin ortaya çıkışında adlarını daima ay ilahının ismi “Sin” ile birleştiren Asurilerin olabilecekleri ileri sürülmüştür. Ayrıca, ismin ilk söyleniş biçiminin “Sinavur” olduğunu ileri süren kaynaklarla birlikte başka kaynaklar “Sinip”ten geldiğini, bazı tarihçiler “Sen-hapi” kökünden türediğini, bazıları ise Farsça “Sine-i ab”, yani suyun göğsü kelimesinden geldiğini ifade etmektedirler. Romalıların şehre Sinepolis, Fatih Sultan Mehmet’in ise Ceziretül-Uşşak dediği bilinmektedir. Türkler şehri fethettikten sonra isminin önce Sınap olduğu, daha sonra bugün kullanıldığı biçimiyle Sinop olarak günümüze ulaştığı bilinmektedir (Demirkaya ve Tuluk, 2012: 48- 49). Sinop’a ilk yerleşmeler araştırmalara göre farklı tarihlendirilmektedir. Bu tarihlendirmeler Neolotik (Cengiz vd., 2000: XVIII) veya Kalkolitik (Koçak, 2004: 700) dönemlere kadar gitmektedir. Sinop şehrinin kuruluşu ile ilgili tarihlendirilmeler MÖ 6. ve MÖ 7. yy.’lar düşünülmüş olmakla birlikte genel kanaat MÖ 8. yy. olarak belirlenmiştir ( Çapar, 1976: 303). Strabon eserinde Sinop’tan bahseder ve şehrin kuruluşu hakkında da bilgi verir: “..Bu kent Miletoslular tarafından kurulmuştur. Burada bir deniz üssü kurmak suretiyle kent, Kyaneai3 berisindeki denizlere egemen oldu ve hatta Kyaneai’in ötesinde bile Helenlerle beraber birçok mücadelelere katıldı; uzun süre bağımsız kaldığı halde sonunda bu bağımsızlığını koruyamadı ve kuşatılarak zapt edildi….” (Strabon, 2009: 22-23).
Tarih boyunca Sinop’ta kavimler arası mücadelelerin olmasında bölgenin konumu en önemli etkendir. Burası liman olarak konumu, Kuzey Anadolu’nun en uç noktasında yer alması, Orta Anadolu ile bağlantısının olması yanı sıra Kırım seferlerinde de stratejik mevkide bulunması gibi özellikleri ile ön plana çıkmıştır. Ticari olarak bakıldığında şehir “Kuzey-Güney Yolu”nda yer aldığından Akdeniz’e kadar uzanan doğal yol güzergâhının da içerisindedir. Bu açıdan değerlendirildiğinde Akdeniz ticaretinde Sinop etkilidir (Koçak, 2004: 702-703). 2- Eski Çağ’da Sinop’ta Türklerin Varlığı ile İlgili Tezler Karadeniz Bölgesi’nde Türk varlığı milattan önceki yüzyıllara dayandırılmaktadır. Araştırmalara göre bölgeye ilk olarak MÖ 3. bin ile 2. bin yılları arasında Oğuzların kollarından sayılan “Gas/Kas” ve “Gud/Gutîler”in geldiğinden bahsedilir (İnan, 2003: 72). Sonrasında Kimmerler ve İskitler ard arda Karadeniz’de görülmüşlerdir. İskitlerin vatanının Asya olduğu ve buradan göç ederek Kimmerlerin yurtlarına geldikleri Heredot’un kayıtlarında anlatılmıştır: “Göçebe Skyt4’hler Asya’daydılar. Massagetlerle yaptıkları bir savaştan yenik çıktılar, Araxes ırmağını geçtiler, Kimmerlerin yanına göç ettiler. (Skythlerin oturdukları yerler eskiden Kimmerlerinmiş, öyle derler)” (Heredotos, 2012: 298). İskitlerin sıkıştırması ile bugünkü Gürcistan’dan Doğu Anadolu’ya, oradan da İç Anadolu’ya gelen Kimmerler MÖ 695 civarında Frig Devleti’ni yıkarak bölgede bozkır-göçebe geleneklerini devam ettiren bir devlet kurmuşlardı. Bu sırada bir kısım Kimmer boyları da kuzeye çıkarak Karadeniz Bölgesi’ne yayılmaya başlamışlardır (Tellioğlu, 2007: 655). Anadolu’da gittikleri her sahada olduğu gibi Karadeniz Bölgesi’ni de siyasi ve sosyal bakımdan önemli ölçüde etkileyen Kimmerler, hâkimiyetleri süresi boyunca Sinop’tan Trabzon’a kadar uzanan kıyı şeridinin kontrolünü ellerinde bulundurmuşlardır (Tellioğlu, 2007: 23-24). Kimmerleri takiben Anadolu’ya giren İskitler MÖ 665’ten itibaren Kür Nehri’nin sağ yakasına yerleşmeye başlamışlardır. MÖ 401 civarında bölgedeki İskit hâkimiyet sahası Çoruh boylarına ulaşmıştır. Bu süre içerisinde, Sinop’tan Trabzon’a kadar olan sahil şeridi de bazı İskit boylarının eline geçmiştir (Tellioğlu, 2007: 655). Güney Karadeniz sahilinde Sinop’tan başlayan İskit hâkimiyeti bu şehrin yüz seksen km batısına kadar uzanıyordu. Yunanlılar, Karadeniz Bölgesi’nde koloni kurmaya başladıklarında, Sinop’tan Kolhis’e uzanan sahada mitolojilerinde ve edebiyatlarında büyük yer tutacak İskit kadınlar topluluğu olan Amazonlarla karşılaşmışlardır (Tellioğlu, 2007: 33).
1 Sinop Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü, ztunc@sinop.edu.tr 2 Sinop Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü, msahin@sinop.edu.tr 3 Kyaneai: Trakya Bosporos’u (Karadeniz ile Marmara’yı bileştiren boğaz ( Strabon, 2009: 301)) İstanbul Boğazı’nın Karadeniz çıkışında iki küçük adacık ( Strabon, 2009: 335).
“Bitkilerin canlı olduğunu düşünürüz. Onların suyu, kanlarıdır. Doğar ve büyürler. Aynı gerçek, ağaçlar için de geçerlidir. Her şey ölür. Her şey öldüğüne göre, her şey canlıdır. Her şey canlı olduğu için, her şeye hediyeler vermek, gönüllerini hoş tutmak gerekir.”
Ilık bir rüzgarda dalları nazlı nazlı sallanan bir erik ağacı düşünün. Baharda çiçek açıyor, dalları pencereye kadar uzanıyor, komşunun bahçesinde bu ağaç ve odanıza uzanan dalları var. “Bu erikleri yersem komşuya ayıp olur mu?”, diyorsunuz. Daha sonra o bahçe satılıyor ve o sizin bahçeniz oluyor. Bir gün o canım ağaç kesiliyor, anılar da gidiyor onunla birlikte.
Aslında o bahçe her köşesinde anı biriktirmiş. Rahmetli babam da özellikle bu bahçede çalışmayı çok severdi. Zamanının çoğunu geçirirdi, yoruluncaya kadar çalışırdı. Biz de bu kadar kendisini yormasın diye ona yardım ederdik. Kimi zaman da erik dalının içeri uzandığı odada onu, bağdaş kurmuş eski makaralı teyplerle kayıt yaparken bulabilirdiniz.
Babam o zamanlar uzun yıllar çalıştığı Amerikan Üssü’nden emekli olmuştu. Elektronik aletlere çok meraklıydı. Makaralı teyplerin küçük büyük her çeşidini almıştı. Şimdiki neslin bilmediği eski makaralara o kadar çok kayıt yapardı ki. Her bir makarayı da özenle, ilgiyle, dikkatle fihristlendirirdi. Kaydı yaptığı odadan, yine sevgi dolu erik ağacının pencereye değdiğini, -sanki ben buradayım der gibi- tıkırtısını duyardınız.
Bu makaralarda neler var, neler yoktu ki? Tüm ailemin hayatlarının farklı dönemlerinde söylediği şarkılar, kimi zaman radyodan ve zaman ilerledikçe televizyon kayıtları, ne ararsanız. Benim doğduğum günün anısına ağlama sesim bile vardı. Elbette o zamanlar Google, Youtube ve sosyal medyanın olmadığı zamanlardı. Kayıtları ailecek dinlediğimizde çoğu zaman gülerdik, Sarıkayaların çaldığı bağlama, gitar, elektro bağlama gibi enstrümanlar ile çoğunlukla anneme eşlik edilirdi. Babam bu işten büyük bir keyif alırdı, elbette ki bizler de. O eski seslerde enerji öyle müthişti ki. Dijital olmayan, saf temiz sesler daha mı etkiliydi bilemiyorum.
Nayniya Türküsü’nü ben ilk defa bu makaralardan dinlemiştim. Ben doğmadan yapılan bir kayıttı bu. Annem ve kardeşlerim seslendirmiş, babam da kaydetmişti. Keşke o kaydı bulup sizlere de dinletebilseydim. Ama enerjisini çok beğendiğim için tekrar bunu nasıl yaparız diye düşünmüş ve rap sound’u ile yeğenlerimin altyapısı ile ve becerisi ile biz de yeni teknoloji ile kaydettik.
Babamın o özenle fihristlediği makaralar, zamanla teybin bozulması sonucu koliler içinde çatıya kaldırılmıştı. Tüm kayıtlar ve hatıralar, hep belleğimizde kalacaktı.
Bu keyifle birlikte paylaşılan neşe, eğlence, kahkaha artık yalnızlığımızda içimize doluyor ve bizi o günlere sürüklüyor. Bu da hayatın bir paradoksu ya da insanların hayata bakışıyla ilgili olabilir mi? Tam tersine, İlber Ortaylı da “Yalnız kalamayan insanın düşünce ve gözleme kabiliyeti yarım oluyor. Bu yüzden ben insanlara yalnız kalmayı öğrenmelerini öneriyorum. Yalnız kalmayı bilmek iyidir, önemlidir”, demiş.
Neyse o konu bir yana, rahmetli babam gel arkada (bahçede) 5 dakikalık kısa bir işimiz var derdi, anlayın ki, o işi 2 saatle ter içinde bitireceksiniz ve o zaman içten içe kızardım biraz. Tahtalar, tuğlalar taşınır; üzüm asması onarılır, bahçe sulanır, babamın işi her zaman çoktu. Zamanla bu yorgunluktan keyif alır oldum. Fazla soru sormadan, fazla mantık yürütmeden yardım ederdim, hatta hepimiz ederdik. Hep beraber yapılan iş ona da huzur verirdi, Bu durum bana Gabriel Garcia Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık Romanında yaşanılanları hatırlatıyor. Babamın kayıt yapma hobisi genetik olarak sanki torununa geçmiş gibi.
Zamanla hiçbir şey yok olmuyor aslında, sadece değişiyordu. Dalı gevrek olan erik ağacı kesilmiş ama bahçede köklerinden 2 ağaç ve hatta daha fazlası bitmişti. Erik ağacı yok olmuyordu. İnsanlara inat tüm ağaçlar da yok olmayacaktı.
Babam artık gitmişti, enerjisi, heyecanı, varlığı yoktu, ama her köşede bıraktığı izler kaybolmamıştı. Yok olan sadece bedendi. Kayıtlar da, nemlenen makaralarda kayboldu ama hafızamızdan silinmedi.
Evet, bugün 4 Ağustos, babamın aramızdan ayrılışının 4.yılı ve yine ne tuhafdır ki; 4 Ağustos aynı zamanda ikiz torunlarının da doğum günü.
Kızılderililere göre, “Doğa akarsu gibidir.” Çünkü akarsu her zaman değişir doğa da, akarsu gibi kendini yeniler, bakmışsınız hayat ta yenilemiş kendini.
Bir yerde acı varken, o acı yerini bir umuda ve yenilenmeye bırakmış, o akış içinde kendine yer edinmiş.
Heyecanınız ve enerjiniz hiç dinmesin, umutlar asla yok olmasın!
Babam ve erik ağacını 4 Ağustos’ta anmak istedim. Yakınlarını kaybeden herkese bu vesile rahmet diliyorum,
Kızılderilinin dediği gibi; “Her şey öldüğüne göre, her şey canlıdır.”
22.07.2023- TÜRKİYE SELÇUKLULARI DÖNEMİNDE AŞIKLAR ADASI “SİNOP”UN FETHİ Dr. Zekiye TUNÇ- Doç. Dr. Mustafa ŞAHİN
Eski Çağ’da Sinop’ta Türklerin Varlığı ile İlgili Tezler Karadeniz Bölgesi’nde Türk varlığı milattan önceki yüzyıllara dayandırılmaktadır. Araştırmalara göre bölgeye ilk olarak MÖ 3. bin ile 2. bin yılları arasında Oğuzların kollarından sayılan “Gas/Kas” ve “Gud/Gutîler”in geldiğinden bahsedilir (İnan, 2003: 72). Sonrasında Kimmerler ve İskitler ard arda Karadeniz’de görülmüşlerdir. İskitlerin vatanının Asya olduğu ve buradan göç ederek Kimmerlerin yurtlarına geldikleri Heredot’un kayıtlarında anlatılmıştır: “Göçebe Skyt4’hler Asya’daydılar. Massagetlerle yaptıkları bir savaştan yenik çıktılar, Araxes ırmağını geçtiler, Kimmerlerin yanına göç ettiler. (Skythlerin oturdukları yerler eskiden Kimmerlerinmiş, öyle derler)” (Heredotos, 2012: 298). İskitlerin sıkıştırması ile bugünkü Gürcistan’dan Doğu Anadolu’ya, oradan da İç Anadolu’ya gelen Kimmerler MÖ 695 civarında Frig Devleti’ni yıkarak bölgede bozkır-göçebe geleneklerini devam ettiren bir devlet kurmuşlardı. Bu sırada bir kısım Kimmer boyları da kuzeye çıkarak Karadeniz Bölgesi’ne yayılmaya başlamışlardır (Tellioğlu, 2007: 655). Anadolu’da gittikleri her sahada olduğu gibi Karadeniz Bölgesi’ni de siyasi ve sosyal bakımdan önemli ölçüde etkileyen Kimmerler, hâkimiyetleri süresi boyunca Sinop’tan Trabzon’a kadar uzanan kıyı şeridinin kontrolünü ellerinde bulundurmuşlardır (Tellioğlu, 2007: 23-24). Kimmerleri takiben Anadolu’ya giren İskitler MÖ 665’ten itibaren Kür Nehri’nin sağ yakasına yerleşmeye başlamışlardır. MÖ 401 civarında bölgedeki İskit hâkimiyet sahası Çoruh boylarına ulaşmıştır. Bu süre içerisinde, Sinop’tan Trabzon’a kadar olan sahil şeridi de bazı İskit boylarının eline geçmiştir (Tellioğlu, 2007: 655). Güney Karadeniz sahilinde Sinop’tan başlayan İskit hâkimiyeti bu şehrin yüz seksen km batısına kadar uzanıyordu. Yunanlılar, Karadeniz Bölgesi’nde koloni kurmaya başladıklarında, Sinop’tan Kolhis’e uzanan sahada mitolojilerinde ve edebiyatlarında büyük yer tutacak İskit kadınlar topluluğu olan Amazonlarla karşılaşmışlardır (Tellioğlu, 2007: 33).
(Sinop Tersane Kapısı üstünde kilit taşı olarak yerleştirilen taşın üstündeki simgeler “ticaret yapanlara ait damga, marka” gibi düşünen bilim adamları varsa da, farklı düşünenler de var, çünkü çok dikkat çekici. 2023 tahrip olduğunu gördük, kim sahip çıkacak bu değerlere BİLKE)
Orta Çağ’da Sinop’ta Türk Yerleşmeleri Orta Çağ’da Sinop’ta çeşitli Türk kavimlerinden Bulgar ve Kıpçak yerleşmeleri görülmüştür; ancak en güçlü tesiri Selçuklular yapmışlardır. Bulgarlar, Bizans topraklarına 482 ile 559 yılları arasında saldırıları sıralarında Bizans’a esir düşmüşlerdir. 530 yılında bir Bulgar birliğinin yenilmesi sonucunda Bizans ordularına alınıp Armenie ve Lazique bölgelerine yani Çoruh ve Yukarı Fırat çevresi sahalarına yerleştirilmişlerdir. Bulgarların özellikle nakledildikleri Armenie ve Lazique olarak isimlendirilen bölgenin bugün aşağı yukarı Trabzon’dan Sinop’a oradan da güneye Tuz Gölü’nün doğusundan geçerek Kayseri’yi de içine alan bir hat takip ettiği söylenebilir (Anzerlioğlu, 2003: 66). Bulgarların Sinop’taki varlığına dair bilgilerimizin yanında Kıpçaklarda bölgede yerleşmişlerdir. MS 13. yy.’ın ilk yarısında Moğol istilası ile Kıpçaklardan bir kısmının Balkanlara, diğer bir kısmının ise Kırım’a geçtikten sonra Sinop’a geçerek Karadeniz’in güney sahillerinde yerleştikleri bilinir. Moğol baskısı sonucu bir başka Kıpçak kolunun ise Gürcistan üzerinden Doğu Karadeniz’e geçtiğine bakıldığında Karadeniz’e çeşitli yollardan Kıpçak göçlerinin olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır (Acun, 1999: 27).
çalışmanın tamamına;
22-23 ağustos 2016 Gostivar Makedonya
14. Uluslararası Türk Dünyası Sosyal Bilimler Kongresi
Biz, bu günlere nerelerden geldik? Yurdumun hafızası, Yemen, Trablusgarp, Çanakkale, İstiklal savaşı ve daha öncelerinin anılarını taşırken; hepimiz çağın bulaşıcı hastalığına yakalanıverdik. Cep telefonları, bilgisayarlar hayatımıza girdi. Yeniliklere ve her türlü bilgiye ulaşım kolaylığı sağlandı; ama bizi bize unutturdu.
Ülkemizin kıymetini ne kadar biliyoruz? Küçük çocuklar annelerine “seni kocaman dünyalar kadar seviyorum” der ya. Cümlenin içine, hayaline sığdıramadığı sevgisini, sözcüğün içine dolu, dolu yerleştiriverir. Sevgi samimi, sevgi içten, sevgi yalın olunca; göz de söz de onu çok güzelce taşır ve yansıtır.
Köy yollarında dağlarında dolaşırken, ağaçların, toprağın, havanın ve suyun bana anlattıklarını duymak uğruna çok zaman harcadım. Bilginin peşinden yıllarca iz sürdüm. BOA araştırmalarımda, yurdu bize armağan edenlerin yeni gerçeği ile karşılaştım.
Onbeşlikler türküsü var ya, hepimizin bildiği. Cepheye giden küçük yavruların türküsüdür. Arşiv bilgilerinde, 12 yaşında Sinop’tan askere giden küçük çocuklar olduğunu buldum. 1835 yılında Sinop köylerinde yapılan ilk nüfus kayıtlarında, Sülale isimleri ile nüfus defterine kaydedilmişti.
İşte o kayıtlar:
BAHRİYE ASKERLERİ:
Kayıtta yer alan bilgide verilen açıklama: “Reft Asakiri Bahriye” anlamı “bahriye askeri olarak gitti”
Karye-i Kabaağaç(1)
1.Uzun boylu kır sakallı Hatiboğlu Mehmet Bin Ömer Oğlu ABDULLAH (12 yaşında)
2.Uzun boylu Kumral sakallı HAMOĞLU Ahmet Bin Mustafa oğlu Süleyman(15yaşında)
Karye-i Tilkilik
1. Süleymanoğlu uzun boylu kara bıyıklı Hüseyin oğlu Çolak HASAN(13 yaşında)
2. Kısa boylu köse sakallı Kürt Osmanoğlu Ahmet Bin Mehmet oğlu MEHMET( 16 yaşında)
3.Uzun boylu sarı bıyıklı Koçoğlu Ali Bin Ahmet kardeşi HÜSEYİN( 21 yaşında)
Bu çocuklar, 1835 yılında bahriye askeri olarak devlete hizmet etmeye gitmişler. Ana ocağından uzak, memlekete hizmet vermek için. 12 yaşında çocuk, gemilerde hangi görevlerde çalıştı kim bilir?
HAMOĞLU, Humma sülalesidir. O sülaleden, 15 yaşında bir çocuk askere gitmiş ve sülale anıları günümüze neden taşıyamamıştır? Her sülale, bu bilgilere değer vermeli, çocuklarına bu anıları anlatmalıdır. Eski kahramanlıklar bir gün değildir. Ömrünü toprağına adayanların kahramanlığıdır. Bu çocuk askerlerin anılarını unutmayalım. Adı geçen sülaleler, bilgiye değer verin, ses verin ve anılarınıza sahip çıkın.
05.04.2023- Süreyya Eroğlu-A. Alev Direr Akhan- Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2013 17 (1): 257-272
Resim 2: Jules Laurens, Sinop
bölüm13. ile 15. yüzyıllar arasında yazılmış seyahatnameler;
Sinop adının geçtiği en erken tarihli seyahatname, Wilhelm Von Rubruck’un 1253-55 yılları arasında Moğolistan’a yaptığı
seyahatini anlattığı eserdir (resim:1).
Rubruck, detaylı bir Sinop tasviri yapmaz, sadece genel bilgiler vermekle yetinir.
“Majestelerine bildiririm ki,1253 senesi, Mayıs ayının yedisinde, Mare Majus ya da Büyük Deniz diye bilinen Pontus Denizi’ne
girdim. Tücccarlardan öğrendiğim kadarı ile 1400 mil uzunluğundadır ve ortalarına yakın bir yerde kuzey ve güney olmak üzere 2
bölümdür. Güneyde Selçuklu Sultanının bir kalesi ve limanı olan Sinopolis, kuzeyde ise şimdilerde Latinlerin
Gazaria adını verdikleri bir bölge vardır. Ancak Yunanlıların kıyı bölgelerini istilasından sonra bu bölgeye Cesaria anlamında
Cassaria denilmektedir. Burada güneydeki Sinopolise doğru bir çok burun bulunmaktadır. Cesaria ve Sinopolis arası 300 mildir,
her iki şehir, Constantinapole’e 700 mil mesafede bulunmaktadır, yine doğuda İberya’ya yani Georgia ya 700 mil uzaklık vardır.
(5) cümleleriyle izlenimlerini aktarır.
ARAŞTIRMA: Yaşar SARIKAYA
5) “Be it known then to your Sacred Majesty that in the year of our Lord one thousand two hundred and fifty-three, on the Nones of May (7th May), I entered the Sea of Pontus, which is commonly called Mare Majus, or the Greater Sea, and it is one thousand four hundred miles in length, as I learnt from merchants, and is divided as it were into two parts. For about the middle of it there are two points of land, the one in the north and the other in the south. That which is in the south is called Sinopolis, and is a fortress and a port of the Soldan of Turkia [=the Seljuk sultan of Rum]; while that which is in the north is a certain province now called by the Latins Gazaria [=Khazaria; the modern Crimea], but by the Greeks who inhabit along its sea coast it is called Cassaria, which is Cesaria. And there are certain promontories projecting out into the sea to the south toward Sinopolis; and there are three hundred miles between Sinopolis and Cassaria, and so there are seven hundred miles from these points to Constantinople in length and breadth, and seven hundred to the east, which is Hyberia” [=Iberia], that is to say, the province of Georgia.” Bkz. Rubruck, F.W. (1990) . His Journey to the Court of the Great Khan Möngke, 1253-1255, London
Zengin tarihi geçmişi olan Sinop’ta yaşıyoruz. Kaynakları karıştırdığımızda, hep karşımıza bağımsız koloni olan SİNOP çıkıyor. Güzel kentimizin tarihi zenginliklerinden biri de SİNOP KIRMIZISI adı ile anılan toprağıdır. Sinopya adı da verilen bu toprak, Sinop Sülük Gölü alanında bulunan volkan ağzından püsküren lavların etkisiyle değerini kazanmıştır. Kapadokya Bölgesi de lav atıklarından peri bacalarının oluştuğu yerdir. İki bölge toprağının, değerini lav atıklarından aldığı aklımıza geliyor.
O zaman, gelin dünya üzerinde AŞI BOYASI nerelerde ve nasıl kullanılmış sorusuna cevap arayalım. Sinop Aşı Boyası hakkında yazılı kaynakların temeline inme fırsatına erişiriz. İnsan kültürü, coğrafyaları ve tarihleri aşarak seyreder çünkü. Bu konuda yapılan akademik çalışmalar:
foto: dünyada en eski aşı boyası -kaynak arkeofili
ANADOLU’DA ERKEN PREHISTORİK DÖNEM KIRMIZI AŞI BOYASI KULLANIMI- Neyir KOLANKAYA-BOSTANCI-Hacettepe Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü
Özet:
Bu makalede, kırmızı aşı boyasının Anadolu’daki kullanımı ve sembolik anlamı, arkeolojik ve etnografik çalışmalar ışığında sunulmaktadır. Siyah ve kırmızı boyalar Prehistorik dönemlerde en eski boyaları oluşturmaktadır. Bu iki renkten kırmızı, genellikle aşı boyası, hematit ya da demir oksit şeklinde Prehistorik renk paletinde hakim olan rengi oluşturmaktadır. Her ne kadar bazı bilimsel çalışmalar, kırmızı aşı boyasının taş aletlerin sapa takılmasında ve deri hazırlanmasında kullanılan bir malzeme olduğunu ortaya koysa da sembolik ve ritüel geleneklerin ilk kanıtı arkeolojik kayıtlarda kırmızı aşı boyası formunda görülmektedir. Yaşam, yeniden doğum, bereket, dönüşüm ya da statüyü temsil eden güçlü sosyal ve kültürel bir sembol olarak kırmızı renk, insan kapasitesinin fosil göstergesidir. Arkeolojik veriler, Alt Paleolitik Dönem’den tarihi dönemlere kadar kırmızı aşı boyasının, ritüel vücut ve yüz boyama, aletlerin ve sembolik buluntuların süslenmesi, mezarlarda sembolik kullanımı, kadın figürinleri ve mağara resimlerinin boyanması gibi farklı bölgelerde çeşitli kullanımlara sahip olduøunu göstermektedir. Anadolu’da ise aşı boyası kullanımı ilk kez Üst Paleolitik Dönem’de görülmekte fakat Neolitik Çağ’da, sembolik ve ritüel işlevleri ile birlikte doruk noktasına ulaşmaktadır.
Paleolitik Çağda Avrupa ve Asya’daki birçok buluntu yerinde çeşitli boya örneklerine rastlanılmış olmasına rağmen, en yoğun grup Afrika’da saptanmıştır. Afrika’da en eski aşı boyası kullanımı Zambiya’da yer alan Twin Rivers buluntu yerinde GÖ 270 000-170 000 yılları arasına tarihlendirilmektedir. Söz konusu buluntu yerinde 300’den fazla boya kalıntısı ele geçmiştir(6) Bu örnekler, aşı boyasının doğadan ham olarak toplanıp hazırlanmasına yönelik en erken kanıtları oluşturmaktadır(7). İlk örneklerden biri olan ve günümüzden 40 000 yıl öncesine tarihlenen, Fas’ta bulunmuş olan ve üzeri kırmızı boya ile kaplanmış olan Tan-Tan heykelciği de dikkat çekicidir(8).
6 Barham 2002, 181-189; Pedru 2006, 204. 7 Wreschner ve diø. 1980, 632. 8 Power 2004, 80.
Bu aşı boyası miltos (μıAtocr) ya da Evcotıcr diye isimlendirilmektedir. Aslında Sinope’den ziyadeK appadokia’da bulunmaktadır. Fakat ana ihraç merkezinin Sinope olması sonucu, zamanla Sinopis toprağı adıyla anılmaya başlanmıştır.
Parlak kırnızı rengi ve kum taşı içermesinden dolayı ragbet görnekte idi. Genelde ev, gemi ve tahta eşyalarda kullanılmakta idi. Mobilya dekorasyonu,tahta oymacılığı, küçük terra-kota heykelciklerde bile sanatsal amaclarla kullanılmakta idi (l 9)
Plinius, Sinope aşı boyasının resım yapmakta kullanıldığını anlatırken, bunun Ephesos’daki benzerine tercih edildiğini de kaydetmektedir20.
Plutarkhos ise Sinope kırmıızı toprağını minerolojik olarak incelemektedir(21). M.Ô.4. yüzyılın sonlarında Ephesos’un Lykaonia’da Sızma yanındaki madenlerden toprak getirip Sinope aşıboyası pazarna darbe vurması ile bu ticaretide azalmıştır”.