Biz, bu günlere nerelerden geldik? Yurdumun hafızası, Yemen, Trablusgarp, Çanakkale, İstiklal savaşı ve daha öncelerinin anılarını taşırken; hepimiz çağın bulaşıcı hastalığına yakalanıverdik. Cep telefonları, bilgisayarlar hayatımıza girdi. Yeniliklere ve her türlü bilgiye ulaşım kolaylığı sağlandı; ama bizi bize unutturdu.
Ülkemizin kıymetini ne kadar biliyoruz? Küçük çocuklar annelerine “seni kocaman dünyalar kadar seviyorum” der ya. Cümlenin içine, hayaline sığdıramadığı sevgisini, sözcüğün içine dolu, dolu yerleştiriverir. Sevgi samimi, sevgi içten, sevgi yalın olunca; göz de söz de onu çok güzelce taşır ve yansıtır.
Köy yollarında dağlarında dolaşırken, ağaçların, toprağın, havanın ve suyun bana anlattıklarını duymak uğruna çok zaman harcadım. Bilginin peşinden yıllarca iz sürdüm. BOA araştırmalarımda, yurdu bize armağan edenlerin yeni gerçeği ile karşılaştım.
Onbeşlikler türküsü var ya, hepimizin bildiği. Cepheye giden küçük yavruların türküsüdür. Arşiv bilgilerinde, 12 yaşında Sinop’tan askere giden küçük çocuklar olduğunu buldum. 1835 yılında Sinop köylerinde yapılan ilk nüfus kayıtlarında, Sülale isimleri ile nüfus defterine kaydedilmişti.
İşte o kayıtlar:
BAHRİYE ASKERLERİ:
Kayıtta yer alan bilgide verilen açıklama: “Reft Asakiri Bahriye” anlamı “bahriye askeri olarak gitti”
Karye-i Kabaağaç(1)
1.Uzun boylu kır sakallı Hatiboğlu Mehmet Bin Ömer Oğlu ABDULLAH (12 yaşında)
2.Uzun boylu Kumral sakallı HAMOĞLU Ahmet Bin Mustafa oğlu Süleyman(15yaşında)
Karye-i Tilkilik
1. Süleymanoğlu uzun boylu kara bıyıklı Hüseyin oğlu Çolak HASAN(13 yaşında)
2. Kısa boylu köse sakallı Kürt Osmanoğlu Ahmet Bin Mehmet oğlu MEHMET( 16 yaşında)
3.Uzun boylu sarı bıyıklı Koçoğlu Ali Bin Ahmet kardeşi HÜSEYİN( 21 yaşında)
Bu çocuklar, 1835 yılında bahriye askeri olarak devlete hizmet etmeye gitmişler. Ana ocağından uzak, memlekete hizmet vermek için. 12 yaşında çocuk, gemilerde hangi görevlerde çalıştı kim bilir?
HAMOĞLU, Humma sülalesidir. O sülaleden, 15 yaşında bir çocuk askere gitmiş ve sülale anıları günümüze neden taşıyamamıştır? Her sülale, bu bilgilere değer vermeli, çocuklarına bu anıları anlatmalıdır. Eski kahramanlıklar bir gün değildir. Ömrünü toprağına adayanların kahramanlığıdır. Bu çocuk askerlerin anılarını unutmayalım. Adı geçen sülaleler, bilgiye değer verin, ses verin ve anılarınıza sahip çıkın.
Doğal yaşam alanı olan sahillerin birçoğunun plaj olarak kullanılması, sahillerdeki işletme sayılarının artması, artan kentleşme ve bitkinin koparılması nedeniyle kum zambakları tüm dünyada azalıyor! Her bir türün ekosistemin dengesi için vazgeçilmez olduğu bilgisiyle durumu değerlendirecek olursak, yok olmasına ramak kalan her bir canlı gezegenimize yeni bir yara açılması demek. İnsan faaliyetleri azalınca, “Dünya Limit Aşım Günü” bile ileri bir tarihe kendini atabiliyor. Elimizde böyle bir veri varken, tüketim alışkanlıklarımızdan taviz vermemekte ısrar etmek pek mantıklı görünmüyor. Bu nedenle ilk olarak yapmamız gereken şeylerin başında sadeleşmek ve sevdiğimiz/beğendiğimiz -illa ki sevmek zorunda değiliz- herhangi bir varlığın önce yaşam hakkına saygı duymak geliyor.
Kum zambağının (Pancratium maritimum) biyolojik özelliklerine baktığımızda ise yaşama sıkıca tutunan ve barındırdığı şifayı paylaşan bir bitki olduğunu anlıyoruz. Temmuz- ekim ayları arasında çiçek açan kum zambakları, kendine döllenen ve soğanlı bir bitkidir. Türkiye’de İstanbul, Bolu, Bartın, Sinop, Samsun, Giresun, Trabzon, Kırklareli, Antalya, Mersin ve Adana’nın kumlu sahillerinde görülür. İçindeki alkaloitler ve flavanoidler; gıda, tekstil ve farmakolojik endüstrilerde kullanılmaktadır. Akdeniz ülkelerinde ve Karadeniz’in güney kıyılarında sıklıkla rastlanan kum zambağı tuza, kuraklığa ve sıcağa karşı dayanaklı bir bitkidir.
Minos uygarlığına başkentlik yapmış Knossos antik kentindeki fresklerde yer aldığını öğrendiğimde ise bitki sembolizmini bir kez daha hatırladım. Minik bir parantez; zambak kelimesi (lily) Sümerce’de nefes,hayat gibi anlamlar taşır. Zambağın Antik Mısır’dan Antik Yunan’a kadar birçok kültürde barındırdığı derin bir bilgisi vardır. Kum zambağına dönecek olursam; eşleştiği mitlerden biri yeraltıyla eşleşen Persephone’dur. Tarım ve bereketin tanrıçası Demeter’in kızı olan Persephone yaşamının bir kısmını eşi Hades’in yanında yeraltında, bir kısmını annesi Demeter ile yeryüzünde geçirir. Kızı her yeryüzüne çıkarken baharı getiren Demeter, kızının yer altına inmesiyle toprağı soğutup, kışın -ölümün- gelmesini sağlar. Kum zambağının çiçekleri de açmayı bıraktığında bu durum havanın soğuyacağının habercisidir.
Yaz geliyor lütfen Kum ZAMBAKLARI na zarar vermeyin bu konuda hassasiyet lütfen nesli tükeniyor.(Fotoğraf Şevket Kaya kendisine teşekkür ediyorum.)Araştırma-Ayşe Ekşi ELMACI-27 MAYIS-2023
Kimsesizliğimi buldum bir köşe başında, duvar dibinde.
Yanına gittim, diz çöktüm onun gibi… Yanakları ıslaktı. “Nerelerdesin?” diye sordum, sitem dolu. “Birbirimizden başka kimsemiz olmadığını bilmiyor musun?” dedim.
Başını kaldırdı, elinin tersiyle gözlerini sildi.“Biz birbirimizin kimsesi değiliz, kimsesizliğiyiz,” dedi…
Öksüz olmak, yetim olmak zordur. Kapı önünde saçlarını okşayan bir el yoktur… Yok olanlarla var olmaya çalışmak zordur. Zordur, ama yaşama isteği daha ağır basar; acıyan yerlere tuz basılır, yüreğin sesini kısarak hayata tutunulur.
Büyümek dedikleri, azalarak yola devam etmektir bir bakıma…
Her parçanı bir yerde bırakarak; yüreğini nasırlaştırarak asılmaktır küreklere.
Belki daha güzel olmayacak ama bir şeyler değişecek. Değişen ne olur bilinmez. Mekan mı, hissettikleriniz mi, yoksa tamamen benliğiniz mi, ama bir şeyler değişmelidir.
Sıkılırsınız bu kimsesizlik halinden. Konuşamamak, dertleşememek, kafanızı koyacak bir omuz aradığınızda her daim boşluğa düşmek… Zordur bunlar… Planlarına kimseyi dahil edememek, keyif aldığınız şeylere katılacak birini bulamamak… “Çok mu zor bunlar” ya da “hak etmiyor muyum” diye düşünürsünüz.
Kilitli bir kütüphanede durmadan tozlanan, hiç okunmamış bir kitap gibi merak da edilmemektir kimsesizlik…
Yaşınız beş ya da elli beş; baba ya da çocuk, artık her kimseniz… Kimseyi kimsesiz bırakmayın, kimsesiz kalmayın!.
…………..Sinop örneğindeki Osmanlı köylüleri hakkında olan bu çalışmamın, belirtilen alandaki boşlukları doldurma konusunda bir katkı sağlayacağı kanaatini taşıyorum.
Çalışmam ağırlıklı olarak şu hususları içermektedir: Sinop köylülerinin barınma biçimleri, köy içindeki ilişkileri, yaptıkları ziraat ve hayvancılık, ürettikleri ürünler, ürettiklerini pazarlamaları, çevre şehir kasaba ve köylerle münasebetleri, yaşadıkları sorunlar (eşkıyalık, zulüm ve baskılar, baskınlar, göçler), aile yapıları (aile bireyleri) ve ekonomik güçleri.
Osmanlı Devleti’nin, toprak düzeni içinde, köylülerin varlığını sürdürebilmeleri için gerekli koşulları tanıdığı görülmektedir. Bu koşullar sayesinde köylüler, uzun vadeli ve günlük ihtiyaçlarını karşılayabilmekteydiler. Onlar, Osmanlı toplumunda, ekonomik ve sosyal hayatın akışına katkı sağlayan hareketli ve önemli bir zümre idiler.
Köylülerin Barınması
Köylüler, bir taraftan devlet için malî (tarım topraklarını işleyerek vergi vermek, kereste ve odun temin etmek, öküz ile beygir ve katır vermek, köprü inşa ve tamirini gerçekleştirmek, maden hizmetlerinde bulunmak vs.) mükellefiyetlerini yerine getirirken diğer taraftan kendilerinin geleceği için de çaba göstermekteydiler. Memleketlerindeki yaşamlarını güven içinde sürdürebilmek, doğa şartlarına karşı korunabilmek ve barınmak için devlet tarafından onlara, birtakım binalar inşa etmek hakkı tanınmıştı. “Menziller (evler)”, “odalar” ve “havlular” onların bu inşa haklarındandı.
Köylüler “menzil” adıyla belgelere yansıyan evlerde otururlardı. Menziller tek katlı olabildiği gibi çift katlı (fevkanî ve tahtanî) da olabilirdi. Havlular, ekseriyetle menzillerin bitişiğinde inşa ediliyordu. Belli bir toprağı da içeren bu yerlerde muhtelif cinsten ağaçlar bulunabilirdi. İnşa edilen bu yerler, insanlar içindi.
Köylüler, barındıkları bu yerlerin yanında, beslenmek ve gücünden yararlanmak maksadıyla yetiştirdikleri veya besledikleri hayvanları muhafaza için de, birtakım binalar inşa ediyorlardı. “Damlar”, “samanhaneler” bu amaçla yapılanlardandı. “Damlar”, hayvanların barınmalarını gerçekleştirmek, “samanhaneler” ise kışlık yiyeceklerini saklamak içindi. Köylüler, ayrıca, sahip oldukları mal ve erzakların muhafazası için “anbarlar” da kuruyorlardı.
Sinop’ta Seyyid Osman bin Abdullah’ın oturduğu Korıcak köyünde emlâk olarak bir “menzili (evi)”, ev içinde “küçük anbarı”, “samanhane”si; Gurezfat adlı köyde de “daireli bir evi”, “anbar”ı, “samanhane”si, “öküz damı” vardı.[5] Begcekarıhı adlı köy sakini Tutmakzade’nin ise köyünde fevkânî ve tahtanî (çift katlı) bir “menzil”i, bir adet “anbar”ı, köy evine bitişik bir “bahçe”si, Sinop şehri Arslan mahallesinde de fevkânî ve tahtanî bir “menzil”i ile “topraklı havlu”su ve “meyve ağaçları” bulunuyordu.[6] Karasu nahiyesi Şahaneköy’de oturan Ahmed bin Receb bin Hasan’ın da bu amaçla sahip olduğu biri büyük diğeri küçük, bir diğeri de harab (hurdedat) “üç menzil”i, ayrıca “samanhane”si bulunuyordu.[7] Çeharşenbe nahiyesi Çobanlar köyü sakini Misrî-zâde Osman Ağa ibn Mehmed’in de, köyünde biri yeni diğeri eski iki adet “menzili” ile mahsül ve samanlarını muhafazası için “anbar” ve “samanhane”si vardı.[8]
Bütün bu saydığımız mal, mülk ve yapılar, XVIII. yüzyılda köylülerin barınma şeklini göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Bunlar, muhteviyatlarıyla birlikte tamamen köylülere aittir. Köylü gerektiğinde onları satabilmekte, aile fertlerine miras olarak bırakabilmekte, herhangi bir durum dolayısıyla rehin olarak gösterebilmektedir. Ancak, köylünün, tereke kayıtlarından da anlaşıldığına göre, tarla satışlarına rastlanmamaktadır. Bu durum, köylünün işlediği toprakların mîrîye yahut vakıflara ait olduğunu, arazileri icarcı gibi işlediğini ortaya koymaktadır.
Köylü Ailesi
Köylü ailesinin yapısı, Osmanlı toplumunun diğer üyelerinin aile yapısından farklı değildir. Hukukî olarak da aynı saygınlığa sahiptir. Aile üyeleri, baba, anne ve çocuklardan meydana gelmektedir. Emmi oğulları, ailede miras sahipleri olarak yer almaktadır. Köylü ailelerin nüfusu, şehirlilerinki gibi, fazla değildir.[9] İncelediğimiz köylü terekelerinde, Tablo 1’de de görüleceği üzere, köylü ailelerinin çok geniş ve çok çocuklu aileler olmadığı dikkat çekmektedir. Bu durum Sinop’un idarî birim olarak kapsadığı bütün yerleşim birimlerinde gözlenebilmektedir. Bununla ilgili örnekleri çoğaltmak mümkündür.[10]
Köylü ailesi içinde eşlerden birinin ölümü halinde, diğerinin, daha sonra yeni bir evlilik yapması söz konusudur. Sinop’un Karasu nahiyesine bağlı Şahaneköy adlı köy sakinlerinden iken ölen Arab Ahmed’in (veya Arab Ahmed bin Receb bin Hasan), Meryem adındaki ölen ilk eşinden sonra, Hadice binti Nasır Kethüda Hatun’la evlenmesi buna işaret etmektedir.[11] Ancak bu uygulamanın dönemin Osmanlı toplumunda ne derece yaygın olduğu konusunda kesin bir rakam ve yüzde oranı vermek zordur.
Köylü ailesi içinde dikkat çeken bir husus da kimsesiz kalan bir çocuğa mahkemece güvenilir birinin vasi tayin edilmesidir. Vasî tayin edilen şahıs, kimsesiz kalan çocuğun haklarını ve mallarını korumakla görevlidir. Bunlar hizmetleri mukabilinde belli oranda vakıf malından günlük vasilik ücreti almaktadırlar.[12] Sinop’un Karasu nahiyesine tâbi Şahaneköy’nden Ali bin Mansur bin Mansur adlı çocuğa mahkemece (kıbel-i şer’den), Mahmud Beşe ibn el-Hac Şaban “vasî” tayin olunmuş ve bu şahıs, mahkemede, amcasının oğlundan (emmi-zâdesinden) çocuğa intikal eden miras haklarını, amcası oğlunun eşinin vekîline karşı korumuştu; bu maksatla Sultan Bayezid-i Velî Hazretleri Vakfı “cabi”sini dava ederek çocuğun hakkını almayı başarmıştı.[13]
Köylü kadınlar, mahkemede, ölen kocalarından kalmış terekedeki mehr-i müecccel ve mu’accele haklarını almak için, dava açma ve kocasının terekesinden bu haklarının tahsil edilmesini isteme hakkına sahiptiler. Açılan bu davalar sonunda onlar, haklarını elde edebiliyorlardı.[14]
————————————————————————————————
.[5] Bk. Sinop Şer’iye Sicili (SŞS), Nu: 86, sene 1157-1160, s. 43, belge: 267, belge tarihi: Zilkade başları 1157
[6] Bk. SŞS, Nu: 86, sene 1157-1160, s. 51, belge: 281, belge tarihi: Zilkade başları 1157.
[7] Bk. SŞS, Nu: 89, sene 1149-1152, s. 70-71, belge: 77, belge tarihi: 14 Zilkade 1149.
[8] Bk. SŞS, Nu: 86, sene 1157-1160, s. 29, belge: 245, belge tarihi: Cemaziyelevvel’in sonu 1158.
[9] Şehirlilerin aile nüfusları hakkında bk. İbrahim Güler, “Bir Osmanlı Şehrinde XVIII. Yüzyıl Aile Hayatı Üzerine Tesbitler: Sinop Örneği”, İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü X. Millî Türkoloji Kongresi (25-27 Eylül 1998), İstanbul, s. 6-7; Baskı ve dizin hatalı olmakla birlikte bk. Aynı müellif, “Sinop’ta Medenî Durum:”, Tarih ve Düşünce, Sayı: 2001/03 (Mart 2001, İstanbul), s. 24-27.
[10] Sinop kazasının Karasu nahiyesine bağlı Begcekarıhı adlı köy sakinlerinden olan Tutmakzade diye bilinen Mustafa bin Abdurrahman’ın, terekesinin hak sahipleri arasında sadece eşi Aişe binti el-Hac Hasan ile kendi adını taşıyan küçük oğlu Abdurrahman vardı. (Bk. SŞS, Nu: 86, sene 1157-1160, s. 51, belge: 281, belge tarihi: Zilkade başları 1157.) Ayrıca, Çeharşenbe nahiyesine bağlı Çobanlar adlı köy sakinlerinden Misrî-zâde diye tanınan Osman Ağa bin Mehmed’in terekesinin hak sahipleri arasında da sadece eşi ve küçük oğulları Mehmed ve Ömer bulunuyordu. (Bk. Aynı defter, s. 29, belge: 245, belge tarihi: Cemaziyelevvel’in sonu 1158.). Yine Karasu nahiyesi köylerinden Şahaneköy’de oturan aslen Bozok kazası ahalisinden ve Arap taifesinde olan Ahmed bin Receb bin Hasan’ın terekesinin hak sahipleri arasında ise, sadece eşi Hatice binti Nasır Kethüda ile emmioğlu olan Ali bin Mansur bin Mansur vardı ve bu tereke sahibinin hiç çocuğu yoktu. (Bk. SŞS, Nu: 89, sene 1149-1152, s. 70-71, belge: 77, belge tarihi: 14 Zilkade 1149). Sinop merkez köylerinden olan Korıcak sakini Seyyid Osman bin Abdullah’ın da, terekesinin hak sahipleri arasında sadece büyük oğlu Seyyid Mustafa ve büyük kızı Aişe ve ismi belirtilmeyen bir diğer kızı bulunuyordu (Bk. SŞS, Nu: 86, sene 1157-1160, s. 43, belge: 267, belge tarihi: Zilkade başları 1157). Bu örnekler, sadece yukarıdaki Tablo-1’ de gösterilenlerdi.
[11] Bk. SŞS, No.: 89, s. 68-69, belge: 81, belge tarihi: 15 Zilkade 1149; Aynı defter, aynı belge; Aynı defter, s. 69-70, belge 79, belge tarihi: 15 Zilkade 1149; Aynı defter, s. 69, belge: 80, belge tarihi: 15 Zilkade 1149.
[12] Vasîlik hakkında teferruat için bk. İbrahim Güler, “Bir Osmanlı Şehrinde XVIII. Yüzyıl Aile Hayatı.”, s. 7-10; Baskı ve dizin hatalı olmakla birlikte, Aynı müellif, “Sinop’ta Medenî Durum:”., s. 25-26.
[14] Karasu nahiyesi Şahaneköy oturanlarından iken ölen Arab Ahmed’in eşi Hadice binti Nasır Kethüda, çocukları da olmadığından, kendisi gibi miras hakkı bulunan kocasının amcasının küçük oğlunun vasisi“ni dava edip, kocası üzerindeki 8000 akçelik mehr-i müeccel ve mu‘accele haklarının, kocasının terekesinden tahsilini Mahkeme’de istemiş ve bu isteği kabul görmüştü [Bk. SŞS, N° 89, s. 69, belge: 80, belge tarihi: 15 Zilkade 1149].
Yaşım 19, Ordu ili Fatsa ilçesi Yeniköy-Sarıyakup Mahallesinde öğretmenim. Okul mevcudu 90, yeni öğretmen atanana kadar tek öğretmenim. Okul iki derslikli olduğu için, öğrencileri sabahçı öğlenci yaptım. 1-2-3 sabah, 4-5 öğleden sonra devam ediyoruz. Eğitim öğretime sabah 8.30 başlıyoruz ve akşam 17.00′ de bitiriyoruz. Öğle arası da bayram için koro, halkoyunları çalışmaları yapıyoruz.
Gönlümde, öğretme aşkının ışığı yanıyor. Bu ışığın sorumluluğu omuzlarımda kendimce çalışıyor, çabalıyorum. Ev sahibimin kızı Gülsüm evlenecek. O zamanlar köylerde gelinlik adeti yok. Nasıl cesaret ettim bilmiyorum, ona gelinlik diktim. Maaş günü ayda bir Fatsa’ya iniyorum. ÇAMAŞ henüz nahiye, yürüyerek Çamaş’a oradan da cip ile Fatsa’ya gidiyorum. O zaman bu günün yolcu minibüsleri yok, 5 kişilik cipe 9- 10 kişi biniyoruz.
Gelinlik dikmek için Manifaturacıdan gerekli malzemeleri aldım. Dikiş makinesi buldum, teyel, prova derken makinada diktim. Köyde ilk defa bir kız, düğününde gelinlik giymiş oldu. İlçeden etamin de almıştım, genç kızlara etamin üzerine kanava işlemesini öğrettim. Sabahtan akşama kadar okuldayım, akşamı da boş geçirmiyorum. Okulda tiyatro, koro, halk oyunları çalışmayı da sürdürüyoruz. 1976 Nisanında, köylünün ilgi ile katılım sağladığı çok güzel 23 Nisan Bayram kutlaması yaptık.
4. sınıfta gözleri şimşek gibi pırıl, pırıl parlayan Ali ve tatlı kız kardeşi Ayşe, bu gün de gözlerimin önünde. Ayşe’ye bayram için prenses giysisi dikmiştim. Ali, sobaların yanmasında, odunların kesilmesinde, okul nöbetlerinde, bir yerden alınması gereken ihtiyaçlarda en yakın yardımcımdı.
Bir gün biz sınıfta ders yaparken, dışarıdan sesler geldi. Dışarı çıktım ve baktım. Köyün adamları, hep beraber hasta taşıyorlardı. Ali ve Ayşe’nin annesi fındık bahçelerken kaza geçirdiğini öğrendim. Dere tarafında bir tarlada fındık diplerini kazarken, tepeden üstüne kocaman bir kaya yuvarlanmış. Tarladan alınıp dereden köye gelene kadar aradan 2 saat geçmiş. İlçeye götürülecek, köyün ileri gelenleri, sen de bizimle gel dediler. Bindik cipe gidiyoruz. İlk hastaneye gidene kadar 1 saat daha geçti, yani 3 saat zaman kaybedildi. Hastada hareket yok, sadece nefes alıp veriyor. Çocuklar gözümün önüne geliyor, ne yapsam da anneleri kurtulur, kime gitsem ne yapsam diye düşünüyorum. Hastaneye geldik, atladım hemen acili harekete geçirdim, sedye geldi, hastayı içeri aldılar. Hastayı röntgene, gerekli tahlillere hazırladım. Hayatımın ilk deneyimlerini yaşıyordum. Sonra doktor, ameliyata alacağız, üstündekileri çıkar ameliyat giysisini giydir dedi. Ameliyata hazırlarken hastanın yarasını çok yakından gördüm, yüzünde kocaman bir yarık vardı. Giysisini çıkarırken yarık açıldı. Çok etkilendim, daha ok gençtim. İyi olmasını umut ederek hazırladım. Hastanın eşi, annesi ve ev sahibimle birlikte sonucu bekliyorduk. 15-20 dakika sonra çıkardılar. Bize tam teşekküllü bir hastaneye götürün dediler. Artık anlaşılmıştı, hasta beyin kanaması geçiriyordu. Hastayı tekrar giydirdim ve hazırladım.
Eşi hastayı doktorun tavsiyesi üzerine Samsun Hastanesine götürdü, ben akşam köye döndüm. Ali ve Ayşe’ye ne diyecektim. İçim sızlıyor, yüreğim dayanmıyordu. Onlar benden iyi haber bekliyordu. Eve gittim, gözlerimin içine bakıyordu çocuklar.
Çocuklar, anneniz güzel bir hastaneye gitti, baban ilgileniyor, bize haber verecek. Bekleyelim, dua edelim iyi haber gelsin dedim. Hayatımın en zor anıydı. Sanıyorum hepsi 6 kardeştiler. Çocuklarla göz göze geldikçe içim yanıyordu.
Ertesi günü köye cenaze geldi……….
Ali ve Ayşe ile bu gün karşılaşsam, zaman sıfırlanır ve ben o günlere geri dönerim eminim. Ali şimdi İstanbul’da iyi bir işte çalışıyor. Telefonla bana ulaştı, konuştuk. O beni unutmamış, ben de onu unutmamıştım. Öğretmenim sizi unutmadım dediğinde sesi, eski acı anıları saklayamıyordu. Yaşadığımız olay, ikimizde de derin izler bırakmıştı.
1975- 76 öğretim yılı SARIYAKUP KÖYÜ-Yaşar SARIKAYA
Not: 1975-76 yılı toplu fotosu yoktu, foto Küplüce köyü öğrencileri ile
Görkemli yapılar, para, makam, şan, şöhret ve güç için insanlık kendini nasıl da paralamış yıllarca. Uğruna ne canlar verilmiş, ne sevgiler feda edilmiş, ne dümenler dönmüş, hırs büyümüş, alışkanlığa dönüşmüş; ve yüceleştirilen tanrılar. Para tanrısı, makam tanrısı, inşaat …..tanrısı gibi.
Pagan döneminde, doğa olaylarından ve tüm tehlikelerden korunmak için, insanlar tanrılara sığınırmış. Güneş, gökyüzündeki cisimler, yeryüzü, ağaçlar, bazı mistik hayvanlar, nehirler gibi birçok tanrılara inanırmış. Kutsal ağaçlar, tepeler, deniz kıyıları ve mağaralar da onların kutsal mekanlarıymış.
Onlar mevsim döngülerini, toprak özelliğini, gök olaylarını yaşayarak öğrenmiş; toprağın verimini artırmanın yollarını aramışlar. Ve bu yol, Bereket Tanrısı inancını doğurmuş.. Böylece, bu günün küreselleşmesi tersine; doğayı incitmemeyi, onun dilince hareket etmeyi ilke edinmişler.
Günümüzde tapılan ilahların sayısı ise o kadar çok ki. İnşaat tanrısı, para tanrısı, güç tanrısı, siyasi inanç tanrısı gibi yüceleştirmeler, insanı teslim almış durumda. Ormanlar bina için kesilir, malzemeden kısılır, ucuza maledilir. Sonra, inşaat tanrısına ağaçlar, flora ve fauna kurban edilir.
Ya, Güç Tanrısına kurban edilen onur, şeref ve vicdandan akanlar. Siyasi inanç tanrıları için yol olan kurbanların sınırı bile yok. İnsanları soyutlaştırmak, yüceleştirmek ve tanrılaştırmak da cabası.
Zengin tarihi geçmişi olan Sinop’ta yaşıyoruz. Kaynakları karıştırdığımızda, hep karşımıza bağımsız koloni olan SİNOP çıkıyor. Güzel kentimizin tarihi zenginliklerinden biri de SİNOP KIRMIZISI adı ile anılan toprağıdır. Sinopya adı da verilen bu toprak, Sinop Sülük Gölü alanında bulunan volkan ağzından püsküren lavların etkisiyle değerini kazanmıştır. Kapadokya Bölgesi de lav atıklarından peri bacalarının oluştuğu yerdir. İki bölge toprağının, değerini lav atıklarından aldığı aklımıza geliyor.
O zaman, gelin dünya üzerinde AŞI BOYASI nerelerde ve nasıl kullanılmış sorusuna cevap arayalım. Sinop Aşı Boyası hakkında yazılı kaynakların temeline inme fırsatına erişiriz. İnsan kültürü, coğrafyaları ve tarihleri aşarak seyreder çünkü. Bu konuda yapılan akademik çalışmalar:
foto: dünyada en eski aşı boyası -kaynak arkeofili
ANADOLU’DA ERKEN PREHISTORİK DÖNEM KIRMIZI AŞI BOYASI KULLANIMI- Neyir KOLANKAYA-BOSTANCI-Hacettepe Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü
Özet:
Bu makalede, kırmızı aşı boyasının Anadolu’daki kullanımı ve sembolik anlamı, arkeolojik ve etnografik çalışmalar ışığında sunulmaktadır. Siyah ve kırmızı boyalar Prehistorik dönemlerde en eski boyaları oluşturmaktadır. Bu iki renkten kırmızı, genellikle aşı boyası, hematit ya da demir oksit şeklinde Prehistorik renk paletinde hakim olan rengi oluşturmaktadır. Her ne kadar bazı bilimsel çalışmalar, kırmızı aşı boyasının taş aletlerin sapa takılmasında ve deri hazırlanmasında kullanılan bir malzeme olduğunu ortaya koysa da sembolik ve ritüel geleneklerin ilk kanıtı arkeolojik kayıtlarda kırmızı aşı boyası formunda görülmektedir. Yaşam, yeniden doğum, bereket, dönüşüm ya da statüyü temsil eden güçlü sosyal ve kültürel bir sembol olarak kırmızı renk, insan kapasitesinin fosil göstergesidir. Arkeolojik veriler, Alt Paleolitik Dönem’den tarihi dönemlere kadar kırmızı aşı boyasının, ritüel vücut ve yüz boyama, aletlerin ve sembolik buluntuların süslenmesi, mezarlarda sembolik kullanımı, kadın figürinleri ve mağara resimlerinin boyanması gibi farklı bölgelerde çeşitli kullanımlara sahip olduøunu göstermektedir. Anadolu’da ise aşı boyası kullanımı ilk kez Üst Paleolitik Dönem’de görülmekte fakat Neolitik Çağ’da, sembolik ve ritüel işlevleri ile birlikte doruk noktasına ulaşmaktadır.
Paleolitik Çağda Avrupa ve Asya’daki birçok buluntu yerinde çeşitli boya örneklerine rastlanılmış olmasına rağmen, en yoğun grup Afrika’da saptanmıştır. Afrika’da en eski aşı boyası kullanımı Zambiya’da yer alan Twin Rivers buluntu yerinde GÖ 270 000-170 000 yılları arasına tarihlendirilmektedir. Söz konusu buluntu yerinde 300’den fazla boya kalıntısı ele geçmiştir(6) Bu örnekler, aşı boyasının doğadan ham olarak toplanıp hazırlanmasına yönelik en erken kanıtları oluşturmaktadır(7). İlk örneklerden biri olan ve günümüzden 40 000 yıl öncesine tarihlenen, Fas’ta bulunmuş olan ve üzeri kırmızı boya ile kaplanmış olan Tan-Tan heykelciği de dikkat çekicidir(8).
6 Barham 2002, 181-189; Pedru 2006, 204. 7 Wreschner ve diø. 1980, 632. 8 Power 2004, 80.
Bu aşı boyası miltos (μıAtocr) ya da Evcotıcr diye isimlendirilmektedir. Aslında Sinope’den ziyadeK appadokia’da bulunmaktadır. Fakat ana ihraç merkezinin Sinope olması sonucu, zamanla Sinopis toprağı adıyla anılmaya başlanmıştır.
Parlak kırnızı rengi ve kum taşı içermesinden dolayı ragbet görnekte idi. Genelde ev, gemi ve tahta eşyalarda kullanılmakta idi. Mobilya dekorasyonu,tahta oymacılığı, küçük terra-kota heykelciklerde bile sanatsal amaclarla kullanılmakta idi (l 9)
Plinius, Sinope aşı boyasının resım yapmakta kullanıldığını anlatırken, bunun Ephesos’daki benzerine tercih edildiğini de kaydetmektedir20.
Plutarkhos ise Sinope kırmıızı toprağını minerolojik olarak incelemektedir(21). M.Ô.4. yüzyılın sonlarında Ephesos’un Lykaonia’da Sızma yanındaki madenlerden toprak getirip Sinope aşıboyası pazarna darbe vurması ile bu ticaretide azalmıştır”.
Yağmur yağıyor. Çise çise, usul usul, yumuşacık. Ölümlerin ardından, mezarlardaki göz yaşları kurumadan… Yağmur yağıyor, hüzün, keder ve acı harmanı bir yağmur. Yapraksız dalları ağlıyor ağaçların. Söylenecek söz tükenmiş, boğazımız düğüm düğüm… Enkazlar altında yitirdiğimiz canların gündemini yavaş yavaş kalın bir toz tabakası kaplıyor. Her geçen gün azalıyorlar. Hayat normale dönüyor diyor televizyonlar. Şimdi enkaz altında kalan eşyalarını çıkarıyormuş depremzedeler. Can malın yongası diye de ekliyor.
Yağmur yağıyor. Yaşadığı kabusun kollarını kesip yataktan fırlamış birinin telaşıyla. Çatur çutur, paldır küldür… Camları, kiremitleri dövüyor. Sokak lambalarını, teneke çatıları… İnsan elinde olmadan çadırlarda yaşayanları düşünüyor. Çamurdur her taraf, ıslaktır. Soğuktur hatta. Kurtulduğu için suçludur bakışları belki de. Keşke ben de ölseydim de onları yalnız bırakmasaydım. Ya da geride kalıp katran kadar koyu ve kara hüznü hiç yaşamasaydım. Hayat normale dönüyor, diyor televizyonlar. Sadece temizlik maddeleri, bebek bezi, kadın peti, iç çamaşır ve yazlık giysiler gerekliymiş. Sorunlar artık iyice kolaylaşmış. Bir iki haftaya kadar hiç sorun kalmayacak. Yakında depremden korunaklı zeminlere yeni konutlar yapılacakmış. Siyaset gündemi masaları devirip kaldırıyor. Enkaz altında can verenlerin resimleri soluyor, unutuluyor. Yaşadıklarımızdan ders almalıyız diyor politikacının biri. Ya laf olsun diye konuşuyor. Ya da bir mucize bekliyor. Nasıralı İsa mesih olarak dünyaya geri dönecektir.
Yağmur yağıyor. Ne uyumanın eski tadı var. Ne uyanmanın, ne acıkmanın, ne doymanın, ne ıslanmanın ne de yağmurun. Yaşamın tuzu eksik, unumuz acımış sanki. Ne gülmelerde eski keyif, ne hüzünlenmenin hafif esrik ve buruk tadı… Çıplak ağaçlar çiçeğe duracak biliyorum. Ama bu bahar hiç ber şey eskisi kadar güzel olmayacak. Çiçeklerin rengi daha soluk, kokusu daha az yayılacak sokaklara.