RSS

Etiket arşivi: bilke sinop

SİNOP RUM CEMAATİ’NİN 19.YÜZYILDAKİ SOSYAL YAPISI

27.03.2024- Doç. Dr. Cenk DEMİR

ÖZ
Her ne kadar tarihin belirli bir evresinden sonra yol ayrımına girilmiş olsa da Türklerle Rumlar uzun yıllar bir arada yaşamayı başardılar. Bu süreçte iki toplum arasındaki etkileşim, duruma göre bazen sınırlı bazense daha geniş alanda oldu. Her bölge veya şehirde bu vaziyet değişkenlik göstermiştir. Sinop’taki Türk ve Rum toplumlarının yaşanmışlıkları ise Anadolu’daki iki halkın paylaşımlarına dair asgari düzeyde fikir verecektir.

Sinop’ta Müslüman halk içkale olarak tabir edilen sur içinde yaşarken gayrimüslim haneleri surun dışında yer alıyordu. Dolayısıyla bu çalışmada surun içindekiler değil, surun dışındakiler incelendi. Bu bağlamda Sinop Rumları özelinden hareketle bir toplumun 19. yüzyıldaki demografik, içtimaî, iktisadi, dinî ve çeşitli
tarihsel vakıasına ışık tutulmaya çalışıldı. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Başkanlığı’nda yer alan arşiv vesikaları ile çeşitli telif ve tetkik eserler ise çalışma sırasında istifade edilen başlıca kaynaklar oldu. Ortaya çıkan bilgiler çerçevesinde Sinop kent monografisine katkı sağlanması amaçlandı.

………………………..

Sinop’taki Rum ahali şehir doğusundaki surların dışındaki mahallelerde yaşıyordu.(9) Ünal’a göre, onların sur dışına çıkarılmaları muhtemelen Türk fethinden sonra gerçekleşmiştir.(10) Ünlü Türk seyyah Evliya Çelebi’nin Sinop’a dair seyahat notlarında, 1640’ların başında kalenin içinde ve dışında olmak üzere kentte toplam 24 mahalle olduğu ifade edilmektedir. Kalenin dışında bulunan Hristiyan mahalleri
deniz kenarında yer alıyordu ve buradaki evler çok katlı, eski yapılardı. Haraç veren gayrimüslim sayısı 1.100’dü. Yaklaşık 100 gayrimüslim ise Sinop Kalesi’nin bakım ve tamiri ile görevlendirildikleri için her türlü vergiden muaftı.(11)
1654-1666 yılları arasından Halepli Paul’un Suriye, Anadolu, Karadeniz’ kıyılarındaki Balkan ülkelerine ve Rusya’ya gerçekleştirdiği seyahatinin duraklarından birisi ise Sinop’tu. Evliya Çelebi gibi Halepli Paul da Sinop’taki Hristiyan evlerinin kale surlarının dışında olduğu belirtmektedir. Buna karşılık yaz
mevsiminde Rus baskınlarına maruz kalmaktan korktuklarından dolayı birçoğunun kale içinde de evleri vardı ve yazın gelmesi ile birlikte bütün mallarını alarak kale içine taşınıyorlardı. Sinop’ta 1.000’den fazla Hristiyan aile rahat, mutlu ve güvenli bir şekilde yaşıyordu ve bu aileler, çok sayıda cariye ve erkek köleye sahipti. Her bir ailenin beş, altı ya da daha fazla sayıda cariyesi ve kölesi vardı. Şehir garnizonundaki
askerî birliklerin, papazların, kadının ve diğer devlet memurlarının maaşları gayrimüslimlerden alınan vergilerden karşılanıyordu.

Bu dönemde Rum cemaatine ait kentte 7 kilise bulunuyordu ve bunların tamamı surların dışında yer alıyordu.(13) İçlerinde Türklere ait evlerin bulunmadığı ve Sinop yarımadasının kuzeyinde yer alan Hristiyan mahallesindeki kiliselerde sabah ve akşamları çan çalıyordu.8149 Sinop’ta gayrimüslim tebaa içerisinde Rum nüfus çoğunluktaydı. Ermeniler ise sayıca az ve ekonomik açıdan yoksuldu. Ayrıca Ermenilerin, arazisi Rumlara ait olan bir de kiliseleri vardı. Halepli Paul Sinop’taki Rumların Ermenileri küçümsediklerini, Ermenilerin ibadet ettikleri kilise arazisinin Rum cemaatine ait kilise gayrimenkulü olduğu için burayı da kendilerinden almaya çalıştığını belirtmektedir. Diğer taraftan Sinop’taki Rum Ortodoks kiliseleri Amasya
Metropolitliği’ne bağlıydı. Ancak Paul’un aktardığı bilgiye göre, Amasya’daki Hristiyan cemaatin tümüyle yoksullaşması ve buradaki metropolitliğin adeta harbeye dönüşmesi nedeniyle Amasya Metropoliti uzun süreden beri Sinop’ta yaşamaktaydı.(15)

18.yüzyılın başlarında Sinop’u ziyaret eden ve Rumlar hakkında bilgi edindiğimiz bir başka seyyah ise Fransız Joseph Pitton de Tournefort’tur. Tournefort’a, bu seyahatinde bir Alman hekim ve bir Fransız ressam arkadaşı da eşlik etmişti. Ekip, 6 Mayıs 1701(16) tarihinde Sinop’a gitmek için Abana’dan yola
çıktı ve 7 Mayıs’ta Sinop’a vardı. Tournefort ziyareti sırasında, çevrede alçak bağ bulunmamasına rağmen çok iyi asma şarabı satan bir Rum’un evinde kaldı ve 10 Mayıs’ta Sinop’tan ayrılarak Gerze üzerinden doğuya doğru seyahatini sürdürdü. Fransız seyyah Sinop’a dair ilk izlenimlerinde, kentte hiçbir Yahudi’nin yaşamasına izin verilmediğini ve Rumlara güvenmeyen Türklerin, onları surların ötesinde,
savunmasız büyük bir dış mahallede oturmaya zorladığını ifade etmektedir.(17)

Tamamını okumak isteyenler aşağıdaki linkten ulaşabilir:

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/831162

………..

9 15. yüzyılın ikinci yarısı ile 16 yüzyıldaki tahrir kayıtlarında yer alan Sinop kaza merkezindeki
Gayrimüslim mahallelerin isimleri şöyledir: Büyük Kilise, Aya Bedros, Ayakluca Kilise, Aya
Nikola, Tersane, Arab(lar) Pınarı ve Aya Kostandin. Bu dönemde şehirdeki toplam Rum nüfusu
ise 1487’de 815, 1530’da 1.256, 1560’da 1.070, 1582’de ise 1.425 idi. Tahrirlere göre Sinop
kaza merkezinde ve merkez kazaya bağlı köylerde yaşayan Rum nüfus hakkında ayrıntılı bilgi
için bkz. Mehmet Ali Ünal, Osmanlı Devrinde Sinop, Ankara 2014, s. 85, 91-97, 102-103, 106-
107, 117, 346.
10 Ünal, a.g.e., s. 95.
11 Evliya Çelebi b. Derviş Mehmed Zilli, Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Haz. Zekeriya Kurşun-
Seyit Ali Kahraman-Yücel Dağlı, C: 2, İstanbul 2006, s. 44.
12 Paul of Aleppo, The Travels of Macarius, Patriarch of Antioch: Part The Ninth: Conclusion of
the Travels. Black Sea-Anatolia-Syria, Çev. F. C. Belfour, Vol: II, London 1836, , s. 427-428.

13 Bu kiliselerden ilkinin adı Konstantin (Constantine) ve Helena idi. İkincisinin ismi Müjde
(Annunciation), Üçüncü kilisenin ismi ise Aziz Nicolas (St. Nicolas)’tı. Papaz Aziz John (St.
John the Divine) isimli dördüncü kilise çok eski tarihlerde yapılmış yüksek kubbeli ve içlerinde
en eski olanıydı. Bu kilisenin yakınlarında ise Aziz Kugiaxn (St. Kugiaxn) isminde büyük yapı
ise beşinci kiliseydi. Altıncı kilisenin ismi Vaftizci Aziz Yahya (St. John the Baptist) idi. Deniz
kenarında yer alan Martir Theodor Tiron (Martyr Theodorus of Thyron) isimli kilise ise
Sinop’taki yedinci kiliseydi. Havari Aziz Andreas (St. Andrew)’ın komşu ülkeleri ziyaret
ettikten sonra Sinop’a geldiğinde, Şehit Theodor Tiron mabedinin içerisinde yer alan koltuk
şeklinde mermer bir taşa oturduğu rivayet edilmekteydi. Aynı zamanda bu kilisede Sinoplu Aziz
Fokas’ın (St. Foka/St.Phocas) mezarının saklı olduğuna inanılmaktaydı.
14 Ayrıca bu bölgede eski bir saray kalıntısı bulunmaktaydı. Burası Sinop’un Hristiyan imparatorlar
tarafından yönetildiği dönemden kalma bir yerdi. Bu muhteşem yapının etrafı ise
Hristiyanlara ait harabe evlerle çevriliydi. Sarayın içerisinde, Kutsal Göğe Yükseliş (the Divine
Ascension) Kilisesi adı ile anılan antik bir kilise bulunuyordu. Sinop’taki tüm kiliselerin plan
tipleri, İstanbul ve Anadolu’daki diğer kilise planlarıyla benzerlik arz etmekteydi.
15 Paul of Aleppo, a.g.e., s. 428-431.
16 Seyahatnamenin Türkçe çevirisinde Joseph de Tournefort’un 5 Mayıs’ta Abana’ya ulaştığı ve 16
Mayıs’ta Sinop’a gitmek üzere Abana’dan ayrıldığı yazmaktadır. Ayrıca 17 Mayıs’ta Sinop’a
varan Tournefort’un, daha sonra 10 Mayıs’ta Gerze’ye gitmek üzere Sinop’tan yola çıktığı ifade
edilmektedir. Burada maddi bir hatadan kaynaklı yanlış bir tarihlendirme söz konusu olabilir.
Dolayısıyla Joseph de Tournefort’un, 7-10 Mayıs tarihleri arasında Sinop’u ziyaret ettiği
düşünülmektedir.
17 Joseph Pitton de Tournefort, Tournefort Seyahatnamesi-Ege Adaları, Çev. Ali Berktay, Ed.
Stefanos Yerasimos, İstanbul 2013, ss. 46, 112-116.

    BİLKE YORUM: Sinop hakkında yapılan bilimsel çalışmalara, sitemizde her zaman yer veriyoruz. BİLİMSEL MAKALELER kategorimizden tüm akademik çalışmaları takip edebilirsiniz. Bu çalışma için Sayın Doç. Dr. Cenk DEMİR’e teşekkür ediyoruz. Sinop için yapılan her çalışma, atılan her adım değerlidir.

     

    Etiketler: , , , , , , , ,

    NEMMENKİ!

    29.02.2024-A.Yaşar SARIKAYA

    Türkçemize burun kıvıranları gördükçe, derleme yaparken karşılaştığım yaşlılar gelir aklıma. Doğurgan kök hecelerimizin üstadı olan eski insanlarımız.

    -Gızzzz, Fadime nörüyon? Cümlesini duyunca, örgü ördüğünü sanmayın sakın. Ne örüyon, ne yapıyorsun anlamında kullanılır. Konuşurken hecelerin tınlaması ve vurguları müziksel olduğu gibi akıcıdır da. Örgü, şişle ilmek ilmek devam eder ve süreklilik arzeder. Bu gün kullandığımız “SÜRDÜRÜLEBİRLİK” sözcüğünü anımsatmıyor mu?

    Bu kültürü yaşatan son kalan yaşlılar, birbirleri ile konuşurken “nasılsın” sorusuna “NEMMENKİ” diye cevap verirler. Sonra konuşma devam eder, konu konuyu açar, nemmenki biz anlamadan güme gider. Tekrar bu sözcüğün kullanımında, NE BİLEYİM anlamında olduğunu öğreniriz.

    Dİvanü lûgati’t-Türk tercümesi-Abdullah Battal Taymas, kelimeyi açıklık getiriyor:

    Söz varlığı, kullandıkça zenginleşir, yenilenir, güncellenir. Temel değerlerin kıymetini bilenler, değerlerine değer katarlar. Değer katanlardan olmak dileğiyle.

     
     

    Etiketler: , , , , , , , , , ,

    NASREDDİN HOCA-NESİMİ-HALLAC-I MANSUR

    09.02.2024-BİLKE

    Nasreddin Hoca büyük bir mütefekkir, büyük bir düşünürdür. Halk dilinde Hoca‘nın nüktedanlığı, hikâyelerine gülünmesi çoğunlukla aldığı bedduaya bağlanır. Konu ile çok farklı rivayetler vardır. En ilginçlerinden biri şöyledir:

    Bir rivayete göre Hallac-ı Mansur, Seyyid Nesimî ile Nasreddin Hoca arkadaşlık etmekte imişler. Bu üç kişi manevi eğitim almak, ruh ve düşünce dünyalarını zenginleştirmek için bir Şeyhin öğrencisi olmuşlar. Şeyhin bir koyunu varmış. Şeyh Efendi keser, pişirir ve afiyetle hep birlikte yerlermiş. Şeyh tekrar hayvan kemiklerini toplar, yan yana getirir ve Allah‘tan niyazda bulunur bulunmaz Allah‘ın hikmeti gereği koyun dirilirmiş.

    Bir gün Hallac-ı Mansur ile Nesimî, Şeyhin bulunmadığı bir sırada koyunu kesmeye karar vermişler. Biz de şeyhimiz gibi dua ederiz, canlanır, demişler. Mansur hayvanı kesip çengele asmış. Nesimî‘de derisini yüzmüş. Nasreddin Hoca ise bu işlere hiç karışmamış, fakat arkadaşlarının hareketlerine gülmüş.

    Koyunu pişirip güzelce yemişler, akabinde de şeyhlerinin yaptığı gibi kemikleri bir araya toplayıp, dört başı mamur bir dua da bulunmuşlar. Fakat gelin görün ki, hayvan bir türlü dirilmemiş. Bu sırada Şeyh gelmiş, işi anlamış, fena halde canı sıkılmış. Hayvanı kim kesti, diye sormuş. Mansur ben kestim, astım deyince, dilerim Allah‘tan sen de asılasın diye bedduada bulunmuş. Ve tekrar sormuş, kim yüzdü, demiş. Nesîmî, ben yüzdüm deyince Şeyh, sen de yüzüleceksin, demiş! Sıra Hoca‘ya gelmiş. Ben bir şey yapmadım, sadece bunlara güldüm deyince Şeyh, öyle ise sana da insanlar kıyamete kadar gülsünler duasını etmiş. Tabii keşke etmeseymiş. Hallac-ı Mansur asılmış, Nesimî de öldürülüp derisi yüzülmüş. Hoca‘ya gelince, fıkraları anlatılıp anlatılıp hep gülünmüş, hâlâ da gülünmektedir. ALINTI

    BİLKE YORUM: Aynı dönemde yaşamamış üç değerli insanı, halk aynı hikayede birleştirmiş. Hikayeyi kulaktan kulağa, nesilden nesle de aktarmış. Altında, Nesimi ve Mansur’un ölümlerine kıyamamak, öldürülme sebeplerini de örtmek yatıyor olabilir. Hangi durumda olursa olsun, insana kıymak doğal gösterilemez. İsrail, Filistin savaşı, fail-i meçhuller, terör saldırıları, dünya savaşları yerini BARIŞA bıraksın. İnsan, ne insana, ne doğaya, ne de hiç bir canlıya kıymasın.

     
    Yorum yapın

    Yazan: 09 Şubat 2024 in Eğitim

     

    Etiketler: , , , , , , , ,

    TASI TARAĞI TOPLAMAK DEYİMİNİN ANLAMI

    10.10.2023- BİLKE-ALINTI

    İlk efsanemiz şöyle. Vaktiyle seyyar berberlerin yasak edildiği bir dönem varmış…

    Bu dönemlerde belediye zabıtasını gören berberler sürekli kaçış halindedir. O yasak döneminde berberlerin tek ekipmanı olan tas ve tarağı toplayıp kaçışı bugüne ‘tası tarağı toplama’ olarak geçmiş.

    Bağdat’ta Abbas Oş adında meşhur bir dilenci varmış. Mevsimine göre ya cerre çıkmak (yardım toplamak) yahut dilencilik yapmak suretiyle zengin olmuş. Bütün Bağdat’ın tanıdığı bu adamın şöhretinden istifade etmek isteyen bir sefil, Abbas’ı kollamaya başlamış.

    Nihayet bir Ramazan gecesinde hamama girdiğini görüp, ardınca içeri dalmış ve kurna başında yanına yaklaşıp şöyle demiş:

    Efendim! Bendeniz dilenciliğe başlamaya karar verdim.

    Umarım ki bu asil sanatın inceliklerini bu kulunuzdan esirgemezsiniz. Ne türlü usul ve kaidesi var ise bilcümle öğrenmek isterim. Şu mübarek geceler hürmetine lütfediniz.

    Bir, her nerede olursa olsun istemeli.

    İki, her kimden olursa olsun istemeli.

    Üç, her ne olursa olsun istemeli. 

    Yeni dilencimiz bu kuralları duyunca hemen Abbas’ın elini öpmüş ve ‘Ben fakirim, bir şeyler ver bana?’ demiş.

    Abbas şaşırmış, kendisinin de onun kadar fakir bir dilenci olduğunu hatırlatmış.

    Yeni dilenci ikinci kuralı hatırlatmış, herkesten dilenebileceğini söylemiş. Abbas artık diyecek bir şey bulamamış ve ‘Bu kurna başında ben şimdi sana ne verebilirim be adam? Elbisem dışarıda, paralarım evde. İşte ortada bir tasım, bir tarağım var!’

    Dilencimiz üçüncü kuralı hatırlatmış, “Her ne olursa olsun istemeli, ben tasa tarağa da razıyım.”

    Abbas’ın dili tutulmuş, tasını tarağını alıp hamamdan çıkıp gitmiş. O günden sonra dilenciliğe tövbe eden Abbas neden bu yoldan ayrıldığını soranlara ‘Tası tarağı toplattık, bu işler bizden geçmiş…’ dermiş.onedio.com

    Mehmet Kadir KOCABAŞ: Osmanlı İstanbul’unda elit kesimin gittiği meyhanelere “Gedikli” denirdi. Bunlar loncaya bağlı legal yerlerdi. Orta sınıfın müdavim olduğu illegal meyhaneler ise “Koltuklu” idi.

    19. Asrın ortalarında sadece Istanbulda 80 gedikli vardı. Koltuklularla birlikte sayının 1000 olduğu tahmin ediliyor. Alt gelir gruptakilerine hizmet eden seyyar meyhaneciler ise “Ayaklı” diye anılırdı.

    Sayıları 800’ü geçen ayaklılar, başlarında şerbetiye denen bir başlık ve omuzlarında peşkir ile gezinirlerdi. Bu onların tanınma alametleriydi. Bellerinde koyun bağırsağına doldurulmuş rakı ve kaftanlarının içinde ise kadehler bulunurdu. Bu kadehlere rakı tası anlamında “tas-ı arak” adı verilirdi. Zabıta baskını söz konusu olunca tas-ı arağını gizleyerek kaçmaları gerekiyordu. Bugün kullandığımız “tası tarağı toplamak” deyimindeki tarak, bilindiğiniz saç tarağından değil rakı anlamındaki “arak” tan gelmektedir.(Taner Iriz’den alıntı).

     
    Yorum yapın

    Yazan: 10 Ekim 2023 in Eğitim

     

    Etiketler: , , , , , , , ,

    MERHAMETSİZ YÜREKLERE HAKKIMI HELAL ETMİYORUM

    02.10.2023-Hakan ARABUL- Kültür Merak Grubu

    Annem, evi, babamı ve bizi terk ettiğinde ben altı yaşında, abim sekiz yaşındaydı. Annemin babamı terk etmesini o yaşta bile anlamıştım da, bizi terk etmesini anlamamıştım. Anne çocuklarını terk eder miydi?

    Babam, annemi döverdi. Babam beni, abimi döverdi. Ben o yaşlarda babalar döver diye biliyordum. Babalar döver…

    Anneler olmayınca, evlerin yalnız dört duvardan ibaret olacağını da, annem gidince öğrenmiştim. Sabahları Elinizi, yüzünüzü yıkayın, kahvaltı hazır” diyen olmadığı gibi, günlerce aç kalsan, “Aç mısın?” diye soranında olmadığını öğrendim.Öğrendiklerim içinde canımı en çok yakan şey ise, anne kokusu olmayınca, çocuklar kaç yaşında olursa olsun, büyüdüğüydü.

    Ben altı yaşında büyüdüm.

    Annem evi terk ettiğinden sanırım on gün sonra evimize polisler geldi. Söylediklerine göre, annem intihar etmiş. Elinde sıkı sıkı tuttuğu bir zarf varmış.

    Zarfın üzerinde, kızım ve oğluma verilsin, yazıyormuş.

    Ben o zamanlar okumayı bilmiyorum, nasıl okuyacağım? Abim okudu, mektubu dinlerken, ağladım. Abim de ağladı. Biliyor musunuz, ben en son o gün ağlamıştım ve şimdi bunları yazarken. Elimde o mektup, yeni bir mektup yazmama gerek yok. Annemin yazdıkları ile benim hayatım arasında fark yok. O genç yaşta intihar etmekten başka çare bırakılmayan kadın, ben yaşarken ölüme mahkûm kadın.

    Annem, bizi terk edince, baba evine gitmiş. Babası sinirlenmiş. Kadın dediğin evinde otururmuş. Kadın dediğin, ağzı dolu kan olsa, kızılcık şerbeti içtim, demeliymiş. Ona o evde yer yokmuş. Annem dedeme yalvarmış. “Bir ay kadar kalayım, sonra bir çare bulurum, çocuklarımı yanıma alır, yeni bir hayata başlarım” demiş.

    Vay! Vay! Vay! Kadın tek başına yaşayacakmış. Dedemin namusunu beş paralık edecekmiş, kahveye bile gidemez edecekmiş, ölsün daha iyiymiş.

    Annem o akşam, çamaşır ipini hiç düşünmeden boynuna geçirmiş. Bunları yıllar sonra anneannem ölüm döşeğinde, ben on dokuz yaşında iken anlattı. Babam, annemin ölüm haberini alınca, hiç üzülmedi. Bizi yetiştirme yurduna vereceğini söyledi. Abim sekiz yaşındaydı ama her şeyi biliyordu. Biz artık orada yaşayacakmışız. Orası bizim evimiz olacakmış. Birbirimizden ayrılabilirmişiz, Kardeşler birbirini unutuyormuş. Biz unutmazmışız ama çok yıllar sonra birbirimizi tanımayabilirmişiz, onun için ikimizde annemin mektubunu saklamalıymışız.

    Saklarız da tek mektup var, nasıl ikimizde saklayacağız, diye sormama gerek kalmadan, abim makasla mektubu boyundan tam ortadan kesti. Cümlelerin baş tarafı olan kısmını bana verdi. Cümlelerin baş kısmı bende olunca, ben okumayı öğrenince devamını tahmin edermişim. O zaten ezberlemiş.

    Halam bizim yurda gönderileceğimizi öğrenince, bize geldi. Babama “Kız çocuğu yurda verilmez. ”Ben alayım hayatı” dedi. Kız çocuğunun yurda neden verilmeyeceğini de, halamla yaşamaya başladığımda anladım. Kız çocuğu demek, evde iş yaptırılacak bedava hizmetçi demekti. Halam, bir gün olsun ismimi söylemedi. İsmim, Uyuşuk olmuştu. Uyuşuk su getir… Uyuşuk şu tabakları yıka… Uyuşuk şu çoraplarımı bir güzel sabunla…

    Abim ayda bir kez halama beni ziyarete geliyordu. Yurtta rahat olduğunu söylüyordu. Bende rahat olduğumu söylüyordum. Abim üzülsün istemiyordum. Acaba abim de, ben üzülmeyeyim diye mi, rahatım diyordu? Bunu sormaya hiç cesaret edemedim.

    Okula başlamıştım. Sınıfta okumayı ilk öğrenen bendim. Nasıl öğrenmeyeyim, annemin mektubunu okuyacaktım. Mektupta, “Hayat güzel kızım, ben seni…” yazan cümlenin bu kısmından kesilmişti. Ben her gece yatağımda, o cümleyi farklı tamamlıyordum.

    “Hayat kızım ben seni ÇOK SEVİYORUM.”

    “Hayat kızım ben seni ÇOK ÖZLEDİM.”

    “Hayat kızım ben seni BEKLİYORUM.” Cümleye eklediğim sözcüğe göre hayal kuruyordum. Hayallerimde hep mutluydum. İnsan mutsuz hayal kurar mı?

    Ortaokulu bitirdiğimde, halam artık okula gitmeyeceğimi söyledi. Oysa ben okumak istiyordum. Okuyup, ayaklarımın üzerinde durabilmek ve abimle bir evde yaşamak…

    O yaz mahalle bakkalı üç çocuklu Hasan Amca’nın karısı kanserden öldü. Çok üzüldüm. Üç çocuk ne yapacaktı, annelerinin kokusunu ne çok özleyeceklerdi. Anneler neden ölüyordu? O üç çocukta benim gibi isimlerini unutacak, uyuşuk mu olacaklardı?

    Ben Hasan amcanın çocuklarına üzülürken, meğerse Hasan amcanın sözlüsü olmuşum. Sekiz bileziğe, üç bin liraya satılmışım. Yaşım resmi nikâh için küçük olduğundan, kırk gün sonra, imam nikâhı ile Hasan Amcanın karısı oldum.

    On beş yaşındaydım. Hasan amcanın karısıydım. İki, beş, altı yaşında üç çocuğum vardı. Birde bir çocuğum olmasını öğütleyen halam… Benimde bir çocuğum olmalıymış ki, yerim sağlam olsun. Hasan amca başka kadınlara gitmesin.

    Hasan amcadan ilk tokadı, Hasan amca dediğim için yedim. Bir kadın kocasına, “amca” der miymiş… Ben altı yaşında annem gittiğinde susmayı öğrenmiştim. Hiç der miydim, İnsan on beş yaşında bir kıza karım der mi, diye…

    Hasan amca bana tokat attığında, üç çocuk babasının ayaklarına sarıldı. “Hayat ablamı dövme, o bizimle oyun oynuyor. Masal anlatıyor” diye yalvardılar. Ben, o çocukların ablasıydım. Masal diye anlattıklarım ise hayallerimdi.

    Hasan amca evden gidince, aynanın karşısına geçtim. Hasan demeyi öğrenecektim. Her Hasan, deyişimde aynada, Hasan amcanın, tepeden saçları dökülmüş başı, burnunun üzerine düşmüş gözlüğü, göbeğiyle görüntüsü belirliyordu. Ben her Hasan dediğimde suç işlemiş gibi utanıyordum. Hasan amcaya, Hasan diyemiyordum.

    Aynanın karşısında deneme yaparken, Hasan amcanın altı yaşındaki oğlu yanıma geldi. “Hayat abla” dedi “Annem, babama bey derdi. Sende bey de.”

    Bey, evet, evet bey iyiydi. Eğilip kara gözlü, hayallerimi masal diye dinleyen, Sami’yi öptüm. Beş yaşındaki Elif’i, iki yaşındaki Zehra’yı da çağırıp, onlara masal anlatmaya başladım. O gün masalıma; Tatlımı tatlı, güzel mi güzel altı yaşında, ismi Masal olan bir kız çocuğu varmış. Masal annesini kaybetmiş. Her yerde annesini aramış, bulamayınca hayaller ülkesine gitmiş. Masal, hayaller ülkesinde o kadar mutluymuş ki, bir daha gerçek dünyaya gelmemiş, diye başladım.

    Masal, masalımda hep mutluydu. Hep gülümsüyordu. Her gün çocuklara Masal’ın masalını anlatıyordum. Çok mutluyduk.

    Hasan amcada iyiydi. Artık, Bey diyordum. Zaman zaman öfkeleniyordu ama ben onun neden öfkelendiğini anlıyordum. O sekiz bilezik ile üç bin liraya bir masal abla satın almıştı. Oysa o, bir kadın almak istemişti.

    Abim ziyaretime geliyordu. Her geldiğinde, annemin mektubunun yarısını vermek istediğini söylüyordu. Kabul etmiyordum. Mektubun diğer yarısını okursam, Masal hayal ülkesinden, acımasız dünyaya dönecek, mutsuz olacak gibime geliyordu. Benim tüm hayalim, mektubun diğer yarısı üzerine kurulmuştu.

    Kırk yaşına geldiğimde, masalımı dinleyen çocuklarım büyümüştü. Sami doktor olmuş, tayini bir başka şehre çıkmıştı. Ne zaman mutsuz olsa, beni telefonla arayıp, “Hayat abla” diyordu “Bana masal anlat” Ben hemen Masal’ın hayaller ülkesindeki serüvenlerini anlatmaya başlıyordum.

    Elif öğretmen olmuş, evlenmişti. Bir kız torunum olmuştu. İsmini Hayat koymayı çok istemişlerdi. İzin vermedim. Elif, “O zaman torunun ismi Masal, olacak” dedi. Torunumun ismi, Masal.

    Zehra’m benim küçük kızım, veteriner olmuştu. “Hayat abla, hangi hayvan huzursuzluk yapsa, masal anlatıyorum, sakinleşiyor” diyordu. Zehra da evlenmişti. Bir erkek torunum olmuştu. Torunuma masallarımda ki, Masal’ın arkadaşının ismini koymuştu. Kahraman.

    Kırk beş yaşımda iken, Hasan Amca yani Bey’im öldüğünde çok üzüldüm. Son sözü, “Hakkını helal et” olmuştu. “Hakkını helal et”

    Tüm içtenliğimle hakkımı helal ettim. O iyi bir insandı.

    Hakkımı, on beş yaşında kız çocuklarının evlenmesinde bir beis görmeyen zihniyete ve bu zihniyeti destekleyenlere helal etmiyorum.

    Hakkımı her gün şiddete maruz kaldığını bildikleri kızlarının boşanmasını namussuzluk sayan, kör zihniyete ve bunu destekleyenlere helal etmiyorum.

    Hakkımı yaralı bir kuş gibi, çaresizce umutlarına düşmüş çocuklara merhametsiz davranan yüreklere helal etmiyorum..

    ALINTI

    BİLKE YORUM: Yaşanmış bu olay, bir filmde konu edilmişti. Film senaryosu ya, bizden uzaklarda birileri yaşamış yazık, biraz hüzün ve sonra yine yaşama devam değil mi?

    Kalbur üstü mü, bilgi sahibi mi, halktan biri mi, sokaktaki kişi mi diyelim; bu konu üstüne her kademede insanın söyleyecek bir sözü olacak mutlaka. Kapitalizm, liberalizm, neoliberalizm, emperyalizmin sonuçları diyen olacak. Kız kısmı dizini kırıp oturacak diyen olacak. Müslümanız, kadınlar evden dışarı çıkmaz, dinimizin gereği tabii ki diyen de. Çözüm bekliyorsak, adım gerekli, sorun çözücüler gerekli. Doğru seçmek gerekli.

    Yaşananlar, beş yüz yıl önce de vardı, bu gün de var. Afganistan’da da, Arap ülkelerinde de, Türkiye’de de, Sinop çevresinde de var. Bu toplumun her ferdinin sesini duyurmaya ihtiyacı var. İnsan gibi yaşamaya hakkı var. Toplumun sesini duyan ve çözüm üretenlere ihtiyacı var. Okuyalım, okutalım, sesimizi duyuralım.

     
    Yorum yapın

    Yazan: 02 Ekim 2023 in Eğitim

     

    Etiketler: , , , , , , , , , , , , ,

    BAŞSIZ UZAY ADAMI VAKASI

    01.10.2023- Mehmet MOLLAOSMANOĞLU- Dünya Uygarlıkları

    1973 yılında Van’da Urartulardan kalma olduğu düşünülen bir heykel ele geçirilir ve İstanbul Arkeoloji Müzesine teslim edilir. Fakat her nedense eser sergileneceğine, tam tersi kadife bezlerle sarılıp sarmalanıp kaldırılır. O zaman Türkiye’de yayımlanan ‘Bilinmeyen’ dergisi bu durumu konu eder. Çünkü bir roket içindeki başsız astronot heykelidir sözkonusu olan. Olay Alman dergilerine de yansıyınca dünyanın en tanınmış Sümeroglarından Zecharia Sitchin’in ilgisini çeker. Bu esnada ünlü Alman dergisi Magazin 2000, İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne bu eserin neden sergilenmediğini sorar. Gelen yanıt şöyledir:

    “Heykel, ait olduğu dönemin tarzını yansıtmıyor, bir uzay kapsülünü andırıyor olsa da elbette o zaman böyle şeyler yoktu. Dolaysıyla heykelin sahte olduğunu düşünüyoruz.”

    Dergiye verilen bu yanıtla daha da meraklanan Zecharia Sitchin, sırf bu heykeli görmek için İstanbul’a gelir. O zamanın Arkeoloji Müzesi Müdürü Dr. Alpay Pasinli ile görüşür. Müdür heykelin sahte olduğunda ısrar eder hatta alçı kalıba dökülmüş olabileceğinden bahseder. Bilim adamının ısrarıyla heykel getirilir. Sitchin evirir çevirir ve sorar, “Alçı kalıba dökülmüş sahte diyorsunuz da alçı kalıpların birleşim yeri çizgisi olur hani nerede?” Müdür, malzemenin hafif olmasını örnek gösterekek bu başsız astronot heykelinin alçı ile mermer tozu karışımından yapılma ihtimalinin yüksek olduğunu ve muhtemelen bir şakacının işi olduğunu söyler. Sitchin küçük heykelciklerin yumuşak kayalardan yapılmasının normal olduğunu, sert taştan küçük heykel yapılmasının imkansız olduğunu iddia ederek karşı çıkar. Devamında Z. Sitchin, tarihçi ve Sümerolog olduğu için buna benzer yüzlerce heykel gördüğünü iddia etse de müdür, bu işin sorumluluğu gereği dünyada benzer başka örnekler olduğunu görmeden sergilemeyeceğini söyler… Sitchin’de bir örneğin Meksika’da olduğunu ve resimlerini göndereceğini ilave eder.

    Sitchin müzeden ayrılırken uyarmadan duramaz, “Elinizde Giza Piramitlerinden bile değerli bir nesne var, bunu görmek için yüz binlerce insan İstanbul’a gelirdi, siz saklıyorsunuz…” der.

    Zecharia Sitchin ziyaretinin ardından müzeye toparladığı dokümanları gönderir, Meksika’daki bir heykelle olan benzerlikleri gösteren belgeler ekler… Arkeoloji Müzesi’nin müdürü Dr. Pasinler ikna olur veya inisiyatifini kullanır ve Ekim 1977 tarihinden itibaren heykel müzede sergilenmeye başlar. Fakat bu durum uzun sürmez, Dr. Pasinler’den sonra gelen müdür heykeli sergiden kaldırır ve kadife kutuların içindeki karanlık yuvasına geri yollar. Çünkü Urartular zamanında astronot olamayacağına göre heykel kesinlikle sahtedir. (Neden konuya açıklık getirecek karbon testi veya benzeri testler yapılmaz ya da özellikle mi yaptırılmaz, bu da benim merakım! Bir de, 2003 yılında Zaman gazetesinde çıkan bir haber yukarıdaki gelişmeleri haberleştirerek aslında heykelin 25 yıllık olduğunu müze müdürünün ağzından söyler ama bunu ispat edecek bir belge ortaya koymaz.Zaman gazetesinin bu haberi bir kaç blok sitesinde tekrarlanır ama dediğim gibi kuru bir iddiadan öteye gidemez hatta yasak savar bir hali vardır.)

    Dünyanın pek çok yerinde tarih öncesi devirlerden kalma ve günümüze kadar ulaşmış, uçak-helikopter-uzay adamı heykelleri bulunur ve bunları sergileyen müzeler para basmaktadırlar. Bu gerçeğe vurgu yapan Zecharia Sitchin hayretler içerindedir ve tanık olduğu bu garip olayı ‘The Earth Chronicles Expeditions’ adlı kitabında anlatır. (Türkçe çevirisi de var: Dünya Tarihçesi-Ruh ve Madde Yayınları)

    Z. Sitchin’in söz konusu kitabında dikkatimi çeken bir detayı paylaşmak istiyorum (Her ne kadar direk bu konuyla alakalı olmasa da…): Sitchin kitabının başında “…Müttefiklerin saldırılarını savuşturmayı başaran Türk General Mustafa Kemal Atatürk, modern Türkiye’yi kurarak yirminci yüzyıla taşıdı…” der. Daha sonraki bir paragrafta buna rağmen ülkede hâlâ yirminci yüzyıla entegre olamamış zihniyetlerin bulunduğunu ve bunların Atatürk’ten hazzetmediğini anlatır. Ve konuyu bu heykel meselesine getirir…

    Mehmet Mollaosmanoğlu- ALINTI

    BİLKE YORUM: Gizem, insanı etkileyen, kendine mıknatıs gibi çeken güce sahip diyebilir miyiz ne dersiniz? Konunun gerçekliği zamanla mutlaka bilim insanları tarafından aydınlatılacaktır. Göbeklitepe de gizem doluydu, şimdi dünya tarihine ışık tuttu.

    İnsanlık, dinsel, mitolojik, spritüal yaklaşımlara tarih boyu hep ilgi duymuştur. Esas olan, önce kendini keşfetmeli, bilişsel yolculuğuna AKIL ve HİS eşliğinde VİCDAN sahibi olduğunun bilinciyle çıkmalı. Her yerde böyle yolculuk yapalım ve yapanlarla karşılaşalım dileklerimizle.

     
    Yorum yapın

    Yazan: 01 Ekim 2023 in Haberler

     

    Etiketler: , , , , , , , ,

    EĞİTİM BURSLARIMIZA YENİ KONTENJAN

    06.08.2023-A. Yaşar SARIKAYA

    Eğitim Projemizden karelerMEZUN ÖĞRENCİLER LE

    Derneğimizin kuruluş günlerinde yaşadığım duygu yoğunluğu, toplumun ihtiyaçlarına cevap bulmak heyecanı, bizi bu günlere getirdi. BİLKE adı bile, şiir gibi ilhamla gelmişti. Sinop ve çevresinde yaşanan problemleri çözmeyi hedefleyerek kurmuştuk derneği.

    4K KÖY KENT KÜLTÜR KÖPRÜSÜ PROJESİ KÖY ATÖLYESİ

    Araştırmalarla geçen zamanlarım, öğretmenlik yıllarım toplumun CIZ noktalarını önüme serivermişti. Yurdumun, boyutları dağları aşan problemlerinin bir ucundan da biz tutmalıydık.

    80-90’lar sonrası, AB uyum yasalarına göre köylerin boşalmasıyla, bu sorunlar kapanmayacak yaralar açtı. Kente göçen, iki kuruş ekmek parası için toprağını bıraktı. Kadınlar kızlar tarlada çalışmak yerine evde oturmayı tercih etti. AVM’ler, ZİNCİR MARKETLER oh ne güzeldi. Güneş altında çalışmak yok, para az olsa da tarlada, ahırda terlemeden yaşamanın keyfini çıkarıyorlardı.

    Ne yapsalardı, toprak gübre istiyor, traktör, döver- biçer istiyor, para yetmiyordu. Ormanlar kesildiği için domuzlar köylere, tarlalara saldırıyor, ekilen tarlaları talan ediyordu. Tarlalara, çelik tel örgüler yapsan para, araç alsan para, mazot alsan para, gübre alsan para. Ne olacak bu işin sonu dediler ve göçtüler köylerden.

    Büyük şehirlerde nüfus patlaması yaşandı, eğitim seviyesi düştü. Özel okullar rağbet görmeye başladı. Çocukların kaliteli eğitim alması zorlaştı. Bir de köyden göçemeyenler vardı. Çocukları YBO’na gidenler, taşımalı eğitim görenler.

    ÖĞRENCİLERİMİZE BİLGİSAYAR DAĞITIMI

    BİLKE, okuma isteği olan çalışmaktan yılmayan başarılı çocuklara ulaştı. Her hikaye birbirinden etkileyici idi ve bizi kamçıladı. Onlar da eşit koşullarda eğitim almayı hak ediyor. Çobanlık yaparken üniversite sınavlarına hazırlanan ve derece yapan gençler yalnız bırakılmamalı dedik ve onlara ulaştık. Eğitim seviyesi Türkiye genelinde düştü. Yine de çocuklarımız, gençlerimiz için meslek sahibi olma yolunda elimizden geleni yapacağız.

    Olumsuzluklara karşı alternatif yaratmak konusunda destekçilerimiz artıyor. Şeffaf dernek anlayışımızla, işletme defterimiz, dekontlarımız, belgelerimiz açıktır. Yüreğimizde yurt ve insan sevgisi ile yürümeye devam ediyoruz. Burs öğrencilerimiz için koşullara, BURS BAŞVURULARI kategorimiz ve sayfamızdan ulaşabilirsiniz. Gönlü zengin olanların desteklediği bir dernek olarak, bir kuruşumuzu hibe etmeden, hesabını vererek yolumuza devam ediyoruz.

    NOT: 2019 yılında toprağa verdiğimiz canım babam, Sinop’un dağ köyü TİLKİLİK’ten 13 yaşında okumak için 1944 yılında SİNOP’A kaçmış. Valiye gidip okumak istiyorum demek için. Cafer SARIKAYA ANILAR kategorimizde el yazısı ile yazdığı yaşamını okuyabilirsiniz. 4 çocuğunu okutan, üniversite mezunu ve meslek sahibi yapan babama minnettarız. O nesil Türkiye Cumhuriyeti için çok duyarlıydı, Projeyi, Atatürk ve silah arkadaşlarının kanları ile suladığı bu coğrafyada kurduğu Cumhuriyete duyarlı nesle adıyoruz. A. Yaşar SARIKAYA

     
    Yorum yapın

    Yazan: 06 Ağustos 2023 in Eğitim

     

    Etiketler: , , , , , , , , , , , , ,

    ROMA’DA ATATÜRK CADDESİ

    09.06.2023-A. Yaşar SARIKAYA

    ROMA’DA LARGO MUSTAFA KEMAL ATATÜRK CADDESİ

    Roma, Cumartesi ve Pazar günü çok kalabalıktı.  Aklımda, Largo Mustafa Kemal Atatürk Caddesini bulmak vardı. Termini’de, dünyanın dört bir yanından insanlar, ellerinde valizler oradan oraya koşuşuyordu. Tüm oteller de doluydu.  Otel fiyatları iki katına çıkmış, havaalanı, terminal, tren, metro ve otobüsler tıklım tıklımdı. Bilim kurgu filminde, geleceği anlatan senaryo içinde gibiydim. Birbirini tanımayan, aynı dili konuşmayan, farklı renklerde farklı dinlerde insanların her biri kendi işinin peşindeydi.

    Gitmeden önce, Roma’da gezilecek yerleri araştırmıştım. Okuduğum 2005 tarihli bir haber dikkatimi çekti:

     “İtalya’nın başkenti Roma’da, ölümünün 67’nci yıldönümünde Atatürk’ün anısına ilk özel anıt dikildi.

    Atatürk’ün ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ vecizesinin İtalyanca çevirisi olan ‘Pace in patria, pace nel mondo’ ibaresi de kaide üzerine yerleştirilmiş bir açık kitabın sayfaları şeklindeki anıtta yer alıyor.(1)

     Haberi okuyunca, bu anıtı mutlaka görmeliyim dedim. Cumartesi günü Frankfurt’tan Roma’ya uçtuk.  Roma Termini’den otelimizi bulduk. Yeğenim yanımda bana rehberlik ediyordu.  Roma’da kaynanadili, zakkum ve defne ağaçları, hep Sinop’u hatırlattı. Roma İmparatorluğu döneminin mimarisi, sanat eserleri, müzeleri ve katedralleri gerçekten göz kamaştırıyordu.

    İlk görülecek yer olarak tüm rehberler Kolezyum’u (Colosseum) öneriyordu. İkonik Antik Roma Gladyatör Arenası muhteşemdi.  Çinlilerin çoğunlukta olduğu dünyanın her yerinden gelen turistler, bu görkemli yapıların fotoğrafını çekiyorlardı. Kolezyum’un içine girmek isteyenler, tam 3 km belki de daha fazla kuyruk oluşturmuştu.

    Fotoğraflar çektik ve Google Map uygulamasından yolumuzu belirledik. Önce Borgese Bahçelerine, sonra da“Atatürk Parkı’na gitmek ulaşım açısından uygundu.  

     Villa Borgese Bahçeleri içinde, ünlü heykeltıraş Pietro Canonica’nın adını taşıyan bir müze vardı. Canonica, Taksim Cumhuriyet Anıtı ve İzmir Atatürk Anıtını yapan ünlü bir heykeltıraştı.  Bu müzenin içinde, Türkiye’de bulunan eserlerin taslakları yer alıyordu. Canonia’nın yaptığı Atatürk büstü de aynı müzede sergileniyordu. Roma’da değer gören bu eserler, bizim değerlerimizdi. 

    Müzeden sonra Google map bizi EUR PARKINA yönlendirdi. Aradık ve bulduk. Bulunduğumuz yer, LARGO MUSTAFA KEMAL CADDESİ olarak uygulamada göründü. Caddeye sınır olan parkı ve tabelayı da bulduk. Roma’da sanatsal bir mermer çalışma olan anıt üstüne yazılı  “YURTTA BARIŞ DÜNYADA BARIŞ” sözünü görmek, yabancı ülkede bizi çok gururlandırdı.  Altında Atatürk’ün imzası da vardı.

    Atatürk’ün örnek bir lider olarak İtalya’da değer görmesi, bizi çok duygulandırdı ve heyecanlandırdı. Ömrünü devletine, milletine adayan bir dünya lideri olarak sonsuza dek yaşayacağını kanıtlıyordu bu anıt.

    LARGO sözcüğü büyük anlamındadır. Roma’ya gidenler, BÜYÜK MUSTAFA KEMAL ATATÜRK Caddesi ve aynı isimle anılan parkı mutlaka görmeliler.    

    “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet yaşayacaktır “ diyen Atatürk, bedenlerin geçici olduğu dünyada, ilkelerin yaşaması gerektiğini vurgulayan ender liderlerdendir. Sana ne kadar teşekkür etsek az ATAM, saygıyla, minnetle. Ruhun şad olsun. 

    A. Yaşar SARIKAYA-05.06.2023-Roma

     (1)Eur Parkı’na törenle yerleştirilen anıt, Carrara’lı ünlü İtalyan heykeltıraş Luciano Massari’nin imzasını taşıyor. Eserin sanat yönetmenliğini ise İtalya’da ‘mermer ve taşların şairi’ olarak tanınan Marco Rotelli yaptı. Eserde kullanılan mermer ise Carrara’dan Cave Michelangelo tarafından hediye edildi. Türkiye İhracatçılar Birliği ise Roma’ya dikilen anıtın ana sponsoru. İtalya-Türkiye Dostluk Birliği ve Mare Nostrum Vakfı da projenin ek sponsorları arasında yer alıyor.

     Törene katılan Roma Büyükelçisi Uğur Ziyal, İtalyanların 1976’da da anıtın bulunduğu parkın yanındaki meydana Atatürk’ün adını verdiklerini hatırlatarak ”bu anıt, hem Atatürk’e saygıyı, hem de Türk-İtalyan dostluğunu simgeliyor” dedi.

    Anıta mekan tahsisi yapan ve EUR semtindeki park ve kültürel varlıklardan sorumlu EUR Şirketi’nin murahhas üyesi Prof. Mauro Miccioise da Atatürk’ün sözünün bugün için de bir mesaj olduğunu açıkladı:

    ”Bugün takdim ettiğimiz anıt, Türkiye’de laikleşme sürecini, din özgürlüğünü ve kadın haklarını tanıma uygulamalarını başlatmış olan Atatürk’ün anısına sadece bir saygı eylemi gibi algılanmamalıdır. Bu vecize, çatışmalar ve sosyal gerilimlerle dikkatleri çeken günümüz dünyası ve bizim toplumumuz için de olumlu bir sinyal olarak yorumlanmalıdır.” 11.11.2005 – cnntürk.com

     
     

    Etiketler: , , , , , , , , ,

    XVIII. Yüzyılda Köylüler: Sinop Örneği

    29.04.2023- Doç. Dr. İbrahim GÜLER

    …………..Sinop örneğindeki Osmanlı köylüleri hakkında olan bu çalışmamın, belirtilen alandaki boşlukları doldurma konusunda bir katkı sağlayacağı kanaatini taşıyorum.

    Çalışmam ağırlıklı olarak şu hususları içermektedir: Sinop köylülerinin barınma biçimleri, köy içindeki ilişkileri, yaptıkları ziraat ve hayvancılık, ürettikleri ürünler, ürettiklerini pazarlamaları, çevre şehir kasaba ve köylerle münasebetleri, yaşadıkları sorunlar (eşkıyalık, zulüm ve baskılar, baskınlar, göçler), aile yapıları (aile bireyleri) ve ekonomik güçleri.

    Osmanlı Devleti’nin, toprak düzeni içinde, köylülerin varlığını sürdürebilmeleri için gerekli koşulları tanıdığı görülmektedir. Bu koşullar sayesinde köylüler, uzun vadeli ve günlük ihtiyaçlarını karşılayabilmekteydiler. Onlar, Osmanlı toplumunda, ekonomik ve sosyal hayatın akışına katkı sağlayan hareketli ve önemli bir zümre idiler.

    Köylülerin Barınması

    Köylüler, bir taraftan devlet için malî (tarım topraklarını işleyerek vergi vermek, kereste ve odun temin etmek, öküz ile beygir ve katır vermek, köprü inşa ve tamirini gerçekleştirmek, maden hizmetlerinde bulunmak vs.) mükellefiyetlerini yerine getirirken diğer taraftan kendilerinin geleceği için de çaba göstermekteydiler. Memleketlerindeki yaşamlarını güven içinde sürdürebilmek, doğa şartlarına karşı korunabilmek ve barınmak için devlet tarafından onlara, birtakım binalar inşa etmek hakkı tanınmıştı. “Menziller (evler)”, “odalar” ve “havlular” onların bu inşa haklarındandı.

    Köylüler “menzil” adıyla belgelere yansıyan evlerde otururlardı. Menziller tek katlı olabildiği gibi çift katlı (fevkanî ve tahtanî) da olabilirdi. Havlular, ekseriyetle menzillerin bitişiğinde inşa ediliyordu. Belli bir toprağı da içeren bu yerlerde muhtelif cinsten ağaçlar bulunabilirdi. İnşa edilen bu yerler, insanlar içindi.

    Köylüler, barındıkları bu yerlerin yanında, beslenmek ve gücünden yararlanmak maksadıyla yetiştirdikleri veya besledikleri hayvanları muhafaza için de, birtakım binalar inşa ediyorlardı. “Damlar”, “samanhaneler” bu amaçla yapılanlardandı. “Damlar”, hayvanların barınmalarını gerçekleştirmek, “samanhaneler” ise kışlık yiyeceklerini saklamak içindi. Köylüler, ayrıca, sahip oldukları mal ve erzakların muhafazası için “anbarlar” da kuruyorlardı.

    Sinop’ta Seyyid Osman bin Abdullah’ın oturduğu Korıcak köyünde emlâk olarak bir “menzili (evi)”, ev içinde “küçük anbarı”, “samanhane”si; Gurezfat adlı köyde de “daireli bir evi”, “anbar”ı, “samanhane”si, “öküz damı” vardı.[5] Begcekarıhı adlı köy sakini Tutmakzade’nin ise köyünde fevkânî ve tahtanî (çift katlı) bir “menzil”i, bir adet “anbar”ı, köy evine bitişik bir “bahçe”si, Sinop şehri Arslan mahallesinde de fevkânî ve tahtanî bir “menzil”i ile “topraklı havlu”su ve “meyve ağaçları” bulunuyordu.[6] Karasu nahiyesi Şahaneköy’de oturan Ahmed bin Receb bin Hasan’ın da bu amaçla sahip olduğu biri büyük diğeri küçük, bir diğeri de harab (hurdedat) “üç menzil”i, ayrıca “samanhane”si bulunuyordu.[7] Çeharşenbe nahiyesi Çobanlar köyü sakini Misrî-zâde Osman Ağa ibn Mehmed’in de, köyünde biri yeni diğeri eski iki adet “menzili” ile mahsül ve samanlarını muhafazası için “anbar” ve “samanhane”si vardı.[8]

    Bütün bu saydığımız mal, mülk ve yapılar, XVIII. yüzyılda köylülerin barınma şeklini göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Bunlar, muhteviyatlarıyla birlikte tamamen köylülere aittir. Köylü gerektiğinde onları satabilmekte, aile fertlerine miras olarak bırakabilmekte, herhangi bir durum dolayısıyla rehin olarak gösterebilmektedir. Ancak, köylünün, tereke kayıtlarından da anlaşıldığına göre, tarla satışlarına rastlanmamaktadır. Bu durum, köylünün işlediği toprakların mîrîye yahut vakıflara ait olduğunu, arazileri icarcı gibi işlediğini ortaya koymaktadır.

    Köylü Ailesi

    Köylü ailesinin yapısı, Osmanlı toplumunun diğer üyelerinin aile yapısından farklı değildir. Hukukî olarak da aynı saygınlığa sahiptir. Aile üyeleri, baba, anne ve çocuklardan meydana gelmektedir. Emmi oğulları, ailede miras sahipleri olarak yer almaktadır. Köylü ailelerin nüfusu, şehirlilerinki gibi, fazla değildir.[9] İncelediğimiz köylü terekelerinde, Tablo 1’de de görüleceği üzere, köylü ailelerinin çok geniş ve çok çocuklu aileler olmadığı dikkat çekmektedir. Bu durum Sinop’un idarî birim olarak kapsadığı bütün yerleşim birimlerinde gözlenebilmektedir. Bununla ilgili örnekleri çoğaltmak mümkündür.[10]

    Köylü ailesi içinde eşlerden birinin ölümü halinde, diğerinin, daha sonra yeni bir evlilik yapması söz konusudur. Sinop’un Karasu nahiyesine bağlı Şahaneköy adlı köy sakinlerinden iken ölen Arab Ahmed’in (veya Arab Ahmed bin Receb bin Hasan), Meryem adındaki ölen ilk eşinden sonra, Hadice binti Nasır Kethüda Hatun’la evlenmesi buna işaret etmektedir.[11] Ancak bu uygulamanın dönemin Osmanlı toplumunda ne derece yaygın olduğu konusunda kesin bir rakam ve yüzde oranı vermek zordur.

    Köylü ailesi içinde dikkat çeken bir husus da kimsesiz kalan bir çocuğa mahkemece güvenilir birinin vasi tayin edilmesidir. Vasî tayin edilen şahıs, kimsesiz kalan çocuğun haklarını ve mallarını korumakla görevlidir. Bunlar hizmetleri mukabilinde belli oranda vakıf malından günlük vasilik ücreti almaktadırlar.[12] Sinop’un Karasu nahiyesine tâbi Şahaneköy’nden Ali bin Mansur bin Mansur adlı çocuğa mahkemece (kıbel-i şer’den), Mahmud Beşe ibn el-Hac Şaban “vasî” tayin olunmuş ve bu şahıs, mahkemede, amcasının oğlundan (emmi-zâdesinden) çocuğa intikal eden miras haklarını, amcası oğlunun eşinin vekîline karşı korumuştu; bu maksatla Sultan Bayezid-i Velî Hazretleri Vakfı “cabi”sini dava ederek çocuğun hakkını almayı başarmıştı.[13]

    Köylü kadınlar, mahkemede, ölen kocalarından kalmış terekedeki mehr-i müecccel ve mu’accele haklarını almak için, dava açma ve kocasının terekesinden bu haklarının tahsil edilmesini isteme hakkına sahiptiler. Açılan bu davalar sonunda onlar, haklarını elde edebiliyorlardı.[14]

    ————————————————————————————————

    .[5] Bk. Sinop Şer’iye Sicili (SŞS), Nu: 86, sene 1157-1160, s. 43, belge: 267, belge tarihi: Zilkade başları 1157

    [6] Bk. SŞS, Nu: 86, sene 1157-1160, s. 51, belge: 281, belge tarihi: Zilkade başları 1157.

    [7] Bk. SŞS, Nu: 89, sene 1149-1152, s. 70-71, belge: 77, belge tarihi: 14 Zilkade 1149.

    [8] Bk. SŞS, Nu: 86, sene 1157-1160, s. 29, belge: 245, belge tarihi: Cemaziyelevvel’in sonu 1158.

    [9] Şehirlilerin aile nüfusları hakkında bk. İbrahim Güler, “Bir Osmanlı Şehrinde XVIII. Yüzyıl Aile Hayatı Üzerine Tesbitler: Sinop Örneği”, İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü X. Millî Türkoloji Kongresi (25-27 Eylül 1998), İstanbul, s. 6-7; Baskı ve dizin hatalı olmakla birlikte bk. Aynı müellif, “Sinop’ta Medenî Durum:”, Tarih ve Düşünce, Sayı: 2001/03 (Mart 2001, İstanbul), s. 24-27.

    [10] Sinop kazasının Karasu nahiyesine bağlı Begcekarıhı adlı köy sakinlerinden olan Tutmakzade diye bilinen Mustafa bin Abdurrahman’ın, terekesinin hak sahipleri arasında sadece eşi Aişe binti el-Hac Hasan ile kendi adını taşıyan küçük oğlu Abdurrahman vardı. (Bk. SŞS, Nu: 86, sene 1157-1160, s. 51, belge: 281, belge tarihi: Zilkade başları 1157.) Ayrıca, Çeharşenbe nahiyesine bağlı Çobanlar adlı köy sakinlerinden Misrî-zâde diye tanınan Osman Ağa bin Mehmed’in terekesinin hak sahipleri arasında da sadece eşi ve küçük oğulları Mehmed ve Ömer bulunuyordu. (Bk. Aynı defter, s. 29, belge: 245, belge tarihi: Cemaziyelevvel’in sonu 1158.). Yine Karasu nahiyesi köylerinden Şahaneköy’de oturan aslen Bozok kazası ahalisinden ve Arap taifesinde olan Ahmed bin Receb bin Hasan’ın terekesinin hak sahipleri arasında ise, sadece eşi Hatice binti Nasır Kethüda ile emmioğlu olan Ali bin Mansur bin Mansur vardı ve bu tereke sahibinin hiç çocuğu yoktu. (Bk. SŞS, Nu: 89, sene 1149-1152, s. 70-71, belge: 77, belge tarihi: 14 Zilkade 1149). Sinop merkez köylerinden olan Korıcak sakini Seyyid Osman bin Abdullah’ın da, terekesinin hak sahipleri arasında sadece büyük oğlu Seyyid Mustafa ve büyük kızı Aişe ve ismi belirtilmeyen bir diğer kızı bulunuyordu (Bk. SŞS, Nu: 86, sene 1157-1160, s. 43, belge: 267, belge tarihi: Zilkade başları 1157). Bu örnekler, sadece yukarıdaki Tablo-1’ de gösterilenlerdi.

    [11] Bk. SŞS, No.: 89, s. 68-69, belge: 81, belge tarihi: 15 Zilkade 1149; Aynı defter, aynı belge; Aynı defter, s. 69-70, belge 79, belge tarihi: 15 Zilkade 1149; Aynı defter, s. 69, belge: 80, belge tarihi: 15 Zilkade 1149.

    [12] Vasîlik hakkında teferruat için bk. İbrahim Güler, “Bir Osmanlı Şehrinde XVIII. Yüzyıl Aile Hayatı.”, s. 7-10; Baskı ve dizin hatalı olmakla birlikte, Aynı müellif, “Sinop’ta Medenî Durum:”., s. 25-26.

    [13] Bk. SŞS, N° 89, s. 69-70, belge: 79, belge tarihi: 15 Zilkade 1149.

    [14] Karasu nahiyesi Şahaneköy oturanlarından iken ölen Arab Ahmed’in eşi Hadice binti Nasır Kethüda, çocukları da olmadığından, kendisi gibi miras hakkı bulunan kocasının amcasının küçük oğlunun vasisi“ni dava edip, kocası üzerindeki 8000 akçelik mehr-i müeccel ve mu‘accele haklarının, kocasının terekesinden tahsilini Mahkeme’de istemiş ve bu isteği kabul görmüştü [Bk. SŞS, N° 89, s. 69, belge: 80, belge tarihi: 15 Zilkade 1149].

     

    Etiketler: , , , , , , , , , , , , , ,

    CİHANNÜMA’DA SİNOP

    26.02.2023-Ayşe TOSUNOĞLU Doktora Tezi – Tez Danışmanı: Prof. Dr. İsmet MİROĞLU

    Katip Çelebi, Cihannüma’da Sinob’u şöyle anlatır(1):

    Sinob Karadeniz sahilinde bir küçük murabba’ şekil adanın bir ince kumsal yolu ile büyük karaya payvestedir. O yol üzerinde bir

    kale ve bir şehirdir ki, taşradan gelince Sinob’un kara kapısında ol adaya duhul olunur. Bu şehrin etrafı kumsaldır.

    Şehir güya kum içinde kalmıştır. Ol adayı bir dağ ihata etmiştir. Ona Boztepe derler. Azinı mesire ve akarsuları vardı

    ve ta zirvesinde ve bir havalesiz mahallinde bir latif pınar kaynayıp akar garaibtendir. Bu dağ da bir göl dahi vardır.

    Karadeniz’in Sinob tarafları ekser taştan kesme yerlerdir”

    FOTO.BİLKE ARŞİVİ

    Sinob kalesinin inşa tarihi M. ö. 72’dir. Kurucusu büyük IV. Mitridat’dır. Ondan sonra kale, muhtelif ilaveler ve

    ta’mirler gönnüştür . Asıl Sinob şimdiki Sinob olmayup, yine onun yanında ve hatta onun mevkii üzerinde diğer bir

    kasaba idi. Şimdiki Sinob dahi aynı önemi taşıyan müstakim bir kasabadır.

    Sinob Selçuklulardan sonra, Candaroğlu Kötürüm Bayezid ve en son olarak da Fatih Sultan Mehmed tarafından alınmıştır.

    Sinob’un merkez halkı ticaret, zana’at, balıkçılık ve gemicilikle, köyler ise zira’at, hayvancılık, toprak mahsülleri

    ve orman işleri ile geçinirler. Kuyumculuk ve cevizden sedefli sigara kutulan gibi ince zana ‘at, dülgercilik ve marangozlukla

    tanınmışlardır. Balıkçılık ve gemicilik daha fazla orandadır. Toprak mahsüllerinden buğday, arpa, dan ve mısır gibi

    hububat, elma, armut gibi meyveler. keten ve kenevir yetiştirilir.

    1 Katıp Çelebi, Cihannüma, s.649.

    KAYNAK:TAPU-TAHRİR DEFTERLERİNE GÖRE XVL YÜZYILDA\,1 KASTAMONU SANCAGI Doktora tezi- Ayşe TOSUNOĞLU

    BİR BAŞKA KAYNAK:

    Seyahatnameler’de Sinop
    Süreyya Eroğlu- SDÜ. Fen-Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü

    A. Alev Dİrer Akhan-NKÜ- Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü

    17.yüzyılda kente gelen Katip Çelebi ise, “ Karadeniz sahilinde kareyi andıran, tek yanı ile karaya bağlı kalesi ile güzel bir kenttir. Sinop’un kara kapısından girerek kaleye ve adaya varmak için ada kapısına gidilir, oradan da adaya geçilir. Bu kentin çevresi
    kumsallıktır, bol akarsularıyla güzel bir mesireliktir. Bostanı ve meyvesi boldur.

    Yeni bir camisi vardır. Minberin tavanı ve döşemesi, kapısı ve kapısının korkulukları tümüyle yekpare mermerdir. Duvarları baştan başa ayet ve hadislerle bezelidir. Sinop Kalesi dört kapılıdır, batı kapısı denize açılır. İç kalesi yüksek, sarp ve sağlamdır, iç kaleye asma köprü ile geçilir,” cümleleriyle Sinop’u tasvir eder. Seyyah, ağırlıklı olarak cami ve kalenin üzerinde durur (Özcanoğlu, 2005:122).

     

    Etiketler: , , , , , , , , , , , ,